2 Ekim 2022 Pazar

MOLLA DİKTATÖRLÜĞÜ

 

 


MOLLA DİKTATÖRLÜĞÜ

 

    Geçmişte birçok devlete, uygarlığa ev sahipliği yapmış İran, bulunduğu coğrafyada bugün her türlü çağdışı uygulamaların merkezi haline gelmiştir. Cahiliye dönemini temsil eden bu rejim, gericiliğin kaynağı olduğunu bir kez daha göstermiştir.

    Soğuk savaş döneminde ABD’nin ‘Yeşil Kuşak Projesi’ gereği, İran ‘da cehaletten kaynaklı cesarete sahip yağmacı yığınların iktidarı ortaya çıktı. Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin ve genel olarak Batı dünyasının İran’a karşı tavır alışları, çıkarlarına yeterince hizmet etmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu anlamda Batının tavrı tartışmalıdır. Aslında ne Avrupa, ne de ABD İran’ın nükleer güç haline gelmesinden pek o kadar tedirgin değildir. İran’ı dengeleyecek ve nükleer silah kullanmasına engel olacak pek çok enstrümana sahiptirler. İran’ın nükleer güç olma çabaları, Ortadoğu’da kargaşayı uzun vadeli kılmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. Bu yolla bölge ülkelerinin çoğunluğunun, Batı’nın büyük güçlerinin eli altında hareketsiz kalması sağlanmaktadır. Böylece hem Ortadoğu ülkeleri arasında çelişki ve çatışmalar sürekli kılınmakta hem de yer altı ve yer üstü kaynakları daha kolay talan edilmekte. Bugün Bölge ülkeleriyle yüzlerce milyar dolarlık silah ticareti anlaşmalarının yapılmış olması, mevcut konjektürel durumu bize yeterince izah ediyor.

    İran rejimi geldiği noktada önemli oranda tıkanma içine girmiştir. İçte iktidara nefes aldıracak kanalların epeyce tıkandığını söyleyebiliriz. Rejim artık kendini, uyguladığı ekonomi politikayla ve uluslararası ilişkilerde edindiği yerle tanımlamaktan çoktan uzaklaşmış durumdadır. Hatta ağzına pelesenk ettiği İslam ideolojisiyle de kendini tanımlamayı çoktan terk etmiştir. İslam’la felsefe arasında bağlantı kurmanın yerine, fetişleştirilmiş İslami kavramları yerleştirmeye başlamış olması, iktidarın müşrikleşmesini sağlamıştır. Bir de bu nedenden dolayı iktidar, tümüyle kadına, kadın saçına, kadının bedenine düşmanlıkla kendini tanımlamaktadır. Rejim, insana düşmanlığını, insanı doğuran varlığa karşı duyduğu kin ve nefret üzerine oturtmuştur. Ayrıca Kürt kızı Mahsa Amini’nin seçilmesi pekte tesadüflerle açıklanamaz. İktidarın ötekileştirici, ayrıştırıcı, yani ırkçı yüzünü göstermektedir. Sekülerizme karşı çıkma adına koyulan her ‘tahdid’ eninde sonunda nefretin ürünü olmaktan öte gidemez.

    Bugün İran’da esas olarak kadına karşı duyulan kin ve nefrete karşı bir isyan bayrağı çekilmiştir. Protestolar oldukça yaygındır. Ama henüz faşizmin de ötesinde olan ırkçı iktidarı alaşağı edecek boyutta değildir.  İran’da devlet aygıtı oldukça ayrıştırılmıştır. Bürokratik aygıtlarla toplumun önemli bir kesimi kontrol altında tutulmakta. Bir ölçüde ayrıcalıklı olan bu kesimin çıkarları iktidarla ters düşer bir konumda değildir. Ayrıca Irak’la savaş süresince çevre ülkelerinden nüfus hırsızlığıyla kazanılmış küçümsenmeyecek bir kitlenin varlığı biliniyor. Rejimin militanlığını yapanlar arasında bu kitlenin varlığı göz ardı edilemez.

    Yaygın protestolar bugün için iktidarı yıkmaktan uzak olsa da birçok alanda geriye adım attıracak sonuçlara yol açacaktır.

30.09.2022

Baki Karer

17 Temmuz 2022 Pazar

 

HEYKEL DİKİCİLERİN KİMLİKSİZLİĞİ

 

    Kimlik sorununu; kimliğin önemini, uluslaşmada ve ulusal bilince sahip olmada oynadığı rolü halen tartışıyor olmak bir çoklarınca yadırganabilir. İçinde bulunduğumuz koşullar buna bizi bir anlamda mecbur bırakmakta. Tartışılması gereken pek çok konu varken, kimlik sorununa tekrar vurgu yapmanın önemini hiçte hafife almamak gerekir. Şiddetle yok edilmek istenen kimliği taviz vermeden savunma, aynı zamanda, bir isyandır, bir başkaldırıdır. Çünkü kimlik, başlı başına ulusal bilinç sorunudur. Uzun tanımlamalara, analizlere başvurmadan, kısaca bireyin aidiyetini açıklıkla, hiçbir çekince duymadan dile getirmesi, bir ulusa ait olma bilincini ifade etmesidir. Yani birey, aidiyetini ifade ettiği oranda bir topluma ait olduğunu, sonuçta toplumsal dinamizmin bir parçası olduğunu ortaya koymuş olur. Bu duruş, aynı zamanda, farklı oluşu kabullenme, diğerleriyle olan farklılıklarını gösterme anlamını da taşır. Birey veya ulus farklılıklarını ortaya koyduğu oranda farklı olanlarla ortak noktalarda buluşarak dayanışma içinde olmaya özgürce karar verebilir.

    Bizde aidiyet, yani kimlik sorunu tartışıldığında ilk akla gelen Kürt halkıdır, ulusudur. Ulus olmanın ölçütü bir territoryal örgütlenme olanağına sahip olmayla eş değerli tutulamaz. Bazıları gönüllülüğe dayalı olmayan bölünmüşlüğü bile ileri sürerek Kürt toplumunun   ulus olma özelliklerini inkâra kalkışmakta ve bu noktadan hareketle başka ulusların içinde erimeyi kabullenmektedir. Oysa esas olan belli bir coğrafi bütünlükle birlikte bu coğrafi alan içinde egemen bir dilin var olmasıdır. Ayrıca var olan sosyo-kültürel yapının tarihi geçmişe ve dinamikliğe sahip olması da unutulmamalıdır. Bunlara paralel olarak pazarında kapitalist meta üretiminin egemen olması, ulus olmanın ölçütleri arasındadır. Bunca yıldan sonra tekrar Kürt halkının ulusal bilincini tartışılır hale getirmeye çalışanlar, izbe köşelerde ölümü kutsallaştırıp Türkleşmeyi temel alanlardır.

    Kimliğini inkâr ederek başka toplumlar içinde erimenin gönüllü neferliğini yapanların, içinde eridikleri toplumlara da en ufak katkıları olmayacağı açıktır. Kendi kimliğini inkâr temelinde yeni bir kimlik edinilmeyeceği tartışma götürmez. ‘Muhayyel Kürdistan burada meftundur’ şiarı temelinde, Kürtün Türkleşmiş biçimiyle ontolojik devleti temsil etme yarışına girmişlerin derinlerde sarmaş dolaş oluşları günümüz koşullarında tekrar irdelenmeye muhtaçtır. Küresel koşullara özgü erimede gönüllülük ve eritme politikasının sosyolojisi yeniden ele alınmalı.

2022.07.17

Baki Karer

 

12 Haziran 2022 Pazar

NATO’NUN GENİŞLEMESİ VE TÜRKİYE

 

NATO’NUN GENİŞLEMESİ VE TÜRKİYE

 

    Son dönemde özellikle siyasi ve askeri alanda baş döndürücü gelişmelere şahit olmaktayız. Rusya Federasyonu ile Ukrayna arasında devam eden savaş, önümüzdeki sürecin şekillenmesinde belirleyici olma özelliği taşımaktadır. Savaşın kazananı hangi taraf olursa olsun, dünya artık eskisi gibi olmayacaktır. Her ne kadar henüz yüksek sesle dillendirilmiyorsa da içinde bulunduğumuz koşullar aslında tam anlamıyla bir soğuk savaştır. Daha da ötesi; hızla yeni bir dünya savaşı koşullarına uygun mevzilenmenin gayretleri görülmekte. Yeni bir dünya savaşından, hatta nükleer savaştan bahsetme adeta olağan hale gelmiştir. Avrupa toplumları bile bu sözcükleri neredeyse kanıksar vaziyette. Savaş söz konusu olduğunda Avrupa’nın tarihi geçmişini unutma saflığına düşemeyiz ama aklı selimin üstün geleceğine dair ümitler de henüz kaybedilmiş değil.

    Nato ve Rusya Federasyonu çok önemli iki farklı güçtür ve birbirlerine zıt iki ayrı kutupta yer almaktadır. Bu durum geçmişte olduğu gibi, bugün de yeniden oluşturulmak istenen dünya düzeninin bir gerçeğidir. Her iki tarafın bu gerçeği kabullenerek hareket etmesi, geleceğimiz için çok önemlidir. Sorun otokrasinin demokrasiye veya demokrasinin otokrasiye karşı duruşu düzleminde ele alınırsa, sonu öngörülemeyen bir sürece doğru ilerleriz. Nato ne kadar demokrasiyi temsil ediyorsa Rusya Federasyonu da o kadar demokrasiyi temsil etmektedir.  Kaldı ki Nato, ‘savunma’ adı altında örgütlendirilmiş bir savaş paktıdır. İçinde yer alan ülkelerin birbirlerine güven duydukları da pek söylenemez.  İşte Finlandiya ve İsveç’in Nato’ya üye olma girişimleri de bu çerçevede ele alınmalı. Bugüne kadar askeri paktların dışında kalan Finlandiya ve İsveç’in birdenbire Nato’ya katılma çabaları şaşırtıcıdır. Tamamen ABD’nin kışkırtmalarının yol açtığı bir sonuçtur bu. Böylesi girişimler, hemen yarın olmasa da, Avrupa için tehlikeli bir savaş kışkırtıcılığıdır. Diğer bir değişle savaşın daha geniş bir yüzeye yayılmasına yönelik adımlardır bunlar.

    Türkiye’nin bu iki ülkenin Nato üyeliğine karşı çıkması, savaşın yaygınlaşmasını önleme çabalarından çok, Nato içindeki güçler dengesinden kaynaklanmaktadır. Bu noktada Fransa’nın tutumu, Fransa ve İtalya’nın Almanya’ya karşı yaklaşımları, Balkan ülkelerinin ABD ve diğer B. Avrupa ülkeleriyle olan çelişkileri elbette önemlidir. Ama Türkiye’nin tavrını belirleyen esas neden, bu ülkelerin katılımıyla Nato içinde Türkiye’ye karşı daha radikal bir cephenin oluşma ihtimalidir. Yani bu iki ülkenin katılımıyla Nato içinde Yunanistan’ın başını çekeceği radikal bir cephe oluşacaktır. Bu cepheye Çek Cumhuriyeti de eklenebilir.  Yunanistan, İsveç, Finlandiya ve Çek Cumhuriyeti’nden oluşacak ve çoğu zaman da Fransa ve Almanya’nın da desteğini alacak radikal bir cephenin oluşması Türkiye için istenmeyen bir durumdur.

    Türkiye’nin bu iki ülkenin katılımına itiraz etmesine neden olan ikinci etken, Amerika Birleşik Devletleri’nin  Yunanistan’a çok amaçlı üsler açmış olmasıdır. Bu üstlerin hedefinin her ne kadar Rusya Federasyonu olduğu söylense de, olay sadece bundan ibaret değildir. Asıl hedef, Avrupa’nın sınırlarını yeniden belirlemedir. Belirlenecek yeni sınırlar içinde Türkiye’nin yeri tartışmalıdır. Ayrıca önümüzdeki süreçte Doğu Akdeniz’de ortaya çıkacak sorunlarda, Türkiye’ye karşı kalıcı denilecek düzeyde bir denge oluşturmanın çabaları var.  Daha açık bir ifadeyle; Türkiye ve Yunanistan arasında ortaya çıkacak muhtemel bir savaşta Batı Avrupa ve ABD’nin yeri, Yunanistan’ın yanıdır. Geçmişin ‘arabulucu’ veya ‘denge rolü’ bir tarafa bırakılmıştır artık. Muhtemel Türkiye-Yunanistan savaşında, Rusya’ya karşı alınan tavrın aynısı, Türkiye’ye karşı alınacaktır. Türkiye bu durumun çok iyi farkındadır. Türkiye, Ortadoğu, Kuzey Afrika, Balkanlar ve Kafkasya’daki duruşuyla zaten şimdiden yerini belirlemiş, mevzilenmesini sağlamıştır. Sonuç olarak Türkiye, İsveç ve Finlandiya’nın Nato üyeliğine karşı yaptığı itirazla, durduğu yeri onaylatmak istiyor. Ayrıca birçok Nato ülkesinin kendine yönelik olumsuz tavrını törpülemeye çalışarak karşı yönelimleri bir nevi ‘hizaya getirme’ çabası yürütüyor. Bu tutumunu ne kadar sürdüreceği, karşı tarafın göstereceği yaklaşımla doğrudan ilintilidir.

12.06.2022

BAKİ KARER

1 Mayıs 2022 Pazar

PKK’nin Gerçek Yüzü

 

PKK’nin Gerçek Yüzü

 

    Son günlerde PKK-İŞİD-HAŞDİ ŞABİ cephesi Kürdistan Bölgesel Yönetimi hakkında asılsız haberler yayma faaliyetlerine yoğun biçimde devam etmekte. Bu konuda başı çekenin PKK olduğunu artık herkes biliyor. Bu cephe bir yandan psikolojik olarak toplumu yalan haberlerle etkilemeye çalışırken, bir yandan da yönetimin bürokratik yapısına şiddet temelinde yönelerek ortadan kaldırmanın çalışmasına hız vermiştir. Özellikle bu üçlü cephe Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin egemen olduğu topraklarda insan kaçırma, hırsızlık, tecavüz, gasp, yol kesme v.b türden akla gelebilecek her türlü terör eylemlerinde bulunmaktadır. PKK’nın öncü, akıncı tim görevini destekleyenler, Kürdistan Demokrat Partisi’ni saldırganlıkla suçlama yüzsüzlüğünde bulunabilmekteler. Daha birkaç gün önce PKK, HAŞDİ ŞABİ ve İŞİD’le birlikte terör estirmek için tonlarca patlatıcı maddeyle yakalandığı bilinmekte. Peşmerge, kadın, çocuk, yaşlı demeden katletmek için dinamit depolayan PKK’nin, Kürdistan Federe Devletine olan düşmanlığını tartışma, sadece zaman kaybıdır.

2022.04.29

Baki Karer

12 Nisan 2022 Salı

SIĞITRMAÇLARIN ZIBIRTLIĞI

 

SIĞITRMAÇLARIN ZIBIRTLIĞI  

    Zaman kavramı fizik, felsefe, matematik açısından ele alındığında aynı ve tek tanımlamanın geçerli olmadığını hemen herkes kabul eder. Ama zamanı süre olarak ele alırsak ölçü birimi ile karşılaşırız; günler, haftalar, saatler, dakikalar v.b biçiminde. Bizler, zamanın belli bir kesitiyle sınırlı yaşam sürdürürüz. Bu süre içinde bazılarının senkronize olamama durumuyla karşılaşması olasıdır. Yani hemen herkes, zamanı kavrayacak beyin gelişmesine sahip olmayabilir. Bazıları, nöronlarını harekete geçirecek iletkenlikten yoksundur. Ama öbür taraftan, dışardan verilen mikrodalga ışınlarıyla hareket ettirilme beleşçiliğine bayılırlar; çünkü dumura uğramışlardır, sürekli dürtüklenmeleri gerekir. Ayakları üzerinde duracak güç ve cesarete sahip olmadıkları için itiklenmeyi veya dürtüklenmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Oysa bu durum, evren içinde ‘ben de varım’ deme cesaretinden yoksunluktur.

    Böylesine medeni cesaretten ve düşünme yetilerinden yoksun olanlardan bazıları, yanar döner ışıldak benzeri ortalıkta dolaşmaktan çekinmezler; yalanlarıyla içinde yaşadığımız süreci tanınmaz hale getirmenin gayreti içinde olmayı bir marifet sayarlar. Hem nalına hem mıhına vurarak, daha doğrusu gerçekleri alt üst ederek ilerlemenin uğraşını verirler. Neden? Sergiledikleri bu tür davranışlarla gerçeklerin üstünü örtülemek ve yaşamları boyunca tartışmalı kişiliklerinin açığa çıkmasını engellemeyi başaracaklarını zannederler. Bunlar ’Yalancı Tanıklar Kahvesi’nin Muhsin’i* misali kapıldıkları aşağılık duygusuyla Enver’lerin Cemil’i olmayı gözü kara kabul edenlerdir. Şimdilerde öylesine paçavra haline gelmişler ki, eşikten geçerken önce sağ ayağı atmayı unutan sen miydin yoksa ben miydim tartışmaları yapmaktalar, hem de hiç yüzleri kızarmadan.

    Bu nedenledir ki, sabah Barzani ailesine, öğleyin Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne, akşam olduğunda da Kuzeyin Kürt ileri gelenlerine ağzına gelen küfürleri sarf etmekten çekinmemekteler. Önümüzdeki süreçte daha da saldırgan hale gelecekler; PKK’nin Güney Kürdistan Yönetimi’ne yönelik hainlikleri hızlandıkça, bunlar da Kuzey’de önlerinde dikilen herkese karşı kampanyalarına hız verecekler. Dört elle hazırlıklar yapılıyor. Ama çabaları beyhude.

    Mitomani pençesinde kıvranan böylesi tiplere bazıları iyi niyetinden, bazıları da silik yaşamlarından ne pahasına olursa olsun kurtulma umuduyla destek vermekte. Kapı aralığında dedikoduyu meslek edinmiş ortam kızıştırıcı kimileri de, karşı olduklarını söylemelerine rağmen ileri iteklerler. En tehlikeli olanlar da bunlardır. Bunlar PKK’ye, Kandile ve yüzer-gezerdeki soysuza karşı olduklarını iddia ederler. Oysa hayatları yalandır; PKK’nin, Kandilin koltuk değnekçileridir.

    Ayrıca PKK’nın ilk İŞİD’ci müfrezesinin sorumlusu olarak görev yapmış, peşmerge yakmaktan, kurşuna dizmekten büyük haz almış olan biri, gayet sinsi yöntemlerle masum gösterilmeye çalışılmakta bu günlerde. PKK ve bel paçavralarına, Kandil’e hain deme yasaklanacakmış! Hatta ‘PKK gerillalarına’ söz söyletilmeyecekmiş…Ağrı Dağı’nın zıpçıklarının üzerinde durduğunu iddia eden bu İŞİD’ci bücür, kaya parçası olup başımıza düşecekmiş!

    Dahası da var; İçerde yatarken hapishane görevlilerine aşüfte rollerle en ahlak dışı servis hizmeti yapan bir ahlaksız, olmadık dedikodularla orada burada boy göstermekte. Bu şahsın içerden çıktıktan sonra bordolu bir ajan olduğunu herkes bilir. Rojava’da PYD-YPG çöplüğünde gagalanan, Güneyde KBY’ne karşı Kandil/PKK hizmetinde olan, Kuzeyde PKK/HDP’nin ökçesini yalayan bu ajan, çok iyi tanınmalı; öbür yakadan, görevi icabı Erivan’dan havlanır.

    Her zaman olduğu gibi, bu sefer de açık açık söylüyorum; PKK/HDP ve tüm yan kuruluşların her biri Kürt/Kürdistan düşmanı hain yapılardır. Gerilla merilla falan yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır, sadece Kürt halkını arkadan hançerleyen çapulcuk yapılmıştır. PKK’nin soykırımcılığını kimse örtüleyemez. Karşı iddiada bulunan hainler varsa eğer sinsilik yapmadan, açıkça kendini ortaya koymalıdır. Kimse beni dile getirdiğim böylesi gerçeklerden geri durduramaz. Çamurlarınız havada kalır, boşunadır, bunu bilesiniz.

    Şu veya bunun iyi niyetini, saflığını, temiz Kürt duygularını, sergilenen bireysel özgüveni ve fedakarlıkları tartışmıyoruz; sonuçta örgütlendirilmiş bir yapıyı tartışıyoruz. Bu aralar bu sahte pehlivanları daha çok göreceğiz. Dedi kodu ve yalanlara dayalı yelin nereden estirildiği çok iyi biliniyor. ‘Biz PKK’ya karşı değil, Öcalan’a karşıyız’, ‘gerillayı sahipleniyoruz’, ’mücadelemizi harcatmayız’, ’şehitler verdik’, PKK’ya emek verdik’ benzeri yutturmacalarla her geçen gün daha fazla çirkinleşiyorsunuz. Ya PKK’dan adam gibi ayrılın ya da aşağılık gizli PKK’cılık oynamayı bırakın. Müritliğinize son vermelisiniz. Ne maddi çıkar uğruna, ne isim yapma adına, ne de tehditlere karşı boyun eğilmemeli. Halk adına geleceğin tek garantisi, başı dik ve onurlu yaşamdır.

2002.04.12

Baki Karer

2 Mart 2022 Çarşamba

NATO-ABD VE RUSYA FEDERASYONU ARASINDA YAŞANANLAR YENİ BİR SÜRECE EVRİLMEKTE.

 

NATO-ABD VE RUSYA FEDERASYONU ARASINDA YAŞANANLAR YENİ BİR SÜRECE EVRİLMEKTE 

    Nato ve bir anlamda Batı ile Rusya arasında esen rüzgarların giderek sertleşmesi, özünde iki süper gücün, yani ABD ile Rusya Federasyonu arasında bitmek bilmeyen rekabetin ürünüdür. Şu anda Ukrayna’da ve daha birçok bölgede yaşanan çatışmaların kısa özeti budur.

Toplumun yaşamı süreklileştirmek için yerleşik bir alan seçmeye başlaması, devletin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Böylece barbarlığın sona ermesiyle özgürlük ve refahtan bahsedilen toplumların oluşmasının önü açılmış oldu. Buna örgütlü toplumun ortaya çıkışı da diyebiliriz. Örgütlü toplum demek kentleşme demektir. Kentleşmeyle birlikte ticaretin ortaya çıkması ve sermaye birikiminin yoğunlaşması, yeni bir sürecin doğmasına yol açmıştır.

    Giderek emeğin metalaşması kapitalizmi ortaya çıkarmıştır. Kapitalizm demek modern sınıfların doğması demektir. Kapitalizmle birlikte ortaya çıkan ulus devlet ve burjuvazi, sermaye birikimiyle orantılı olarak güçlenmiştir. Artık devletler, iktidarlar sermayeye hizmet eden aygıtlar haline gelmiştir. Giderek ulusal sınırları zorlayan sermaye yeni bir aşamaya ulaşmış, yani emperyalist bir sistemin kurulmasına neden olmuştur. Bu noktadan sonra paylaşım savaşlarının ortaya çıkmasının esas nedeni, kapitalist-emperyalist sistemin aşırı kâr hırsıdır.

    Birinci Dünya Savaşı sonrası azda olsa ‘refah devlet, ‘refah toplum’ arayışı, İkinci Dünya Savaşı ile kesintiye uğradı. Daha sonraları, ellili yıllarla birlikte toplumun refahını yükseltme yönünde ciddi çalışmalar içine girildi. Bu dönemde liberal ekonomide, ya da bir anlamda pazar ekonomisinde devlet eliyle birtakım değişiklikler yapılarak toplumda refah düzeyinin yükselmesi sağlandı. Bu döneme, belli sınırlar içinde sermayenin kontrol edildiği dönem de diyebiliriz. Ama bu kontrol, sermayenin belli ellerde yoğunlaşmasına ve uluslararası boyutta hareket etmesine bir engel oluşturmadı.

Küreselleşme Ya da Küresel Sermaye Dönemi 

    Seksenli yıllar, kontrolsüz sermaye yoğunlaşmasının olduğu bir dönemdir. Uluslararası sermayenin paylaşım savaşları öncesine özgü bir biçimde alternatif güç istemediği, rakipsiz bir ortam yaratmaya yönelik yönelim içine girdiği yeni döneme, küreselleşme diyebiliriz. Küreselleşmenin elbette olumlu yönleri de vardır. Ama ağır basan yön, sınır tanımayan sermayenin hemen her yere damgasını vurmaya çalışmasıdır. Hele hele SSCB’nin dağılmasıyla birlikte küresel sermaye, önünde hiçbir engel tanımaz hale geldi. Gittiği yerlerde istihdama dayanmadan, gezginciliğiyle kâr elde etmeye çalışması, en önemli özelliğidir. Küreselleşme, sermayenin devletlere, iktidarlara dolu dizgin yön verdiği bir dönemdir aynı zamanda. ‘Devletlerin küçülmesi’ düşüncesi bu döneme özgüdür. Her pazar yol geçen hanına dönüştürülmeye çalışılmıştır.

    Bu dönemde küresel sermayeye darbe vuran en önemli gelişme, Gürcistan’ın Rusya tarafında işgalidir. Bu işgal hareketi, uluslararası sermayeye geldiği merkezlere tekrar yönelmesi için bir nevi ihtarda bulunmuştur. Beklenmedik bu gelişme, Çin’de kalıcı olmaya aday sermaye kesimlerini bile ciddi bir biçimde ürkütmüştür.

    Küreselleşme koşullarında hiçbir sınır ve ölçü tanımadan üretim yapma daha bir yaygınlaştırıldı; ‘limit’in ya da ‘sınır’ın telaffuz edilmediği bir noktaya gelindi. Pazar politikası haline getirilen ‘kullan at’ anlayışı benimsendi.

    Geçerken parantez içinde de olsa bir noktaya değinmekte yarar var: Küreselleşme koşullarında olup bitenler, sanayi devrimi döneminden daha fazla toplumlarda alt üst oluşlara neden olmuştur. Öyle ki; klasik anlamda emeğin metalaşmasının yerini ‘zihnin metalaşması’nın alıp almadığı artık tartışılmalıdır. Yani yeni tür bir ‘emekçi’, ‘işçi’nin konumu, statüsü üzerinden düşünceler üretmeye çalışmalıyız artık.

    İşte, özellikle 90’lı yıllarla birlikte ekonomik ve mali alanda ortaya çıkan uygulamaların, bir biçimde siyasi alanda karşılık bulacağını tahmin etmek güç değildi. Nitekim, Ukrayna ve Rusya arasında ortaya çıkan çatışma, Ağırlıklı olarak Batı’nın egemen olduğu uluslararası sermayenin yol açtığı sonuçtur. Yani açıktan yeni bir paylaşıma doğru gidiştir.

Ukrayna-Rusya Çatışması mı, Yoksa ABD-Rusya Çatışması mı?

    Şu anda Avrupa toprakları üzerinde ortaya çıkan silahlı çatışma, ABD ile Rusya Federasyonu arasındaki çatışmadır. Açıkçası; Nato ile Rusya çatışmasıdır. Ukrayna Batı dünyası tarafından, yani NATO ve ABD tarafından yem olarak öne sürülmüştür. Ukrayna yeni bir bölüşüm savaşının kurbanıdır. Bu politika Batı’nın, kapitalizmin vahşi yüzüdür.

    Varşova Paktı dağılmış olmasına karşın, savunma paktı olduğunu iddia Nato, kendini lav etmemiştir. Hatta sürekli genişlemeyi temel alan bir yol izlemede ısrarcı davranmıştır. Neden ve kime karşı? Yani Nato savunma değil, saldırı örgütü olduğunu geçmişte olduğu gibi bugün de kanıtlamıştır. Hatta 1997’de Rusya ile yaptığı anlaşmayı hiçe sayarak hareket etmiştir. Geçmiş sabıkaları doğrultunda yoluna devam etmek isteyen Nato gerçekliğini unutmamak gerekir. Nato’yu ‘özgürlükçü’ Rusya’yı da ‘totaliter’ olarak niteleyerek tavır geliştirmeye kalkışırsak kendimizi aldatmış oluruz.

    Açıkçası; bugün Ukrayna’da yaşananlar bir tür paylaşım savaşıdır. Bu aynı zamanda, küreselleşmenin tökezlemesidir de. Küreselleşmenin ekonomik bir olay olduğunu unutmamalıyız.  Bugün Avrupa’nın göbeğinde yaşanan gelişmelere bir de Çin’i ve sahip olduğu pozisyonu eklersek, hızla iki kutuplu dünyaya doğru ilerlemekte olduğumuzu söyleyebiliriz. İkinci Yalta olsun veya olmasın, süper güçler arsında dünyanın yeniden bölüşülmesine şahit oluyoruz.

    Bu dönemin iki kutuplu dünyasının, geçmişin iki kutuplu dünyasından birtakım farklılıklar içereceğini söyleme mümkündür. Geçmişte süper güçler arasında kalan üçüncü taraflar, içte ve dışta birçok alanda sıkışıklıklarla karşı karşıya kalırdı. Ama günümüzde böylesi bir sıkışıklığın en az düzeyde olacağını iddia etme mümkündür. Çükü dünya genelinde yerellik hemen hemen sona ermiştir; yereller genelle bütünleşmiş durumdadır.

2022.03.01

Baki Karer

24 Şubat 2022 Perşembe

BİR VİRTÜÖZE GEREK VAR

BİR VİRTÜÖZE GEREK VAR

    Rüsya-Ukrayna arasında yaşanan kriz, savaş ihtimalini sürekli gündemde tutan bir boyuta yükselmiş durumda. Ukrayna ile çıkacak bir askeri çatışmaya aslında savaş denilemez. Süper bir güçle ufak bir ülkenin birkaç saatlik karşılaşmasından bahsedebiliriz. Bu çatışma hangi boyutta devam ederse etsin, bugün için dünya savaşına yol açacağını söylemek abartılı olur. Ama bu kriz, her iki taraf için, yani Nato ve Rusya için Doğu ve Batı sınırlarının çizilmesini getirecektir. Bu sınırların çizilmesinden sonra her iki tarafın soğuk savaş dönemine özgü uzun süreli yıpratıcı çatışmalara devam edip etmeyeceğini önümüzdeki süreç gösterecektir. Rusya devlet başkanı Putin’in Ukrayna’nın Donetsk ve Luhansk bölgelerinin bağımsızlıklarını tanıdı. Yani Gürcistan’da uyguladığı yöntemin aynısını yaptı.

    Sonuçta Avrupa topraklarında savaş rüzgarlarının esmesine sadece Rusya değil, Nato daha fazla sebep olmuştur. Yani Batı bir kez daha, yaklaşık 70 yıl sonra savaş çanlarının çaldığı bir coğrafyaya dönüşmüş durumdadır. Avrupa izlediği yanlış, tehlikeli politikayla bir kez daha sahip olduğu değerleri tehlike altında bırakmıştır. 

    Küreselleşmenin siyaseti cüceleştirmesi, cüce siyasetçilerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Savaş tamtamlarının çalındığı Avrupa’ya bir virtüöz gerekli; ister keman konçertosu, isterse piyano resitali versin. Cesaretle sahneye çıkacak bir virtüöz, kemanın tellerine veya piyanosunun tuşlarına güvercinlerin konmasını başarırsa, barış ortamının egemen olmasına neden olur. İşte o zaman siyasetteki cüceleşme de sona erer, güçlü ve cesaretli politikacıların boy göstermesini sağlar.

2022.02.22

Baki Karer

13 Şubat 2022 Pazar

 

 

 

RUSYA-UKRAYNA ÇATIŞMASI ÜZERİNE 

    Özelikle son birkaç aydan bu yana Rusya’nın Ukrayna’ya karşı askeri bir harekât düzenleme ihtimali üzerine yoğun tartışmalar yapılıyor. Batı Bloku ülkeleri ve Rusya arasında tehlikeli bir oyun oynanmakta. Batı bloku ülkeleri denilince; akla ilk gelen NATO ve Amerika Birleşik Devletleri’dir. NATO ve ABD gelecek birkaç on yılın stratejisini oluşturmaya çalışırken, Rusya’da egemenlik bölgesinin sınırlarını çizmenin uğraşı içinde. Ukrayna bu satranç oyununda seçilmiş bir figürdür sadece; fillerin kapıştığı sahada bir nevi çimen olmaktan çekinmemenin, ya da zaman zaman yaramaz çocuk rolüne kendini kaptırmanın cezasını çekiyor.

    Rusya ve özellikle de ABD Ukrayna’yı bahane ederek, birbirlerine karşı mevzilenmelerini daha ileri bir düzeye çıkarmak istiyor. Yani her iki tarafta daha fazla kazanç elde etmeye çalışıyor. Aslında olup bitenler bir anlamda soğuk savaştır. Geçmişte, SSCB yıkılmadan önce NATO ve Varşova Paktı, daha doğrusu, ABD ve SSCB birbirlerine karşı oyunlarını direkt oynarlardı. Ama bugün, ABD ve Rusya Federasyonu doğrudan karşı karşıya gelmeden birbirini alt etmenin çabası içinde. Yani küreselleşme koşullarında yürütülen bölüşüm savaşı çok farklı biçimlerde uygulanmakta. Her iki tarafta birbirine karşı mevzi kazanmak için zaman zaman bazı ülkeleri, çoğu zaman da kendilerine bağlı örgütleri kullanmaktan çekinmemektedir. Örneğin Rusya’ya karşı bir dönem Afganistan’ı, Gürcistan’ı ileri süren NATO ve ABD şimdi de Ukrayna’yı kullanmaktadır.

    Ukrayna’nın bir NATO üssü olarak kullanılmasını kabul etmeyen Rusya, bu konuda sonuna kadar diretecek bir tavır içindedir. Açıktır ki, Ukrayna cephesinde çizilecek egemenlik sınırı, aynı zamanda Kafkas cephesinin sınırlarını da belirleyecektir. Rusya’dan Çin’e yeni petrol boru hattı açma girişimi bunun içindir. Aynı biçimde Kuzey Akım İki projesi de egemenlik alanı sınırlarını belirleme girişiminin bir parçasıdır. Rusya ikinci paylaşım savaşı sonrası yapılan anlaşmanın benzeri bir bölüşüm peşindedir. Yani ikinci bir Yalta dayatmaktadır. Ama ABD, Soğuk savaş döneminde olduğu gibi uzun süreli yıpratıcı çatışmayı tercih etmekte.

RUSYA NEDEN DİRENGEN DAVRANIYOR

    Rusya, eski Varşova Paktı üyesi birçok ülkenin ve SSCB’den ayrılan Baltık ülkelerinin NATO’ya üye olmasına ses çıkarmamış, demeç düzeyinde tepkilerle yetinmişti. Ukrayna olayında ise farklı bir direnç gösteriyor. Nedeni de günümüzde küreselleşmenin geldiği düzeyle ve ortaya çıkardığı koşullarla ilintilidir. Artık üretime dayanmayan, gezginci sermayenin geldiği merkezlere geri dönme eğilimi ağır basmaktadır. Buna bağlı olarak Uzak Doğu, Asya, Orta Doğu  ve Latin Amerika ülkelerinde sıcak parayla ekonomik genişleme döneminin sona erdiğini söyleyebiliriz. Halihazırda yeterli olmasa da ekonomik kalkınma modellerinin temel alınacağını gösteren girişimleri görüyoruz.

    Küreselleşmenin yaygınlaşması hemen her kıtada veya belli başlı bölgelerde söz sahibi olmaya başlayan bölgesel güçlerin de ortaya çıkmasına neden olmuştur. Örneğin Türkiye, İran, Brezilya, Şili, Meksika, Mısır gibi. Elbette bunların sermayenin ana merkezlerinden bağımsız ve sanayileşmiş güçler olduğunu söyleyemeyiz. Ama öbür yandan B.Avrupa, ABD ve Rusya Federasyonu da bu bölgesel güçleri aşarak, ya da eskiden olduğu gibi hiçe sayarak hareket edememekte. Yani küresel koşullar, süper güçlerin istemi dışında, bölgesel güçlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Sanayileşmiş ülkeler ve süper güçler, bir anlamda bölgesel güçlerle güç bölüşümünü kabul etmek zorunda kalmıştır. Ambargo ve dayatmalarla ‘hizaya getirme’ çabasının sonuçsuz kalacağı nihayet anlaşılmıştır.

    Öte yandan NATO da artık eskisi gibi değildir. Üye ülkelerde eski kararlılık ve birlikte hareket etme isteği yoktur. Fransa’nın Avrupa Birliğinin nükleer gücü olarak ayrı bir baş çekmesi, Almanya’nın Enerji başta olmak üzere daha birçok nedenlerden dolayı Rusya ile karşı karşıya gelmek istememesi, Batı Cephesi’nin zayıflıklarıdır. Yani okyanus ötesi bir güç olan ABD’nin istekleri doğrultusunda hareket etmenin üçüncü kez bir felakete yol açma ihtimalini Avrupa ülkeleri dikkate almak durumunda kalmıştır. Daha da ötesi; çıkacak bir savaşın sadece konvansiyonel silahlarla sınırlı kalacağının garantisi de yoktur. Yine NATO’ya yeni üye yapılmış bazı küçük ülkelerden gelen aykırı sesler ayrı bir sorundur. Ayrıca Türkiye’nin Suriye’de, Doğu Akdeniz’de, hatta Montrö anlaşması nedeniyle ABD ile yaşadığı problemler nedeniyle NATO’nun her istemini yerine getirmeyeceği sadece varsayımdan ibaret değildir. Tüm bunların yanı sıra Rusya ile olan ekonomik çıkarları göz önünde bulundurursak durum kendini daha netleştirir. Türkiye şimdiden kendisini Batı’nın ya da Doğu’nu yanında göstermeden ziyade yuvarlak masaya göre konumlandırmaya çalışmaktadır.  Batı cephesinde yaşanan bütün bu sorunlar Rusya’nın elini güçlendirmektedir.

    Rusya’yı Batı Karşısında direngen hale getiren bir başka etken de Çin’in durumudur. Çin artık bir süper güçtür. Ukrayna krizinde Rusya’nın yanında yer alacağı pek tartışma götürmez.  Petrol ve enerjiye olan ihtiyacının yanı sıra Tayvan sorunu Çin’in tarafsız kalmasını engelleyen noktalardır. Bu durum aslında Batı için bir başka tehlikeyi beraberinde getirmekte; küresel koşullarda Doğu ‘Barış’ içinde gösterilirken, Batı ‘savaş bölgesi’ olarak tanıtılmaktadır. Ukrayna’nın yem olarak öne atılması, Avrupa’nın ‘vahşi’ yönünü tekrar tartışılır hale getirecektir. Demokrasi, insan hakları ve özgürlüğünü savunamayan bir Batı algısının yaygınlık kazanmasının sonuçları üzerinde düşünmek gerekir.

    Ukrayna ile ilgili olarak Rusya ‘güvenlik garantisi’ beklentisi içindedir. Gelişmelerin seyri, Ukrayna’yı arka bahçesi olarak gören Rusya’nın kalıcı olmaya yönelik işgale baş vurmadan çok sert bir cezalandırmada bulunacağı yönündedir. Askeri harekât sadece cezalandırma eylemiyle sınırlı kalsa da, Avrupa Birliği ve ABD kadar Rusya Federasyonu da zarar görecektir. Dolaylı yollardan da olsa Rusya’nın beklediği garantilerin verilip verilmeyeceğinde Avrupa Birliği’nin tutumu belirleyici olacaktır.

    Siyaset ortaya çıkan sorunlara çok yönlü bakabilme ve çözümler getirme sanatıdır aynı zamanda. Bakalım aklıselim egemen gelebilecek mi?

11.02.2022

Baki Karer

18 Ocak 2022 Salı

NELER OLUYOR?

 

NELER OLUYOR?

    Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan mecliste Adalet ve Kalkınma Partisi grup toplantısında konuşurken, kimsenin beklemediği bir dayatmada bulundu. Selahattin Demirtaş’ın İmralı’da yüzer-gezer yatta kalana hesap vereceğini söyledi. Sarf edilen cümle aynen şöyle; ‘Ama Edirne’deki en büyük hesabı İmralı’dakine verecek’ dedi. ‘Vermesi gerekir’ demiyor, ‘verecek’ diyor. Burada kesinleşmiş bir ifade kullanılıyor. Bir buyurganlık, emrivakilik içermekte. Peki, Demirtaş’ın İmralı’ya hesap vermekten kaçınma ihtimali var mı? Bunu kocaman bir ‘hayır’la yanıtlayabiliriz.

‘Hesap verecek’ söylemine karşı Selahattin Demirtaş’ın verdiği yanıt beklenenin dışında değil; gayet olağan, verilen görev ve yetki alanlarının dışına taşmayan ama birazda yalvarışçı. Yani gayet saygılı ama bir yandan da altına sokulduğu yükümlülükleri layıkıyla yerine getiren biri olmasına karşın şimdi bir köşeye atılmasına duyduğu tepkiyi de ifade etmekte. Parlamentoya ve bağımsız olarak tanımladığı yargının kararlarına saygılı olduğunu dile getirmekten kendini alamıyor. Edirne’de yatışına onay vermekte ve yargının hakkında verdiği kararlarla, adaletle kanunlar arasında dengenin sağlandığını açıktan kabullenmekte. Demirtaş verdiği bu yanıtla, aynı zamanda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye’deki yargı kararlarına müdahale etmesine duyduğu tepkiyi de açığa vurmuş oluyor. Devletin bir biriminin görevlisi olarak, devletin belli başlı kurum ve kuruluşlarının kendisinden beklentisini boşa çıkarmamış oluyor. Giderken de ‘usulüne uygun’ olarak gitmek zorunda.

İttihat Terakki’den bu yana etno-seküler devlet yapılanmasını kavramayan çaylağın ontolojik devlet elamanın önüne atılış sahnesine şahit oluyoruz. Kırmızı koltuk uğruna ökçeye eğilmenin sonu budur. Basit muhbir ağının elemanı ile derin devlet arasında kurulan geçici ve kırılgan olan dengenin, derinlerin lehine işletilmesi söz konusudur.

16.01.2022

Baki Karer

 

 

 

 

 

 

 

    PKK TERÖRÜNÜN GELDİĞİ NOKTA     Epeyce bir süreden bu yana Pkk/Dem’de neler oluyor diye tartışmalar yürütülüyor. Tartışmalarda, son...