17 Haziran 2020 Çarşamba

TEHLİKENİN BOYUTLARI (6)


TEHLİKENİN BOYUTLARI (6)

    İttihat ve Terakki’nin günün koşullarına uyarlanarak modern devlet düzeyinde örgütlenmiş hali Kemalizmdir. Jakobenizmi yerel düzeyde adlandırmak gerekirse, Kemalizm veya Atatürkçülük demekte bir sakınca yoktur. Bu anlamda Kemalizmle jakobenizm arasında ciddi bir farklılığın olduğunu söyleyemeyiz.
    Cumhuriyet ilan edildiğinde modernistleri Kemalistler, sultanlığın ve halifeliğin devamından yana olanları da muhafazakârlar temsil etmeye başlamıştır. Ama bizde ne modernistleri, ne de muhafazakârları Avrupai tarzda ya da sanayileşmiş ülkelere özgü biçimiyle tanımlama birçok sıkıntıları beraberinde getirir. Bizde laiklik ve sekülerlik ne kadar yanlış anlaşılmışsa, muhazakârlıkta o kadar yanlış anlaşılmıştır. Türkiye’de fetişlikten arındırılmış bir laiklik ve seküler bir yaşam biçimi egemen olmamıştır. Muhafazakârlık ise namazla sınırlandırılmıştır. Bu iki taraf arasındaki zıtlaşma ya da çelişki, Tanzimattan bu yana devam eder.
    Hem Kemalizm, hem de muhafazakâr kesim Türkçülüğü ve İslamcılığı başka toplulukları kendine benzeştirmenin aracı olarak kullanmıştır. Bu noktada kendine benzetmek istediği köken hakir görülürken, geldiği köken üstün görülmekte. Bizde ümmetçiliği ve  ulus devlet anlayışını savunan  kesimlerin en önemli ortak noktası, etnik köken üstünlüğüne dayanmasıdır. ‘Kardeşlik’ vurgusu yapılırken bile ‘seçilmiş’ olma hali bir tarafa bırakılmaz, ‘üstün kökene’ ait olma her zaman ön plana çıkartılır. Bu ezilen kökende veya milliyette pisikolojik üstünlük sağlamanın bir yoludur. Ezilen tarafta aşağılık duygusunu egemen kılmaya çalışarak kendisine hizmetçiler veya işbirlikçiler edinir. Egemenler çoğu zaman da böylesi yöntemlerinde ciddi başarılar elde ederler; örneğin PKK/HDP’de olduğu gibi. Aşağılık kompleksinin yol açtığı erazyonu simgelemesi açısından Öcalan’ın şu sözlerine kulak kabartmakta yarar var; Atatürk'ün önderlik hususlarını takdir ettim. Bugüne kadar da kendime rehber olarak kabul edip uygulamaya çalıştım.’ (Abdullah Öcalan, Ankara DGM Başsavcısı Cevdet Volkan'a 22 mart 1999 tarihinde gönderdiği mektup.) Özgürleşmekten korkan kölenin kendini bir başkasıyla, bir diğer değişle efendisiyle tanımlaması bundan daha iyi ifade edilemezdi. Aslında burada bir kişinin düşüncesini kabullenmeden ziyade puta teslimin getirdiği fizikötesi veya spritüel yaşam biçimini çıkar yol olarak görme dile getirilmiştir. Egemenler, böylesi bir yaşamı seçmiş birini artık istediği gibi kullanma özgürlüğünü elde etmiş demektir.

GELİNEN NOKTA

    PKK/HDP’nin oluşturduğu ortam ve toplumsal yapıda yarattıkları tahribatın boyutları şimdilerde daha iyi görülmektedir. Kürdü inkâr ettikleri, Kürdistan’ı çöpe attıklarını ilan ettikleri halde halen bunlara sempatiyle bakan bir kitlenin mevcut olması önemlidir. Bu durum son 40 yılda asimilasyonda ne oranda ilerleme sağlandığını gösterir. Daha önce ‘Diyarbakır Buluşması’ başlıklı makalemde vurguladığım gibi geçmişte Kürt, 'Türküm' demeye zorlanıyordu, bugün ise bir adım daha ileri gidilerek  Kemalist olma daha gurur verici hale getirilmiştir. Bu da PKK/HDP'nin ‘dağlı Kürtler'i' 'medenileştirme' projesi olduğunun açık bir göstergesidir. Yani Kürtler'i Türk ulusalcı takımının mihenk taşına dönüştürme projesidir. Aynı merkezin kolları arasında sürdürülen ve adına ‘savaş’ dedikleri kurgulanmış çatışmalar sonucunda böylesine önemli sonuçlar elde edilmiştir. Bugün hiçte küçümsenmeyecek bir kitle, Ortadoğu’nun ‘demokratikleştirilmesi’ söylemine  inandırılmış durumda. Ortadoğu’nun karanlık odaklarınca çizilmiş proje uğruna, Kürt halkının en dinamik, en atılgan kesiminden yüz bini aşkın insan, hendek ve benzeri eylemlerle heba edildi. Birçoğu arkadan kurşunlandı ve sonrasında halkın karşısına çıkıp ‘şehit oldular’ denildi. Evlatları arkadan kurşunlanan aileler ‘kadere’ boyun eğdirildi. Birçoğu korkuyla sindirildi ve önemli bir kesim de sadece mırıldanmayla yetinmek zorunda bırakıldı.
    Bugün PKK ve HDP büyük bir cesaretle Kemalizmle bütünleşmekten övünç duyduğunu, Türk partisi olarak her türlü hizmete hazır olduğunu kamuoyuna deklare ediyor. Peki bunun toplumsal yapıda bir karşılığı var mıdır?  Evet, vardır! Çünkü artık Türk olmakla övünen, Kürt halkıyla arasına duvar örmekten memnun gözüken önemli bir kitle vardır. Bahsettiğim bu taban, ülkesinin ismini ağzına almamak için ‘coğrafi alan ‘tanımlamasını daha gurur verici buluyor. ‘Birlik’ ve ‘kardeşlik’ örtüsü gayet başarılı bir biçimde kullanılıyor. Derin devlet ağlarıyla örülmüş böylesi kitlesel güce dayandıkları içindir ki Kürt halkının nefes boruları tümüyle kapatılmaya çalışılmakta. Basın, yayın, televizyon, radyo ve sosyal medya dahil her türlü propaganda olanakları kullanılarak, düşünmekten men edilmiş, müritleştirilmiş devşirme bir tabanla, toplumun çoğunluğu baskı altına alınmak istenmekte. Sadece bununla yetinmeyerek  zaman zaman  yönlendirmeye yönelik girişimlerde de bulunmaktalar.

Derin Devlet Desteğinde Kitleleri Yönlendirme girişimleri

    Bahsettiğim yönlendirme çabalarını, çok öncelerine gitmeden yakın tarihimizden, örneğin son 16-17 yıllık dönemden bir kaç örneklendirmeyle anlatabiliriz. Herkesin bildiği gibi, derin devletin her türlü desteğini almış PKK/HDP’in temel hedeflerinden biri, Adalet Kalkınma Partisi İktidarını yıkmadır. AKP iktidarının ilk dönemlerinde MHP’de, aynı amaca yönelenlerden biridir. Tabii bu dönemde bu ortaklığa CHP’nin nasıl öncülük yaptığı gözardı edilmemeli. Burada ortak çıkarların çakışması bahanesi önplana çıkartılamaz. Esas alınması gereken, bu iki oluşumu da ortak noktada buluşturan iradedir. Yani bu iki yapının aynı irade tarafından ortak hedefe yöneltilmesi önemlidir.
    ‘Andımız’ın her sabah okullarda okutulma zorunluluğu kaldırılırken PKK, ‘iktidar faşisttir’ diye tozu dumana kattı. İşin ilginç yanı Kürtçe Televizyon ve radyonun serbest bırakılması karşısında aynı tutumunu daha da ileriye taşıdı. Kürtçe kurslar serbest bırakılırken, mahkemelerde Kürtçe ifade verme hakkı tanınırken yine ‘AKP iktidarı faşisttir’ diyerek, ittifakçı güçleriyle birlikte engellemeye çalıştı. Kürdistan bayrağı Ankara sokaklarına asıldığında ve sayın Mesut Barzani Diyarbakır’ı ziyaret ettiğinde Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne olmadık küfürler etmeyi ihmal etmedi.  Bu arada Adalet ve Kalkınma Partisi için, ‘faşistler yıkılmalı’sloganını daha yaygınca işlemeye başladı. Örnekler çoğaltılabilir. Bunlar, PKK/HDP’nin Kürt halkının lehine olan en basit gelişmeleri dahi engellemek için kimlerle kol kola olduğunu gösteren ilginç yaklaşımlardır.
    Dönem değişti, MHP ve AKP birlikte hareket etmeye başladı. MHP’nin bugün hükümette üyesi olmamasına rağmen, iktidar ortağı biçiminde hareket ettiğini herkes bilir. PKK/HDP yine iktidar için ‘faşistler yıkılmalı’ sloganını atmayı sürdürmekte. Bu arada sıkıştığı her anda da ‘Kürtler için birlik’ ve bir de ‘Ulusal Kongre’ sloganını yüksek perdeden dillendirmeyi ihmal etmemekte. İttifakçı güçleriyle birlikte ne yazık ki, ‘muhalafetim’ diyen bazı kesimleri de çoğu kez etkisi altına alıp yönlendirmekte. Kemalist ideolojiye sıkı sıkıya bağlı olan HDP’nin,  bir düzen partisi olarak iktidarı veya herhangi bir partiyi tanımlaması gayet doğaldır. Ama değişen koşulları dikkate almadan aynı politik tutum içinde olan bazı muhalafet kesimleri de var. Hangi yönden geldiğine bakılmaksızın zaman zaman estirilen rüzgarların hızına kapılma doğal görülemez. Kürt/Kürdistan açısından nefes borularının daha fazla açılması ile nefes borularının kapanmasını aynı düzlemde değerlendirme, politik arenada yanlış adımların atılmasını getirir.  Olumsuzluklar arasında seçim yapmaya zorlama kitleleri nefessiz bırakır. İktidarın alternatifi olarak ‘Muhayyel Kürdistan burada meftundur’ diyen taraf, çıkış yolu olarak gösterilmekte. Kürt halkında Stockholm sendromunu içselleştirmenin yöntemleridir bunlar; yani ne yapıp yapıp ulusal dinamikler üzerinde durmanın zeminini yok etme uygulamaları sürekli kılınmak isteniyor.
    Sonuçta tüm bu girişimler, ontolojik devlete hizmettir. İşte bu anlamda PKK/HDP’ye ‘muhalefetim’ diyen her kesim, ayakları üzerinde durmanın çabası içinde olmalıdır.
    Kendin olma önemlidir.     
16.06.2020
Baki Karer








10 Haziran 2020 Çarşamba

TEHLİKENİN BOYUTLARI (5)


TEHLİKENİN BOYUTLARI (5)

    Kemalizme değinirken, İttihat ve Terakki’nin daha akılcı biçimi olduğunu belirtmiştim.  Bazıları ‘akılcı’ deyişime takılıp kalmış. Evet, doğru bir tanımlama olduğunu düşünüyorum; İttihatçılar tüm Türkleri ve müslümanları kurtarmayı hedeflerken, Mustafa Kemal Misak-ı Milli ile yetinmeyi temel almıştır. Yani sınırları oldukça daraltmıştır. Kemalizm artık Misak-ı Milli ile tanımlanır hale gelmiştir. Bu bir anlamda  o günün koşullarında ‘Kızıl Elma’ ülküsünün izlenmeyeceği anlamına da gelir. Aslında Mustafa Kemal’i Misak-ı Milli ile yetinmeye zorlayan asıl etmen, Batı’da tutunma imkanının olmadığını görmesidir. Bilindiği gibi 1920’de çizilen sınırlar Musul, Kerkük ve Halep’i de içine alıyordu. Daha sonraları Ortadoğu’daki İngiliz ve Fransızlar’ın askeri varlıkları dikkate alınarak bu bölgelerden vazgeçilmiştir. Her ne kadar İttihat ve Terakki Balkanlar’da Teşkilat-ı Mahsusa ile birlikte bir dizi başarılar elde etmişse de, sonraları Büyük Britanya ve Rusya Balkanlar’da taraf olmaya başlayınca, geri adım atılmaya başlanmıştır.

    1912’den bu yana köprülerin altından çok sular geçti, ama bir şey değişmedi; Osmanlı İmparatorluğunun egemen olduğu bu coğrafya, halen emperyalist güçler arasında bölüşüm için verilen kavganın merkezi olmaya devam etmekte. Irak’da Saddam iktidarının yıkılması ve Suriye’de iç savaşın başlamasıyla birlikte, Ortadoğu genelinde yaşanan güçler arası kavgada Musul, Kerkük ve Halep yeniden stratejik öneme sahip olmaya başlamıştır. Süper güçler ve Bölge devletleri bahsettiğimiz bu bölgeleri temel alan stratejiler geliştirmekte. Ortadoğu’nun muhtemel yeniden bölüşümünde bu şehirlerin belirleyici rol oynayacağını söylemekle hata etmiş olmayız. İşte PKK sorununun bir de bu noktadan hareketle tartışılması gerektiğini düşünüyorum..

PKK’nin İzlediği İttihat Terakki Stratejisi

    Ortadoğu halklarını ‘demokratikleştirme’ sloganı, Kürt uluslaşmasının tüm dinamiklerini yok etmeyi hedefine koymuş bir yapının, toplumu çeşitli bahaneler ve yutturmacalarla nasıl oyaladığına en iyi örnektir. Aslında bu slogan, bir dönemler İttihat ve Terakki’nin tüm Türkleri kurtarma adına Turancılık peşinde koşmasının ifadesidir. Dikkat edilirse, Ortadoğu’yu sözümona kurtarma adına hareket eden PKK, bölgedeki egemen uluslara şu veya bu düzeyde bir takım vaadlerde bulunuyor. Bu nedenle vaadlerinin ve hareket tarzının merkezine, Türkler’in birliğini oturtmaktadır. Yani Türkçülüğün Kızıl Elma ülküsünü Ortadoğu’ya uyarlamanın çabasını yürüten PKK ile karşı karşıyayız. İşte bu nedenden dolayıdır ki, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin ayakta kalmaması için her türlü ihaneti meşru görmekte ve övünç kaynağı haline getirmekte. Aslında PKK/HDP Bölgeye yönelik politikasında, Öcalan’ın Turancı ideallerinden bağımsız hareket etmemektedir. Türkiye Cumhuriyeti bile Misak-ı Milli’nin dışına çıkmayı kabullenmediğini, mevcut sınırların dışına çıkmayı beka sorunuyla bütünleştirdiğini zaman zaman dile getirmekte. Ama öbür yandan uzun yıllardan bu yana sınırların genişletilmesi için mücadele veren elit bir kesimin olduğunu da biliyoruz. Burada derin güçlere bağlı bilinen akıl hocalarını hatırlamakta yarar var.
    Enver Paşa’ya özenilerek Ortadoğu için çizilen Turancı ülkü, Öcalan tarafından şu şekilde dillendirilmekte:  “Vatana ihaneti asla ağzıma bile almam. Olsa olsa onun Misak-ı Milli gereklerini çağdaş ölçüler içerisinde yerine getirilmesi yani büyütülmesidir (…) Misak-ı Milli’nin dışında kalan parçalarındaki Kürt-Türkmen topluluklarına en azından yaşadıkları devlet içinde soykırıma uğramadan demokratik kimlikleriyle yaşamalarına Türkiye Cumhuriyeti’nin yardımı hem ahlaki hem siyasi bir görevdir, diyorum. Bu başka devletlerin iç işlerine karışma değildir.” (Abdullah Öcalan, Savunma, Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi, s.162-163) Dikkat edilirse çizilen bu strateji; Kerkük, Musul ve Halep’i Toroslarla birleştirme çabasından başka bir şey değildir. Derin güçler her zaman 1920’lerde çizilen ilk Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmenin çabası içinde olmuşlardır. CHP içinde ‘devleti ben kurdum’da direten kanat ile Öcalan’ın hocaları, bahsettiğimiz bu hedefin militanıdırlar. ‘Horasan Türklerinden’ biri olarak kendini tanımlayan birisinin, böylesi bir dönemde CHP’nin başına seçilmesi pek tesadüf sayılmaz. PKK/HDP’nin arkasında hangi güçlerin durduğu bu anlamda tartışmalı değildir. Şimdi mağara becuzelerinin G. Kürdistan’da niçin kümelendikleri daha iyi anlaşılıyor sanıyorum. Kürdü aşağılayan, hatta yok sayan ‘alçak ve rezil’ olduğunu söyleyecek kadar ileri giden bir anlayış, saldırganlığı formüllendirmiş Turancılıktır. Kırmızı Elma’ya koşan PKK, Kürdü nasıl hakir gördüğünü ve aşağıladığını her fırsatta dile getirmekten çekinmiyor; Kürt, kadın-erkek ilişkisinde ölmüştür. Kürt, bu ilişkide çirkinleşmiştir, alçaktır, rezildir, köledir, tutsaktır”* (Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, S,153)  diyebiliyor. Bu söylem, aynı zamanda Ahd-i Milli’ye bağlılığın açık ifadesidir.
    Bir dönem Kafkas Türkleri için uygulamaya konan strateji, bugün Ortadoğu’da yaşama geçirilmek isteniyor. PKK’nin Haşdi Şabi ile ilişkilerinin uzun vadeli ve stratejik hedefler İçermesi, böylesi nedenler içindir. Şu anda PKK ve Haşdi Şabi, diğer müttefikleriyle birlikte G.Kürdistan’ı iki parçaya bölüp ‘Pat’ metodunu uygulama peşindedir. Rojava’da ise ‘general geldi, general gitti’ söyleminin ayyuka çıkarılması boşuna değildir; burada uygulanan strateji, ‘hallelujah’dır..

10.06.2020

Baki Karer

 Devam edecek

   

3 Haziran 2020 Çarşamba



TEHLİKENİN BOYUTLARI (4)

    Bir önceki bölüm hakkında görüşlerini bildirenler arasında ‘hainliğin kurumlaşması olur mu’ diye soranlar oldu. Bahsedilen şey, bir veya birkaç kişinin basit, sıradanlaşmış tavrı veya muhbirciliği değildir. 30-40 yıldan bu yana şu veya bu biçimde bir ulusu etkisizleştirmek, varlığını tartışılır hale getirmek için olağanüstü gayret içinde olan örgütlü, bilinçli bir yapıdan bahsediyoruz. Böylesine önemli hedeflere ulaşmanın çabasını yürütenlerin kurumlaşmaya gitmeleri bir anlamda zorunludur. Eğer PKK bu amaçlar doğrultusunda kurumlaşmış olmasaydı, bir halkı, ulusu var eden dinamiklerle bu derece oynamaya, tahrip etmek için elinden gelen gayreti göstermeye cesaret edemezdi. Bu anlamda PKK’nin Kürt halkının varlığına kastetmiş örgütlü bir güç olduğu bilince çıkartılmalı. PKK’nin son 40 yıllık dönemi değerlendirilirken, halen 1984’de Kürt/Kürdistan için silahlı mücadele yürüttüğü, ama 1999’dan itibaren bu mücadeleden geri adım attığı söylenmekte. Bunlar irdelenmeden ileri sürülmüş savlardır. Yıllardır arka arkaya planlanmış olaylar zincirine bağlı olarak yorgun düşürülmüş kitleler üzerinde egemen kılınmış atmosferin yarattığı düşünce biçimleridir. Yurtseverlerin geçmişten günümüze kadar dürüst ve iyi niyetlilikle çizdiği hedefler ile PKK’nin üzerinde durduğu zemin birbirine tamamen zıttır.

İTTİHAT TERAKKİ VE PKK CEBERUTLUĞU

    Osmanlı İmparatorluğu’nun bürokratik sisteminin dayandığı sosyal yapı,    İttihatçıların çıplak zorbalığının da temelini oluşturur. Bilindiği gibi Osmanlı’da bürokratik yapı içinde yer alanların sermaye edinmelerine müsaade edilmiyordu. Avrupa’da görülen biçimiyle derebeylik sistemi de olamadığından soylu sınıfının gelişmesi engellenmiştir. Osmanlı’da tebaa-devlet ilişkisi egemendir. Ağa veya bey’ler arasında palazlananların bir çoğu, Padişah tarafından sürgünle veya başka biçimlerle cezalandırılıyordu. Bunlar ve daha birçok nedenlerle İmparatorluk içinde meta dolaşımı ve ticaretin önüne çıkartılan engeller sonucu burjuva sınıfının doğuşu gecikmiştir. Yani Avrupa’da burjuva sınıfı gelişirken ve giderek ekonomiye egemen olurken, Osmanlı’da skolastik düşünce egemendi. Hatta bu düşünce biçiminin günümüz koşullarında bile önemli oranda geçerliliğini koruduğunu söyleyebiliriz; en azından zaman zaman hortlatıldığına şahit oluyoruz. Dolayısıyla bugüne kadar hemen her dönemde ‘tanrılar’ yaratılmış ve bu yaratılan tanrıların etrafında düzenler oluşturulmuştur. Çünkü böylesi koşullarda inançla hareket eden kalabalıklar yaratma kolaydır. İttihatçıların ceberutluğunu aratan PKK’nin uyguladığı çıplak zor, böylesi koşulların ürünüdür. PKK’nin mağara yaşamını neden tercih ettiği şimdi biraz daha anlaşılırdır. Mağaradan gönderilen tehdit pusulalarıyla köylüden, işçiden ve esnaftan giyecek, mekap marka ayakkabı, un ve şeker çuvalları istemeleri, veremeyenleri en vahşi işkencelerle katletmeleri böylesi bir mirasa dayanmasından kaynaklanmaktadır. Bu noktada İttihat ve Terakki’nin daha akılcı biçimi olan ve yakın tarihimize damgasını vuran Kemalizme değinmeden geçmek olmaz.
    Aslında Kemalizm denilen bir akım var mıdır yok mudur tartışmalıdır. Son yıllarda bazı çevrelerce, Kemalizm yerine daha ‘yerli ve milli’ olarak görülen Atatürkçülük kullanılmaya başlanmıştır. Kemalizm, Şevket Süreyya Aydemir ve arkadaşlarının oluşturduğu ‘kadro hareketi’ tarafından ortaya atılmıştır. Ama hangi düşünceye sahip olduğu ve hangi ideolojinin ürünü olarak savunulması gerektiğine bir türlü açıklık getirememişlerdir. Kemalizm denilen olay, apaçık bir Jakobenizmdir. Kemalizm olarak nitelendirilen akımın Cumhuriyetle birlikte oluşturduğu devlet bürokrasisi, uygulamaya koyduğu ekonomik anlayış, azınlıklara ve farklı milletlere karşı yaklaşımı tam anlamıyla Jakobenizmdir. Yani ‘halk adına, halka karşı’ olan seçkin azınlık hareketidir. Sonuç olarak bize Jakobenlik, Kemalizm olarak kabul ettirildi. İşte İttihatçı geleneğe bağlı olarak oluşturulan PKK, Kemalizm’in en tutarlı savunucusu konumundadır. Üst akıl tarafından örgütsel yapı oluşturulurken paryacılık temel alınmıştır. Örgütsel hiyerarşinin oluşturulmasında paryacılığın esas alınması, Kürt halkına karşı ihanette kullanılma sırasında en ufak bir itirazla karşılaşma riskini ortadan kaldırmak içindir.
    PKK’de Paryacılığı en iyi temsil edenlerden biri de Mustafa Karasu denilen kişiliktir. Kendi değişiyle hataların militanı olarak bir üst sınıfla girdigi zina ilişkisinin korkutucu sonuçlarının bilincindedir. Bu nedenle bir üst elite ulaşmanın yoğun çabası içinde halen. Kendisini kabul ettirip ettirmeyeceği meçhul. Özellikle içerdeyken Sabri Ok’la birlikte iyi bir eğitimden geçirildiklerini bilmeyen yok. Bir dönem dillendirdikleri direnme teraneleri de artık işe yaramıyor. İnsanların kendilerini sorgulamaya başladıklarını bildikleri içindir ki, şimdilerde açıktan oynuyorlar.  Her ikisi de uzun yıllar ‘Simon’ların yaratıcısının tezgahından geçtiler. O nedenle ‘karısız kocasız, devletsiz’ yaşam lumpenliğini Kürt halkına dayatmakla görevli olduklarını inkâr etmemekteler. Kim ne derse desin, Kürt halkı bugün sergilenen paryacılığın farkındadır. Paryalardan oluşturulmak istenen ‘kadro hareketi’ başarısızlığa mahkumdur.
2020-06-02
Baki Karer
Devam edecek



29 Mayıs 2020 Cuma

TEHLİKENİN BOYUTLARI (3)


TEHLİKENİN BOYUTLARI (3)

    PKK’nin, özellikle de akıl hocalarının Kürt halkına karşı yönelimlerini, uyguladığı taktiklerin çoğunu İttihat ve Terakki’nin uygulamalarında bulma mümkündür. PKK olayı, tüm yönleriyle tarihsel geçmişin imbiğinden süzülmüş deney ve tecrübelerin ışığında ortaya çıkartılmış ve sonuçları itibariyle bir yüzyılı ilgilendiren bir olaydır. PKK’nin ve Öcalan’ın kırk yıldan bu yana ne olup olmadığı bunca açık karta rağmen helen tartışılıyorsa, üst aklın ince elekten süzülmüş ürünü olmasındandır.  
    Osmanlı tarihinde’ bilinmezlikler’ çoktur. Oysa dünya genelinde imparatorluklar içinde çok sağlam ve güvenilir kayıt sistemi, yani arşivin en güçlü olduğu imparatorluk, Osmanlı İmparatorluğudur. Ama buna rağmen, örneğin Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Mustafa’nın para bastığı için mi, yoksa İran Şahına mektup yazdığı için mi öldürüldüğü halen tartışılır. Aynı biçimde 31 Mart vakası ilerici miydi, irtica kalkışması mıydı  halen üzerine makaleler, kitaplar yazılır. Günümüzde bile 31 Mart vakası, zaman zaman karşı tarafı susturmanın bir aracı olarak kullanılır. İttihatçı gelenekten gelenler bazen daha da ileri giderek, ‘muhafazakar’ olarak nitelendirdikleri karşı tarafı, ‘Hareket Ordusu’ ile korkutur; Kazan Deresi çatışmalarında, Gezi olaylarında ve hendek kazmalarda olduğu gibi. Türk devlet örgütlenmesinde bilinmez, ya da muammalaştırılan bir çok olay, aslında bilinirdir ve her yönüyle aşikardır, yani muammalı bir yanı yoktur. Örneğin 31 Mart vakasını bastıranlar, aynı zamanda çıkaranlardır. Tarihimizde bilinmezliğe sürüklenmiş bir çok olayı bu açıdan değerlendirmede yarar olduğu düşüncesindeyim. Yüz bin insanın katlini gerçekleştirmiş, milyonlarca insanın göçüne neden olmuş, demografik yapının değişimine hizmet etmiş PKK’nin, halen nasıl bir örgütlenme olduğu üzerine tartışmalar yapılıyorsa, bunun üzerinde düşünülmesi gerekir. Özellikle sosyolojik açıdan bu sorunun irdelenmeye ihtiyacı vardır.

GLADYONUN KÜRT AYAĞI

    1988’lere gelindiğinde PKK, uluslararası Gladyo’nun Kürt ayağı düzeyine yükselmiştir. Özellikle de 1990’da tam anlamıyla kurumlaşmış bir konuma gelmiştir; astığı astık kestiği kestik biçiminde davranan, Kürt halkının varlığına kasteden Gladyo, her yönüyle açıktan hareket etmeye başlamıştır. Artık elinde akıl hocalarının bulduğu ‘gerilla’ ve ‘serhildan’ değnekleri vardır; itiraz edenin kafasına indirilmektedir
    Çağımızın düşünme düzeyini mağara insanın düşünme düzeyine indirgemiş bir yapıda müritleşme, tek çıkar yoldur. Bu nedenledir ki, çalışmak için ormana giden işçiyi katletmeyi, çocukları bombayla havaya uçururken seyretmeyi, hamile kadınları bombalamaktan zevk almayı, danslar eşliğinde iç infazlar gerçekleştirmeyi günlük yaşantılarının parçası haline getirmiş Gladyo örgütlenmesiyle karşı karşıyayız. Düşünsel ve zihinsel alanda değişime karşı direnen, mezar taşları arasında mekik dokumayı meslek haline getirmiş bir yapı karşımızda durmakta.
    Ama tüm bunlara rağmen, bazılarınca PKK, ittifak edilmesi gereken güç olarak görülüyor. Hatta Ortadoğu’da bir çok çetesel yapılanmaları da içinde barındıran bu Gladyo örgütlenmesi, binlerce defa ‘Ben Kürt ve Kürdistan örgütlenmesi değilim’ dediği halde, yine de hiçte küçümsenmeyecek kendine ‘Kürdüm’ diyen bir kesim, ‘hayır, sen Kürtsün, sen bizim temel direğimizsin, bizi bırakma’ diye yalvarmakta. Şimdi bu noktada esas sorgulanması gerekenler kimlerdir? Bunlar; Kürtlük adına hareket ettiğini iddia edip PKK’nin pöçüğünden ayrılmayarak onun tüm kötülüklerini bilinmezliğe sürüklemek isteyenlerdir. Yani bir anlamda PKK’yi 31 Mart vakasına dönüştürmeye çalışanlardır. Sözüm ona Kürt kesilen bu kanadın PKK/HDP ile birlikte esas dayandığı kaynak, ‘Ben de Ermeniyim’diye İstanbul sokaklarında canhıraş bağıranların ve hendek çatışmalarını desteklemek için bildiri dağıtanların temsil ettiği kesimlerdir.
    Hrant Dink gerçek bir aydındı; başı dik, alnı açık, doğrulardan ayrılmayan, kimden gelirse gelsin tehditlere boyun eğmeyen bir insandı. Her kesimden insanların saygı duyduğu düşünce insanıydı. Katledildi, İttihat ve Terakki geleneğinin kurbanı oldu. Dink’in yaşarkan söylemleri karşısında sessiz kalanlar, katledildikten sonra ‘hepimiz Ermeniyiz’ diye sokağa dökülerek anlaşılmaz hale getirmenin çabasını yürüttüler. Çünkü Ermeniler, ülkemizde neredeyse  ‘azınlık’ olmaktan bile çıkartılmıştır diyebiliriz. Aynı çığırtkanlara Ermeni kimdir, ne oldu diye sorduğunda alacağın yanıt, onların karakterini belirler. İttihatçı geleneğe bağlı olduklarından verecekleri cevap bellidir.
    ‘Ben Ermeniyim’ diyen ve hendek çatışmaları karşısında bildiri dağıtan çevreler, örneğin Musa Anter katledildiğinde neredeydiler? Bunlar bir araya gelip ‘hepimiz Musa Anteriz’ diyebildiler mi? Yine 13 Mayıs 2016’da PKK tarafından patlatılan kamyonla 20 kişi katledildiğinde akademisyenler neden bir protesto bildirisi kaleme almadı? Niçin ‘hepimiz Kürdüz’ deme cesaretini gösteremediler? Örnekleri çoğaltabiliriz. Kürde karşı sessiz kalınışın tek bir nedeni vardır, o da; Kürdü henüz silip süpürüp bir köşeye sıkıştırma ihtimalinin olmamasıdır. Ama öbür taraftan mevcut iktidara karşı Kürdün sırtına binerek, ‘Hareket Ordusu’ beklentisi içinde olmalarını inkâr edemezler. İşte PKK’nin Kürt düşmanlığını gizlemeye, karanlık odaklarla işbirliği içinde oluşunu tanınmaz hale getirmeye çalışanlar bunlardır. Hatta bir dönem kaçakçı kılığında sınır boylarında muhbircilik yapmakta ün salmış Murat Karayılan’ı PKK/HDP’nin başına getirenler de bu odaklardır. Sonra da popüler ve meşhur yapmak için gazeteci, yazar, politikacı kılığında Kandil’e gidip Karayılan karşısında diz çökenler de bunlardır. Yani bir nevi Meclis-i Ayân mensuplarıdır.
28.05.2020
Baki Karer
Devam edecek

24 Mayıs 2020 Pazar

TEHLİKENİN BOYUTUTLARI (2)

TEHLİKENİN BOYUTUTLARI (2)

    İçinde bulunduğumuz ortamın ve gelecekte karşılaşılması muhtemel engellerin anlaşılabilmesi için bahsettiğimiz soruna tek yönlü bakmamak gerekir. PKK/HDP yapılanmasını kavramak için, Türkiye’de özellikle de 20.yy başından itibaren çok ciddi değişimler geçiren devlet yapılanmasını iyi kavramak zorundayız. İttihat ve Terakki ortaya çıktığında ve giderek iktidarı ele aldığından itibaren muhalefetsiz bir konumda değildi. Her türlü tekçi anlayışına ve topluma yeni bir biçim verme iddiasına karşın cılız da olsa bir muhalefetle karşı karşıyaydı. İttihat Terakki’nin karşısında muhalefet olarak Hürriyet ve İtilaf Fırkası vardı. İlginçtir, muhalefet de ortaya çıkarken yarı askeri, yarı istihbarat örgütlenmesi Halâskâr Zâbitân denilen istihbarat örgütlenmesine dayanıyordu. Yani 20.yy başından itibaren ne iktidar, ne de muhalefet güçleri istihbarat örgütlenmelerinden bağımsız, halkın gücüne dayanarak örgütlenmeyi temel almamışlardır. Daha sonraları, Cumhuriyet döneminde de iktidar ve muhalefet güçlerinin demokrat olamamalarının bir nedeni de, böylesi ortak özelliklerden kaynaklandığını söyleyebiliriz. İttihatçıları muhalefetten ayıran, yeni yüzyıla özgü devlet yapılanmasının temellerini atma özelliğidir; bunu bir anlamda ‘kurucu’ olarak da nitelendirebiliriz.  Cumhuriyet döneminde de gerek iktidar, gerekse de muhalefet partilerinin ‘merkez benim’ demeleri ve tek kapıdan omuz farkıyla içeri girmeye çalışmaları, daha ortaya çıkışlarında böylesi ortak özelliklere sahip olmalarındandır. Şimdilerde de HDP’nin illada ‘ben de merkezdeyim’, ‘beni kabul edin, kardeşinizim, ben de sizdenim’ yönlü yalvarışlarda bulunması, büyük abileri gibi istihbarat örgütlenmeleriyle iç içe olma ortak özelliğinden kaynaklanmakta.
    PKK/HDP’nin katliamcı karaktere sahip oluşu, hangi temeller üzerinde yükseldiğini ortaya koyar. Bu nedenle, belki de epey geriden gelmenin ve ulaklığından dolayı sürekli yalvarır konumda tutulması Kürt halkına karşı vahşileştirmenin bir yöntemidir. Sürekli kan ve cesetten bahsetmeleri bu anlamda boşuna değildir. Toplumda bağnazlığın ve cahiliyenin örgütlenme düzeyini temsil eden PKK/HDP tehlikesi, hafife alınmamalı. Derin devlet güçleri bunları sınırlasa da veya kullanmaktan tümüyle vazgeçse de, toplumda yarattıkları tahribatı giderme zor, meşagetli uzun bir sürece tekabül edeceğini kabul etmek zorundayız.

TEŞKİLAT-I MAHSUSA

    Bir önceki bölümde belirttiğim gibi, 15 Ağustos 1984 baskınları örgüt içinde Cemiyet-i Hafiye örgütlenmesine son noktayı koyma eylemidir; hem içerde, hem de dışarıda merkezi düzeyde tasfiyelerin bitirilip hafiye örgütlenmesinde engelsiz son sürat ilerlenmesidir. Adım adım Teşkilat-ı Mahsusa düzeyine gelmenin yolları açılmıştır artık. Böylesi bir aşamaya gelinmesinde Mehmet Karasungur’un öldürülmesi belirleyici rol oynamıştır. Mehmet Karasungur, YEKİTİ’ye bağlı herhangi bir peşmerge gurubunun rastgele eylemi sonucu katledilmemiştir; Abdullah Öcalan, Mihri Belli, Celal Talabani üçlüsünün ortak girişimiyle yokedilmiştir. Çünkü Mehmet Karasungur, PKK’den ayrılanlar adına Celal Talabani’den kamp kurma izni istemek için gitmiştir. Celal Talabani’den sonra Kürdistan Sosyalist Partisi ve Irak Komünist Partisi ile görüşülecekti. Karasungur’un ölümüne hiç bir anlam verememiştik. Sonradan öğrendiğimize göre Mihri Belli, planlarımızın bir çoğunu Resul Altınok ve Çetin Güngör aracılığı ile öğrenmiş ve anında Öcalan’a iletmiş. Mihri Belli, İsveç’e gelir gelmez ilk iş olarak Öcalan’la ilişkiye geçmiş. Biz de safça düşündüğümüz her şeyi Mihri Belli’ye aktarmakta bir sakınca görmüyorduk. O dönem ben de İsveç’te olsaydım düşündüklerimi Mihri Belli’ye anlatmakta bir beis görmezdim. Ayrıca PKK’ye yönelik eleştirilerinde Resul ve Semir’le (Çetin Güngör) en ufak çelişkili düşünce ileri sürmediğini biliyorum.  Biz tecrübe ve önerilerinden yararlanma düşüncesiyle hareket ederken o üçlü ittifakla perde arkasından bizi boğma uğraşı içindeymiş. Hem içten, hem de dıştan ablukaya alındığımızı çok geç fark etmiştik. İşte adım adım ‘sayın Öcalan’ yaratmanın çabasının kimler tarafından yürütüldüğünün resmidir bu durum. Daha sonraları dolaylı yollardan idare etmenin sonlandırılıp direkt müdahalelerle cinayetler işlendiğini, ‘serhildanlar’ ve ‘gerilla’ yutturmacalarıyla kitlelerin nasıl uyutulduğunu biliyoruz. Artık Bekaa ve Kandil’in meşhur müdavimlerini hepimiz tanıyoruz. Karanlık ellerce yaratılmış yapı öylesine dallanıp budaklanmıştır ki, Öcalan’ın idare edebilme yetisinin çok üstüne çıkmıştır. Kitleselleşmeyle orantılı yurt dışı odaklarla ilişkiye geçilmeye başlanmıştır.
    Tüm bu taktikler, içte ve dışta bir çok odaklarla kurulan bağlantılar dikkate alındığında İttihat Terakki sürecinden bağımsız değildir. İttihat Terakki’nin yurtdışı odaklarıyla bağlantıları yeniden hatırlanmalı. Hatta İttihatçıların Selanik ve Manastır kolları aracılığıyla yurtdışı bağlantıları kurmaktan çekinmediği bilinir.
    İttihat Terakki’nin iktidarı devralıp güçlendiği andan itibaren 1913 de Teşkilat-ı Mahsusa kurulmuştur. Teşkilatı Mahsusa’nın Balkanlar’da nasıl hareket ettiği henüz unutulmuş değildir. Yine Çerkez Ethem’in Ege ve Düzce’de düzenlediği operasyonları hatırlamakta yarar var. Yine Topal Osman’ın Koçgiri isyanında oynadığı rol ve Karadeniz’de ‘düzeni tesis’ adına yaptıkları bilinmekte. Yani İttihat Terakki sürecini iyi irdelersek, PKK ve Öcalan’ın başlattığı süreci de iyi kavramış oluruz. Unutulmamalı; PKK ve müritleri devletleşmiş Türklüğün devşirmesidir.
 24.05.2020
Baki Karer
Devam edecek


21 Mayıs 2020 Perşembe


TEHLİKENİN BOYUTLARI (1)





 “Çok kan dökülecektir, ama bu temelde olduktan sonra bunun da zararı yoktur. Kan sadece bizi daha fazla yıkar, temizler. (Abdullah Öcalan, 12 Eylül Faşizmi ve PKK Direnişi, s. 487)

    Yukarıdaki cümleyi okuyan herkes, ilk anda Göbelsin, Hitlerin, Franco’nun ya da Mussoli’nin herhangi bir konuşmasından bir alıntı sanır; hayır, bu cümle, Kürt halkına karşı kitlesel katliamlar yapmış olan Öcalan’a aittir. Öcalan ve PKK/HDP denildiğinde, özellikle de ‘Kürdüm’ diyen herkes, bir kez daha düşünmek zorundadır. Kan dökmeyi temel almış, Kürt halkının kanıyla banyo yaptığını ve yapmaya devam edeceğini her fırsatta dile getiren böylesi bir hain yapılanmanın üzerine cesaretle gidilmediği sürece, gidilecek hiç bir yol yoktur. Bu gerçek bilince çıkartıldığı oranda ulusal bilinçle hareket etme yetisi kazanılır.

    Bir ulusun ontolojosini tahrip ederek başkalarının ontolojik yapısıyla bütünlemeyi hedefleyen her yapı, gadar ve kan dökücü olmak zorundadır. İşte PKK/HDP’nin son derece provokatif, acımasız oluşu bu nedenledir. Son dönemlerde Ankara’da olup bitenlere bu açıdan bakmak gerekir.

    Son bir kaç haftadan bu yana, PKK’nin Kandil yarasaları üzerinde tartışmalar yeniden yoğunlaşmaya başladı. Aynı biçimde HDP’de kendisini sürekli gündemde tutmak için elinden gelen gayreti göstermekte. Gerek Kandil, gerekse de yavrusu HDP öylesine beklenmedik taklalar atmakta ki şaşkınlık geçirmemek elde değil. HDP Ankara’da kıyasıya yürütülen iktidar oyunlarında adeta Demoklesin kılıcı rolü oynamakta; derin güçlerin elinde kukla olarak nalına da mıhınada vurmaktan geri durmamakta. Bu nedenle, Kandil’de ikamet eden mağara ağalarının Halkların Demokratik Partisi ile birlikte içinde bulunduğumuz yüzyılı ilgilendiren hedeflerini bir kez daha ele almakta yarar var.

    Tek gövdenin iki kolu arasına sıkıştırılarak tümüyle nefessiz bırakılmak istenen Kürt halkı, 40 yıldır bu canavarla boğuşmak zorunda bırakılmıştır. Gerek Türkiye’de, gerekse de Ortadoğu ve dünya genelindeki değişimler sonucu klasik ayak oyunlarıyla, yani Kandil’in mağara müdavimleriyle ve HDP ile yol alınamayacağı az çok kavranılmış durumda. Erkler arası çelişkilerin yanı sıra, iktidar ve muhalif güçleri arasında kıyasıya yürütülen iktidar kavgasının doğurduğu boşluklar arasına sıkıştırılmış Kandil ve HDP’nin geleceği epeyce belirsizleşmiştir. Türkiye ve Ortadoğu genelini ilgilendiren bu strateji değişikliği girişimleri, ister istemez Kürdistan’ın geleceğini de yakından ilgilendirmektedir. Bu nedenle hem mağara pintilerinin durumunu, hem de yükümlülüklerini bir kez daha gözden geçirmek gerekmektedir. Neyin ne olduğunu ne kadar iyi kavrarsak, Kürt halkının üzerinde katliamları süreklileştiren bu cenaha karşı tavır da o kadar netleşmiş olur. ‘Cenah’ diyorum çünkü sorun, sadece PKK/HDP sorunu olmadığını artık herkes anlamış durumdadır. Önümüzdeki süreçte üzerinde durulması gereken en önemli noktalardan biri de, budur; yani eteğe yapışıp sürüklenmekle yetinmeyip asli göreve talip olmak isteyen gönüllülerin de olduğunu unutmamalıyız.   

    PKK ve yandan destekçilerini daha iyi tanımak için, yakın tarihe kısaca göz atmadan geçemeyiz. PKK’nin düşünce ve hareket tarzını daha iyi kavraya bilmek için mirasından güç aldığı İttihat ve Terakki’ye değinmekte yarar var. PKK’nin tüm dönüm noktalarını İttihat Terakki ve sonraki süreçte bulma imkanına sahibiz. Böylesi bir ‘zenginliği’ gözardı edemeyiz.



CEMİYET-İ HAFİYE



    Cemiyet-i Hafiye denildiğinde akla gelen ilk şey, İttihat ve Terakki’dir. İttihat Terakki daha kuruluş aşamasında istihbarat örgütlenmesine gitmiştir. Biraz farklılıklar içerse de PKK eylem ve düşünce açısından bir çok yönleriyle İttihatçılıkla benzerlikler içermektedir. PKK direkt Gladyo, ya da derin devlet olarak nitelendirdiğimiz güçlerce oluşturulurken, İttihatçılar daha örgütlenmenin başındayken istihbarat örgütlenmesine ihtiyaç duymuştur; devlete dayanmak isteyen, devlet bürokrasisi ile ilişki ağlarını koparmak istemeyen siyasal oluşumların baş vurduğu yöntemlerdir. Her iki oluşumun halktan kopukluğu, halka karşı katliamlara varana dek her türlü zorba uygulamalar içinde olmaları, bir de böylesi ortak özelliklerde yatar.

    İttihat ve Terakki, çıkışında Jön Türklerin ideolojik ve siyasal duruşunu temel aldı. Jön Türkler Osmancılık, Türkçülük ve İslamcılığı savunarak İmparatorluğun korunacağını düşünüyorlardı. Ama İttihatçılar giderek Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını korumanın imkânsız olduğunu gördüler ve bu sefer Türkçülük ve İslamcılığı temel almaya başladılar; yani imparatorluk sınırları içindeki Türk ve Müslümanlarla sınırlanmayı kabul ettiler.



    İttihat ve Terakki denetlediği, bir süre sonra bizzat kurduğu hükümetlerle bile çelişkiye düşmüş ve onlarla bile çatışma içine girmekten çekinmemiştir. Şiddet baskı ve kargaşayı sürekli kılma İttihatçıların en belirgin özellikleridir. Hatta o dönemde Rical-i gayb’lardan (görünmez kişiler) bahsedilir; kitleler üzerinde estirilen terörü örgütleyenlerin bu görünmez kişiler olduğu söylenir. Aslında görünürdeler ama  kendilerini muammalaştırma alışkanlıkları vardır.

    Şu anda Kandildekileri ve HDP içindeki dengeleri düşünürsek bu muammalaşma rollerini daha iyi kavrarız. Halk adına, halka karşı olma hareketi İttihatcılıktır. Yani bir avuç elitin (Socıete) topluma biçim verme çabasıdır. İttihatçılık sadece Kürt, Ermeni ve Ruma karşı olma değildir, aynı zamanda içinden çıktığı halka karşı da baskı ve şiddetin temel alınmasıdır. Cumhuriyet döneminde Kürtçe ve diğer dillerin yasaklanmış olması tesadüf olarak nitelendirilemez;1908’den itibaren başlatılan Türkleştirmenin temel alınmasıdır.

    PKK’de Türkçenin hem yazı, hem de konuşma dili olarak benimsenmesi boşuna değildir; Türkçeyi ve Türkleşmeyi temel alması, Kürt bayrağını ele alanı kurşuna dizmesi, Kürt tarihini ve kültürünü inkâr etmesi, Türk tarih bilinciyle hareket etmesinden kaynaklanmaktadır. Devlet bürokrasisine bağlı istihbarat örgütlenmesinin temel alınmasının esas nedeni,  tüm bunlar ve benzeri daha bir çok uygulamalarda şiddet ve terör temelinde başarılı olmak içindir. İşte PKK’nın Ağustos 1984’te bir kaç şehre birden silahlı baskınlar düzenlemesinin esas nedeni, Cemiyet-i Hafiye örgütlenmesinde son noktayı koymak içindir. Bahsettiğimiz eylemler, kesinlikle ve kesinlikle ulusal talepler uğruna düzenlenmemiştir. Gayet planlı ve proğramlı biçimde bugünkü yapının egemen hale getirilmesinin ilk adımları, 1984 eylemleriyle atılmıştır. Bin yıldır oluşturulmuş toplumsal değerlerin hemen tümünü sıfıra eşitleyen bir ‘hiç’ yada kalabalık oluşturmayı hedefleyen tehlikeli bir yapı ile karşı karşıyayız.

19.05.2020

Baki Karer

Devam edecek



     



Süleyman Kaplan’ın Kriminalite Alışkanlığı ve İtirafları!



    Süleyman Kaplan denilen zat, çok eski bir röportajımı sayfasında yayımlamış. Orijinalini bir zahmet edip benden isteye bilirdi.  Röportaj hangi başlık ve ara başlıklar altında verilmiş görürdü. Ama malum o bilindik ‘çok böyük’ takıntısının kurbanlarından bir olarak kendini kabul ettiği için, böylesi bir yükümlülük altına girmekten imtina etmeyi tercih etmiş. Tam bu dönemin ruhuna uygun bir yazı hazırlığı içindeyken böylesi densizlikle karşı karşıya kalacağımı tahmin edemezdim. Zat-ı muhteremin 90 yıllarda kimlerin kullandığını bildiğimiz bir başlıkla röportajımı vermesi, belli ki ortamı bulanıklaştırmayı, tanınmaz hale getirmeyi, adeta 1993’lere geri götürmeyi hedeflemektedir. Bayımızın yaptığı, aynı zamanda belgede tahribata girer.

    Bu bay, eğer kendini o kadar ‘teorisyen ve yazar’ olarak görüyorsa ve kendine güveniyorsa, o röportajda üzerinde durulması gereken, daha da derinleştiririlmeye ihtiyaç duyan düşünceler olduğunu görmeliydi; onları ele alıp işleye bilirdi. Yok , bu zahmete katlanmayı göze alamıyorsa aklınca bulduğu başlıklarla değil, orijinal başlıklarla verme dürüstlüğünü göstermesi sanırım daha erdemli olurdu.

    Kandini yazar olarak tanıtma gayretinde olan biri, aynı zamanda duyarlılığı bir kenara bırakmadan ortamı, süreci iyi okumayı bilmelidir. Davranış ve söyleminde kırıcı olmadan ziyade veya başkalarının diliyle değil, kendine özgü dil ve üslubuyle düşüncelerini açıklama cesareti olmalıdır. Bu çok önemlidir; özgüven böyle inşaa edilir. Her zaman söyledim, tekrar etmekten zerre kadar kaçınmam; sorun PKK olunca geçmişi, özelliklede curcunalı 90 yılları unutmamalıyız. PKK’ya karşı en ufak kalem oynatan, bir söz söyleyen herkesin ne ile susturulduğunu herkes bilir. Ama dürüst insan, her türlü zorbalığa, şiddete karşı kavgayı göze almış gereksiz suçlamalar ve tehditler karşısında susmaz. Her mücadele insanı hemen her koşulda susmamanın bir yolunu bulur, bulmalıdır da. Ama Süleyman Kaplan ne yapıyor? Ortamı yeniden 90’lı yıllarda olduğu gibi kriminalize etmeyi, dost görünüm altında susturma gayreti içinde olmayı bir görev olarak telakki ediyor. Süleyman Kaplan unutma, ben bir insanım ve her hangi bir açıklama yaparken, yazı kaleme alırken insanlık görevimi yerine getiriyorum. Ben, Süleyman veya Mahmut istiyor diye değil, insanlık görevimi yerine getirmek için yazıyorum, düşüncelerimi açıklıyorum. Kimse beni susturamaz! Bu böyle biline.. Bu davranışının Kürdistan koşullarında dayandığı sosyolojik bir yapı var; şimdilik bunu irdelenmesini bir tarafa bırakıyorum. Umarım içindeki her şeyi kriminalize etme alışkanlığını ve itirafçı olma istemini bir tarafa bırakırsın. Hem böylece başkalarını aracı kullanma alışkanlığından geri durmuş olursun. Lalettayin davranış ve düşünce biçimini bir tarafa bırakmanı isteme özgürlüğüne sahip olduğumu sanıyorum. Elimin tersiyle vurur düşürürüm, sırça parmağımla da kaldırırım düşüncesi çok tehlikelidir ve kimseye bir yararı yoktur. Ama düşüncelerimi sonuna kadar eleştirebilirsin. Kim olursa olsun, ahlâk ölçüleri içinde düşüncelerime eleştiri getiren herkese sonsuz saygım vardır.

20.05.2020 

Baki Karer

    PKK TERÖRÜNÜN GELDİĞİ NOKTA     Epeyce bir süreden bu yana Pkk/Dem’de neler oluyor diye tartışmalar yürütülüyor. Tartışmalarda, son...