YUVAYA DÖNÜŞ

 
 

 

          I-    BİR  SERÜVENİN  DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

 

                       1- YUVAYA DÖNÜŞÜN BAŞLANGICI

 

                       2- KENYA’DA BİTEN SERÜVEN

 

                       3- MUAMMA ÇÖZÜLDÜ MÜ?

 

                       4- SURİYE KAFA TUTACAK GÜÇTE MİYDİ?

 

                       5- GEÇİCİ GÖREV ALANI

                   

 

 

 

 

 

YUVAYA DÖNÜŞÜN BAŞLANGICI

 

 

    1998’in sonlarına doğru Türkiye’de  çok önemli bir gelişme yaşandı.  Abdullah Öcalan, ikinci vatanı Suriye’yi terketmek zorunda kaldı. Yıllar boyu herkesin “Suriye’den çıkmaz, çıkartılamaz” dediği olayın gerçekleşmesine, Türkiye’nin sert bir kaş-göz işareti yetmişti. Gerek holdingci basın-yayın, gerekse de yetkili ağızlar tarafından yıllarca abartılıp büyütülen Öcalan, oldukça şişirilmiş minderinden kovulmuştu. Sırtını yaslayarak göbeğini okşadığı o çok rahat tahtını bir günde terkederek, rotasını istenilen yöne doğru çevirmeye başlamıştı. Bu durum, olayı tüm yönleriyle kavramakta güçlük çeken kamuoyunda tam bir şaşkınlıkla karşılandı. Herkes adeta küçük dilini yutmuştu. Türkiye’nin gündemini 15 yıl boyu meşgul eden “mücadele” bir gün içinde bitmişti.

    Nasıl olmuştu?

    Öyleyse bu kadar insan neden ölmüştü?

    Bu kadar acı ve gözyaşının nedeni neydi?

    Neden 15 yıl beklenilmişti?

    Benzeri türden sorularla birlikte birtakım ufak tefek mırıldanmalar olmuşsa da, şok çabuk atlatılmıştı. Kamran İnan’ın “Her olayın bir şimdisi vardır. Bu olayın şimdisi de şimdidir” sözlerinde olduğu gibi, olay kestirilip atılmıştı. Dibinin fazlaca kurcalanmasına izin verilmemişti.

    Gerçi Türkiye’de devlet yönetim anlayışını bilenler ve A.Öcalan’ı tanıyanlar açısından, olayın şaşılacak bir yanı yoktu. Her şey Cumhuriyetin 75. yılına göre ayarlanmıştı. Öcalan da çok önceden sona yaklaştığının farkındaydı. Bu nedenle 96’lardan itibaren tüm çabası, o kahrolası canını kurtarmaya yönelikti. MED-TV’de Yalçın Küçük’le yaptığı sohbetlerde hep bir yerlere göndermeler yapıyordu. Özellikle ordunun üst yönetiminden medet umuyordu. Cumhuriyetin 75.yılında cezaevinde yatmak üzere Türkiye’ye gideceğini her proğramda birkaç kez tekrarlayan Yalçın Küçük, devlet yetkililerine isimleriyle hitap eden çağrılarda bulunuyor, “Apo iyidir, dikkat edin. Sonra daha iyisini bulamazsınız” diyordu. Sonunun yaklaştığını hissettikçe bunalan A. Öcalan, Yalçın Küçük’le yaptığı sohbetleri terapi seansları olarak kabul ediyor, az da olsa rahatlıyordu. Seanslar sonrasında yeni bir “kükreme” dönemine giriyordu. Belki de, Yalçın Küçük’ü canının garantisi gibi görüyordu. Yalçın Küçük için, “Hayatta inanmazdım yanıma geleceğine, gördüğümde çok şaşırdım” diyordu. Gösterdiği bu şaşkınlıkta son derece haklıydı. Çünkü hemen her konuşma ve demecinde dile getirdiği gibi, “MİT’e dayandırarak” kurduğu “devrimci Kürt partisi”yle günün birinde bu kadar “büyüyebileceği”ni aklından bile geçirmiyordu. Öyle ki, bazı sol kesimler bile, Ortadoğu’da artık A.Öcalansız bir çözümün olamayacağına neredeyse inanmaya başlamışlardı.

    Oysa her şey tamamen planlıydı. Cumhuriyetin 75. yılı adeta yeniden doğuş yılı olacaktı. Çünkü son kırk yılda uygulanan yanlış politikalarla daha fazla gidilemeyeceği görülmeye başlanmıştı. Öyle ya, Kürt sorunu tarihi boyunca Cumhuriyetin kanayan yarası, yumuşak karnıydı. Geçmişte sorunun çözümüne ilişkin hatalı tüm yaklaşımlara karşın, son dönemlerde geliştirilen konsepler “başarılı” olmuştu. Sıra  Cumhuriyetin ne kadar sağlam temellere oturtulmuş olduğunu bir kez daha kanıtlamaya gelmişti.

    Buna uygun olarak Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in açıklamasını, 1 Ekim 1998’de Demirel’in mecliste, “sabrımız taşmıştır” biçiminde Suriye’ye yönelik konuşması izliyordu. Hemen ardından bu konuşmalar, Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun, “ilan edilmemiş bir savaş durumu var” sözleriyle destekleniyordu. Çok geçmeden de Suriye sınırına yakın yerlerde tatbikatlara başlanıyordu. Ama her nedense, yetkililer, varlığını savaş nedeni olarak gördüğü A.Öcalan’ın Türkiye’ye iadesini değil, Suriye topraklarının dışına! çıkartılmasını İstiyordu.

    Oniki günlük bir aradan sonra 12 Ekim 1998’de Öcalan’ın Suriye topraklarını terkettiği resmen açıklanıyordu. İşte Türkiye ve Öcalan arasında aylarca sürecek olan kedi-fare kovalamacası bu tarihten itibaren başlıyordu. 20 Ekim’de Rusya’da olduğu söylenen Öcalan, 12 Kasım’da İtalya’da ortaya çıkıyordu.16 Ocak 1999’da İtalya’dan da ayrılmak zorunda kalan A.Öcalan’ın yeniden Rusya’ya gittiği söyleniyor, Hollanda, Belçika, Yunanistan ve İskandinavya ülkeleri üzerine söylentiler ortalıkta dolaşırken, 15 Şubat 1999’da Kenya’da ortaya çıkıyordu.

    A.Öcalan’ı Suriye’den direk alma yerine, beş ay boyu süren bir kovalamaca tercih ediliyordu. Bir tercihten bahsediyorum, çünkü izlenilen bu taktiğin arkasında, aslında ulaşılmak istenen başka hedeflerin olduğu pek saklanmıyordu. Ülke genelinde tam bir çoşku atmosferi yaratılmıştı. Bunun sarhoşluğundan olsa gerek, kimse olayı sorgulamaya yanaşmıyordu. Belki de, “sihirli havayı bozarım” korkusuyla bu cesareti kimse kendinde bulamıyordu.

    A.Öcalan’ın, bu süre boyunca gösterdiği tutum da bir o kadar ilginçti. Daha düne kadar Suriye’deki ininden bolca atıp tutuyordu. Hatta kendisini “çağımızın peygamberi” ve “savaş tanrısı” gibi görmeye bile başlamıştı. Kürt halkı üzerinde estirdiği baskı ve terör kasırgasına rağmen, kendini utanmadan “ulusal kurtuluş hareketi”nin lideri gibi lanse eden bu zat, aslında ihanetin başı olduğunu saklayamaz olmuştu. Suriye’den çıktıktan sonra “savaş tanrısı” olmayı bırakarak, yeni gelen bir “ilahi” ile birdenbire Petrus rolünü kendine uygun görmüştü. Ortadoğu’da onun bunun dizine çökmenin Avrupa’da da geçerli olacağını sanmıştı.

    Oysa daha düne kadar herkesi ülkeden kaçmakla, topraklara sahip çıkmamakla ve hinlikle suçluyordu. Ülkeye gittiği anda bir metre karelik bir alandan bile milyonları ayağa kaldıracağinı iddia ediyordu;

    “Ben kendimi sizin gibi dağlara taşırma imkanı bulamam. Geniş halk yığınları içine girme imkanım olmadı. Ama düşünün ufacık bir mevzide kolay kolay zapturapta alınamaz yaşamımı buna yatırdığımda ne haldeyim.”(1)

    Zapturapta alınamayacak kadar çılgın olduğunu söyleyen A.Öcalan, her nedense o çokça bahsettiği “özgürlük dağları”na değil, Avrupa’ya kaçmayı tercih etmişti.  Çaldığı kapı, önderi olduğunu iddia ettiği halkın değil, Avrupa ülkelerinin kapısıydı. Sahtekarlığı daha iyi anlaşılmıştı. Savaşı, ölümü ve kanı hep başkaları için istemişti.

    Avrupa ülkeleri ise A.Öcalan’ı duymak, görmek ya da dokunmak istemiyordu. Yeryüzü adeta kendisine dar gelmişti. Şu koskoca dünyamızda sığınabileceği küçük bir kara parçası  bile yoktu. Durumu böylesine kötüydü. İtalya’dayken siyasi iltica hakkı vermiyorlar diye Avrupa’ya sitem ediyor, “dağdaki çobana verdikleri hakkı benden esirgiyorlar” diye habire yakınıyor, gözyaşı döküyordu. Aslında bu sözleriyle A. Öcalan çok önemli bir gerçeğin altını çiziyordu. Ogüne kadar durumunu peygamberlerle, Tanrı’yla, Atatürk’le kıyaslayan Öcalan, birdenbire kendisini dağdaki çobanla kıyaslamaya başlamıştı. Bu önemli bir adımdı. Çünkü daha bir ay öncesine kadar öylesine “büyüktü” ki, yere göğe sığmıyordu. Değerinin sıfır olduğunu nihayet anlamıştı. Avrupa, çobanı, A.Öcalan’ın üstünde tutmuştu. Parayla tutulmuşlara uygulanan klasik geleneğin kıskacından kurtulamamıştı. Sonraları mahkemede de konuyla ilgili olarak duyduğu acıyı sıkça dile getirecekti. “Kullanıldım. Benim durumum örnektir, nereden nereye geldiğimiz ortada.” diyerek, “bir hiç,  beş para etmezin teki” olduğunu  defalarca söyleyecekti.

 

 

KENYA’DA BİTEN SERÜVEN

 

 

    Kitlelere “ya şundadır, ya bunda” oyunu biçiminde yansıtılan takip, 15 Şubat 1999 günü sona eriyordu. Uzunca bir süreyi kapsayan kovalamacanın ardından, A.Öcalan’ın Kenya’da bir “operasyonla  yakalanarak” Türkiye’ye getirildiği resmen açıklanıyordu. Sorunla ilgili oyunun bir bölümü daha sahneye konuluyordu.

    Türkiye’de halk olayı büyük bir çoşkuyla karşılıyordu. Milliyetçilik duyguları alabildiğine kabarmıştı. Kahramanlık marşları kulakları çınlatıyordu. Hedef ise yine Kürtlerdi.  Kürtlerden birçoğu sokak ortasında tartaklanıyor, dövülüyordu. Üstüne üstlük bütün bunlar televizyon kameralarının önünde yapılıyordu. Sanki bazıları Kürt dövmeyi kendisine verilmiş bir hak gibi görüyordu.

    Bu arada Öcalan’ın yakalandıktan sonraki ilk görüntüleri de televizyonlardan veriliyordu. A.Öcalan elleri ve gözleri bağlı bir halde önce uçakta yaptığı açıklamalarla, sonra da iki bayrak arasındaki zavallı görünümüyle kamuoyuna sunuluyordu. Uçakta yaptığı ilk açıklama beklenilen yöndeydi;

    “Ben Türkiye’yi severim. Benim Annem de Türktür. Kuran hakkı için konuşuyorum. Ama benim içime doğuyor ki, hizmet edeceğime inanıyorum.” (2 )

    Korkunç derecede zavallılaşan, habire kendisini acındırmaya çalışan Öcalan’ın bu görüntüsü, büyük çoğunluğu şaşırtmıştı. En büyük hayal kırıklığına da, kendisine şu veya bu biçimde destek veren kesimler uğramıştı. Öyle ya, “yakalanmadan” önceki Öcalan, onların gözünde tam bir aslandı. Suriye’de bol keseden atıp tutuyor, Kürt halkına bolca küfrediyor, her şeye, herkese karşı kükrüyordu. Direnmenin her alanında kendisini örnek olarak veriyordu. Kimsenin ses çıkarmadığını gördükçe daha da ileriye giderek peygamberler katına çıkıyor, günümüzün İsa’sı olduğunu iddia ediyor, zaman zaman da tanrılaşıyordu. Öyleyse ne olmuştu? Kendini tanrısal bir güç, yeni  bir İsa olarak piyasaya süren Öcalan, nasıl olmuştu da İsa’nın direncini gösterememişti? Halbuki bu konuda belli bazı kesimlere öylesine güvence vermişti ki, Özgür Politika gazetesi sonucu bekleme gereğini bile duymamıştı. Daha ilk günden büyük puntolarla işkence ve direnişten sözetmeye başlamıştı. Ama çok geçmeden A.Öcalan kendilerini yalanlamış, herhangi bir şekilde işkence görmediğini söylemişti. Bu durum karşısında ne yapacaklarını şaşırmışlar, biraz da erken öten horozun akibetine uğramışlardı. Öcalan; “İşkence yapabilirdiniz, ama yapmadınız” demişti.   

    Yani birbiri ardına ortaya atılan konseplerin uygulanmasında işlediği hatalardan dolayı bile bir fiske yememişti. Alınan yeni virajdan sonra da, bilinen işbirliğinin gönüllü bir neferi olmaya devam edeceğini beyan etmişti. İşte tam da bu noktada, bir takım Kürt çevrelerinin gösterdiği yaklaşım son derece ilginçti. Öcalan’ın tutumunu kendisine verilen ilaçların etkisine bağladılar. Duydukları utancı ilaç bahanesini öne sürerek gizlemeye çalıştılar. Zaten A. Öcalan’ın şahsında küçük düşürülmek istenen Kürtlerdi. Kürtler arasında çöküntü, utanç ve kompleksi egemen kılmaktı. Bu konuda öylesine başarılı olundu ki, o güne kadar Öcalan’a karşı olanlar bile, çeşitli biçimlerde onurlarının kırıldığını dile getirerek, ona sahip çıkmaya başladılar. Hatta bazıları “Kürtler’in haini olmaz” biçimindeki bir formülle çok daha kötü bir duruma düştüler. Öcalan’ın “hain” ve “ajan” üretme makinası olduğunu bir anda unuttular. Böylece bilmeden de olsa önder olarak gördükleri Öcalan’a ihanet eder konuma düştüler. Yani “ne olursa olsun, ama yeterki Kürt olsun” mantığıyla hareket ettiler. Elbette bu arada “bizim dolarlar, marklar uçtu” diye tepinenler de vardı. Gözyaşlarını görünüşte Öcalan için, özünde kaybolan paralar için akıtanların sayısı hiçte öyle az değildi.

    Ezilen halklardaki milliyetçilik çoğu kez hoşgörüyle karşılanır. Ama böylesi tavırların milliyetçilikle açıklanamayacağını da herkes bilir. Bunlar; daha çok ilkel aşiret ilişkileri içinde kümelenmiş toplulukların gösterebileceği tavırlardır. Aslında bu tür ilkel aşiret ilişkilerinin dışına çıkmamış olanların “her şerde bir hayır vardır” mantığıyla hareket edip, “hayırlı” bir beklenti içine girmeleri doğaldır. Oysa sonucun hayırlı olup olmaması, doğru temellerde geliştirilecek çabalara bağlıydı. Her toplumda olduğu gibi Kürtlerde de iyiler ve kötüler olacaktı. Yakın tarihin tanıklık ettiği gibi; hem zorbalığa karşı direnenler, hem de hainler olacaktı. Bu nedenle ortada duran bir ayıp varsa, bu ayıp Öcalan’a, bu ayıp onu baştan itibaren besleyip büyüten karanlık odaklara aitti. Bu sefil yaratığı Kürt halkının lideri gibi gösterme gayretlerine yamaklık ise, ayıbın da ötesinde topluma yapılan en büyük kötülüktü. Emekçi yığınların çıkarları, A.Öcalan ve ekibinin kirli oyunlarıyla halk arasına çizgi çekilmesinden geçiyor. Konumu itibariyle o hiç bir zaman Kürtleri savunmamış, tersine en koyu Kürt düşmanlığıyla piyasaya çıkmıştır. Onun Kürt halkıyla ilgili söyledikleri, bugün olur olmaz her yerde Kürtlere karşı kullanılmaktadır. Geçmişin “kuyruklu Kürt” ve benzeri söylemlerinin yerini, bugün Öcalan’ın söylemleri almıştır;

     “Kürt kadın-erkek ilişkisinde ölmüştür.

     Kürt bu ilişkide çirkinleşmiştir. Alçaktır, rezildir, köledir, tutsaktır”(3) diyen bir zat, bırakalım liderliği, Kürtlerin dostu bile olamaz.

    Pınarcık, Taşdelen İkiyaka, Çevrimli, Bahçesaray ve Yavi’deki toplu katliamların emrini veren bir zat, hiçbir zaman Kürtler adına savaştığını söyleyemez.

    600’ün üzerinde çocuğu, 500’ün üzerinde kadını, binlerce genci, yaşlıyı, kısaca savunmasız insanları acımadan katlettiren biri, hiç bir şekilde Kürtleri savunamaz.

    Köy meydanlarında terör estirip, halkı yerinden yurdundan ederek göçe zorlayan birinin savaşımı Kürtler için olamaz.

    Kürt halkını haraca bağlayan, çocuklarını kaçıran, yürüttüğü kirli savaşla milyonlarca dolara sahip olan birinin savaşımı, hiçbir zaman yokluğun ve yoksulluğun pençesinde kıvranan Kürtlerin olamaz.

    Onbeş yıl boyunca kirli bir savaşın yürütüldüğü doğrudur. Peki bu savaş kimlerin savaşıydı? Açıklık bekleyen soru budur. Sonuçlarına baktığımızda görüyoruz ki bu savaş, Kürt halkını katletmeye yemin edenlerin savaşıydı. Bu savaş, işçinin, köylünün, tüm emekçi yığınların acımasız baskı ve sömürü altında tutulmasına neden olanların savaşıydı. A.Öcalan’ın da içinde bulunduğu kocaman bir rantçı kesimin türemesi, böyle bir savaşla mümkün olmuştur.  İşte Kürtlerin adı kullanılarak yıllar boyu sürdürülen savaş, bu rant kavgasından başka bir şey değildir.

 

MUAMMA ÇÖZÜLDÜ MÜ?

 

 

    Peki bunca yıllık bir aradan sonra, A.Öcalan’ın Suriyeden çıkarılmasıyla kitleler nezdinde bilmece çözüldü mü? Bu soruya “evet” cevabı vermek ne yazık ki mümkün değil. Bu çıkışın biçimi ve zamanlamasıyla ilgili açıklığa kavuşması gereken önemli soru işaretleri var.

    Açıklık bekleyen birinci husus, A.Öcalan’ın mahkemede Suriye ile ilgili olarak söyledikleridir. Öcalan diyor ki;

    “Suriye gizli servisi ile ilişkideydik. Bağlantıyı Mervan Zirki kurdu. Hafız Esad değil, ama Cemil Esad’la temasım vardı. Suriye, PKK yerine kullanacağı bir parti kurdurdu. Bu partinin başına da Mervan Zirki getirildi. PKK’nin tüm mal varlıklarına el koydular. Orada kalsaydım sağ çıkamazdım”(4)

    Bu açıklamalar okunduğunda soru işaretlerinin nerelerde olduğu  kendiliğinden açığa çıkıyor. A.Öcalan henüz Suriye’de iken PKK’nin mal varlığına el konulduğunu söylüyor. Ayrıca can güvenliğinin olmadığından söz ediyor. Orada kalması durumunda, dikkat edelim, kalması durumunda, her an öldürülebileceğini açıklıyor. Öyleyse, Öcalan ne demek istiyor? Yani Türkiye kendisini ölümden mi kurtarmış oluyor? Peki o güne kadar A.Öcalan’ın başını ezmekten bahseden Türkiye, işin ciddileştiği noktada bunu neden istemiyor?

    Daha önemlisi de, 5 Haziran 1999 tarihli Nokta dergisinde eski bir MİT ajanı olan Mahir Kaynak’ın açıklamalarında ortaya çıkıyor. M.Kaynak söyledikleriyle adeta Öcalan’ı doğruluyor. Kimliği aşikar olan bu kişinin söylediklerini delil veya bir belge olarak kullanma gibi bir niyetim yok. Ama Öcalan’ın, Mahir Kaynak’la geçmişte açık bir işbirliğine yöneldiği, kendisinden bazı taktikler aldığı da bilinen bir gerçek. Üzerinde durduğu dengelerde zaman zaman ortaya çıkan aksamaları telafi etmek isterken, açıktan bu adreslere başvurmaktan çekinmemişti. “Ajanlığın utanılacak bir durum olmadığını, kendisine saygı duyduğunu” televizyon ekranlarından üzerine basa basa belirtmişti. Mesleki dayanışmadan olsa gerek, M.Kaynak’ı adeta yere göğe sığdıramamıştı;

    “Sayın Kaynak’a geçmiş olsun diyorum ve görüşlerimde yanılmadığımı da söylüyorum. Sayın Kaynak’ı onurlu buluyorum. Mahir, Türkiye’ nin onurudur.”(5)

    Kuşkusuz bu övgüler boşuna değildi. Mahir Kaynak’la olan ilişkilerini, kendi karanlık bağlantılarının çok daha ileri boyutlarda olduğunu vurgulamada bir araç, hatta birçok çevreye karşı bir tehdit unsuru olarak kullanmayı da ihmal etmiyordu. Mahir Kaynak, bu anlamda Med-TV’nin değişmez konuklarından ve Öcalan’ın güven duyduğu yol arkadaşlarından biri olduğu için söyledikleri önemlidir. Türkiye’nin cadde ve sokaklarında “gurur ” duyulanlardan zaten geçilmiyor. Çetebaşları, mafyalar, hırsızlar, köşe dönücüler vb. “Türkiye’nin gururu” olarak takdim ediliyor. Estirilen bu modaya epeyce katkılarda bulunan Öcalan’ın da, Mahir Kaynak’a ilişkin duygularını dile getirmesi fazla şaşırtıcı değildir.

    Öcalan’ın böylesine gurur ve hayranlık duyduğu Mahir Kaynak şunları söylüyor;

    “Abdullah Öcalan Suriye’den çıktıktan sonra gazeteciler bana kendisinin nerede olabileceğini sordular. Benim verdiğim cevap aynen şöyleydi: ‘Öcalan, Avrupa’da değil, Rusya’da değil, ABD’de değil. Amerikan nüfuz bölgesinde, ilginç bir yerde. Duyunca şaşıracaksınız.’ Bu Kenya açısından iyi bir tarifti belki, ama benim düşüncem öyle değildi. Ben Apo’nun Türkiye’de olduğunu düşünüyordum.Eninde sonunda Türkiye’ye döneceğini biliyordum.”

     “…..Ben Öcalan’ın kendisinin de Türkiye’ye gelmiş olabileceğini düşünüyorum.”(6)

    Oysa Türkiye, Abdullah Öcalan’ı almak için Suriye’den resmi bir talepte bulunmamıştı. Buna rağmen Mahir Kaynak, A.Öcalan’ın Türkiye’ de olduğundan emin bir tarzda konuşuyor. Senaryonun en önemli halkası budur. Acaba Öcalan, Suriye’den başladığı yolculuğa İncirlik üzerinden mi çıkarılmıştı? Veya bu seyahate çıkması için Türkiye’de elinden gelen olanağı sunanlar mı vardı? ABD’nin buradaki rolü neydi? Yoksa söylenildiği gibi Öcalan, korsanca bir yöntemle değil de, kendi isteğiyle mi gelmişti? Kenya’dan getirilirken uçakta yapılan korsanlık gösterisi, sadece bir görüntüden mi ibaretti? Uçakta kendisine “memlekete hoşgeldin” diyen kişiyi tanıdığını ve güven içinde olduğunu her tavrıyla gösteriyordu. Bu kişi, Öcalan’ın yurtdışında güvenliğiyle ilgilenen ve bağlantılarının merkezinde yer alan Genç Kemalistler denilen örgütün derin devlet içinde görünmeyen şefi miydi?

    İşin ilginç yanı, A.Öcalan’ın da mahkemede yaptığı açıklamaların Mahir Kaynak’ı destekler yönde olması;

     “Benim annem de Türkmendir. Türkçe konuşur. Bu konuda yoğun çaba içindeyim. Ben tercihimi Türkiye lehine kullandım. Ben ölsem de, kalsam da Türkiye’de olacağım. Türkiye’de insanlar bana saygıyla yaklaştı. Ben de saygılı olacağım.”(7)

    Dikkat edersek, “ben tercihimi Türkiye lehine yaptım” demesinden, sanki önüne başka bazı tercihlerin de sunulduğu gibi bir sonuç çıkıyor. O halde Öcalan, tercihi neden Türkiye’den yana yapıyor? Değişen ne vardı? Birdenbire neden ölse de, kalsa da, o güne kadar sözümona aleyhine bol bol atıp tuttuğu Türkiye’de olmak istiyor? Yine, son güne kadar hakkında hiçte olumlu konuşmadığı, sürekli aşağıladığı anne- sinden  beklenmedik bir tarzda neden övgüyle bahsederek, Türk oluşuna ani dikkat çekme gereğini duyuyor? Yoksa Öcalan, Kürt düşmanı oluşunu annesinin geldiği kökene mi bağlamak istiyor? Türkiye’de son yıllarda esen milliyetçi havanın çoşkusuna kapılarak sahip olduğu bu kökenden ötürü verilen görevleri başarıyla yerine getirdiğini, bilinen efendilerine ihanet etmesinin mümkün olmadığını mı izaha çalışıyor? Ya da rastgele bir seçimle ihanetçi olmadığını mı anıştırmak istiyor?

    Mahir Kaynak, Nokta dergisiyle yaptığı bu söyleşide oldukça ilginç olan bir noktaya daha parmak basıyor; “Eğer deşifre olmasaydım, şu an Türkiye solunun lideri olabilirdim” diyor. Acaba “deşifre” olmamış bir Abdullah Öcalan’ın, sergilenen yığınca entrikalar sonucu “örgüt liderliğine” yükseltilmesinden ve giderek “Kürtlerin lideri” gibi gösterilme başarısından hareketle mi bunu söylüyor? Bu cümleler tesadüfen seçilmemiştir. Tersine, sonuçları çok iyi hesaplanarak yapılmış bilinçli bir konuşmadır. Aslında A.Öcalan’ın yıllardır oynadığı rol açığa vuruluyor. Yılların tecrübe birikimine sahip Mahir Kaynak’ın direkt ifade etmekte zorlandığı çok şey, açıklamada kullanılan diplomasi dilinde saklıdır.

    A.Öcalan’ın gerek Ortadoğu’da, gerekse Avrupa’da geliştirdiği ilişkilere baktığımızda, ilişkilerinin hep istihbarat örgütleriyle şekillendiğini görüyoruz. Bu ilişki tarzının durup dururken seçildiği veya rastlantıların ortaya çıkarttığı bir ilişki biçimi olduğu söylenemez. Bunu iddia edenler, ya gerçekten iflah olmaz işbirlikçilerdir ya da gerçeklere gözlerini kapamış uyur gezerlerdir. Çünkü yazdıklarımın hiçbiri herhangi bir iddiaya dayanmıyor. Bunları bizzat A.Öcalan açıklıyor.

    Söylediklerine baktığımızda bu alanda hayli marifetli olduğu ortaya çıkıyor;

    “SURİYE: Suriye gizli servisi ile ilişkideydik. Bağlantıyı Mervan Zirki kurdu.

    İRAN: İran gizli servisinde ‘Sait’ isimli bir kişi ile ilişkideydik. Bu kişi ile örgüte alınacak silahların temininde anlaştık. Yardım gereğince biz de Türkiye’deki ‘Hizbullah’ faaliyetlerine müdahale etmeyecektik.

    YUNANİSTAN: Temsilcilik kurma karşılığında Türkiye’deki büyük şehirlerde eylem yapmamızı istediler ve eğitim verdiler. ‘Dimitri’ isimli bir gizli servis elemanı da 6 ay Botan bölgesinde kaldı.

    ALMANYA,İNGİLTERE,FRANSA: Almanya kendi çizgisindeki Kürt örgütlerini destekler. İngiltere’nin esas ilgi alanı Talabani’dir. ABD’ye bir anlaşma imzalattılar. Bu anlaşmanın ilk kurbanı ben oldum Fransa desteklemekle birlikte temkinli yaklaşır.

    Almanya Anayasa Koruma Örgütü’yle görüştüm

    AMERİKA: PKK’den en uzak duran ülke. Ama politik olarak değerlendirip, politika belirler. Sadece bir kez Irak’ta çalışmış eski bir büyükelçi geldi ve mesajlarımı ileteceğini söyledi.”(8)

    Liste uzayıp gidiyor…

    Günümüzde Latin Amerika’dan, Afrika’ya ve Ortadoğu’ya kadar birçok ülkeden sürgünde mücadele yürütmek zorunda kalan yığınlarca örgüt ve lider var. Ama bunları Öcalan ve PKK ile karşılaştırmak olanaklı değildir. Bunlar, bir çok ülkenin ya siyasal yönetimleriyle ya da devrimci, demokrat siyasal örgütlenmeleriyle ilişkiler geliştirmişlerdir. Her iki ilişki biçimini; hem hükümetlerle, hem de demokratik kitle örgütleriyle dayanışma başarısını gösterenler de çoktur. Bahsettiğimiz devrimci-demokrat örgütlenmelerin tümü de, siyasal temelde geliştirdikleri ilişkilerle uluslararası sahada kendilerini göstermektedirler.

    Abdullah Öcalan’ın yedi değil, onyedi kocalı Hürmüz olduğu böylece açığa çıkıyor. Nereye giderse gitsin, ilk işi, çeşitli istihbarat odaklarıyla ilişki geliştirmek oluyor. Elbette hiç kimse kara gözlerine vurulduğu için ilişkiye girmiyor. Herkes işine gelen bir yaklaşım gösteriyor. Yani çıkarlar konuşuyor.

    A.Öcalan ve PKK’nin hangi sorumlusu, hangi ülkenin bir bakanıyla veya bir siyasal yetkilisiyle görüşmüştür? Hangi ülkenin  işçi sendikalarıyla ve siyasal partileriyle ilişki kurmuş, ortak bir bildiri veya deklarasyon yayınlamıştır? Gösterilemez. Çünkü bir provakasyon hareketidir. Dolayısıyla her provokasyon hareketi gibi istihbarat örgütleriyle ilişkiyi temel almıştır. Nitekim Abdullah Öcalan’ın ilişkileri, kendi ağzından itiraflarda da görüldüğü gibi, hep bu türdendir. Hemen her ülkenin istihbarat örgütleri önünde diz çöküş vardır. Elbette bunlar, ayrıntılarıyla düşünülüp taşınılarak geliştirilen taktiklerdir. Kürt halkını aşağılamaya ve bitirmeye yönelik ilişki ağları temel alınmıştır. Öcalan’ın ağzından çizilen tablo çirkin ve iğrenç bir tablodur. Baştan sona emekçi yığınlara karşı düşmanlıklarla doludur. İstihbarat örgütlerini temel alan ilişki ağları, ne zamandan beri siyasal ilişkilerin yerini almıştır? PKK’ cılar ve Öcalan bir de buna izah getirebilse iyi olur. Hiç olmazsa kamuoyu, diplomasinin yeni bir türü üzerinde bilgi sahibi! olurdu.

    A.Öcalan,“Yekiti ve KDP, ABD’yle bir anlaşma imzaladılar ve bu anlaşmanın ilk kurbanı ben oldum” derken, güç odaklarıyla oynaşma- nın hazırladığı kötü sonu anlatıyor. Zaten başka türlü olması da bek- lenemezdi. Arkasına Kürt halkının kin ve nefretini toplamış, uluslararası platformda terör örgütü ve şaibeli olarak tanınmış, önüne gelen herkesle oynaşan birinin varacağı son, elbette hazin olacaktı. Çünkü karanlık güç odaklarıyla fingirdeşmeyi kendine meslek edinmiş piyonların rütbelerini belirleyen koşullardır. Kullanılmalarını gerektiren koşullar ortadan kalkmışsa, geçmiş hizmetlerine bakılmaksızın çöp tenekesine atılırlar. Nitekim Avrupa’da son kez açık arttırma yoluyla tanıtıma sunulan Öcalan,  eskimiş bir papuç misali tanıtım salonuna bile kabul edilmemiştir. Avrupa kamuoyundan en küçük bir destek görmemesinde garipsenecek hiçbir yan yoktur. Roma’ya gelmesiyle huzuru kaçan İtalyan halkının protestosunu anında geliştirmesi, Öcalan’ı bir süre daha aktif bir biçimde kullanmak isteyenleri bile şaşırtmıştı. Aynı şekilde diğer ülkelerin kamuoyları da Öcalan’ı ne duymak, ne de gör- mek istemişti. 

    Avrupa kamuoyu “lideri” bu şekilde dışlarken, Türkiye kamuoyunda da durum farklı değildi. Halkın tüm çabası, Öcalan’ın bir an önce hak- ettiği cezayı bulması yönündeydi. Beklenildiği üzere, tavır alanların başını, uğruna savaştığını iddia ettiği Kürtler çekiyordu. Kürtler, O’nun karanlık odaklarla birlikte yıllarca kendilerine kan kusturan bir hain olduğunu biliyordu. Bu nedenle Öcalan provokasyonlarının durduruluşunu sevinçle karşıladılar. Ama halkın duyduğu sevinç, biraz da kuşkuyla karışık bir sevinçti. Kuşkuyla karışık sevinç diyorum, çünkü üzerlerinde uzun yıllardır ve hem de kanlı biçimde oyun içinde oyunlar oynanmıştı. Öcalan’ın bilerek, yeni bir plan üzerinde anlaşma sonucu Türkiye’ye geldiği düşüncesi, Kürt halkında da egemendi. Bu nedenle yeni oyunların tezgahlanmasından çekiniyorlardı.PKK’nin 19’cu kuruluş yıldönümünde MED-TV’de Öcalan’ın yaptığı konuşma henüz unutulmamıştı. Bu konuşmasında, durumunun oldukça tehlikede olduğunu, başta ordu olmak üzere devletin çeşitli kurumları tarafından kurtarılması gerektiği yönünde birtakım uyarılarda bulunuyordu;

    “Ciddi bir çözüme adım atanlarla da; devlet içinde de olabilir, bilmem ta istihbarat içinde de olabilir, ordu içinde de olabilir” (9)

    Bu sözler, Öcalan’ın başından itibaren istihbarat örgütleriyle hareket ettiğinin ve onlara her koşulda duyduğu güvenin ifadesiydi. Canını onlara teslim etmişti. Kendilerinden posasını  kurtarabilecek uygun bir yol bulmalarını istiyordu. Biraz da tüm istihbarat örgütlerini orduyla birlikte hareket etmeleri gerektiği konusunda uyarıyordu. Bu nedenle Çevik Paşa’ya övgüler yağdırıyordu;

     “Amerikanın güç vereceği eğilim, getireceği çözüm; Çevik Bir paşa etrafında ve Kürt çözümünü de az çok bağrında taşıyan…biraz da odur. Orta Asya boyutuna kadar kapsamlı bir çözüm projesini tartışıyorlar bunlar.” (10)

    Burada Çevik Bir şahsında “az çok”la bahsettiği “Kürt çözümü”, özünde canıyla ilgili olarak yaptığı pazarlıktan başka bir şey değildi. İster general, isterse başbakan olsun, sorunların çözümü hiçbir zaman bireysel temelde ele alınmaz. Eğer bir devletten bahsediliyorsa, bu devletin bir çok kurumlardan ibaret hiyerarşik bir yapıya sahip olduğu da biliniyor demektir. Yani ortada güçler ayrılığı denilen bir olay vardır. Askeri diktatörlüklerde bile güçler ayrılığı tümüyle bir tarafa bı- rakılarak sorunların çözümü sağlanamaz. O halde Öcalan, neden tek tek kişilere çağrı yapma gereğini duyuyordu? PKK yönetimi ile devlet yönetimini birbirine karıştırdığını sanmıyorum. Üstelik devlet erkine yaptığı çağrılarla kalmıyor, durumunun aciliyetini bildirmek için panik halinde Clinton’a bile haberler göndermeye  başlıyordu;

    “Ben o zaman bir Amerikalı gazeteciye söyledim. Clinton’a dedik siz bir şeyler söylermisiniz? (11)

    Bir gladyo hareketinin başı olarak isteklerinin ne kadarı, nasıl iletilmiştir orasını Öcalan bilir. Ama söylediklerinin iletileceğinden eminmiş gibi konuşuyordu. Yaşamı için riske hiç oynamadığı belliydi. Aynı anda birçok alternatifi harekete geçirmeye çalışıyordu. İstihbarat örgütlerine, orduya ve Amerika’ya kurtarılması için harekete geçmelerini söylerken, dağarcığında satabileceği daha birçok şeylerinin olduğunu da hatırlatmadan geçemiyordu. Bu nedenle de K.Irak’taki siyasal güçlere veryansın ediyordu. Bunların siyasal muhatap olarak kabul edilmesinin Türkiye’nin aleyhine olacağını vurgulayıp duruyordu. Sayısı epeyce kabarık istihbarat örgütlerinin kapılarında boynundaki tasmayla gösterdiği sadakati hatırlatırken, bununla ilgili garantiler de veriyordu;

    “KDP yedi kocalı Hürmüz gibidir. Sahibi çok.. Bir sahibi de Amerika oluyor, güvenilmez. YNK…fazla Amerika’yla oynayamaz, Türkiye’yle oynaması zor. Barzani Amerika’yla oynuyor. PKK üzerinde bazı görüş alış verişleri sanırım yapılıyor. Benim vardığım şey,gelişmeler de bunu doğruluyor.” (12)

    Uzun izahlara hâlâ gerek var mı? Artık Amerika’nın da kendisini ciddiye alabilecek pazarlıklara başladığını ima ediyor. Bu nedenle gereken operasyonun daha fazla geciktirilmeden devreye sokulmasının işaretlerini veriyordu. Yani Amerikan yeşil kartına çoktan sahip olan bir Öcalan’ın varlığından bahsediyordu. Demek ki, Amerika’nın Lübnan Konsolosluğu’yla düzenli görüşmeler meyvesini vermeye başlamıştı. A. Öcalan, CIA’nın 1960’lı yıllardan itibaren tüm NATO ülkeleri içinde işbirlikçileriyle örgütlediği gladyo ekibinin sadece bir üyesi değildi. Aynı zamanda etrafında sağladığı oluşumla ve pratikleriyle, ekibi de aşarak CIA ile direkt bağlantılar oluşturmuş ve her alanda güven veren bir ajan durumuna gelmişti. Türkiye’yi niçin seçtiği şimdi daha iyi açığa çıkıyor.

    Ama bilinen kanallar aracılığıyla ABD ile sürdürülen ilişkiler ve alınan güvenceler, ne olursa olsun Öcalan’ı sakinleştirmeye yetmiyordu. Bu arada sıkça Yalçın Küçük’ün psikolojik terapi seanslarına katılma ihtiyacı duyuyordu.

    Korku ve panik içinde olan bir ruh hastasının terapisti, istediği tedavi yöntemini uygulamakta özgürdür. Yalçın Küçük’te şok tedavi yöntemini uygun buluyordu. Hastayı geçici de olsa ayakta tutmanın, sakinleştirmenin başka yöntemleri üzerinde uğraşmayı pek gerekli görmüyordu. Çünkü hastanın eğilimini, zaaflarını çok iyi biliyordu. Hastanın konumu dikkate alındığında, uyguladığı şok tedavi yönteminin yerinde olduğu söylenebilir;

     “Ancak bir süre kalıcı olarak gelecek bir iktidar, ister askeriye, ister sivil olsun-ama ben askeriyenin gelmesini istemem (Bu kadarcık ‘basit’ jesti de fazla dallandırıp budaklandırmaya gerek yok… Aydın  Üzerine Tezler’in yeni bir cildinde ortaya sürülmüş tez de olabilir. BN)-ama asker gelirse, bu işi çözme ihtimali yüksektir !” (13)

    Aldığı bu tedavi sonucunda A.Öcalan, 17 Şubat’a kadar bekleme sabırlılığını göstermiş ve sağ salim olarak ulaşması gereken yere ulaşmıştı. Avrupa’ya geldiğinde, Türkiye’ye güvenlik içinde gitmesini sağlayacak altyapı çok önceden hazırlanmıştı. Öcalan’ı telaşa düşüren, sadece, her hainde varolan korku ve tedirginlikti.

    Bu anlamda PKK’nin Avrupa’da karanlık ilişkilerini açığa çıkarmada yardımcı olacak bazı olayları vurgulamadan geçemeyeceğim. Öcalan’ın Kenya’dan “paketleniş” operasyonu sonrasında, özellikle Ali Haydar Kaytan’ın, Kani Yılmaz ve daha birkaç kişiyle birlikte apar topar Kuzey Irak’a postalanması önemliydi. Bu kişilerle ortaya çıkan olaylar arasındaki bağlantının çözüme kavuşturulması gerekir. Acaba nelerin üstü kapatılmak istenmişti? Ayrıca, Öcalan’ın Kenya’da korumasını üstle- nenlerden üç kişi kimin adamlarıydı? Özellikle Öcalan’ın bu üç ismin seçiminde diretmesi sadece rastlantı mıydı? Kesinlikle hayır. Öyleyse bu kişiler, Öcalan’la kimler arasında ilişkiyi sürekli kılmakla görevlendirilmişlerdi?

    Öcalan Avrupa’da uçakla seyahat merakını giderirken, uçağın her konakladığı yeri gecikmeli de olsa bir eski öğretmeni aracılığıyla başkalarına bildiren kimdi? Bu şahıs, PKK’den ayrıldığı taktirde vereceği haberler karşılığında yayınlayacağı bildirinin altına kendisiyle birlikte kimin imza atmasını şart koşmuştu? Yine aynı şahıs, PKK’den ayrılma koşulunu neden bir başka şahısın imzasına bağlamıştı? İşin ilginç yanı, bahsettiğim bu zat, aynı tutum içine 1992’de de girmişti. Belli aralıklarla ayrılacağını söyleyen bu şahıs, faaliyetlerine hâlâ “gönüllü” olarak devam ediyor mu? Eğer ediyorsa, bunun hangi ülkenin istihbarat örgütü adına çalıştığı neden açıklanmıyor?

    Ayrıca, halen PKK-MK’de olupta “komutanlık” yapan biri,  Almanya’ da bulunan yakın akrabaları aracılığıyla kimlerle ilişki içindeydi? Bu şahıs ile, PKK’den ayrılmayı ortak bildiri yayınlama şartına bağlayan şahıs arasındaki ilişkilerin durumu nedir? Bu sahışlar veya ekip, Türkiye’de aynı zamanda başka hangi ülkenin hesabına çalışmaktadır?

    Bitmedi. Bir şahıs daha var ki,  bu şahsın uzun yıllardan bu yana  iki ülke istihbarat örgütünün hizmetinde olduğu biliniyordu. Buna rağmen bizzat Abdullah Öcalan tarafından ve 90’lı yıllardan buyana “tam yetki” ile donatılmıştır. Daha sonra aynı şahsın sorumluluğuna verilmiş ekipten bir kişi aracı olarak kullanılmaya kalkışılarak, PKK’den ayrılmış olanlardan birkaç kişi, Öcalan’ın kurduğu bir tuzakla Avrupa ülkelerinden birinin polisine yakalatılmak istenmiştir. Bu kişi halen Avrupa’ da faliyetlerine devam etmektedir. Bu kişinin gerçek kimliği ise sadece Öcalan tarafından bilinmekte. Hatta tüm uğraşlara rağmen hangi ülkenin vatandaşı olduğu dahi bir muamma olmaktan çıkmamıştır. Yine bu şahsın PKK merkez komitesinden iki kişiyle birlikte örgütlenme konusunda ortak kararlar almak için bir Avrupa ülkesinin istihbarat örgütüyle sürekli toplantılar yaptıkları söyleniyor. Hatta toplantıda PKK’nin, Avrupa, K.Irak ve Türkiye’de oluşturulacağı birimlerde bu ülkenin temsilciler bulundurması yönünde kararlar alındığı iddia ediliyor. Karşılığında ise PKK’den ayrılanların bir grup olarak ortaya çıkmalarının ve Öcalan aleyhinde propaganda yapmalarının engellenmesi sözü alınıyor. Verilen yardımların sadece bu kadarla sınırlı olmadığını tahmin etmek güç değildir. Nitekim bu kararlar doğrultusunda ayrılanlardan birkaç kişi bulundukları ülkede tutuklanmış ve tüm hukuk kuralları çiğnenerek iki buçuk yıl ceza istemiyle yargılanmışlardır. PKK’nin Avrupa’da devrimciler üzerinde baskı ve şiddet politikasını sürdürmede birçok ülkenin istihbarat birimlerinin aktif desteği gözardı edilmemelidir.

    Tüm bunlardan sonra, Apocuların nasıl ve kimlerden destek alarak cinayetler işledikleri biraz daha aydınlanıyor. Sadece bu kadar değil; bunlar ve benzeri daha birçok ilişki ağları, Öcalan’ın, kısa bir süre için de olsa, Avrupa’da da ne kadar emin ellerde görev yaptığını ortaya koyuyor.

  

 

SURİYE KAFA TUTACAK GÜÇTE  MİYDİ?

 

 

    Suriye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal koşullar gözönüne alındığında Türkiye’ye kafa tutacak bir durumunun olmadığı görülür. Suriye zaten İsrail’le sürekli savaş hali durumundadır. Yıllardan beri Lübnan gibi bir külfeti omuzlarında taşımaktan yorulmuştur. Ekonomik, siyasal ve askeri bakımdan güçsüzdür. Hele hele SSCB’nin yıkılmasından sonra hem daha güçsüzleşmiş, hem de yalnızlaşmıştır. Her ne kadar bir Arap ülkesi ise de, aralarındaki çelişkilerden ötürü bu ülkelerin birlikte hareket ettikleri pek sık görülmemiştir.

    Ayrıca GAP projesiyle Suriye, her zamankinden daha fazla Türkiye’ ye muhtaç hale gelmiştir. İçinde yığınlarca sorunun üstesinden gelmek için gösterdiği çabalar biryana, başında İsrail gibi bir kılıcın sallandığı Suriye yönetimi, bir de Türkiye’ye kafa tutup başına yeni bir bela daha almayı istemezdi.Yani neresinden bakılırsa bakılsın, Suriye, Türkiye’yi karşısına alacak güçten dün de yoksundu, bügün de yoksundur. Türkiye’nin isteği karşısında hiç diretmeden A.Öcalan’ı bir hafta içinde yolculaması da bunun göstergesidir.

    A.Öcalan’ın bunca yıldır Şam’da kalmasına gösterilen en önemli gerekçeleden biri, Suriye’nin Sovyetler Birliği ile olan ilişkileriydi. Bu gerekçenin sırf kamuoyunu yanıltmak için ileri sürüldüğü apaçık ortadadır. Bu iddianın 80’lı yıllar için bir an geçerli olduğunu kabul etsek bile, 90’lı yıllar için geçerli olduğunu savunmak tamamen artniyet taşır. Kaldı ki geçmişte de SSCB ve diğer Varşova Paktı ülkelerinin politikalarına bakıldığında terör örgütlerini desteklemedikleri görülür. Hele hele PKK’yi kesinlikle kabul etmedikleri biliniyor. PKK’yi her zaman istihbarat örgütlerinin, özellikle de CIA’nın paravana bir örgütü olarak görmüşlerdir. Nitekim Bulgaristan Kominist Partisi’nin bir yetkilisinin A. Öcalan için, “yönü CIA’ya dönük biri olduğunu sanıyoruz” demesi, durup dururken yapılan bir tespit değildir. Benzer tavrı,  Çekoslavakya Komünist Partisi de göstermiştir. Yine 1982’de Yaser Arafat’la görüşmek için olağanüstü çabalar yürüten Abdullah Öcalan’ın, El-Fetih’in Beyrut’taki sorumlusu Salah ve Beyrut’un güneyinde bulunan kamplarının komutanı tarafından azarlandığı biliniyor. Salah ve bu komutan, “şu ana kadar kimlerle görüşüp görüşmediğin bizler için önemli değildir, seni tanımıyoruz ve tanımayız da” diyerek, Öcalan’ı odanın kapısından içeri bile almamışlardır. Ayrıntılarına girmeden gösterdiğimiz bu örnekler, aslında Sovyet’lerin Öcalan ve PKK’ ye karşı olan tavrına da yeterince açıklık kazandırıyor.

    Elbette ülkelerin istihbarat örgütleri arasında her zaman oyunlar oynanır. Oyun içinde oyunlar tezgahlanır. Bunda yadırganacak bir yan yoktur. Bu bazen sergilenen oyunlara kayıtsız kalınarak, bazen de aktörlerden biri olarak yapılır. Bir ülkenin istihbarat örgütünün geliştirdiği eylem planı, bazen bir başka ülkenin istihbarat örgütünün işlerini kolaylaştırır, stratejik veya geçici siyasal amaçlarına hizmet edebilir. 1993’den sonra Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Türk cumhuriyetlerine karşı geliştirilen darbe girişimleri bunun son açık örnekleridir. Sovyetler de, PKK ve Suriye arasındaki ilişkilerde kayıtsız kalmakla yetinmeyi uygun bulmuştur. Kaldı ki, Türkiye’nin Öcalan ve PKK için Suriye’ye yaptığı ve yapacağı baskılar karşısında, Sovyetler Birliği’nin savaştan yana tavır almayacağını, bu ülkenin Ortadoğu ve Kürt politikasını yakından takip etmiş olanlar çok iyi bilir. Yani bahsedilen süre içinde Sovyetler Birliğinin tavrı, Suriye’nin yerel çapta geliştirdiği politikaya müdahale etmemekle sınırlıdır. Uzun yıllar boyunca Ortadoğu’da kurulmuş hassas dengeler vardı ve bu dengelerin korunmasında her iki sistemin de çıkarları vardı. Bu dengeler iki sistem arasında bir uzlaşma sonucu korunuyordu. Yani Türkiye 1998’de koyduğu tavrı SSCB’ nin yaşadığı 1980’li yıllarda  koymuş olsaydı, aynı sonuçla karşılaşacaktı. Bunlar gün gibi ortada olan gerçeklerdir. İleri sürülen Sovyet engelinin ne kadar tutarsız ve samimiyetten uzak olduğu açıktır.

    Bütün bu nedenlerden dolayı diyebiliriz ki, A.Öcalan, Suriye’de bizzat derin devlet denilen güçler tarafından kollanmış, orada kalmasına izin verilmiştir. Bu güçler istediği için burada uzun yıllar yaşamıştır. Suriye istihbarat örgütlerinin ve birçok askeri birimlerinin adeta kalbura benzediğini de unutmamak gerekir. Zaten kendisi tarafından yapılan anlatımlara baktığımızda yurtdışına çıkışının karanlık güçlerce planlandığı anlaşılıyor. Öcalan yurtdışına çıkarken kararı bir günde ve örgütünden kimseye haber vermeden aldığını söylüyor. Öte yandan derin devletle ilgili öyle yorumlar yapıyor ki, bir yerlerle olan ilintileri ve yurtdışında yerine getirmek zorunda olduğu görevleri hakkında ipuçları veriyor. Öncelikle Maraş katliamından, Hilvan ve Siverek olaylarıyla başlattığı bir “gerilla savaşı”ndan, sıkıyönetimden ve 12 Eylül’ün ayak seslerinden bahsediyor. Bu dönemde doğal olarak örgütlerin geri çekilerek Ortadoğu’ya yöneldiklerini anlatıyor. Başlangıçta sol güçlere karşı Lübnan’ da nasıl zorlu bir mücadele yürüttüğünü dile getiriyor, ardından bu mücadeleyi adım adım K.Irak’a nasıl ve neden kaydırdığını izah ediyor.

    Çizdiği yol ve mücadele tarzıyla A.Öcalan, devrimci güçlerle boğuştuğunu her fırsatta belirtmekten gurur duyuyor.

 

GEÇİCİ GÖREV ALANI

 

 

    A.Öcalan, Suriye macerasının ardından Avrupa’ya boşuna transfer edilmemişti. Burada da yarı açık, yarı kapalı olarak son görevlerini yerine getirmek için kolları sıvamıştı. Etrafında şakşakçılar da vardı. Cumhuriyetin 75’ci yıldönümünde Türkiye bir kez daha güç gösterisinde bulunuyordu. ABD ile stratejik işbirliğinin tüm nimetlerini Avrupa’nın önüne sergiliyordu. ABD ise Türkiye gibi güçlü bir ortakla, Avrupa üzerinde politik ağırlığını bir kez daha kanıtlıyordu. ABD-Türkiye ittifakı planlanan hedeflere ulaşıyordu.

    Ulaşılan hedefler nelerdi;

    Herşeyden önce ABD, Avrupa’da politikasına karşı duran sivri uçları bu sayede bastırmıştı. Burada ilk akla gelen isimler, İtalya ve Almanya’ydı. Öcalan’ın İtalya’ya gelişi daha çok da Almanya’yı rahatsız etmişti. Almanya, A.Öcalan’ı İnterpol kırmızı bülteniyle aradığı halde, el altından PKK’ye destek vermişti. Öcalan’ı almayı redderek kendi yasalarına dahi ters düşen Almanya, zor duruma düşmüştü. Demokrasinin hukuk kurallarını ayaklar altına almıştı. Türkiye’ye ikide bir hukuk, insan hakları ve demokrasi dersi veremeyecek konuma itilmişti. Hepsinden önemlisi de PKK’yi görünüşte terörist ilan ettiği açığa çıkartılmıştı. Ortadoğu politikasında kullandığı Kürt ve İslam kozu elinden alınmıştı. 

    İtalya ise Öcalan’ı bahane ederek Avrupa Birliği’nin desteğini alacağını ummuştu. Bu sayede Ortadoğu politikasında Türkiye’yi ve dolayısıyla da ABD’yi sıkıştıracağını sanmıştı. Ama başta Türkiye kamuoyunun gösterdiği şiddetli tepki olmak üzere, başka bazı etkenler yaptığı hesapların pazardan geri dönmesine neden olmuştu. İtalya çabucak dıştalanmış, tutumunda bir başına kalmıştı. Bu, yeni kurulmuş sol eğilimli hükümete, çizilen çerçevenin dışına çıkmaması için yapılmış bir uyarıydı. Ayrıca Türkiye kamuoyunun her alanda geliştirdiği protestolar karşısında büyük maddi zararlara uğramış, şoktan kurtulmanın yolunu sonuçta geri adım atmakta bulmuştu. İtalya bir bakıma Ortadoğu ve Kürt politikasındaki tecrübesizliğinin cezasını çekmişti. Kullanmak istediği silahın çürük olduğunu geç de olsa fark etmişti.

    Öte yandan, çıkışlarıyla Avrupa’nın “haşarı çocuğu” olarak adlandırılan Yunanistan da, Öcalan’ın buraya yaptığı seferle hizaya getirilmişti. O güne kadar başarıyla oynadığı Avrupa’nın “şımarık çocuğu” olma rolünü, bundan sonra olur olmaz oynayamayacağı kendisine hatırlatılmıştı. Öyle ki, Yunanistan neyi nereye koyacağını şaşırmıştı. Her an terörist bir devlet olarak ilan edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Elinde tuttuğu kızgın maşayı kısa sürede atmak zorunda olduğunu an- lamıştı.

    Rusya’ya da aynı şekilde “haddi” bildirilmişti. A.Öcalan’ı kabul etmemesine rağmen günlerce baskı altında tutulmuştu. Türkiye’nin Balkanlar, Kafkaslar’da ve Ortadoğu’da oynadığı rolle, gelecekte oynayacağı rolün önemi böylece kabul ettirilmişti. Sonuçta ABD istediği düzenlemeyi başarmıştı. Yerine oturtulan köşe direklerinin üzerine geçirilen kirişlerin uzunluğu ise Balkanlar’dan, Kafkaslar’a ve Ortadoğu’ ya kadar uzanıyordu.

    İşler bunlarla da bitmiyordu: ABD’nin bu bölgelere yönelik politikasının saç ayaklarından birini oluşturan Türkiye-İsrail işbirliği, Avrupa Birliği’ne kabul ettirilmişti. Bu işbirliği o güne kadar yüksek sesle olmasa da, Avrupa tarafından eleştirilmişti. Böylece Türkiye, Avrupa’ya pazar gücünü, stratejik önemini ve askeri gücünü bir kez daha deklare etmişti. Ve herşeyden önemlisi, Avrupa nezdinde Kürt sorunu bitirilmişti. Bu ne anlama geliyordu? Bu; Lozan’ın tüm Avrupa’ya bir kez daha deklere edilmesi demekti. Avrupa Birliği artık alttan alta, çekingen ve ürkek de olsa isteklerini kabul ettirmek için ikide bir Türkiye’yi sınırlarıyla tehdit edemeyecekti. Böylece Avrupa’nın ikiyüzlü tutumu açığa çıkarılmıştı; Kürtleri emperyalist amaçları için bir koz olarak kullandıklarını kabul etmek zorunda kalmışlardı. Öcalan’ın durumunu bilmelerine karşın gık bile diyememişlerdi. Diyemezlerdi de. Çünkü yıllardan bu yana oluşmuş diplomasi geleneğini bozmaları mümkün de- ğildi.

    ABD’nin politikası zaten bellidir. Geçmişte daha çok iki super güç arasında görülen hegomonya savaşı, SSCB’nin yıkılmasından sonra ABD ve Avrupa arasındaki bir mücadeleye dönüşmüştür. Avrupa artık eskisi gibi ABD’yi dinlememekte, kendisini başı çeken güçlerden biri  olarak görmek istemektedir. Bu anlamda, A.Öcalan’a Avrupa’ya yaptırılan “tarihi sefer”, ABD’nin çok işine yaramıştı. Eline geçen fırsatı hem çok iyi kullanmış, hem de Türkiye ile bunu ustaca kamufle etmesini bilmişti. 

 

 

        II-    RANT KAVGASININ NEDEN VE SONUÇLARI

 

                      1- 15 YIL GEREKLİ MİYDİ?

 

                      2- DIŞ ETKENLERİN ROLÜ

 

                      3- SERHİLDANLAR YUTTURMACASI  

 

                      4- ABARTILAN KİMLİK SORUNU

 

                      5- 15 YIL SONRA NELER DEĞİŞTİ?

 


15 YIL GEREKLİ MİYDİ?

 

 

    Bugünkü sonuçlarına baktığımız zaman, bu soruya olumlu yanıt vermekten başka çıkış yolu yoktur. Ekonomik ve siyasal alanlarda,  askeri örgütlenmede ulaşılan düzeye bakıldığında, geçen sürenin getirilerinin kimlere yaradığı konusunda hemen herkes hemfikirdir. Demokrasinin gelişmediği, yurttaşlık haklarını arama geleneğinin bulunmadığı ülkelerde devleti birtakım entrikalarla yönetmek kolaydır. Kendi içinde bazı riskler taşısa da, devlet yönetiminde bulunmak ve politika yürütmek pek o kadar zor değildir. Bunu yaşadığımız sürecin bizzat kendisi göstermiştir.

    Bu noktada Apocu takımın aktif hizmetleri sonucu ulaşılan hedeflerin belli başlıcalarını biraz daha açmakta fayda var. Süreç neler getirip, neler götürmüştür? Kimin işine ne kadar yaramıştır? Ulaşılan hedefler, aynı zamanda Öcalan ve takımının da aynasıdır. Aynaya bakmaktan korkmak, gerçeklerden kaçış olur.

    Başta A.Öcalan olmak üzere Apocu takımın estirdiği provokasyon ortamı, her şeyden önce Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yaramıştır. Çağa uygun gelişkin teknolojiye önemli ölçüde bu sayede ulaşılmıştır dersek, sanırım bir gerçeği abartmış olmayız. Bu konuda hiçte küçümsenmeyecek bir yol alındığını, ordunun donanım ve eğitim açısından bugün dünyanın en iyi orduları arasında sayılmasından anlıyoruz. Bunun böyle olduğunu yetkili kesimlerden de duyuyoruz. Üst rütbeli subaylar, “Ordumuz savaşı PKK’yle öğrendi” diyorlar. Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak verdiği bir demeçte bu ger- çeğin altını çiziyor;

    “Türk silahlı kuvvetleri bölgedeki düşük yoğunluklu çatışma nedeniyle büyük tecrübe kazandı. Hiçbir komşumuza bizimle çatışmasını tavsiye etmem” (14)

    Apocular’ın 84 provokasyonu, silahlanmaya alabildiğine hız veril- mesinin ana gerekçelerinden biriydi. Tatbikatlar ve sınır ötesi operasyonlar yoluyla modern ve yeni silahlar kullanıma koyulurken, gereken eğitim gerçeğe yakın “savaş” koşulları yaratılarak sağlanıyordu. Bu alanda çoğu kez, traji-komik durumlar yaşanmıştı. Bir yandan “bir avuç terörist” denilmiş, öte yandan adeta bir ordu “cepheye” sürülmüştü. Bu çelişki karşısında zaman zaman kamuoyu nezdinde zor durumlara da düşülmüştü. Oysa önemli olan, Genel Kurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak’ın sözlerinden de anlaşılacağı gibi orduyu eğitmekti. Çünkü PKK’nin niteliği ve özelliği belliydi. PKK sadece bir görünümdü. Özünde amaç; hem orduyu eğitmek, hem de K. Irak’ın önünü tutmaktı. Bu bölgede hemen her konuda söz sahibi olacak bir güç konumuna gelmekti. Bu nedenle tavır, gerek ülke içi, gerekse uluslararası gelişmelerin seyrine göre değişebiliyordu. Zaman zaman Apocular imha ediliyor, zaman zaman da dağ başlarında, mağara kovuklarında kalmalarına adeta göz yumuluyordu. Zaten Türkiye’ nin son 15 yıllık durumuyla ilgili kitap ve araştırmalar okunduğunda  bu çelişkiyi görmek hep mümkün. Bir çok yazar ve gazeteci, helikopterlerin K.Irak’da PKK’lileri çoğu kez görmemezlikten geldiğinden, boş alanları bombaladıklarından bahsediyor.

    Apocu provokasyonların işaret ettiği hedeflerden biri, K.Irak’la ilgiliydi. İran-Irak savaşı ve Körfez krizi sonrasında Saddam’ın bu alanda etinlik kuracak güçten yoksun oluşu, Türkiye’nin bu bölgeyle ilgili kaygılarını giderek arttırmış, buraya müdahale etmenin yollarını arayışa itmişti. PKK ise tam bu noktada başlattığı provokasyonlarıyla, devrimci-demokrat muhalefetin ezilmesi için köprü görevini oynamaya hazır olduğunu bildirmişti. PKK sayesinde bölgeye sayısız seferler düzenlenmiş, sonuçta Türkiye’nin onay vermediği bir çözümün Irak üzerinde hayata geçirme olanağının bulunmadığı, uluslararası planda kabul görmüştür. Bugün Türkiye, K.Irak üzerinde kendi bölgesiymiş gibi rahat ve iddialı konuşmaktadır. Bu ne anlama geliyor? Bu günümüz koşullarında aynı zamanda, K.Irak sorunu Türkiye’ nin de onaylayacağı bir tarzda çözümlenmedikçe, “PKK sorunu”nun bitmeyeceği anlamına geliyor. Çünkü PKK, Türkiye’de yapay bir sorundur. Bunun için Abdullah Öcalan’ın İmralı’da misafir edilmesi, PKK’nin bitirilmesinde fazlaca bir anlam ifade etmiyor. Tersine, bölgeye yönelik niyetlerin gerçekleşmesinde daha aktif bir rol oynacağını ifade ediyor.

    K.Irak’ta yeni bir oluşumun sağlanmak istendiği bir anda, Öcalan’ın İmralı’dan yaptığı çağrı ilginçtir. Öcalan, PKK’ lilere geri çekilme emri veriyor. Üstüne üstlük bunu artık Suriye’den değil, İmralı’dan yapıyor. İnsanların konuşma, yazma, herhangi bir olumsuzluğu protesto etme olanaklarının çok kısıtlı olduğu ülkemizde, 30.000 insanın ölümünden sorumlu tutulan A.Öcalan, habire konuşuyor. Neredeyse PKK’yı İmralı’dan yönetiyor. Strateji ve taktikler geliştirmede fazla sıkıntılı olmadığı görülüyor. Herkes de biliyor ki, pratikte olsun ya da olmasın, böyle bir çağrının hadef gösterdiği nokta, Kuzey Irak’tır. Kaldı ki, PKK’nin geriye çekebileceği fazla bir adamı da yok. Ama önemli olan yine ortalığı karıştırmaktır. A.Öcalan hâlâ dostlar alış-verişte görsün misali içi kağıt dolu bir fileyi orta yerde sallıyor. Çünkü bağlı olduğu çevreler içi boş da olsa bu fileye ihtiyaç duyuyor. Nitekim açıklamasının hemen ardından, “PKK’liler silahlarıyla birlikte Kuzey Irak’a çekiliyorlar” yaygarası kopmaya başladı. Hatta konuşlandıkları yerlerin isimleri ve koordinat- larının dahi bilindiği söylendi. Doğal olarak kafalara şu soru takılıyor; madem ki gidecekleri yer tam biliniyor, o halde neden sınırda tedbir alınmıyor da PKK’lilerin sınırı geçmelerine izin veriliyor? Bir yandan çakıl taşı bile vermemekle öğünülürken, öte yandan sınırların böylesine yolgeçen hanına dönüştürülmesi düşündürücü değil midir? Süper güçlerden Rusya’ya ve gerektiğinde Avrupa’ya  kafa tutacak kadar güçlü olduklarını iddia edenlerin sınır güvenliğini sağlamada böylesine aciz bir druma düşeceklerine inanmak oldukça zor. Ama mesele bu değil. Mesele, bilinen ninnilerle halkı biraz daha uyutabilmektir. Nasıl ki, “terörle mücadele” adı altında halkı 15 yıl boyu uyuttularsa, benzer bir yolla bu süreyi biraz daha uzatmak istiyorlar. Türkiye’de toplum bu ninniye alıştırıldı. Gerçi zaman zaman sıkıntılar da hissedildi. O durumda da plağın arka yüzü çevrildi, ama ninninin içeriği hiç değişmedi; PKK ve terör.

    Nitekim A.Öcalan’ın İmralı’dan yaptığı çağrının ardından hemen sınır ötesi operasyonlara başlandı. Ama nedense tek bir PKK’ liye yine rastlanamadı! Sanki yer yarılmıştı da içine girmişlerdi.  Olur olmaz kullanılan bu taktiğin suyu çoktan çıkmaya başladı. Artık “her yanımız düşmanlarla dolu” marşını dinlemek insanları sıkıyor.Türkiye’ de birileri de ısrarla ve inatla aynı marşı çalmaya devam ediyor. Bu suyu çıkmış taktiğe daha ne kadar başvurulacak onu bilemeyiz. Ama görünen odur ki, bir süre daha böyle gidilecek. Bunu biraz da Irak’ta yaşanan rejim sorunu tayin edecektir.

    15 yıllık “düşük yoğunluklu çatışma”nın bir başka önemli hedefi,Türkiye’deki ilerici demokratik mücadeleyi geriletmek, Anadolu’nun zengin mozaik yapısını tanınmaz hale getirmek, Kürt halkını kendisine yabancılaştırmaktı. PKK burada da elinden geleni ardına koymamıştır. Daha önceki askeri darbelerin ardından görülen devrimci, demokratik yükselişin 12 Eylül sonrasında daha farklı geliştiğine tanık oluyoruz. Eskiden Türk-Kürt kardeşliği temelinde ortaya çıkan mücadele, bu kez tam tersine alabildiğine gelişen bir Kürt-Türk ayrımıyla boğuşmak zorunda kalıyor. Kürtler Türklere güvenmiyordu. Türkler de Kürtler’e kuşkuyla bakıyordu. Çifte baskı altında yerinden yurdundan edilen Kürtler, Batı’nın kentlerinde artık eskisi gibi sempatiyle değil, ayrımcılıkla karşılaşıyordu. Bırakın iş bulmayı, kiralık ev bulmada bile zorlanıyorlardı. Fabrikalarda, okullarda, sokaklarda kısaca hayatın her alanında ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeye başlıyorlardı. Neden? Çünkü bir yandan Türk milliyetçiliği alabildiğine geliştirilmeye çalışılırken, öte yandan Kürt halkı her şeyin sorumlusu gibi gösterilmişti. Sanki yabancı işgal ordularıyla savaşılıyormuş gibi bir hava yaratılmış, milliyetçilik körüklenmişti. Oysa bu “çatışma” ortamının acı bedelini en fazla ödeyenler de Kürtler olmuştu. 30.000 insanın ölümünden bahsediliyordu. Resmi açıklamalara göre bunların 25.000’i zaten Kürttü. Geriye kalanların asker ve polis olduğu söyleniyordu ama belki bunların da önemli bir kesimi Kürttü. Çünkü Türkiye’de kökenine bakılmaksızın herkes askere alınıyor. Bu konuda resmileşmiş herhangi bir istatistik yoktur. Önümüzdeki süreçte açıklığa kavuşacağına inanmak da zor.

    Öte yandan, Türkiye’de uygulanan bu haksız politikaya itiraz edenler, peşin hükümle PKK’li olarak lanse ediliyor, içeri tıkılıyordu. En küçük bir demokratik talep hemen terörizmle damgalanıyordu. İnsanların can güvenliği yoktu. Sokağa çıktığında ölmemek adeta tesadüfe kalmıştı. Çeteler ortalığı kasıp kavuruyor, kirli savaştaki rant kavgasıyla Türkiye uçuruma sürükleniyordu. Aydınlar, sanatçılar, yazarlar, işadamları sokak ortasında vuruluyor, önemli bir kesimi de içeri tıkılıyordu. Çetin Emeç, Uğur Mumcu ve daha birçok  cinayetlerle olayların üzerine cesaretle gidenler korkutulmak isteniyordu. Kısaca, çeteler, derin devlet ve PKK’nin işbirliğiyle Türkiye, kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan bir dönemden geçiyordu. Türk olsun, Kürt olsun çoğu faili mechul cinayette PKK önemli roller oynuyor, ya direkt cina-yetin sorumlusu olarak ortaya çıkıyor veya diğer kesimlerden katillerin koruyuculuğuna soyunuyordu. Hatta bu dönemde işlenecek cinayetler üzerine islamcı odaklarla ortak bir plan geliştirdiği de bilinmekte.

    Kirli savaşın bir diğer amacı; vur kaç ekonomisiyle tekelci sermayenin gücüne güç katmaktı. Tekelci sermaye son on yıl içinde öylesine güçlendirilmişti ki, devleti yönetir hale getirilmişti. “Bölücülük”, “vatan, millet ve Sakarya” sloganları altında kirli savaştan büyük vurgunlar vuruluyordu. Burjuvazi, emekçi yığınlar üzerindeki sömürüsünü katmerleştirerek sürdürürken, kendi içindeki çelişkilerin üzerini de bu yolla kapatmaya çalışıyordu.Hız,en kontrollsüz bir biçimde büyümeye ve sermaye birikimine verilmişti. “Vatanı koruma”nın yükü ise yine yoksul halka bindirilmişti. Emekçi yığınlar açlığın eşiğine her gün biraz daha yaklaştıkça, burjuvazi gücüne güç katmanın mutluluğunu yaşıyordu. Türkiye, sanal savaş naralarıyla Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve Ortadoğu’da Amerika’nın sacayağı haline getirilmişti. Yarattığı milliyetçi çoşkuyla hegomonyacı duyguları kabaran burjuvazi, adım adım bu alanlar üzerinde oynarken, bu bölgelerde “ben de varım, bensiz çözümü aklınızın ucundan bile geçirmeyin” diyecek kadar büyümüş, güçlenmişti.

 

                        

DIŞ ETKENLERİN ROLÜ

 

 

    Elbette Öcalan ve PKK olayının 15 yıl gibi uzun bir süre devam etti- rilmesinin altında yatan nedenler sadece bu kadarla sınırlı değildi. SSCB’nin dağılmasıyla birlikte Balkanlar ve Kafkaslar’da ortaya çıkan gelişmeler de en az diğer nedenler kadar önemliydi. Bu bölgelerde ortaya çıkan gelişmeler, Türkiye’yi nasıl etkilemişti? Yine, bu bölgelerde halledilmiş gözüyle bakılan azınlık ve milliyet sorunlarının, Kürtler’deki kimlik sorununa yansımaları var mıydı? A.Öcalan ve PKK’nin bu yan- sımaya karşı set çekmede oynadığı rol neydi? Bu sorulara verilecek yanıtlar, 15 yıllık bir süreye neden ihtiyaç duyulduğunun bir başka açıdan izahı olacaktır.

    Kafkaslar’da ve Balkanlar’da ortaya çıkan gelişmeler karşısında Batı Avrupa’nın bile şaşkınlığa sürüklendiği söylenebilir. Batı Avrupa, milliyetçiliğin toplumların gelişmesinde oynadığı rolü çoktan aşmış ve uluslaşmasını tamamlamış, sınır sorunlarını halletmiş, milliyet ve mezhep farklılıkları gibi sorunlarını büyük oranda çözümlemiştir. Ama gelişmiş endüstri ve sermaye gücüne rağmen, Balkanlar ve Kafkaslar’ daki dalgalanmalar karşısında başlangıçta gözle görülür bir tereddüt geçirmiştir. Batı Avrupa’nın kararsızlığı, ortaya çıkan milliyetçilikle siyasal hareket tarzını nasıl bütünleştireceği noktasında düğümleniyordu? Geçmişte Asya, Afrika ve Ortadoğu’ya dayattıkları ulus-devlet modelinde mi ısrar edeceklerdi, yoksa ortaya çıkan her ayrılma eğilimine destek mi vereceklerdi? Bir yol ayrımına gelinmişti. Güç ve deneyimlerini kullanarak Kafkaslardaki bağımsızlık hareketlerini desteklediler. Bu destekte rol oynayan esas neden, gelecekteki stratejik çıkarlarıydı. Balkanlar’daki parçalanmaları ise stratejik önemine göre desteklediler veya geçici uykuya bırakarak halletmeye çalıştılar. Geçmişte daha çok Ortadoğu’ya dayattıkları modeli Balkanlaşma şiarını önplana çıkartarak yapmak istediylerse de bunda pek başarılı olamadılar.

    SSCB’nin yıkılışıyla birlikte Balkanlar’da ve Kafkaslar’da ortaya çı- kan milliyetçi kasırgadan Kürt halkının etkilenmemesi düşünülemezdi. Türkiye’de, Kürt halkı üzerindeki asimilasyon politikası birçok engellerin yanısıra Sovyetler döneminde Erivan’ın kültür alanında yaptığı faaliyetlere ve Barzani hareketinin yıllarca geliştirdiği direnişe takılıyordu. Dolayısıyla Balkan ve Kafkaslar’da gelişen milliyetçi dalgalanmarın boyutları dikkate alındığında, ister istemez bu ayaklanmaların Kürt halkına yansımaları çok daha geniş boyutlu olacaktı. Türkiye de yaşa- nan şaşkınlığın nedenlerinden biri buydu. Beklenilmeyen taraftan gelen rüzgâra hazırlıksız yakalanılmıştı.

    Türkiye bu bölgelerdeki gelişmeler karşısında sarsıntıya uğrayan ülkelerin başında geliyordu. Ayrıca bu bölgeler ve Ortadoğu üzerinde birbirleriyle rekabet içinde olan emperyalist güçlerin faaliyetleri paniğe yolaçmıştı. Bu panik farklı kültürleri hazmedememekten kaynaklanıyordu. Aslında demokrasi tüm kurum ve kurallarıyla işlerlik kazanmış olsaydı bu tür gelişmeler karşısında böylesi bir çelişkiyi yaşamayacaktı.  Demokrasisi hâlâ kör topal yürüyordu. Üstelik bu konuda fazla bir çaba da harcanmıyor, demokrasiyi geliştirmemekte ayak diretiliyordu. Bu tutum ve anlayışla gelişmeler karşısında tutarlı bir tavır sergileyebilmek mümkün değildi. Cumhuriyetten buyana inkâr edilen Kürt sorunu beklenmedik bir anda ve farklı bir zeminde kendini dayatmıştı. Mevcut konumuyla ciddiye alınmama korkusunu sürekli içinde taşıyordu. Kaldı ki, milliyetçiliğin geliştiği Kafkaslar ve Balkanlar’da halklar birbirlerini inkâr etmiyordu. Oysa, Türkiye yıllardan beri Kürtlerin varlığını bile kabul etmemişti.

    Bu durum karşısında kafalar, herzamanki gibi en kolaycı çözümler üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştı. Bu “yaratıcı” kafalara göre dünya dönüyordu ama Kürt meselesi gündemleştiğinde herşey duruyordu. Yeni çözümler bulmak gerekiyordu.

    Bulunan temel çözüm biçimlerine gelince;

    Birincisi; Kafkaslar’da kabaran Türk milliyetçiliğini olduğu gibi Anadolu’ya yaymaktı.

    İkincisi; Öcalan ve PKK provokasyonunu mümkün olduğunca geniş çaplı kılmak ve bundan sonuna kadar yararlanmaktı.

    Bir yandan Avrupa Topluluğuna girmek için can atar gibi bir görünüm verilirken, bir yandan da toplumda milliyetçi duygu ve düşünceleri geliştirmenin çabası veriliyordu. Aslında bu dönemde Türkiye, Avrupa Birliği’ne girmede kesinlikle samimi değildi. Avrupa’nın kabul etmemesinden ziyade, kendisini henüz hazırlıklı görmüyordu. Çünkü Paris ve Köpenhag kriterlerinin ne anlama geldiği çok iyi biliniyordu. Aday olun- duğu taktirde Köpenhag kararları doğrultusunda uygulamalara geçilmesi zorunluydu.Ertelenmesi için herhangi bir bahane gösterilemezdi.

    Demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesi de her zamanki gibi “erken” bulunuyordu. Yani bilinen mantıkla, toplumun aydınlanması, demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesi “Türkiye’ye özgü demokrasi” bahanasiyle sakıncalı görülüyordu. Onca yıldır uygulandığı iddia edilen serbest pazar ekonomisine rağmen, “halka neyin, ne zaman gerekip gerekmediğini yönetim bilir” anlayışı henüz sürüyordu. Elbette bu mantık ve anlayışın devam ettirilmesinde rol oynayan esas nedenlerden biri, Kürt sorunuydu. Bu soruna istenilen doğrultuda yön verecek bir güce ulaşılamadığı sürece, Avrupa Birliğine girme sakıncalı bulu- nuyordu.

    Bu nedenle Kafkas ve Balkanlar’daki milliyetçi gelişmelere paralel olarak Anadolu’nun dörtbir köşesinde adeta yeniden bir Türk kimliği arayışı içine giriliyordu. Türk milliyetçiliği en ilkel biçimlerle ve tamemen çağdışı bir anlayışla açığa vuruluyordu. Artık “ne mutlu Türküm diyene” sloganı dahi yeterli görünmeyip, “ne mutlu Türk olana” sloganı önplana çıkarılmıştı. Gelişmemiş ve uluslaşma sürecini tamamlayamamış olmanın tüm kompleksleri kendisini gösteriyordu. Bin yılların Anadolu mozaiği, acımasız yöntemlerle yokedilmek isteniyordu. Modern çağın gelişmelerine tipik bir köylü zihniyetiyle karşı duruluyordu. Olmadık kahramanlık hikayeleri ve yine olmadık kahramanlar yaratılmıştı. Sokaklar artık “Büyük Türkler”den geçilmez olmuştu. Oysa bu türden ilkellikler ne Kafkaslarda, ne de Balkanlar’da görülmüştü. Bir Gürcüden, bir Ermeniden, bir Kürtden doğma adeta suç unsuru haline gelmişti. Türk olmayan milliyetlerden doğmama ise insanların elinde değildi. Tüm halklar için geçerli bu durum, Anadolu için daha bir anlamlıydı. Anadolunun bin yıllık önlenemeyen bir gerçeği ve özellikle de ayrıcalığıydı. İşte kitleler böylesi akıl almaz paradokslarla karşıkarşıya bırakılmıştı. Bir dönem Ermeni-Yezidi-Kurmanç üçlüsü ile ve zaman zaman da alevilerle sunniler arasında oynanan oyunlar, bu yıllarda tekrar sahneye konulmuştu.

    Ama bu sefer oyunlar sadece Doğu ile sınırlı bırakılmamış, nere- deyse Türkiye çapında oynanmaya başlanmıştı. Karadeniz ve Akdeniz’ de geliştirilen provokasyonlar bunun açık örnekleriydi. Akdeniz ve Karadeniz’de alevilerin yoğunlukla yaşadığı bölgeler, hiçte tesadüfi seçilmiş bölgeler değildi. Balkanlar ve Kafkaslar’daki milliyetçi ve dinsel ayrılıkçılığın bu bölgelere yansımasının önü, bu provokasyonlarla alınmak istenmişti. Uygulanan; zayıf yönetimlerin korku salma politikasıydı. Farklı kültürleri ve farklı mezhep gruplarını zorla bastırma taktikleriydi. Çete, mafya, PKK ve bunların devlet içinde yuvalanmış siyasal destekçileri ülkemizi tapulu arazisi haline getirmişlerdi. PKK’ nin ikide bir “Karadeniz”, “Akdeniz” dosyaları açması, derin devletin bilgisi ve işbirliği dahilindeydi.

    Bu dönemin tipik özelliği; bir yandan olmadık sinsi planlarla kitleler- de Türk-İslam ideolojisini geliştirme, öte yandan da cumhuriyeti koruma adına baskı ve şiddet politikasının dozunu alabildiğine arttırma olarak özetlenebilir. Kemalizm ve laiklik zırhı arkasına sığınılarak devleti koruma adına, zaten bir türlü yükseltilemeyen demokrasi ve özgürlüklerin çatısı durmadan aşağıya çekiliyordu. Oysa, cumhuriyeti korumanın yolunun demokratik hak ve özgürlükleri geliştirmekten geçtiği çok iyi biliniyordu. Egemen güçler bol bol cumhuriyet savunuculuğu yaparken, sözbirliği etmişcesine demokrasiyi genişletmenin gerekliliği üzerinde durmamayı temel almışlardı. Çünkü gelişmiş demokratik bir ortamda, çapulculuğu sürdürme olanağı yoktu. Demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerden yoksun kılınmış kalaslar üzerinde duran bir cumhuriyet işlerine daha çok geliyordu. Kemalizm ile ümmet toplum anlayışını çakıştırmaya yönelik faaliyetler başka türlü yürütülemezdi. Dolayısıyla solun başında balyoz hiç eksik edilmiyor, devrimci-demokrat kitle örgütlenmelerinin haksızlığa karşı her çıkışı şiddetle bastırılıyordu. Aydınlar üzerinde acımasız bir terör estiriliyordu. Düşünme, düşündüklerini kaleme alma suçların en büyüğü sayılıyordu. Teröre karışmayanlar neredeyse potansiyel suçlu kabul edilmişti. Bu nedenle de, bu dönemde faili meçhul cinayetlere kurban giden aydınların sayısı oldukça yüksekti. Bunlar ve benzeri uygulamalar; korkak, bencil, gelişmeler karşısında bağımsız insiyatif koymaktan uzak, korunmacılığa alışmış bir burjuvazinin sergileyebileceği  tavırlardı.

    İşte böylesi bir geçiş döneminde PKK’ye ihtiyaç vardı. PKK, yığınların dikkatlerini dağıtmanın, egemen güçlerin çirkefliklerini örtülemenin, hak arama ve düşünce özgürlüğünü bastırmanın bulunmaz bir aracıydı. Milli gelirin kişibaşına dağılımının 3000 dolar olduğu toplumlarda bu tür acımasız entrikaların çevrilmesi, dolayısıyla anti-demokratik uygulamaların ciddi engellerle karşılaşmaması pek şaşırtıcı olmasa gerek.

    Egemen güçlerin izlediği seyre bağlı olarak PKK’nin de eşzamanlı bir biçimde aynı taktikleri ve yöntemleri izlemesi beklenen bir durumdu. Abdullah Öcalan, SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte artık sosyalizm maskesini bir tarafa bırakıyor, yerine islamcı maskeyi takıyordu. İslamcı fırtınaların hızına kapılarak hemen tüm konuşmalarında ve demeçlerinde islamcı düşünceyi işlemeye başlamıştı. 90’lı yılların başından itibaren güdümlü birçok islamcı grup PKK’nin yedeğine verilmişti.  Sosyalizmi eleştirilip yerden yere vuran A.Öcalan, kendisini son peygamber olarak ilan etmeyi de ihmal etmiyordu. Hatta zaman zaman peygamberlikle yetinmeyi az buluyor, tanrılığa kadar yükseliyordu. Bunu müritlerine onaylatmaktaysa hiç zorlanmıyordu;

     “Hiç bir felsefi tanımlama veya teorik yargı, tek başına Abdullah Öcalan’ı tümüyle kendi kapsamına alacak bir genişliğe sahip değildir. (…) bunun anlaşılması için ise, deyim yerindeyse insanın bugünkü sistem çerçevesi dahilinde oluşmak zorunda bırakılmış bir anlama gücü yetmemektedir. (…) Başkan Apo’nun gerçeği, sadece onun sözle dile getirdiği teorik literatürün toplamı bir gerçek olmaktan son derece uzaktır ve bu türden bir yargı olayın anlaşılmasında eksiklik yaratmaktan da öteye, oldukça yanılgılı sonuçlara götürecektir.(…) Onun tanrısal bir güç olarak değerlendirilmesinin en başlıca bir sebebi de,onun anlaşılmasının zorluğundan kaynaklanmaktadır.”(15)  

    Böylesine anlaşılmaz saçmalıkları aktarmak zorunda kalışımız elbette hoş bir durum değil. Ama ıslam gizemciliği adına Apocu kafaların nasıl bir mantık silsilesine sahip olduklarını anlamak açısından iyi bir örnektir. Gerek yerel, gerekse genel seçimlerde islamcı parti ve gruplarla işbirliğine niçin gittikleri şimdi daha kolay anlaşılıyor. Hatta bazı adaylar için para karşılığı oy avcılığı yaptıkları da biliniyor.

    Sadece islamcılığın değil, Türk milliyetçiliğinin alabildiğine pohpohlandığı dönemlerde A.Öcalan ve PKK’nin de aynı şekilde milliyetçi propaganda ve ajitasyona hız verdiğini görüyoruz;

    Türk boy beyleri Ortadoğu’ya yönelişlerinde ve sınıflı toplumda mesafe alışlarında -ki bu feodelleşmedir- görüyoruz ki, başkalarının topraklarını işgal etmek kadar, insanlarını ve tabii ki kadınını da köleleş- tiriyorlar. Halihazırda halen etkilendiğimiz dünya, oluşan kişilik bunun sonucudur. Kadının bir meta konusu haline getirilmesinde Türklerin Ortadoğuya yayılmasının çok ciddi bir rolü vardır…”(16) 

    Azgınca geliştirilen Türk milliyetçiliğine paralel olarak A.Öcalan da sahte Kürt milliyetçiliği yapmış, halklar arası düşmanlıkları körüklemek için elinden geleni ardına koymamıştır. Kürt kadının ezilmişliğini ve çağımızda hak ettiği yere gelememiş olmasını, Türk halkının varlığına bağlayacak kadar dengesizleşmiştir. Sadece Kürt kadınının değil, genelde kadınlar üzerindeki baskıyı tarihi süreç içindeki üretim ilişkilerinden ve sosyal gelişmelerden bağımsızlaştırarak, Türkler’in Anadolu’ ya yerleşmesine bağlayacak kadar zırvalamıştır. Elbette bunları durup dururken ortaya atmamıştır. Onun tüm çabası, egemen güçlerin dönemlere göre geliştirdiği konseptleri, aldığı sorumluluk düzeyinde harfiyen uygulamak olmuştur. Buradaki görevi de Türk milliyetçiliğini tamı tamına taklit etmekti. Daha doğru bir deyişle, Türk milliyetçiliğinin Doğu’da yaygılmaşmasına hizmet ederek, Kürt kimliğinin bastırılmasına yardımcı olmaktı.

    Demokrasinin geliştiği ülkelere baktığımızda toplumun sorgulayıcı olduğunu görüyoruz. Amerika’da Buch ve İngiltere’de Margaret Theatcher hükümetleri, Körfez savaşında birkaç asker kayıbıyla sınırlı kaldıkları halde, sırf savaş yanlısı tutum takındıklarından dolayı iktidarlarından oldular. Ülkemizde ise insanlar bırakalım hesap sormayı,  küçümsenmeyecek bir kesim marşlar eşliğinde savaş kışkırtıcılığına alkış tutmuştur. Bu durum, yerine oturmamış, uluslaşmasını henüz tamamlayamamış toplumlara özgüdür. Yani toplumun sanayileşmesiyle, kalkınmışlık ve eğitim düzeyi ile ilintilidir. Orta öğrenimi bitirmiş gençliğin yarısına yakın sayılacak bir bölümü İmam Hatip okullarından mezundur. Aktif olan işgücünün neredeyse yüzde seksenine yakın bir kesimi ilkokul diplomalıdır. Lise mezunları içinde üniversiteye devam edenlerin oranı henüz yüzde yirminin altındadır. Mesleki eğitim hiçe sayılmıştır. Halk her türlü sosyal güvenceden uzak, asgari ücretin altında, günlük ekmek parasına çalışmaya mahkum edilmiştir. Böyle bir toplumda şiddetin kutsanır hale getirilmesine şaşmamak gerekir. Nitekim, azgın ulusal milliyetçilik, daha çok emekçi sınıfların lumpen kesimlerinde etkili olmuştur. Türkiye’de 1980’lerden buyana köylülüğün içinde bulunduğu durum ve göçlerden dolayı büyük kentlerin kenar mahallelerinde yoğunlaşan nüfusun ekonomik ve sosyal koşulları düşünülürse, bu tarz bir milliyetçiliğin gelişip güçlenmesi doğaldır. 

    Birçok alanda çağdışı koşulların egemen olduğu ülkemizde, PKK gibi bir maşanın ortaya çıkıp kitleler üzerinde terör estirmesi kolaydır. PKK’nin bir dönem için yerine getirdiği yükümlülüklerin doğurduğu sonuçlar bilince çıkartılırsa, niteliği de çok iyi kavranır. Bugün PKK torbasının ağzı büzülmeye başlanmıştır, sıkılması ise daha çok Kuzey Irak’ taki gelişmelere ve derin devlet diye ifade edilen güç odaklarının devlet içinden tamemen sökülüp atılmasına, yani siyasi erkte ayrışmanın netleşmesine bağlıdır.

    İşte saydığımız bütün bu nedenlerden ötürü egemen güçlerin 15 yıl gibi uzun bir süreye ihtiyacı vardı. A.Öcalan ve PKK’nin sunduğu hizmetler sayesinde bu sürenin en iyi biçimde değerlendirildiği söylenebilir.

 

 

SERHİLDANLAR YUTTURMACASI

 

 

    Serbest pazar uygulamalarına geçilmesiyle birlikte yoğunlaşan sınır ticareti yeni gelişmelerin habercisi olma özelliğini taşıyordu. Yine, K. Irak’ta yürütülen mücadelenin olası etkileri, egemen kesimleri düşündürmeye başlamıştı. Gerçi bu yönlü tedbirler çok önceden alınmıştı ama alınan bu tedbirlerin derinleştirilerek sürdürülmesi gerekiyordu. Bahsettiğimiz bu tedbirlerin önemli halkalarından birini oluşturan PKK, 90’lı yılların başından itibaren bir de bu yönlü hizmetler vermeye başlamıştı. Şırnak, Cizre, Nuseybin vb. yörelerde sınır ticaretinin yoğunlaşması ve bu ticari ilişkilerin sürdürülmesi süreci içinde K.Irak’tan muhtemel etkileşim, PKK’nin devreye girmesiyle engellenmişti. Yani ortaya çıkması muhtemel bir  kimlik sorunu arayışının önü daha başlamadan alınmıştı. PKK’nin “serhildanlar” diye yutturmaya çalıştığı şey, aslında derin devletin bilinçli uygulamalarından başka birşey değildi. Amaç; hem K.Irak’tan muhtemel bir etkileşimi engellemek, hem de bu süreç içinde sınır ticaretine çete ve mafyanın egemen olmasını sağlamaktı. Nitekim bu konuda 92’den itibaren büyük başarı sağlanmış, geçimini sınır ticaretiyle sağlayan kesimler haraca bağlanmıştı. Derin devletle işbirliği halinde bu pastadan önemli pay alanlardan biri de PKK, yani Abdullah Öcalan olmuştu. Aynı zamanda bu süreç içinde yatırımcı burjuvazinin gelişmesi engellenmiş ve talancılığın egemen kılınması bizzat PKK aracılığla başarılmıştı. Abdullah Öcalan’ın, yörenin büyük feodal beyleriyle, aşiret reisleriyle ve mafya liderleriyle yürüttüğü görüşmeler sonucunda sınır kapıları bölüşülmüştü. “Serhildanlar”, bahsettiğimiz bir de bu karanlık ilişkileri örtülemede kullanılan araçtı. 18 Nisan 1998 seçim sonuçları da “halk hareketi” diye yutturulmaya kalkışılan olayların kimler tarafında düzenlendiğini açık biçimde göstermektedir. “Kale” olarak nitelenen birçok kaza ve beldede MHP, birinci parti durumuna yükselmiştir.

    Aynı oyunlar kısa bir dönem için Karadeniz’de de yürürlüğe konulmak istenmişti. PKK’nin  “Karadeniz Dosyası” açtığı dönem, bölge halkının büyük çalkantılar içinde bulunduğu bir döneme denk gelmekteydi. Özellikle kırsal kesimde sisteme karşı gelişen bir muhalefet vardı. Halk bir yandan ürünlerine yüksek taban fiyatlar isterken, bir yandan da devlete sattığı ürünlerin parasını alabilmenin mücadelesini vermekteydi. Diğer alanlarda olduğu gibi işsizlik, yoksulluk ve göç bölgenin en büyük sorunuydu. Köylülerin sattığı ürünler, banka ve kooperatiflerden aldıkları kredilerin faizlerine yetmiyordu. 60-70’li yılların köşebaşı faizcileri ve vurguncuları, ipotekçileri işbaşına geçmişti. Küçük işletmeler ve esnaf arka arkaya kepengler indirmeye başlamıştı. Hükümet sorumluları bölgeye seyahat edemez hale gelmişti. Halk geniş katılımlı protesto ve mitinglerle sesini duyurmaya hazırlanıyordu. 68-70 dönemi adeta yeniden gelmek üzereydi. Ayrıca ekonomik ve sosyal koşullardan kaynaklanan sorunlar, kısa sürede halledilecek sorunlar değildi. Derin devlet bu durumdan yararlanmak için kolları sıvamakta gecikmemişti.  Emirlerine amade olan PKK, her yerde olduğu gibi Karadeniz’de de imdadlarına yetişmişti. İki-üç çapulcusuyla Karadeniz’de olduğunu hergün TV ekranlarından duyurmaya başlamıştı. Bu arada Gürcü-Laz, Gürcü-Türk ve alevi-sunni vb. yapay çelişkiler de sürekli körükleniyordu. Bu yolla Kafkaslar, Rusya Federasyonu ve Avrupa’ya yönelik ticaret yolları tutulmak istenmişti. Geliştirilmek istenen provokasyonlar, mafyanın, çetelerin ve bu arada A.Öcalan’ın daha büyük kârlar ve kazançlar sağlamasına yarayacaktı. Amaçları uzun süreli bir provokasyon geliştirmekti ama başaramadılar. Karadeniz tamamen farklı bir yapıdaydı. Bölge hassas dengeler üzerine kurulmuştu. Yöre halkının uyanıklığı ve siyasal gelişmelerin farklı boyutlar kazanması sonucu, bölgede geliştirilmek istenen provokasyonların önü erkenden alınmıştı.

    Uygulanan yöntemler başka ülkelerde toplumun altüst oluşuna neden olacak kadar tehlikeli yöntemlerdi. Öyleyse derin devletin bu kadar geniş çember içinde hareket etmesine aktif tavır neden alınmamıştı ? Açık ki,  egemen güçler, PKK  ve Abdullah Öcalan aracılığıyla siyasal hedeflerine ulaşmayı amaçlarlarken asıl güvendikleri şey, Kürtler’in bir kimlik arayışı içinde olmamalarıydı. Daha başka bir ifadeyle, kimliğini bulmuş bir toplumla karşı karşıya olmadıklarının bilincindeydiler. Toplumun kimlik arayışından çok, daha iyi bir sosyal yaşam peşinde koştuğunu çok iyi biliyorlardı. Aydınların da toplumu etkileme gücünün oldukça sınırlı olduğunu bilmek için kâhin olmaya gerek yoktu. Serbest pazar ekonomisine geçildiğinden bu yana özellikle sosyolojik araştırmalara hız verilmesi boşuna değildi.

    Bunları söylerken, Kürtler’in tamamen bu yönlü çabaların dışında kaldığı elbette iddia edilemez. Örneğin; yaygın bir okuyucu kitlesi olmamasına karşın, bilinen bu çabalar sonucunda yayınlanan Kürtçe kitaplar artmıştır. Kürtçe kasetler çoğalmıştır. Televizyonlarda hiç çekinilmeden ”ben Kürdüm” denilmeye başlanmıştır. Eskiden bırakalım televizyon ekranında, Batı’nın her hangi bir şehrine gidildiğinde bile ”Kürdüm” demekten korkulurdu. Şalvar veya puşuyla pek fazla gezilmezdi. Bunlar aşağılanmanın bir gerekçesi olarak görülürdü. Kimilerince basit gözükse de, bu tür aşamalar bir halkın kimlik mücadelesinde önemli noktalardır. Örnekler çoğaltılabilinir. Ama tüm bunlara rağmen, Kürtler kimlik için mücadele eder konumda değildi. Çabalar, her bölgede olduğu gibi daha çok ekonomik ve sosyal sorunları aşma çabalarıydı.

    Yeri gelmişken sorunu biraz daha açmakta yarar var.

 

 

ABARTILAN KİMLİK SORUNU

 

        

    Derin devlet desteğinde Öcalan ve takımı ellerine tutuşturulan projeleri hayata geçirmeye çalışırken, herşeye rağmen karşılaştıkları ciddi sorunlar da vardı. Hedeflerine ulaşmak için uyguladıkları yöntemlerin bir çok noktada ters tepişi sözkonusuydu. Özal’ın tek başına iktidar olduğu dönemde, hızlı ve kontrolsüz bir biçimde uygulamaya koyduğu serbest pazar ekonomisi, Doğu ve Güneydoğu’da daha yıkıcı bir hâl almıştı. Yoksulluk ve sefalet Batı’ya oranla daha yaygın bir hal- deydi. Bütün bunlara rağmen, milliyetçi duygular ve kimlik arayışının yerini farklılıkların yontulması almıştı. Bunda gerek yoğun biçimde Batı’ya göçün getirdiği olanakların, gerekse de aydınlanma ve bilinç düzeyinin daha çok orta sınıflar arasında gelişmesinin rolü vardı. Ayrıca PKK’nin topluma yönelik terör politikasında Türk milliyetçiliğinin propaganda ve ajitasyon yöntemlerini temel almasının da önemli etkileri olmuştu.

    Aynı döneme denk gelecek biçimde, 80’li yıllar boyu geliştirilen serbest pazar uygulamaları, etkisini, daha net biçimde 90’lı yıllarda vermeye başlamıştı. Ulaşım, eğitim, haberleşme ve ticaret alanlarında yaşanan gelişmeler, Kürt toplumunun da dünyaya açılmasını sağlamıştı. Bu anlamda Balkanlar’da ve Kafkaslar’da esen milliyetçi rüzgârların, kendisini, aynı biçimde Türkiye üzerinde göstermesi mümkün değildi. Türkiye’de bunun etkisini azaltacak ciddi sosyal gelişmeler  vardı. Aynı döneme denk düşecek biçimde Kürtçe gazeteler, kitaplar yayınlanıyor, Kürtçe türküler serbestçe söyleniyordu. Kürtçe basılan kitaplar, gazeteler ve kasetler sayı olarak artmıştı ama satış oranları oldukça düşüktü. Hatta maliyetlerini karşılamaktan dahi uzaktı. Kürtçe basın ve yayın alanında karşılaşılan bu durum, aslında şaşırtıcı değildi. Durumu sadece baskı ve korku nedenleriyle açıklama, sorunu en ucuz bir yöntemle savuşturmadır. Elbette Kürtçenin eğitim-öğretim dili olarak kullanılmaması ve yasak olması bir nedendir, ama bunu her türlü gelişmenin önünde tek başına belirleyici olarak görme de yanlıştır.

    Yine Doğu’dan Batı’ya milyonları bulan bir göç dalgası yaşanmıştı. Ama aynı dönemde büyük kentlere iç bölgelerden de büyük göçler vardı. Doğu’dan gelen göçlerle iç bölgelerden gelen göçler büyük kentlerde aynı kaderi paylaşmaktaydı. Paylaşılan da, yoksulluk ve sefaletti. Sanayideki gelişmeyle orantısız yaşanan göçün zaten paylaşacağı pek fazla bir şey yoktu. Çünkü göçler gelişen sanayinin kat kat üstündeydi. Böylesi koşullarda Kürtlerin kimlik arayışı peşinde koşmaları beklenemezdi. Nitekim Batı’ya göç eden Kürtler arasında kimlik arayışına yönelik bir gelişme de yaşanmamıştı. Buna rağmen PKK’yi Türkiye’de olan biten tüm olumsuzlukların kaynağı olarak tanımlama, egemen çevrelerin işine geliyordu. Böylece ezilen emekçi yığınların her eylemi, demokrasinin geliştirilmesi için yürütülen her çaba daha kolayca boşa çıkarılıyordu. PKK, egemen güçlerin elinde, devrimci demokratik mücadeleye karşı kullanılan sihirli bir değnek gibiydi. Egemen güçler açısından yönetim adeta sorunsuz hale getirilmişti. Yönetime gerekli olan “dikensiz gül bahçesi” Öcalan ve güruhu tarafından yaratılmıştı. Böylece en önemli görevlerinden birini daha başarıyla yerine getirmişlerdi.

    Orta sınıfların da Kürt sorunu diye bir sorunlarının olduğu söylenemez. Aydınlanma, bilinç ve kültür bakımından gelişkin olanlar da bu kesimlerdi. Sorunu bu biçimiyle önplana çıkarmaya çalışanlara zaten olumlu bir gözle bakılmıyordu. Bu kesimlerin içinde yer alan bürokratlar, esnaflar, küçük üreticiler vb. ekonomik zorluklar içinde çırpınıp, günlük yaşamını devam ettirmenin çabasını veriyordu. Ayrıca, dünyadaki gelişmeleri izledikce kimlik arayışından çok, daha iyi bir sosyal yaşam çabasına yöneliyordu. Biraz palazlanmış durumda olanlar ise, daha fazla kazanmanın ve çağa uygun modern yaşantı sağlamanın peşinde koşuyordu.  

    Gelişmekte olan burjuvazi ise daha fazla kâr etmeyi, büyümeyi, holdingleşmeyi hedef olarak önüne koymuştu. Bölgede büyümeye ve gelişmeye başlayan burjuvalaşma artık direkt Avrupayla ilişki içine girmişti. Bu anlamda ne “alt” ne de “üst” kimlik diye bir sorunları yoktu.

    Egemen güçlerden feodallere gelince; bunların eskiden bu yana olan tavır ve anlayışlarında hiç bir değişiklik olmamıştı. Bu kesimin verdiği tek kavga hızla burjuvalaşma arzusundan başka birşey değildi. Bütün çabaları; serbest pazarın sunduğu olanakları devlet ve bürokrasiyle olan bağlantılarıyla birleştirerek bir an evvel burjuvalaşmaktı.  Feodallerin önemli bir çoğunluğu, paralarıyla şehirlerde ev satın alarak sadece keyfe bakan feodaller olmaktan çıkmıştı. Banka kredileriyle beslenmede fazla zorluk çekmediklerinden, sanayi yatırımlarına, işletmelere el atarak veya Batı’da ortaklıklar kurarak burjuvalaşıyorlardı. Böylesi bir geçişle sanayici olup olmayacakları ayrı bir tartışma konusudur. Ama kabul etmek gerekir ki, Avrupa anlamında bir burjuvalaşma da hayalciliktir.

    Yoğunlaşan kapitalist ilişkiler içinde Hakkari, Şırnak ve Van gibi geçmişin en katı feodal ve aşiret ilişkilerinin hüküm sürdüğü bölgelerde bile ekonomik ve sosyal alanlarda çok ileri gelişmeler ortaya çıkmıştı. Artık bölgede kırsal kesime kadar rock ve pop müziği dinlenir hale gelmişti. Katı feodal gelenekler önemli oranda aşınmaya başlamıştı. Bunun yanısıra, serbest pazar uygulamalarıyla birlikte aşiret ilişkilerinin de geçmişten daha yoğun bir tarzda çözüleceği umulmuştu ama bir ölçüde tersi oldu. Çünkü PKK’nin halk üzerinde geliştirdiği terör karşısında aşiretler varlıklarını ve çıkarlarını ayakta tutacak arayışlar içine girmişlerdi. Bu da daha çok aşiretler halinde köy koruculuğuna yönelme olarak kendini göstermişti. Köy koruculuğu ister istemez toplumun aşiretsel bölünmüşlüğünü pekiştiren bir etkiydi. Korucu aşiretler, devlet tarafından sağlanan ekonomik olanaklarla daha iyi bir sosyal yaşam düzeyine ulaşıyor, ama diğer taraftan toplumun gelişmesinin önünde engel olan aşiretsel yapının da ayakta kalmasını sağlıyordu. Bölünmüş bir toplumda ciddi bir kimlik kavgasının olmayacağı açıktır. Böylece iki zıt çelişki bir arada yaşandı diyebiliriz. 

    Bölgede 80’ler sonrası pazar ilişkileri doğal seyrinde gelişmiş olsaydı aşiretlerin çözülmesi hem daha hızlı seyredecekti, hem de daha bilinçli kimlik arayışı içine girilecekti. Ama PKK böylesine çelişkili bir sürecin gelişmesine neden olduğundan, toplumun çağ dışı aşiret ilişkileriyle bölünmesini pekiştirmiş oldu. ANAP’ın tek başına iktidar olmasıyla başlayan bahsettiğimiz bu süreç, PKK engeline takılmamış olsaydı, belki çok daha farklı, ileriye yönelik sonuçlara  yol açacaktı. Her şeyden önemlisi, özelde işçi sınıfı, genelde sivil toplum hareketleri daha ileri düzeylerde seyredecekti. Dolayısıyla egemen güçler de kolay yönetilen bir toplumla karşı karşıya olmayacaklardı. Ama A. Öcalan ve PKK provokasyonları sürecin yönünü sürekli egemen güç- lerin lehine tutmayı başarmıştı. 24 Ocak kararları nasıl cuntayla uygulamaya konulmuşsa, sonuçlarının toplanması da PKK sayesinde olanaklı hale gelmişti.

    Bu arada aydınların durumuna değinmekte de fayda var. Aydınlar adeta apansız yakalanmıştı. Önemli bir kesimi hâlâ sömürge teorileri üzerinde kafa yorarken, bir kısmı da “alt kimlik” tanınması gibi ne olduğu belli olmayan uğraşlar içindeydi. Özellikle alt kimlik sorununa büyük kent aydınlarının bir kısmı da katılmıştı. Diğer bir kesimi ise PKK’nin niteliğini, işlevini çok iyi bilmesine karşın çok ciddi yanılgılara düşerek, “bunları kullanarak belki birşeyler koparırız” sevdasına düşmüştü. Bu aydınların içinde, Öcalan’ın ajanlığı ve provokatörlüğü konusunda geçmişte mangalda kül bırakmayanların bulunması, bir başka renk cümbüşüydü. Akıllarınca kulanmaya kalkıştılar ama, kimi kime karşı kullandıkları üzerinde hiç kafa yorma zahmetine katlanmadılar.

    Denilebilinir ki aydınlar,Türkiye’de 80’li ve 90’lı yılarda ortaya çıkan her alandaki değişimleri, özellikle SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte ortaya çıkan uluslararası gelişmeleri yeterince kavramaktan uzak kaldılar. Sonuçta potansiyel bir güç konumuna gelemediler. Önemli bir kısmı DEP’te olduğu gibi, PKK’ nin provokasyonuna gelerek egemen güçlerce tam zamanında kullanıldılar ve tamemen saf dışı bırakıldılar. Türkiye’de egemen güçlerin estirdiği terörü herhalde yeterli bulmamış olacaklar ki, PKK aracılığıyla büyük tekelci güçlerin sosyal demokrasiyi ve sol’u tasfiye politikasının aleti oldular.

    Zaten aydınları  yanlış düşüncelere sürükleyen nedenlerin başında, DEP ve daha sonra HADEP’in durumu geliyordu. Bu partilerin Doğu ve Güneydoğu’da az da olsa oy toplaması yanılgıların asıl kaynağı oldu. Oysa bu durum toplumun beklenilen doğrultuda bir kimlik arayışı içine girdiğini göstermiyordu. Gerçekte, kontrolsüz geliştirilen serbest pazar politikasının getirdiği açlık ve sefaletten etkilenen kesimlerin sis- teme duyduğu tepkiyi ifade ediyordu. Dikkat edilirse, bu partilerin oy topladığı bölgeler, kişi başına milli gelirin en az olduğu bölgelerdir. Yani;  yoksulluğa ve sefalete itilen, kapitalist üretimle yeterince ilişki içine girememiş kesimlerin terkedilmişliğini hatırlama durumu vardır. Bu da daha çok içe kapanmayı ve yöresinden çıkışlara destek vermeyi getir- miştir. Ayrıca, biraz da şark kurnazlığıyla Kürtlüğünü hatırlatırsa devletten bir şeyler kopartacağına inanarak geliştirilen bir hareket tarzı vardır. Toprağa bağlı küçük üreticiliğin, köylülüğün tipik özellikleri sergilenmiştir. Yoksa bilinçli kimliğini vurgulayan, milliyet farkını gözeterek eşit haklara sahip olmak için kullanılan oylar değildir.

    Peki kimlik olayını önplanda tutarak oy kullanan yok muydu? Açıkça söylemek gerekirse, bunların oranı yüzde bir bile değildir. Çeşitli biçimlerde devletin kolluk kuvvetlerince baskıya uğramış, çocukları ve yakınları hapishanelerde olan aileler  bile, bilinçten uzak, daha çok kin alma duygusuyla DEP ve HADEP’e oy vermiştir.

    DEP’e ve HADEP’e oy verilmesinin altında yatan bazı başka ne- denler daha vardı. Bunların başında hem direkt devletin, hem de PKK’ nin baskılarından bunalmış kesimlerin üçüncü bir yol arayışı içinde olmaları geliyordu. Milyonları bulan Kürt göçüne rağmen azda olsa Batı’da oy toplamaları  yine yapılan bu baskılara karşı duyulan serzeniştir. Ayrıca bizzat egemen güçlerin şöven politikalarından ve propagandalarından bıkan kesimlerden bir kısmı da son seçimlerde HADEP’e oy vermiştir. Bu da kitlelerce geliştirilen bir protesto biçiminden başka birşey değildir.

    Bu her iki partinin de konjoktörü değerlendirmeden uzak oluşları kitlelere mal olmalarını engellemiştir. Bugün HADEP halkın verdiği mesajları almaktan, halkın nabzını tutmaktan çok uzak olduğunu her yönüyle göstermiştir. PKK’yi oy toplamanın aracı olarak görme gibi büyük bir yanılgının içine düşmüştür. Kendi ayakları üzerinde durabilecek bir örgütlenmeden yoksundur. PKK’ye, yani teröre bulaşmamış aydınlar sırf düşüncelerinden dolayı hapishanelere tıkılırken, yine yasal sınırlar içinde hareket eden bazı Kürt partileri kapatılılırken, HADEP biraz düşünmek zorundaydı. Kaldı ki bu, demokratlığın da bir ölçütüdür. Derin devletle ve uluslararası istihbarat örgütleriyle fingirdeşen PKK ile olan işbirliği üzerine kafa yorma zahmetine katlanmalıydı. Adı sıkça PKK’yle anılmasına rağmen kendisine tanınan ayrıcalığın nedenleri üzerinde durmalıydı.

    Derin devletin çıkarı, demokrasi ve insan haklarının önündeki engellerin kaldırılmasından, çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bir düzeye getirilmesinden geçmiyor. Varlık nedeni, baskı ve şiddet politikasının sürekli kılınmasına dayanıyor. HADEP’in ömrünün uzatılmasındaki sır işte budur. Bu nedenle, Abdullah Öcalan’ın ifadesi ve mahkemedeki itiraflarına rağmen HADEP hakkında herhangi bir hukuki işlem yapılmamasını normal karşılamak gerekir. Çünkü PKK-HADEP ilişkilerinin devamı, Türkiye’de demokratik gelişmelerin önüne oturtulmuş bir tampon olarak kullanılmaktadır. Bunun için PKK’ye ve yardımcılarına meydanlar serbest bırakılmış, bilinçli bir politikayla çoğu kez güçlenmelerine göz yumulmuştur. Bu politikanın nereye kadar sürdürüleceğini önümüzdeki süreçte ortaya çıkacak siyasal gelişmelerin yönü tayin edecektir. Ayrıca HADEP önümüzdeki süreçte PKK külfetinden kurtulmak için  her hangi bir çaba gösterecek mi? Böyle bir çaba içine girmeye cesaret edebilecek mi, edemeyecek mi? Bunlar önemlidir. HADEP’in kendi kendisiyle hesaplaşıp hesaplaşmaması geleceğini de tayin edecektir.

 

 

15 YIL SONRA NELER DEĞİŞTİ?

 

 

    1996’ya gelindiğinde egemen güçler artık eski yöntemlerle gidile- meyeceğini kavramışlardı. SSCB’nin yıkılışından sonra ortaya çıkan boşluklar önemli oranda giderilmiş, genelde yeni dengeler oluşturulmuştu. Gelinen noktada, özellikle de Yugoslavya üzerinde istenilen düzenlemeler büyük oranda sonuca ulaştırılmıştı. Aynı biçimde Kafkaslar’ da birtakım sorunlara rağmen stabilize olmaya yönelmişti.  Ortaya çıkan yeni ülkelerin iktidarlarını güçlendirme ve bu ülke pazarlarını dünyaya açma zamanı artık gelmişti. ABD ve B.Avrupanın yapacağı girişimlere karşı aktif tavır geliştirme gücünden Rusya Federasyonu yoksun kılınmıştı. Rusya, uluslararası banka ve finans kuruluşlarına çoktan bağımlı hale gelmişti. Ekonomisini, Dünya Bankası ve IMF olmaksızın ayakta tutamaz durumdaydı. Aynı zamanda gücünü zorlayan ulusal azınlık problemleriye uğraşmaktan nefes alamıyordu.

    Kafkaslar’da ortaya çıkan gelişmeler, bir anlamda da ulus-devlet modelinin sorgulanmasıydı. Gürcistan, Azerbaycan ve diğer Türk cumhuriyetleri bağımsız devletler biçiminde ortaya çıkmışlardı ama bir yığın farklı milliyet ve azınlık sorunlarıyla da uğraşmak zorundaydılar. Çözüm yine de B.Arupa’nın bulmuş olduğu ulus-devlet modelinde aranıyordu. Oysa bu, Avrupa’da bile artık sorgulanmaya başlanmıştı. Yeni dünya dengeleri içinde ve globalleşme koşullarında Balkanlar’da ve Kafkaslar’da dayatılan modelin ne oranda çözümleyici bir faktör olacağı ister istemez tartışma götürüyordu. Buralarda ortaya çıkan ulus-devletlerin azınlıklara karşı tutum ve davranışları Türkiye’den çok farklıydı. Bu devletlere egemen olan uluslar, diğer azınlık ve milliyetlerin varlığını inkâr etmiyorlardı ama, devlette eşit haklara sahip olmalarını da kabullenemiyorlardı. Bu tutum ve anlayış, ister istemez egemen ulus milliyetçiliğini körüklediği kadar, azınlık milliyetçiliğini de kızıştırırıyor ve yaygınlaştırıyordu.

    Gelişen serbest pazar ilişkileri, ulaşım ve haberleşme teknolojisi karşısında din, bir üst kimlik olarak birleştirici bir etki gösteremez olmuştu. Dini ilişkiler, eskiden sömürgelerde görüldüğü gibi ayaklanmalarda başlıbaşına katalizör görevi görmekten çıkmıştı. Hatta azınlıkların ve milliyetlerin kimlik arayışında önemli bir faktör olma özelliğini de kaybetmişti. Yani aynı dine sahip olmasına karşın farklı kimlik ve farklı ulusal özellikler taşıyan toplumlarda din, birleştirici bir rol oynayamıyordu. Her halk, kimliğini ve ulusal özelliğini din faktörünün önüne çıkarmıştı. “Kardeşiz, dindaşız, ama sen biraz geride kal” anlayışına karşı çıkılıyordu. Bunun yerini milliyetler temelinde her konuda eşitlik anlayışı almıştı.

    İşte, Türkiye’nin büyük boyutlarda yaşadığı istikrarsızlığın bir nedeni de, bu tür gelişmelerdi. Egemen güçler SSCB’nin yıkılışıyla birlikte en telaşlı günlerini yaşıyorlardı. Akılcı, çağa yaraşır demokratik çerçevede çözümler üretme yerine, bilinen klasik yöntemlere başvurarak dönemi atlatma çabası içine girmişlerdi. Oysa Anadolu’nun yapısı, tarihi geçmişi ve olanakları dikkate alındığında, paniğe kapılmaya hiçte gerek yoktu. Kafkaslarda ve Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerinde ortaya çıkan yaygın Türk milliyetçiliğini Anadolu’ya yaygınlaştırmak Türkiye’ye yapılan en büyük kötülüktü. Ülkemizin tarihten gelme mozaik yapısına darbe vurulmuştu.

    Bu dönemde özellikle de Kürt milliyetçiliğinin gelişme tehlikesinin önüne geçmek için egemen ulus milliyetçiliğinin körüklenmesi dikkat çekiciydi. İlk başlarda islami temelde yapılan bu milliyetçilik, 90’lı yılların ortalarından itibaren ağırlıklı olarak Türk milliyetçiliğine dönüştürülmüştü. Çünkü Özal’ın kontrolsüz serbest pazar uygulamalarıyla korkunç bir sosyal adaletsizlik geliştirilmiş, toplumda yoksullaşma had safhaya varmıştı. Dini temeldeki milliyetçilik giderek bir sosyal temele oturmaya başlamıştı. Bu gelişmeyi belli sınırlar içinde tutma ise olanaklı gözükmüyordu. Bunlar giderek rejimi ve Cumhuriyeti tehdit eder hale gelmişti. Bir zamanlar  ortaya çıkan boşluğu kapatmak için ileri sürülmüş olan bu alternatif, kullananların da temellerini oymaya başlamıştı. Gelecek tehlikenin bu yönünü kırabilmek için bu kez Türk milliyetçiliği temel alınmaya başlanmıştı.

    1996’ya gelindiğinde dış ve iç gelişmeler biraz daha berraklaşmaya başlamıştı. Türkiye başlangıçtaki şoku yavaş yavaş atlatmış, globalleşmenin sendrumundan kurtulmuştu.

    Bilindiği gibi Türkiye’yi istikrarsızlığın içine iten önemli nedenlerden  biri, Kafkasya’da Ermenistan’ın ortaya çıkışı ve bu ülkeye ABD’nin sergilediği yaklaşımdı. ABD’nin Ermenistan’a yaklaşımı, İsrail’e yaklaşımıyla hemen hemen eşdeğerliydi. Ortadoğu’da İsrail’e, Kafkaslarda Ermenistan’a dayanarak dengeler oluşturmak istemişti. Hatta ABD, Karabağ sorununda Ermenistan işgalci güç konumunda olmasına karşın, Azerbaycan’a karşı tavır almıştı ve bu tavrı ambargoya kadar götürmüştü.

    ABD böyle bir strateji geliştirirken, stratejisinin saç ayağını K.Irak’ta kurduracağı bir Kürt devletiyle tamamlamayı düşünüyordu. Ama ABD iki noktada yanılgıya düşmüştü;

    Birinci yanılgısı; K.Irak’ta Kürt halkının ABD’ye karşı olan güvensizliğinin boyutlarını değerlendirememişti.

    İkinci yanılgısı; Türkiye’nin gücünü ve geliştireceği taktikleri gözardı etmişti.

    Çünkü 1974’de Barzani’nin “pat” metodu ile yenilgiye uğratılması, henüz unutulmuş değildi. Körfez savaşından sonra Kürt halkı yine yalnız bırakılmış, Saddam’ın insafına terk edilmişti. Ne ABD, ne Avrupa ve Türkiye Irak’ta iktidar değişikliğinden yana değildi. İktidar değişikliği, bu ülkenin birkaç parçaya bölünmesi anlamına geliyordu. Bu durumda Ortadoğu’da köşetaşlarının tümüyle yerinden oynaması demekti. Hiçbir tarafta bu külfeti kaldıracak, daha doğrusu, riski göze alacak gücü kendinde görmüyordu. Kısaca, Kürt halkının yeni bir yenilgi süreci yaşamasının esas mimarı, sonuçta ABD olmuştu. Halkın bunları unutması mümkün değildi. Geçmişten deneyimler edinmiş olan güçler, özellikle de KDP, böyle bir planın parçası olmaya hiçte niyetli değildi. Çünkü uzun vadede Türkiye’ye rağmen bu planın gerçekleşeceğine pek ihtimal vermiyordu. Beğenelim ya da beğenmeyelim KDP bu konuda gereken en tutarlı tavrı sergilemiş, maceracı bir tutum içine girmemiştir. Daha sonraki süreçte yaşanan gelişmeler de bu tutumun doğruluğunu kanıtlamıştır.

    1996’dan itibaren gerek Balkanlar’da gerekse Kafkaslar’da belli bir düzen sağlanmıştı. Bu bölgelerde istenen dengeler ortaya çıkmıştı. B.Avrupa ve ABD, kurulan bu dengeler arasında Türkiye’nin öneminden bir şey kaybetmediğini tekrar keşfetmişti. Özellikle Ortadoğu’da, Kafkaslar’da ve Balkanlar’da dengeleri Türkiyesiz sağlamanın olanaksız olduğunu görmüşlerdi. En önemlisi de, ABD ve diğer emperyalist güçlerce 1980 12 Eylül cuntasıyla ülkemize dayatılan, Turgut Özal iktidarı boyunca uygulama alanı genişletilen ve son olarak Doğru Yol Partisi-Refah Partisi’yle ürünleri son kez toplanan konsep bırakılmıştı. 

    Öte yandan Türkiye’de arayış içinde olmaktan çıkmış, dünya genelinde oluşmuş dengeler içinde artık devlet çıkarları doğrultusunda yerini tayin etmeye başlamıştı. Buna uygun strateji ve taktikler geliştirmiş, daha çokta Balkanlar’da ve Kafkaslar’da söz sahibi olma istemi yönünde ağırlığını koymuştu. Ayrıca uluslarası alanda etkili olmanın yolunun içte demokratik refomları yapmaktan geçtiğini görmüştü. Soğuk savaş dönemine özgü klasik entrikacı yöntemlerle söz sahibi olunamayacağını farketmişti.

    Ekonomik ve sosyal alanda ise, insafsız sömürü ve  baskı politikası artık gidebileceği son sınıra varmıştı. Egemen güçler, kitlelerin üzerine bu tarzda daha fazla gidilmesinin kendileri için tehlikeler  yaratacağını görmeye başlamışlardı. DYP ve RP koalisyonu döneminde halkın geliştirdiği muhalefetin boyutlarını çok iyi hesaplamak zorundaydılar. 28 şubat kararları görünürde irticaya karşı alınmış kararlar olarak gözükse de, aslında halkın sömürü, baskı ve kokuşmuş düzene karşı başkaldırısını bir noktada dizginleme hareketiydi. Egemen güçler, kitlelerin tepkisinin sadece irticaya karşı koymakla sınırlı olmadığını görmüşlerdi. İşçiler, memurlar, köylüler ve gençlik, protestolarını her geçen gün daha yükseltir hale gelmişti.    

    Kaldı ki, gelinen noktada artık burjuvazi uzun yıllar boyu dizginsiz geliştirdiği sömürüyle oldukça palazlanmış, devleti yönlendirecek düzeye gelmişti. Tekelci burjuvazi ulaştığı sermaye ve sanayi gücüyle bunu başaracağına inanıyordu. Artık demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin geliştirilmesi için ciddi çözüm projeleri sunmaya başlamıştı. Yaşanan siyasal istikrarsızlığı, ulaştığı sermaye gücü açısından uygun bulmuyordu. Açıkcası; baskı, işkence, PKK provoskayonları ve yüksek enflasyon politikası artık gücüne güç katmıyordu. Sermaye istikrar istiyordu. Hele hele çağdışı gerici, irticacı güçlerin daha fazla kullanılmasının rejimin geleceği açısından tehlikeler doğuracağı düşüncesi egemen olmaya başlamıştı.

    Geçen 15 yıl içinde ordu da yenilenmiş, sadece ülke içinde değil, ülke dışında da verilecek görevlere hazır bir durumda olduğunu kanıtlamıştı. Yani savunma açısından da bölgenin en güçlü ordusu örgütlendirilmişti. Gelişen yeni savunma teknolojilerini zamanında alacak ve kullanacak, hatta bir takım silahları üretecek konuma gelmişti. Bu süre içinde dünyanın onuncu büyük silahlı gücü konumuna geldiği gözardı edilemez.

    İşte, gerek uluslararası alanda, gerekse içte bu yönlü atılımlar katedildikten sonra, PKK ve Abdullah Öcalan için hüküm de verilmiş oldu. Aslında Abdullah Öcalan’ın sonu 28 Şubat kararlarıyla hazırlanmıştır. Öcalan provokasyonlarının ülke içinde devamına gerek görülmemiştir. Kullanılan herkese yapılan, Öcalan’a da yapılmış, sonuçta “tutuklanmıştır.”

 

 

 

 

       III-    PKK BİR PROVOKASYON HAREKETİDİR

        

                1-PROVOKASYONLARIN İDEOLOJİK KAMUFLAJI

 

                 2- PROVOKASYONLARA HAZIR BİR ÖRGÜTSEL

                       YAPI        

                                           

                 3- APOCU TABANIN ÖZELLİKLERİ

 

                 4- ÖCALAN KÖLELİĞİ

   

                 5- 1984 PROVOKASYONU VE AMAÇLARI

 

                 6- PKK-DERİN DEVLET İLİŞKİSİ

 

 

 

 

PROVOKASYONLARIN İDEOLOJİK KAMUFLAJI

 

 

     “Eğer bir ülkede önderlik edecek sınıflar rollerini oynayamıyor, tersine büyük bir ihanet içinde bulunuyorlarsa ve hele bu ülke Kürdistan gibi uzun sömürgecilik yıllarının tahribatı içinde bulunuyorsa, sonuç kaçınılmaz olarak böyle olacaktır.” (17) 

    Abdullah Öcalan toplumsal koşulların gösterdiği birtakım çağdışı özellikleri dikkate alarak, bir avuç “kahramanın” ne tür zorluklar olursa olsun herşeyin üstesinden gelebileceği anlayışını yerleştirmekle işe başlamıştır. Tabanında düz mantığı veya bir başka deyişle, Aristo mantığını egemen kılmaya ve bu doğrultuda sorunlar üzerine düşünmeye yöneltmiştir. Toplumun tarihini, geçirdiği siyasi ve sosyal evreleri, içinde bulunulan ekonomik ve siyasi koşulları irdelemeye gerek duymamıştır. Varolan koşullarda sınıfların mevzilenmesi ve bu mevzilenmeden doğan ittifaklar politikasını vb.sorunları diyalektik bir bütünlük içinde ele alma ve sonuçlar çıkarma gibi bir sorunu hiçbir zaman olmamıştır. Karanlık odakların talimat ve düşünce yapısıyla hareket zorunluluğu bulunanların bu tür yaklaşımlar sergilemesi gayet doğaldır. Elbette karşı devrimci güçler ve onların ajanları yükümlülüklerini gereği gibi yerine getirebilmek için, açık kimliklerini kullanmayıp maskeli yüzleriyle hareket edeceklerdi. Bu nedenle yüzlerine ya bir sol ideoloji ya da islami kılıf geçireceklerdi. A.Öcalan’a sol içinde hareket edebileceği bir kılıf giydirilmiştir.

    A.Öcalan oyunlarını oynayacağı tabanının özelliklerini belirledikten sonra, bu tabanı kimlere karşı nasıl yönlendireceğinin yöntemlerini de çok netçe ortaya koymuştur. Ulaşılmak istenen hedefe göre biçimlendirilmiş bir güruh ve bu güruha uygun hedefler gayet açık sergilenmiştir. Yani, amaca göre kullanılacak araçlar da belirlenmiştir. Belirlenen hedef; emekçi yığınlar başta olmak üzere, istisnasız tüm sınıflara ve topluma karşı beslenecek düşmanlık ve imha politikasıdır. Kürdü, Kürt kimliğini yoketme amaçlanmıştır.

    Toplumdaki tüm sınıf ve tabakaları ekonomik, siyasi, sosyal, kültü- rel gelişmelerden bağımsız kaf dağının bilmem neresinde göstermeye kalkışmak, sadece safdillikle ya da yetersiz teorik düzeyle açıklanamaz. Belli ekonomik ve sosyal koşullar altında sınıf ve tabakaların mevzilenişleri vardır. Konumlarına aldırmaksızın, tümünü bir anda “ihanetçi” niteleyerek yokedilmeleri gereken düşmanlar olarak göstermek, gerçekte, bir toplumu tarihten silme anlayışının açık ifadesidir. Çok ilginçtir ki bu anlayış, işçi sınıfı adına öne sürülmüştür. A.Öcalan ve güruhu hem işçi sınıfı adına hareket ettiklerini iddia etmiş, hem de kinci bir yaklaşımla işçi sınıfını hain ve ihanetçi olarak suçlayabilmiştir. Bu anlayış bile başlıbaşına bu güruhun niteliklerinin kavranması için yeterlidir.

    İşçi sınıfı ve müttefiklerinin mücadelesi bir zaman dilimiyle sınırlandırılamaz. Şu tarihte örgütlenme başlatılır, şu tarihte mücadele geliştirilir ve şu tarihte sonuçlandırılır diye bir şablom yoktur. Örgütlenme ve mücadele bir süreç sorunudur.  Bu süreçte başarılar sağlanabildiği gibi, yenilgiler de alınabilinir. Demokrasi ve özgürlükler sorununa “sabah erken kalkan darbe yapar” anlayışıyla yaklaşılamaz. Kaldı ki bir Kürt toplumu varsa, her toplumda olduğu gibi burada da çıkarı en geniş demokrasiden yana olan sınıf ve tabakalar, şu veya bu düzeyde rolünü oynayacaktır. Bu Apocuların iradesi dışında gelişen bir durumdur.

    Sorunu bir başka cepheden ele alacak olursak: Apocu baylar hem işçi sınıfını önderi olduğunu iddia ediyorlar, hem de işçi sınıfının kendisi için bir sınıf olmadığını ve hatta ihanetci olduğunu söylüyorlar. Yani kendi kendileriyle çok açık bir çelişkiye düşüyorlar. Bu tür çelişkilerin altında yatan esas neden ise, “acaba anlaşıldım mı?” korkusudur.

    Başvurulan taktik, tipik bir provokatör taktiğidir. Toplumda infial yaratma, özellikle sahip olduğu tabanda ümitsizliği yayma ve bunlara paralel olarak “eyvah gittik, yetişmezsek herşey bitecek” psikolojisini egemen kılma, Apocu hareket tarzının ilk basamağını oluşturuyor. Nitekim, bu politikalarını pekiştirmek için bir adım daha ileri gidiyorlar ve gerçeklerin günışığına çıkmasını engellemenin bir yolu olarak akıl almaz bir belirlemede daha bulunuyorlar;

     “Gazetenin(...)ancak sömürgeci kültürle haşır-neşir olmuş çok sınırlı bir kesime sesleneceği ve böylece kitleler içinde amaçlanan devrimci siyasal ajitasjonu yeterince yapamayacağı açıktır” (18)

    İnsan yukarıdaki paragafı okuduğunda, acaba Kürt halkı Ekvator ormanlarında yaşayıpta 80’li yıllarda keşfedilmiş bir halk gurubu mu diye sormadan edemiyor. Kürt halkında okuma ve yazma oranının düşük olduğu bir gerçek. Ama bu bir bütün olarak analfabet oldukları anlamına da gelmiyor. Bölgede günlük gazete satışları çok büyük boyutlarda olmamasına karşın, pek küçümsenecek oranda da değildir. Eğer daha yüksek trajlarda seyretmiyorsa, bunun en önemli nedenlerinden biri yaşanan ekonomik krizdir. Halkın her gün gazete alacak maddi gücü yoktur. Kaldı ki İç Anadolu’da gazete okuma oranının, bu bölgeden daha yüksek olduğu da söylenemez. Yani sorun, Türkiye genelinde yaşanan bir sorundur. Ayrıca Türkiye’deki Kürtler’in okuma-yazma, genel sosyal yaşam düzeyi ve aydınlanma oranı İran ve Irakta’ taki Kürtlerle karşılaştırılamayacak kadar yüksektir. Düşünen hiçbir beyin, gazetenin, Kürt halkının aydınlaması yönünüde herhangi bir rol oynayamayacağını iddia edemez. Bu başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm toplumu hain ilan eden anlayışla bağlantılıdır. Yani mantık, “tüm sınıflar zaten haindir, dolayısıyla yokedilecek bir toplum için gazete de oldukça lükstür” biçiminde kuruluyor. Emekçi yığınların çıkarları için hareket etmeyi temel almış bir devrimci anlayış, hiçbir zaman toplumun aydınlanmasını bilinmeyen bir zamana erteleyemez. Gazetenin aydınlanma ve biliçlenmenin en önemli araçlarından biri olduğunu bilir. Ancak müritler tekkesi, daha doğrusu ümmet toplumu örgütlemeyi hedefleyenler veya günlük çıkarlar uğruna maymun iştahlı çete hareketi geliştirmeyi esas alanlar, böyle bir araca karşı tavır alırlar. Çünkü bu tür kesimlerin en büyük düşmanı, toplumun aydınlanmasıdır. Toplumda bilinç ve kültür düzeyinin yükselmesinin kendi intiharları anlamına geldiğinin çok iyi farkındadırlar.

    Apocuların düşünce ve eylem biçimlerine bakıldığında, gazetenin oynayacağı rolü yadsımaları hiçte garip değildir. Açık ki Apoculuk, bilinçle, düşünceyle hareket eden bir toplum değil, salt inançla hareket eden bir toplum arzuluyor. İnançla hareket edilen koşullarda, oyunlarını rahatlıkla tezgahlama olanaklarına kavuşacaklarını çok iyi biliyorlar. Kör ve bilinçsiz bırakılan bir topluluğu istenilen amaçlar doğrultusunda kullanma, hiç tartışmaya gerek yok ki, çok kolaydır. İrdeleme, sorgulama, açıkcası düşünme gücü elinden alınmıştır. Apocu tabanın durumu da tamı tamına budur.Toplumu tanımalarına fırsat verilmemiş, kahramanlık hikayeleriyle beyinleri yıkanmış, okuduğunu anlayacak güçten ve bilinçten yoksun  serseri mayınlar haline getirilmişlerdir.

    İşçi sınıfının kendisi için bir sınıf olmasının, birkaç kişiyi bir araya getirip aralarında birtakım görev bölümü yapmayla eşdeğerli olmadını herkes bilir. Ciddi bir sorunu, böylesi bir derekeye çekmeye kalkı- şanları salt lumpenlikle veya sınıfdışı kalmışların oluşturduğu toplulukla nitelendirerek geçiştirmek mümkün değildir.

 

PROVOKASYONLARA  HAZIR  BİR  ÖRGÜTSEL  YAPI

 

 

    Apocuların bu hareket tarzını daha başlarda temel almalarının iki önemli nedeni vardır;

    Birincisi; aydınlanmanın önününe set çekerek düşünmeyi ve bilinçlenmeyi engellemek

    İkincisi; etrafındakileri önce içinden çıktığı topluma, sonrada kişinin kendisine düşman etmek.

    Bu aşamalardan sonra geriye kör bırakılmış, halkına karşı kin ve nefretle doldurulmuş bir topluluğu karanlık amaçları için görev başına sürme kalıyor;

     “...Silahlı mücadele içinde belli ölçüde yoğrulan, örgütlerini ve halkı geliştirip birliğe götüren, başarılı faaliyetleriyle düşmanın sert baskı, pasifikasyon ve işkence ortamını yırtan, devrimci şiddeti geliştirerek halkı ajanlardan, işkencecilerden ayıklayan bir parti, tüm bunları başarrmasını bilen bir parti artık mücadelenin daha ileri bir aşamasına geçecek ve gerillayı gündeme alacaktır.” (19)

     “Ajanlara ve işkencecilere yönelen silahlı propaganda, bu iki gücü etkisiz kıldığı oranda halk kitlelerini siyasal bilinçlenme ve örgütlenme içine çekecektir.” (20)

    Bu şekilde düşünmeden yoksun bırakılmış, feodal duyguları ve davranış biçimleri okşanmış bir bileşkeye, geri toplumsal yapıdan kaynaklanan dinsel etkileri de kullanarak yapay hedefler gösterme ve harekete geçirme artık zor değildir. Emekçi yığınların çıkarları adına temel alınan hedefler çok dikkat çekicidir. Yıllardır jandarma, polis, ağa baskısına uğramış, sürekli korku, ürkeklik ve en önemlisi de geleceği için kaygı duyan eğitimsiz ve bilinçsiz insanlar, gösterilen bu hedeflere yönelmekle amaçlarına çok rahatça ulaşabileceklerini sanmaktadırlar. Burada önemli olan, Öcalan ve ekibinin karanlık amaçlarını gerçekleştirirlerken tabanın içinde bulunduğu olumsuzluklar veya zayıflıklar üzerinde taktikler geliştirdiklerini açıktan dile getirmeleridir.

    Eğer eski çağlarda insan aklının çözüm getiremediği noktada üre- tilmeye başlanan hurafelerden bahsetmiyor da, şu anda varolan Kürt halkından bahsediyorsak, her halk gibi Kürt halkı da belli bir ekonomik ve sosyal yapı içinde yaşam sürdürmektedir. Bu toplumsal yapının değişimi iradi kararlarla sağlanamaz. Hele hele birkaç ajan ve provokatörün ortadan kaldırılmasıyla toplumsal yapıda istenilen değişme hiç mi hiç sağlanamaz. Eğer demokrasi ve özgürlük sorunlarını halletme bu kadar basit, birkaç vuruş hamlesiyle çözümlenebilseydi, günümüzde demokrasilerin egemen olmadığı ülkeler kalmazdı. Doğal olarak biz bugün, her türlü diktatörlüğe ve emperyalizme karşı mücadele yöntemlerini tartışmıyor olacaktık. Kim ki bir halkın özgürlük sorununu birkaç ajanın temizlenmesi olayına indirgiyorsa, o iflah olmaz bir hain, artniyetli ve bir provokatördür. Bu tutum öncü gücü hiçe sayıp, bir kaç “akıllının” yel değirmenlerine saldırmasıyla her şeyi halledeceğine inanan anlayışla eşdeğerdedir. Açıktır ki, böylesi anlayışların sahiplerinin, başta öncü güç olmak üzere tüm emekçi yığınlara karşı korkunç bir terör uygulamaya yönelmeleri kaçınılmazdır.          

    Kör bir terör, kör bir şiddet politikası Apoculuğun varlık nedenidir. Üstelik böylesi bir ihaneti mitler yaratarak yapmaya kalkıyorlar. Mevcut toplumsal yapı, üretim güçleri ve ilişkileri ayakta kaldığı müddetçe, bahsedilen türden “ayıklama”larla yapılacak tek şey, provokasyondur. Çünkü ayıklananların yerine yenileri gelecek, bu tepkiye karşı belki de daha güçlü karşı refleksler oluşturulacaktır. Sonuçta emekçi yığınların üzerindeki sömürü ve baskının daha katmerli hale gelişine yardım edilmiş olunacaktır. Yani buyrulan yöntem, karşı devrimi örgütlendirmeden başka bir şey değildir.

    Hedefler bu şekilde belirlendikten sonra, ilkel, eğitimsiz, feodal özelliklerlerden arınmamış köylü tabanın en ufak bir sorgulama ihtiyacı duymadan, gösterilen her noktaya körce saldırmaktan çekinmeyeceği açıktır. En sinsi bir biçimde dini motiflerle donatılan taban, verilen her emri şeyhin, aşiret reisinin veya bir beyin verdiği emirler kabul edecek, doğal olarak kendini de bunları uygulamakla yükümlü bir mürit göre- cektir. Abdullah Öcalan’ın böylesi tekil hedefler göstermesi boşuna değildir. Hedefleri; cahil köylüğün feodal duyguları, pisikolojik yapısı, topluma dar bakış tarzı vb. tüm ayrıntıları dikkate alarak belirlemiştir. Bir kişinin çok basit bir biçimde imha edeceği hedefleri seçmiştir.  Cahil bir köylü, hele hele biraz da dini duygularla yoğrulmuşsa, böylesi bir eylemden, daha doğrusu “ayıklama”dan sonra, kendisini tam bir “kahraman” ve “yenilmez”  olarak görüyor. İnançlar ve kutsal davalar uğruna şartlandırılmış kafalar için yapılacak bir eylemin nedeni, niçini ve doğuracağı sonuçlar hiç önemli değildir. Mürit, “eceliyle ölüm olayını murdarlık, haram olarak değerlendirdiği…” için şeyhinin verdiği emirleri, sorgulanmadan yerine getirilmesi gereken emirler olarak görüyor. Tabanını bu şekilde cehaletin girdabında boğmak Apocu hareket tarzının ikinci basamağını oluşturuyor.

    Apocu hareket tarzının üçüncü basamağı; İşçi sınıfı başta olmak üzere tüm toplum üzerinde şiddet estirerek, emekçi yığınların demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin hedefini saptırmak olarak özet- lenebilir.

    Abdullah Öcalan ve PKK tüm bunları ellerine verilmiş bir plan çer- çevesinde pratikte adım adım hayata geçirmiştir. Emekçi yığınların çıkarlarına hizmet edecek araç ve olanaklardan yararlanmanın gerek- mediğine inanan Apocu baylar, çok yönlü bir mücadele yürütmenin önüne nasıl ket vuracaklarını da açıkca dile getiriyorlar;

     “…‘daha çok okul, yol, daha çok eğitim olanağı, ana dilde eğitim’ gibi ekonomik-akademik amaçlar uğruna sömürgeci parlamentoculuk ve seçimcilik mücadelesi içine giren bir gücün, oluşturacağı örgütler de  ancak “sömürgeci yasallık” içindeki dernekler olabilir. Ve bunlara da gerçek anlamda siyasal bir örgüt, bu örgütlerin mücadelesine de siyasal bir mücadele denilemez.” (21)

    Bir halkın çıkarları uğruna mücadele yürüttüğünü iddia eden hangi devrimci siyasal hareket, sorunların çözümüne böylesine önyargılı yaklaşabilir? İşçi sınıfı hareketleri, baskı ve sömürüye karşı mücadele sürecinde kesinlikle kendini tek bir alternatifle sınırlamaz. Amaca hizmet edecek birçok alternatifi aynı anda kullanma yolunu seçer. Hiç bir taktik ve strateji masa başının ürünü olmaz, tersine somut koşulların ürünü olarak ortaya çıkar. Öncü gücün rolü ve önemi zaten bu noktada gündemleşir. Öncü güç, içinde bulunduğu somut koşulları bilince çıkartarak, doğru strateji ve taktikleri bulup yerinde ve zamanında başarılı bir biçimde pratiğe geçirebilirse öncü güç olur.

    Daha iyi bir yaşam için demokrasi ve özgürlük kavgası verenler, sorunu bu biçimde kavrarlar. Siyasi ve sosyal gelişmeleri, çok ciddi bir eylem olan iktidar mücadelesini tekdüze ve bayağı ele almazlar. Sınıf savaşımında olabildiğince karmaşık olan sorunları salt bir alternatifle, hele hele salt bir şiddet politikası olarak sunmak provokatörlere özgü bir durumdur.

    Apocular halkı harekete geçirme adına, tüm halk düşmanlarıyla omuz omuza şiddet politikasının geliştirilmesi gerektiğini savunuyorlar. Egemen güçlerin halk üzerinde baskı ve sömürüsünü halkın harekete geçmesi için yeterli görmüyorlar. Yani, egemen güçlerin yığınları terörize etme politikasının bir parçası olduklarını söylüyorlar. Terör ve şiddet politikasıyla siyasal mücadele verildiği nerede görülmüştür? Siyasal mücadelelerde gazete, dernek,sendikalar ve parlamento dahil halkın çıkarlarına hizmet edecek her türlü olanaklar en akıllı biçimde kullanılmıştır. Yine yol, su, elektirik, mümkün olduğunca daha fazla iş sahası, daha fazla okul vb. için mücadele edilmiştir. İşsiz tek bir kişinin, okuma-yazma bilmeyen tek bireyin kalmaması için kavga yapma, kitleleri bu doğrultuda sevk etme devrimci demokratların başta gelen görevleri arasındadır. Bunlardan kaçınma, ezilen emekçi yığınlardan yana olmamadır. Düzenin tüm boşluklarını, yetersizliklerini, yolsuzluklarını, çirkefliklerini sergileyerek kitlelerin harekete geçmesini sağlama devrimcilerin hareket noktalarından birini oluşturur. Emekçi yığınlar adına hareket ettiğini söyleyen hiçbir güç, mücadele için böylesi olanakları, araçları kullanmayı reddetmez, edemezde. Burada da Apocu hareket tarzının dördüncü basamağı devreye giriyor.

    Dördüncü basamak; Emekçi yığınların özlemini duyduğu demokratik açılım ve insanca yaşam istemini terörle bastırmaktır. Bunun için Kürt halkını ortaçağ karanlığı içinde tutmayı amaçlayan ve toplumu terörize etmeye yönelik hedefler seçmişlerdir.

    Bugün gelinen noktada bile bazı çevreler, PKK ve Abdullah Öcalan’ı değerlendirirken, “terörist bir hareket olduğu için egemen güçlere dolaylı hizmet sunmaktadır” biçiminde ele almaktadır. Bu oldukça bayatsımış bir iddiadır. Eylemleriyle sonuçta bujuvaziye hizmet eden örgütlerle, ta başından itibaren belli bir plan ve proğram çerçevesinde bizzat egemen güçler tarafından kurulup yönlendirilen örgütlenme arasında önemli farklılıklar vardır. Terör örgütleri eylem ve faaliyetleriyle devrimci demokratik mücadeleye dolaylı darbeler vururlar. Abdullah Öcalan ise, solu, direkt silahlı temelde bitirmeyi amaçlamıştır. Bu anlamda, maceracı terör hareketiyle bir ajan hareket arasındaki fark çok açıktır. Abdullah Öcalan, Türkiye’de derin devlet tarafından hazırlanmış bir projeyi hayata geçirmek için kolları sıvayan gönüllü neferlerden biridir. Kaldı ki, tüm devrimci hareketleri silahlı temelde yoketmeyi hedefleyen projenin sol cepheden uygulayıcısı olduğunu çok daha sonraları  kendisi de iftiharla söylemiş ve bu sözleri ifade tutanağına da geçmiştir;

     “….benim sağ-sol çatışması içerisinde klasik bir solcu olarak kabul edilmem veyahut ta klasik kürtçü olarak kabul edilmem doğru değildir.” (22)

    PKK ve Abdullah Öcalan’ın, böyle bir projenin ürünü olduğu hiç bir zaman unutulmamalıdır. Bugün mahkemede resmi kayıtlara geçen niyetlerini geçmişte de çeşitli vesilelerle sıkça dile getirmişti;

    “Tasfiyeci sol’un şefleri ve itirafcıların elebaşıları ne kadar estetik amaliyat geçirirse geçirsinler ve dünyanın öbür ucuna, Amerika’ya da gitseler ellerimizi yakalarından bırakmayacak, mutlaka çekip hak ettikleri cezayı vereceğiz” (23)

    Abdullah Öcalan, kimlere karşı öfke duyduğunu hem benzer sözlerle, hem de pratiğiyle göstermiştir. Hızını alamayıp dünyanın öbür ucuna kadar kovalamak istediği güçler solculardı. 1984’lerde de patlatılacak silahların karşı devrimci hedeflere hizmet edeceğini açıktan ilan ediyordu. Onu bu kadar cesaretli kılan elbette derin devlet denilen odakların gücüydü. Derin devletten ve bunların uluslararası bağlantılarından güç alanlar, devrimcilere karşı böylesine pervasızca konuşur, işlemek istediği cinayetleri önceden açıkça ilan edebilirler. 

    1984 provokasyonu bu anlamda önemlidir. Halk adına sözümona bir mücadelenin başlangıcı olarak nitelendirdikleri bu eylemin özü ve biçimi çok iyi incelenmelidir. A.Öcalan ve PKK’ye bakışta birçoklarını yanılgıya düşüren bu eylemin asıl anlamı bilince çıkarılmalıdır. 1984’te yapılanlar, cuntanın bir dönem için üstlendiği görevlerin sol maskeyle sürdürülmesinden başka birşey değildir. 1984 provokasyonu; cuntacıların, baskı ve terörden çıkarı olan sermaye odaklarının, demokratik bir ortamın oluşması için mücadele veren güçlerin başında demoklesin kılıcı gibi sallanmalarını sürekli kılan bir provokasyondur. Diğer bir yönüyle, Türkiye’de devrimci demokratik mücadeleyi uluslarası planda terör hareketi olarak yansıtarak, demokratikleşmenin önünü tıkayan karanlık güçlere haklılık kazandırmayı amaçlayan bir provokasyondur. Abdullah Öcalan’ın gerek ayrılanlara, gerekse de ilerici demokrat tüm örgütlenmelere karşı Avrupa’da cinayetler işlemesi bu nedenledir. Hatta daha sonraları Palme cinayetine adının karışması bile başlı başına irdelenmesi gereken bir konudur. Özellikle Avrupa’da karanlık odakların  kolluk kuvetleriyle açıktan ortaklaşa cinayetler işlemekten çekinmedikleri giderek günyüzüne çıkmıştır. Dikkat edersek, dönemin devrimci, demokrat hiç bir siyasal oluşumu hedef dışı bırakılmamıştır. Hem Türkiye’de, hem de Kuzey Irak’taki devrimci demokrat güçleri aynı anda yoketmekle yükümlü olduklarını çoğu kez gizlememişlerdir. Bunun için hem Türkiye’de derin devlet diye ifade edilen güçlerle, hem de Avrupa ve Ortadoğu’daki karanlık odaklarla hareket edilmiştir. Abdullah Öcalan, bahsedilen güçlerle ortak hareket etmekten övünç duyduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Karanlık güçlerden aldığı destekle hedef aldığı kesimlerin listelerini dahi yayınlamaktan çekinmemiştir;

     “Ama tüm bunlardan uzaklaştığınız ve birer 12 Eylül solu olarak karşımıza çıktığınız gerçeği bugün her dürüst insan tarafından daha iyi görülmektedir. “Partizan” yönetici kliğinden, Hamburk “Dev-İşçi” böylesi bir konumda yaşadığınız gün gibi ortada değil mi?”(24)

     “Sosyal-şöven, revizyonist-reformist bu güçlerin, KUKM'nin çıkmazlarını derinleştirmeleri izah etmeye çalıştıklarımızla da sınırlı değildir. IKP, yanına aldığı KUK, Peşeng (PPKK), Sami Abdurahman gibi örgüt ve kişiler vasıtasıyla, TKP de TKPS, Peşeng (PPKK) örgütlerle kurduğu “Sol Birlik” bünyesinde, modern giysili “sosyalistlik, devrimci-demokratlık” yaftasının yapıştırıldığı, aşınan klasik işbirlikçilik yerine yeni işbirlikçi bir Kürt akımını KUKM'ne dayatmaktır” (25)

     “Cephenin diğer bir gücü olan TKEP, sekterlik ve darlığının sonucu olarak boyun eğmeciliğe saplandı ve kendini TKP'ye kiraladı. (26)

     “...KYB ve gerekse, KDP'nin yeniden örgütlenmesi olan 'Geçici Komite' tarafından, geçmişin dersleri yeterince özümsenmemiştir. Her ne kadar geçmişten ders çıkardıklarını söylemektelerse de, aynı tarihsel ve sosyal tahlil ve otonomiciliği ile meşhur olan aynı proğram ile yola çıkmış, eski biçimlerde, yani yine, fırsatlardan yararlanarak, iki sömürgeci devlet arasındaki çelişkilere dayanarak eylem geliştirmeye çalışmışlardır...” (27)

    Yok etmek istediği devrimci demokrat örgütlenmelerin listesi uza- dıkça uzuyor. Ülkede işçi sınıfından köylüsüne, esnafından memuruna ve aydınlara kadar tüm bir toplumu terör altında ezmek isteyen bir hareketin ilk etapta yöneleceği kesimler elbette bunlar olacaktır. Ayrıca cinayetlerle şekillendirdiği tabanını, devrimci, demokrat örgütlenmelere yöneltmede zorluk da çekmeyecektir. Bu nedenledir ki, A.Öcalan karanlık amaçlarının önünde engel olarak gördüğü tüm devrimci örgütlenmelere karşı “Kürdistan halkının büyük kin ve öfkesini boşaltmasını bileceğiz.”(28) diyerek kükrüyordu. Bunları yaparken kendisini halk ve ülke yerine koyması ise yeni bir şey değildi.

 

APOCU TABANIN ÖZELLİKLERİ

 

  

    Yüzyılların aşiret kavgaları geleneği içinde yoğrulmuş cahil köylü tabanın biraz da dini duyguları okşandığında, bir anlık dolduruşa getirilerek istenilen her hedefe yöneltme kolaydır. Aşiret kavgalarının yirminci yüzyılın sonuna yaklaştığımız bu günlerde bile devam edişi, Kürt toplumunda adeta gelenek haline dönüşmüş, neredeyse kanıksanır olmuştur. Bu kavgalar, Kürt toplumunda karşılıklı olarak birbirine duyulan kin ve nefretin asıl kaynaklarından birini oluşturmaktadır. Hâlâ  aşiretler arasında birbirine pusu kurarak intikamların alındığı, 20-30 yıllık kan davalarının hüküm sürdüğü, zaman zaman kan parası adı altında kızların evlenlendirildiği bir toplumsal yapı hüküm sürüyor. Buradan hareketle ortaya çıkartılan köylü örgütlenmesine gösterilen hedefler, Abdullah Öcalan ve destekçileri tarafından gayet bilinçlice seçilmiştir. Yani PKK ve Abdullah Öcalan, ilkel yapıdan çıkmış bir çok insanın kin ve nefretini iyiye ve güzele karşı akıttığı bir kanal durumundadır. 

    Öcalan ve ekibi, ölüm olaylarını, kırsal kökenli veya sınıf dışı kalmış unsurları harekete geçirmenin bir aracı olarak görüyor. Bu tür olaylar, 1984 provokasyonu öncesinde ve hemen sonrasında oldukça çarpıcı ve sıkça kullanılmıştır. Hitap tarzı aynı zamanda sınıf dışı kalmış unsurların veya kenar mahalle sokaklarında çapulculuk yapan çetelerin pisikolojik ve ruhsal durumlarına göre belirlenmiştir. Bu tarz özellikle seçilmiştir. Çünkü içinde yaşadığımız toplumsal koşullarda çapulcuların hiçbir sosyal güvencesi yoktur. Sahip oldukları tek güvence, yaptıkları her kriminal olay karşısında birbirine daha fazla kenetlenmedir. Yaşamlarını başka türlü sürdürme olanakları yoktur. Korku ve isyankârlığı aynı anda yaşarlar. Bir bakıma içgüdü haline gelmiş olan ama kaba, ilkel isyancılıkla örtülenmeye çalışılan aslında bu korkudur. Bu onların aynı zamanda en büyük zaafıdır. Bu zayıflık onları birbirlerine bağladığı kadar, hiç beklenmedik anlarda çok rahat birbirine de düşürür. Yani, isyankârlıkları korkularının verdiği istemdışı tepkiyle sınırlıdır. Toplum tarafından tamamen dıştalanmışlardır. Sistem ise rehabilitasyona alınmalarını gerekli görmemektedir. Tam bir boşluk içindedirler. Bu nedenle kaybolan her arkadaşlarının arkasından bir yandan intikam yeminleri ederler, bir yandan da ağıtlar yakarlar. Sürekli bir ikilem içindedirler. Abdullah Öcalan ve bağlı olduğu derin devlet, tabanın bu özelliklerine uygun şırıngalar vermeye özen göstermiştir. İşte ölüm olaylarının hangi temelde kullanıldığına açık bir örnek;

     “Onlar, halkın ve partinin dışında başka bir ölümü anlamsız buldular. (...) Böyle olacağız ve bundan başka çaremizin olmadığına her zamankinden daha fazla inanıyoruz(...)Çatışmadan, kendi eceliyle ölüm olayını murdarlık haram olarak değerlendirdiği, doğal ölüm olayını adeta küçümsediği yörenin bir evladı olarak (...)en çok verim sunacakları gencecik yaşlarında akıttıkları kanlarıyla direniş tarihimize ve beynimize nakşettiler.” (29)

    Dikkat edilirse kullanılan üslup rastgele seçilmiş bir üslup değildir. Hem cahil kalmış köylü tabana, hem de kırdan kente göç etmiş ama sınıf dışı özellikler gösteren kesime hitap etmektedir. Hemen her konuşma, dağıtılan bildiriler, basılan broşürler vs. dolduruşa getirmeyi amaçlayan dinsel motiflerle süslenmiştir. Halkı, devrimcileri, demokratları katletmenin cennet kapılarını açmakla eşdeğerli olacağına tabanı inandırıyorlar. Her geçen gün yoksullaşan, ekonomik baskılardan nefes alamaz hale gelen toplumsal kesimlerin dine bir kurtarıcı gibi daha sıkı sarılmaları beklenilen bir durumdur. Bu duruma gelişmemiş ülkelerde, işsizliğe geçici de olsa “çözüm” getirmenin bir aracı olarak bakılır. Apocular da egemen güçlerin yamakçıları olduğu için dini motifleri, hurafeleri vb. çağdışı her şeyi insanları düşünmeden yoksun kılma doğrultusunda kullanmaktadır. Demokrasi ve özgürlükler adına hareket ettiğini söyleyenlerin, yığınları köleleştirmenin çabasını verdiği nerede görülmüştür? İşte Apocuların ikiyüzlülüğünü sergileyen, egemen güçler hesabına çalışan figuranlar olduklarını gösteren açık kanıtlardan biri de, bu tür düşünce ve pratikleridir.

 

ÖCALAN  KÖLELİĞİ

 

 

    1984 provokasyonu, Kürt milliyetçiliğiyle karışık islami düşünce ve duygularla yoğrulmuş kır kökenli ve sınıf dışı kalmış kesimlerden bir milis hareketi örgütlendirilmesine yolaçmıştır.

    A.Öcalan, mahalle kabadayılarının ilkel yanlarına, feodal duygularına seslenirken, aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmemiş, tabanına karşı oldukça tehtidkâr davranmıştır. Metropol kentlerin kenar mahallelerinde soygun ve hırsızlıkla geçimini sağlayan genç çete gruplarının anlayışını aynen Öcalan’da da görmek mümkün. Bu gruplarda kendi içlerinde gasp edilenleri bölüştürme ve birbirlerini mahallenin halkına karşı koruma anlayışı ve buna uygun davranış biçimleri vardır. Bu çete gruplarında hiç kimse tek başına hareket edemez, kollektif karar mekanizması zaten hayal bile edilemez. Nerede, ne zaman ne yapılacağı şefin ihtiyacına ve çıkarına göre belirlenir. Şefe bağlılıkta kusur da affedilmez.  PKK de kendi içinde aynı anlayış ve davranış biçimini geliştirmiştir. A.Öcalan tek ve dokunulmazdır. Diğerleri ise canı bile kendisine ait olmayan “mülkiyetsiz”lerdir;

     “...Burada bulunan topluluk içinde hiç kimsenin üzerinde istediği gibi tasarufta bulunabileceği kendine has ne bir canı vardır, ne de kendine özgü bir niyeti olabilir. ...hiç bir militan kendi varlığı üzerinde bir mülkiyet hakkına sahip değildir. Hiç bir militan 'bu can benim canımdır' diyebilecek durumda olamaz, olmamalıdır.

Böyle bir tutumda ısrar eden kişide mülkiyet duyguları gelişiyor demektir.” (30) 

     “Fakat Kürdistan gerçekliğine aynı yaklaşımla yöneldiğimizde, yaşamın kutsallığı değerini yitirmektedir. Çünkü gelişmenin doğal seyrinden çıkarıldığı Kürdistan'da, işlerin toplumsal ve tarihsel diyalektik içinde izahı son derece güçleşmekte (sözle dile getirilen teorik literatürün! anlamı bu olsa gerek, BN.) ve yaşam fazla bir anlam ihtiva etmemektedir.” (31)

    Vurgulanan bu mantıkla ne tür yönelimler içine girileceğini kestirmek hiçte zor değildir. Her şeyden önce bir kişinin veya bir kurumun bir başka kişinin yaşamı üzerinde söz sahibi olmasına kölelik denilir. Bir kişinin yaşam hakkı üzerinde bir başka kişinin ipoteği kabul edilemez. Öcalan günümüz koşullarında Roma’nın köle beylerini aratmayacak bir tarzda konuşmaktadır. Kişiler üzerinde mülkiyet hakkının olduğunu iddia edebiliyor. “Öcalan köleliği” biçiminde de adlandıracağımız bu kölelik sistemi, tamemen mafyavari yöntemlerle sağlanmıştır. İnsanlar önce cinayet, esrar-eroin, insan kaçakçılığı vb. yollarla insanlıkdışı ilişkiler içine çekilmiştir. Böylece üzerlerinde her türlü baskıyı kurabilmenin koşulları yaratılmıştır. Bundan sonra da kölelikten başka çıkış yollarının olmadığı kendilerine anlatılmıştır. Bu duruma düşmüş kişinin canının, düşüncesinin ve hatta gidermek zorunda olduğu günlük temel ihtiyaçlarının bile Öcalan tarafından belirlenmesi artık işten bile değildir. İstediği gibi asar, keser ve kullanır.

 İstKöleliğe çağrı metninde seçilen üslup da rastgele seçilmemiştir. Batman, Siirt, Bingöl, Bitlis ve Muş bölgelerinin daha çok kırsal kesimlerindeki tarikat şeyhlerinin müritlerine sesleniş tarzıdır.Yaşam hakkına  en edepsizce saldırı vardır. Yaşamın değeri ve gerekliliği hiçe sayılıyor. Bunun hiçe sayıldığı noktada her türlü vahşilik kolaylıkla sergilebilinir. Çünkü insanlık değerlerinin korunması ve geliştirilmesi yaşama verilen değerle orantılıdır.

    Bu tür köleci anlayışlar, toplumumuzda bir başkalarını daha çağrıştırmaktadır. Özellikle son yirmi yılda her sokak başında rastladığımız “vatan kurtaran aslanlar”dan sözediyorum. Bunlar, bir yandan kurduk- ları çete ve mafyalarla halkımızı sömürüp soğana çevirirken, bir yandan da “ülkem için ölürüm” nutuklarıyla tozu dumana katan  “vatan kurtçukları”dır. Apocular bunlarla da benzerlik gösteriyor.

    Genel olarak gerçekçi tarzda seçilen hedeflere ulaşabilmek için yaşam gerekir. Sonuna kadar ayakta kalmanın, olabildiğince uzun yaşamanın kavgası verilir. Çünkü kazanma yaşamdan geçer. Temel hareket tarzı kesinlikle kayıp vememe üzerine inşa edilir. Ama hedefe ulaşma sürecinde ortaya çıkabilecek birtakım kayıplar olabilir. Bunlar savaşımın doğal ama bir o kadar da acı götürüleri olarak değerlendirilir. Olayı bu biçimde ele almayıp daha ilk adımda ölmeyi temel alma anlayışında kesinlikle bir artniyet vardır. Eğer komutan olduğunu iddia eden biri bunu yapıyorsa, yani askerlerine “yaşamanın değeri yoktur, ölmelisiniz” biçimde emir veriyorsa, o komutan bir katildir, bir haindir. Toplumun böylelerine ihtiyacı yoktur.

    Her amaca ulaşmayı kanla, ölümle eşdeğerli kılma anlayışı korkunç bir hastalıktır. Siyasal mücadele eşittir savaş değildir. Siyasal mücadelenin çok çeşitli biçimleri vardır. Savaş, siyasal mücadele biçimlerinden sadece biridir. Savaşın neden tek başına temel alınmak istendiği ise geçen yıllara bakıldığında çok daha iyi kavranılmaktadır.

    Sonuçta yapılmak istenen, “biz her şeyin doğrusunu yaparız”dan hareket etmek, kişiyi düşünce ve sorgulayıcılıktan tümüyle alıkoymaktır. Düşünen, bilinçle hareket etmek isteyen, en ufak eleştiride bulunmaya çalışanların kaderi ise daha başından belirlenmiştir; yokedilme, yani ölüm. Katil olma önkoşuluyla köleliği kabul edenleri bekleyen son da diğerlerinden farklı değil; tahmin edileceği gibi önce öldürmek, sonuçta da ölmek zorundalar. Nasıl olsa “cennetin anahtarı” PKK’de. Daha doğru bir değişle, yeri geldiğinde peygamber, yeri geldiğinde Tanrı olduğunu söyleyen Öcalan’da. “Huriler dünyasını” başka türlü elde etme olanağı yok. Böylesine düşünmeden yoksun kılınmış kişiler açısından geriye kalan tek şey; “cennetin anahtarı”nı ele geçirmek için  mümkün olduğunca kan dökme, alacağı övgülerle çevresine caka satmaktır.  Hele hele ne kadar çok kadın ve çocuk katlederse o kadar fazla “büyük kahraman” ünvanını sahip olma şansına kavuşur. Artık bu noktadan sonra önlerine kim gelirse gelsin saldırmayacakları hedef yoktur. Nereden bakılırsa bakılsın, insanlığa düşmanlığın en sinsi örneklerini görüyoruz;

    “Pınarcık gerçeğinde bir kez daha ortaya çıktığı gibi, Kürdistan'da ihanete yaşam tanınmayacak ve hainler de cezasız bırakılmıyacaktır”  (32)

    Pınarcık ve daha birçok yerlerde halkın nasıl katliamdan geçirildiğini bilmeyen yok. Hatta onca dolduruşa karşın kadın ve çocuklara kurşun çekmekte tereddüt geçirenlerin dahi “çatışmada öldü” süsü verilerek öldürüldükleri biliniyor. Derin devletin direkt yapmaktan çekindiği “temizlik” konsepti, bizzat PKK tarafından hayata geçirilmiştir. Hatta çok saf duygularla saflarına katılanları bile özkişiliklerine yabancılaştırmada çoğu kez başarı sağlanmıştır. İçinden çıktığı halkına ve tüm devrimci güçlere karşı her geçen gün artan ölçülerde saldırganlaştırmak için insanlara anne ve babalarını dahi öldürtmüşlerdir. Kişileri kendi ailelerine karşı kin ve intikam duyacak düzeyde vampirleştiren faşist taktikler uygulanmıştır. Bilindiği gibi aileye karşı tavır SS’lerin bir metodudur. SS’ler içinde bunu uygulatanların en meşhuru, insan kasabı olarak adlandırılan faşist Erichmann’dır. A.Öcalan’ın da militanlarına karşı uyguladığı yöntem, Erichmann’ın yöntemidir. İşte açık örneği;

    “PKK mensupları içinde anasını, babasını ve öz yakınlarını vuran- ların olduğu doğrudur.” (33)

    Böyle bir düşüncenin insanlara verilmesi ve bunun bir de açıktan övünç kaynağı olarak gösterilmesi tüyler üperticidir. Ama Öcalan böyle bir yöntemi bilerek seçmiştir. Feodalitenin ve aşiretçi yapının hüküm sürdüğü bölgelerde, barışla sonuçlanmayan kız kaçırma olaylarında, kızı kaçan aşiret, kendi içinde görevlendirme yaparak kaçan kızın öldürülmesi için erkek kardeşe görev verir. Erkek kardeş, aileden izin almaksızın bir başkasıyla birlikte olma cesareti gösteren kız kardeşini öldürmeyi gayet normal görür. Verilen görevi yerine getirmemeyi aşiret yasalarına ve değerlerine karşı ihanet olarak nitelendirir. Kendisi için bu görevi bir “onur” meselesi yapar. Öyle ki, yaşamı işleyeceği cinayet bağlıdır. Bu nedenle cinayeti gururla işler ve işledikten sonra da babasının ve aşiret reisinin elini öper. Artık tüm yükümlülüklerden sıyrılmış “özgür” bir kişidir. İşte PKK’de tabana işlenen mantık da, aşiret topluluğunda geçerli olan mantıktır. Bu mantıkla, bu düşünce sistematiğiyle yoğrulmayan bir yapıya, “daha fazla kan” akıttırılması başka türlü olanaklı değildir;

     “Daha çok kan akıtacağız ve bundan en küçük bir şekilde ‘yanlış yapıyoruz, yenilebiliriz’ diye korkakça bir tutuma girmeyeceğiz” (34)

    “Çok kan dökülmesi gerekiyor(...)milyonlarca insanın ölümü hiçbir şey değildir. Botan suyundan daha fazla kan akmalı, her dağda, her ağacın altında, her taş kovuğunda şehitler vermeliyiz”(35)

    İşte bu cümleler asıl amaçlarının ne olduğunu açıklıyor. Devrimciler hiç bir zaman savaş çığırtkanlığı, hele hele kan dökme çağrıları yapmazlar. Savaş, temel bir çözüm yöntemi olarak kesinlikle görülmez. Her türlü hak ve özgürlükleri mümkün olduğu kadar demokratik yöntemlerle elde etmenin çabasını yürütürler. Devrimciler için emekçi yığınların demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinde insan faktörü her zaman önplandadır. Yani insanları korumanın, yaşatmanın kavgasını verirler. Barışın, demokrasinin ve özgürlüklerin savunucusudurlar. Savaş savunuculuğu, savaşla sorunları halletmeyi temel alma her zaman diktatörlüklerin işi olmuştur. Emperyalistlere özgü bir metotdur.

    Böylesine ürkütücü, dere misali kan akıtmak için can atanlar, günümüz koşullarında olsa olsa Hitler’in bir kopyesi olabilirler. İşte Abdullah Öcalan da bunlardan biridir. Parayla tutulmuş bir katilden farklı değildir. Aksini iddia edenler varsa, ortaya çıksın ve yukarıdaki söylemlerin savunulacak olan yanlarını ortaya koysun. İnsan hakları savunuculuğunun bile bir dönem rant kavgacılığına dönüştüğü Türkiye’de, PKK’ nin kime karşı, nasıl bir “mücadele örgütü” olduğu her yönüyle ortadadır. Oluk oluk dökmek istediği kanın işçinin, köylünün, daha doğrusu savunmasız insanların kanı olduğuna bakmak bile, A.Öcalan’ın ne olup olmadığını anlamak için yeterlidir.

    İşte kadro ve sempatizanlarını böylesine insanlık dışı metotlarla yetiştiren PKK, her hangi bir şeyin doğruluğunu, kanın fazla veya az dökülmesiyle orantılı görmektedir. Latin Amerikada, Afrika’da ve daha birçok yerlerde kontralar hiçte az kan dökmediler. Kaldı ki Öcalan da etrafında topladığı müritlerine, “bir kontra, bir hain gibi duruyorsunuz” derken aslında onlara içinde bulundukları trajik durumu anlatmak istiyor. Botan suyundan daha fazla kan dökmek isteyen, hatta militanlarına kendi ana ve babalarını öldürmeleri doğrultusunda fetva veren bir güruhun, devrimcilere geldiğinde nasıl fütursuz davranacağı ortadadır;

    “Bugün bazıları ’PKK kendisinden ayrılanı cezalandırıyor’ diye feryat ediyorlar. Bunlar çok iyi bilinmelidir ki, PKK yalnızca cezalandırmakla kalmayacak, bu tip yaşamlara en kahredici darbeleri vurarak soluk almasına izin vermeyecektir.” (36)

    Öcalan’ın duyduğu öfke içine düştüğü çıkmazdan kaynaklanıyordu. Bu kez sözkonusu olan kendi yaşamıydı. O kahrolası canını kurtarma uğruna milyonlarca insanın kanını akıtacağını açıktan ilan eden biri için, devrimcileri katletmek elbette sorun olmayacaktı. Ülkede ken- disine bu olanakları sunanlar, Avrupa’da da benzer olanaklar yaratmaktan geri durmayacaklardı.

    İşte bütün bu aşamalardan sonra 1984 karşı devrimci eylemlerini başlatmanın ve günümüze kadar devam ettirmenin koşulları hazırlanmıştı. Bunun söylenildiği gibi devrimci çıkış eylemi değil, devrimci gelişmelerin önünü alma eylemi olduğu daha sonraki gelişmelerden ve sergiledikleri pratiklerinden anlaşılacaktı.

 

 

 

1984 PROVOKASYONU VE AMAÇLARI

 

 

    1984 yılı Öcalan’daki çıkmazın derinleştiği bir yıldır. PKK’de yaşanan tam bir karmaşaydı.  İnsanlar artık sorunların tatminkar bir izahını bekliyorlardı. “Ajan, provokatör, hain, teslimiyetçi” gibi uyduruk gerekçeler kimseyi ikna etmiyordu. Yapı sorgulanmaya başlamıştı. Oysa Öcalan, dostlarına asıl hizmeti bu dönemde vermek için hazırlanmıştı. Oyunlar K.Irak üzerinde oynanacak, başından itibaren hedefleri arasında bulunan KDP şimdiden sonra yakın takibe alınacaktı. Ama PKK içindeki çalkantılar hiç mi hiç hesaba katılmamıştı. Bu nedenle Öcalan’ın daha büyük bir katalizatöre ihtiyacı vardı. İşte o adından sıkça bahsettiği “15 Ağustos atılımı” tam da böylesi bir dönemde devreye konuluyordu. Arkasından dayandığı karanlık güçlerin desteğiyle, PKK büyük ve örgütlü bir güçmüş gibi lanse ediliyordu. Oysa PKK’de örgüt adına bir şey yoktu. Sayıca çok az olan bir insan gücü vardı ve bunların yarıdan fazlası zaten bunalımdaydı. Yıllar sonra da olsa, o günkü koşullarda PKK’nin durumunun ne olduğunu A.Öcalan da itiraf etmek zorunda kalıyordu;

     “…Bir baktık örgüt elden gidiyor. Gerçekten de, örgüt daha 1982’ de elden gidecekti.” (37)

    Ama niyet farklı olursa, ortaya çıkacak sonuç fazla önemli değildi. Önemli olan günü ve anı kurtaracak bir girişimde bulunmaktı. “15 Ağustos direnişi” altında son bir hamleyle yeni bir provokasyon daha devreye konulmuştu. Kuşkusuz A.Öcalan bu işi kendi başına oturup planlamamıştı. Ona yol gösteren akıl hocaları vardı. Bununla hangi amaçlara varmak istemişlerdi? Herzaman olduğu gibi hedefler çok yönlüydü.

    Amaçlardan biri, ilk etapta PKK’deki iç hesaplaşmayı boğuntuya getirmekti. Nitekim bu provokasyonun ardından Öcalan, o aldatmacalı taktiğine bir kez daha başvuruyordu;

     “İşte yine yaşanan sığlıklar, biraz devrimci zorluklar var. Ben bunu temsil ediyorum. O ise, ‘hayır, tek bir kişi Hakkari’ye gitmemeli. Zaman uygun değil’diyor. Sonra gördük ki, bu tamamen TC’nin planı.” (38)

    A.Öcalan olayı “ülkeden kaçmak” biçiminde sunuyordu. Çünkü sorunu bu biçimiyle ele almak kolayına geliyordu. Bu arada bir grubu da eyleme geçirerek bu düşüncesini doğrulamak istiyordu. Soruna, mücadeleyi başlatmak isteyenlerle, mücadeleden kaçanlar arasındaki bir sorun görünümü veriyordu. Ama Öcalan’ın bu dönemde hayli zor günler geçirmiş olduğu belli. Hiçbir zaman bir söylediği diğerini tutmuyor. Yani bizler için herhangi bir şeyi ispata gerek kalmıyor. Çünkü bir yerde söylediğini, diğer bir yerde yine kendisi çürütüyor;

    “…Sonuçta bir baktık ki, adam savaşıyor bizimle, çok şey götürmüş. Yapının yarısı zaten hastalıklı hale gelmişti. Zaten diğer bir sözü de şuydu; ‘Bu kez ülkeye gidenlerin yüzde doksanının kafası karmakarışık,sen o kafayla onları savaştıramazsın’ diyordu. Ben daha sonra farkettim ki, bu sözü doğruymuş. Yapının yüzde doksanının kafasını karıştırmış; uyduruk, tali meselelerle onları oyalamış. Kafası hasta olan, karmaşık olan savaşır mı? Ve o yapıdan hayır gelmedi.” (39)

    Bu sözler Öcalan’ın “15 Ağustos atılımı”nı hangi koşullar altında gerçekleştirdiğinin kendisi tarafından izahıdır. Ortada örgüt yokken Öcalan birşeylere oynamıştı.Tıpkı 1979’larda yaptığı gibi. O yılları izah ederken, “Örgüt yoktu, ama ben alalacele çizdiğim bir gerilla yönet menliğiyle Siverek eylemini başlattım ve ardından hemen Ortadoğu’ya çıktım” diyordu. Burada yaptığı da aynıydı. Arkasını sağlama aldığı Suriye’de oturuyor ve “yüzde doksanı elden gitmiş” bir yapıyla “gerilla hareketi” başlatıyor. Neden? Çünkü insanların ölmesini istiyor. Yeni bir “şehitlerimiz ve direnişimiz” kampanyasıyla karanlık amaçlarını gizliyor. Bu kampanyanın gölgesinde şiddeti giderek Avrupa’ya yayıyor, PKK’den ayrılanlardan ve diğer devrimci örgütlerden onlarcasını öldürüyor. Bu arada karanlık güç odakları da Çetin Güngör olayında olduğu gibi kendisine gereken imkanları sunuyor. Bu cinayet, sonradan gelişen olaylar açısından da ilginçtir.

    İkinci amaç; cunta sonrasında halkın içinde bulunduğu durumla ilgiliydi. Cunta döneminde amansız bir baskı, işkence ve terör altında yaşatılan halk, olabildiğince yoksulluğun içine itilmişti. 24 Ocak kararları dipçik ve süngülerin gölgesinde hayata geçirilirken, işsizlik had safhaya ulaşmıştı. Tam bir çıkmaz içine itilen kitleler üzerinde geliştirilen çıplak baskıyla 24 Ocak kararlarının sonuçları toplanıncaya kadar gidilemezdi. İşte “15 Ağustos atılımı” bu patlamanın yönünü değiş- tirmede önemli bir rol oynamıştı. Bu eylem, halk üzerinde yeni bir terör kasırgası estirmenin bahanesi olmuştu. Doğu’da PKK’nin durumundan habersiz olan bir çok insan, çıkmazdan kurtulmanın yolunu genelikle PKK’ye kaymakta bulmuştu. Batı’da ise “düşmanlarla sarıldık” masalıyla kitleler avutulmaya çalışılmıştı. Bir anlamda PKK aracılığıyla yaygın işsizliğin doğuracağı sosyal sorunların üstü bir dönem için de olsa örtülenmişti. Bu politika özellikle 90’lı yılların başından itibaren başarıyla uygulanmıştı. Dikkat edilirse bu durum, A.Öcalan tarafından üstü kapalı da olsa MED-TV’de sıkça dile getirilmişti. Olağan konuşmalarından birinde sol örgütlere seslenen Öcalan, “İşte görüyorsunuz. Bu kadar işsiz, bu kadar aç insan var Türkiye’de. Bir silah sesiyle bunları saflarınıza çekmeniz hiçte zor değildir.” diyordu.

    Bu noktada 1983’ün ortalarında PKK’nin örgüt yapısını yansıtan tabloya değinmekte yarar var. PKK’nin Lolan’dan gönderdiği iki ekibin Hakkari ve Van yörelerinde yürüttükleri faaliyetler sonucu arkalarına takıp getirdikleri 25 kişinin “PKK’ye niçin katıldınız” sorusuna verdikleri yanıtlar düşündürücüdür. Bunlardan onbiri, PKK’ye katılma nedeni olarak, “çobanlık yapmaktan bıktım” diye yanıtlarken, beşi “evlenecektim, başlık parası bulamadım ve babamla kavga ettim” diye yanıtlıyor. Geri kalan dördü “evle kavga ettim, kaçtım, geldim”,üçü askerlik yapmak istemediğini, geri kalan iki kişi de örgütün ismini önceden duyduğunu ve sempatisi olduğunu söylüyor. Yapılan ankete göre bu kişilerden en yaşlısının yirmisinde olduğu, bunlardan sadece dokuzunun ilkokul diplomalı oldukları ortaya çıkıyor. Bu tablo karşısında irkilmemek elde değil. Daha sonra benzer bir anket bu kişileri bulup getiren ekiplerin sorumlularıyla yapılıyor. Onların söyledikleri de tam beklenen türdendir. Verilen cevaplar kısaca, “merkez, kimi bulursan al getir diye talimat verdi, ben de bunları getirdim” biçimindedir. Yazdıklarına, çalakalem verdikleri raporlara bakıldığında hallerinden oldukça memnun oldukları ortaya çıkıyor. İş başarmış veya bir zafer kazanmış komutanlara özgü bir hava seziliyor. Zaten PKK’de ekip veya grup sorumluluklarına getirilmiş kişilerin sosyal konumları, yeni gelen kişilerden pek farklı değildir.

    1996’ya gelindiğinde K.H (bir bölge sorumlusu) rastgele 125 silahlı PKK’lıya niçin geldiklerini, savaştıklarını soruyor. Bunlardan 79’u Türkiye’de yaşamanın olanaksız olduğunu, köyde ne olup olmayacaklarının belli olmadığını,  “karnımızı bile doyuramıyoruz” diye uzayıp giden yanıtlar veriyor. 24 kişi İzmir, Adana, Mersin, İstanbul gibi büyük şehirlere iş aramak için gittiklerini ama Kürt oldukları için iş verilmediğinden yakınıyor ve çareyi ülkeden kaçmakta bulduklarını söylüyor. Yine bunlardan 15 kişi, yakın akrabalarının öldüğü veya içerde olduğu için PKK’ye katıldıklarını söylüyor. Yedi kişi de askerlikten kaçtıklarını belirtiyor.

    Yine çok ilginç olan bir başka durum ise; Kampta eğitim süreleri biten 20 kişiye sorulan, “şimdi ne yapmak istiyorsunuz?” sorusuna karşılık alınan yanıtlardır. İstisnasız hepsi ilk olarak, “eğer ülkeye gönderilirsem, önce köyüme uğramak istiyorum” diyor. 20 kişiden alınan bu yanıtın altında yatan esas istek aslında, “köylüme kendimi kanıtlamak istiyorum, silahlı otoriter bir güç haline geldiğimi göstermek isyorum” dur. Yani feodal duyguların farklı bir biçimde dile getirilmesi sözkonusudur. Sadece bu tablo bile PKK ve A.Öcalan’ın karanlık hedeflerini ortaya koymaya yeterlidir.

    1984 provokasyonundaki üçüncü amaca gelince; Bunun altında da K.Irak’la ilgili hesaplar yatmaktaydı. 

     “…ülke içinde yıllarca birine hizmette bulunmak istedim. Büyüklerimize, savaşçılarımıza, Barzaniden tutalım komünistlere ta dindarlara kadar hizmet etmek istedim. Sonra gördüm ki, hepsi sahtekârdır.” (40)

    Yukarıdaki sözlerinden A.Öcalan’ın yüreğinde hiç bir zaman bir özgürlük özlemi olmadığını anlıyoruz. İçinde duyduğu tek şey, uşaklık. Özgürlük tutkunlarına bu nedenle hep düşmanlık duyuyor. Büyük ideallerin sahiplerine saldırarak ruhundaki sahtekarlığı tatmine çalışıyor. İnsanlık tarihi boyunca haklar ve özgürlükler uğruna verilen kavgaların değeri tartışılamaz. Toplumsal gelişmelere yön vermede oynadıkları rol görmemezlikten gelinemez. İnsanoğlunun bugünkü gelişkin uygarlık düzeyine ulaşmasında bu iki temel tutkunun  büyük rolü olmuştur. Bu gelişmelerin karşısında duranlar ise, hep geriyi, eskiyi temsil edenlerdir. Eskinin, köhne düzenin gönüllü savunucuları ve işbirlikçileridir. Yukarıda aktardığımız sözlerinin altında, onun ajanlaşmasında rol oynayan önemli etkenleri görmek mümkün.

     “….Biz oradan Ankara’ya dayanarak grup ortaya çıkarabilmiştik. İlkel milliyetçiliği de 1982’de dayanılarak bir adım atılabilirdi.”

     “Benim için “müthiş taktikçidir” diyorlardı. “o zaman onu kullandı, sonra başkasını kullandı…” (41)

    Barzani hareketini “ilkel milliyetçi” olarak değerlendiren Öcalan, Ankara’ya dayanarak kurduğu bir örgütle devrimcilik ve yurtseverlik yaptığını söylüyor. Öcalan’daki “dehanın” sırrı budur. Herkese nasip olmayacak kadar “şanslı” bir adam. Önce Ankara’ya dayanarak bir grup kurduğunu söylüyor, sonra da malum güç odaklarına yaslanarak geliştirdiği PKK’yi, “sahte” ilan ettiği güçlerin karşısına çıkarıyor. Kimin sahte olduğunu ise çıkış biçimi zaten ortaya koyuyor. Niçin, nasıl ve kimlere karşı ortaya çıkartıldığını gizlemek içinse durumunu “müthiş taktikçi”liğine bağlıyor. Doğrudur; ortada bir kullanma durumu vardır ama, Öcalan kullanan değil, kullanılandır. Kullanılış tarzı gerçekten müthiştir. Solu ve Kürdü bitirme çabasında hem kendisini gizleyerek provokasyonlarını sergiliyor, hem de sola ve Kürde karşı efendilerine kullanabilecekleri müthiş imkânlar sunuyor. Başlangıçta bunları sadece Türkiye içinde uygulayan Öcalan, 1980 sonrasında hedeflerin kapsamını genişletiyor. Çizilen stratejinin sonuç alabilmesi için kavganın özellikle K.Irak’a kaydırılması zorunludur. Çünkü bitirilmek istenen Kürdün yaşam kaynağı bu alandır. Güç odakları bu kez sadece dereyi değil, kaynağı kurutma iddiasındadır.

     “Aslında 1985’lere geldiğimizde, bizde silahlı savaşım çizgisine ısrarla gelememe, ısrarla onu hayata geçirmeme KDP’nin dayatmaları sonucu oluşan bir durumdu….İlkel milliyetçilik tamamen tasfiyeyi hedeflemişti… Bu durumdan dolayı biz Ağustos adımını geçte olsa başlatabildik.” (42)

    İşte gerçek niyetlerin A.Öcalan tarafından yapılan özeti. Sözümona silahlı mücadele çığırtkanlığıyla zor duruma düşürmek istediği kesimlerin kimler olduğu böylece anlaşılıyor. Sadece Türkiyedekileri değil, Irak Kürtlerini de hedefliyor. Bu araçla bir yerlere davetiye çıkarıyor. Nitekim o ana kadar Türkiye’nin Irak’a direkt bir askeri müdahalesi olmamıştı. Herşey siyasi platformlar içinde yapılmıştı. A.Öcalan 1984’ lerden itibaren bu alana yapılan dış müdahalelerin bir aracı olmuştur. Bu nedenle Öcalan’ın ARNG, ERNK gibi anlı şanlı ordu ve cephe faaliyetleri kimseyi yanıltmamalıdır. Ordulaşma ve cepheleşme adı altında yapılan tek şey provokasyonları daha kolay hayata geçirmekti. Tıpkı adı var, kendisi yok bir PKK gibi, ARNG, ERNK de sadece hedef şaşırtmak amacıyla ortaya atılan isimlerdi. Öcalan, yaklaştığı hazin sonu görmeye başladığı dönemde bu gerçeği de itiraf etmişti;

    “Bu halk savaşının sorumlusu kimdir? Kaç kişi sorumluluk duyuyor, bütün yönleriyle belli değildir. Adına bir ulusal önderlik deniliyor, ardından PKK, Artêşa Gel, ERNK, aslında daha çok adları var, ama içeriği nasıl doldurulmuştur belli değildir. Birinin canı çıkıyor, diğerinin umrunda değildir. Çok vahşi bir katliama tabi tutulan bazı köyler var, ama bazı ERNK’liler var ki, işin havasında cıvasında… Dedim ya ERNK’nin adı var kendisi yoktur. Öncü pratik içinde aynı şey söylenebilir.” (43)

 

 

 

PKK-DERİN DEVLET İLİŞKİSİ

 

 

    A.Öcalan’ın 90’lı yıllara gelmesi anlaşılacağı üzere hiçte öyle kolay olmuyordu. Güç odaklarının da yardımlarıyla birçok devrimciyi ortadan kaldırmakta başarılı olmuştu. Bu kendisi için hayli rahatlatıcı bir ortam da yaratmıştı. Ama bu kez karşısına daha derin bir uçurum çıkmıştı. Hizmet ettiği güç odakları arasındaki çatlaktan sözediyorum. A.Öcalan ile karısı Kesire Öcalan’ı da karşı karşıya getiren bu çatlak, başının hayli ağrımasına neden olmuştu. Çünkü geçmişte Pilot (Öcalan, kendisi gibi bu kişinin de Özel Savaş’a bağlı olduğunu kabul ediyor) ve Kesire (Öcalan, bu bayanın da MİT’e bağlı olduğunu söylüyor) vasıtasıyla yaratılan bir dengeden bahsediyordu. Belirttiğine göre güç odaklarının çeşitli kanatları arasında bu birlik yoluyla bir uzlaşma sağlanmıştı.

    1985’lerden sonra bu uzlaşmanın çatışmaya dönüştüğünü anlıyoruz.

    NEDEN?

    Sorunların kaynağı 12 Eylül cuntasına dayanıyordu. Gerek ülke içi, gerekse uluslararası kamuoyunun baskısı sivil siyasal iktidara geçişi zorunlu kılıyordu. Oysa Türkiye’de sermayenin bir kanadı sivil iktidara geçişi pekte istemiyordu. Bunlar, askerin iktidarda kalmasından yanaydılar. Askeri kanat ise, Cumhuriyeti kendi eseriymiş gibi algılayıp yorumladığı için iktidarda sürekli kalmayı hakkı olarak görüyordu. Bu hevesini her on yılda bir, ABD’nin desteğinde darbeler yoluyla hayata geçirmeye kalkışıyorduysa da, kendisini birtürlü kalıcı kılamıyordu. Ama 12 Eylül 1980 cuntası elde ettiği statüyü bu kez kolay kolay bırakmak istemiyordu. Cumhurbaşkanlığına gelen Kenan Evren yeni yasalarla yetkilerini arttırırken, varolan kısmi özgürlükleri de biraz daha kısıtlıyordu. Seçime girecek partileri ve parti adaylarını Milli Güvenlik Kurulu belirlemişti. “Parlamenter rejime” dönüşü, bilinen klasik partileri ve liderlerini yasaklılar listesine alarak, kendi onayından geçen yeni partilerle yapıyordu. Ama bunca tedbire rağmen seçim sonuçları askeri kanat için tam bir yenilgi olmuştu. Kenan Evren’in açıktan destek verdiği Sunalp’ın Milliyetçi Demokrat Partisi, seçim sonrasında tam bir hezimete uğramıştı. Yani evde yapılan hesaplar pazarda tutmamış, halk askerleri siyasette değil, kışlasında görmek istediğini açıktan göstermişti.

    İşte A.Öcalan rolünü tam da bu aşamada oynamaya başlıyordu. “15 Ağustos atılımı” adı altında devreye soktuğu provokasyonla demokratikleşmeden yana olmayan güçlerin imdadına tezelden yetişmişti;

     “…DYP-SHP sözde birbirlerine karşıydılar (…) İşte Demirel ile Mesut Yılmaz, ki bunlar devletin sivil maskesidir, benden yediği darbeden dolayı ders almışlar, ve tek örgüt içinde, hatta tek parti içinde birleştiler. Zorlama bir birlik yarattılar. Bu çok önemli aslında ve mücadelede çok şiddetli devam ediyor. Özal ayrışması bile çok önemli bir süreçti ve yine bizimle bağı vardı. (…)Yine bu İnönü’nün tükenişi, özel savaş yürütücülerinin gelişimi var. Ayrıca Cem Ersever en son bizimle amansız savaşanlardandı. Bu çıkışla çok yakınen ilişkisi vardır.” (44)  

    Bu sözler, egemen güçler arasındaki mücadelede, A.Öcalan ve PKK’nin yüklendiği rolü açığa çıkarması açısından önemlidir. Aynı sözler PKK’yle savaşımın neden 15 yıl gibi uzun bir süreye yayıldığının da izahıdır. Çünkü savaşım görünüşte PKK ile, özünde ise egemen güçlerin kendi içindeki iktidar kavgasıydı. Bu kavga aynı zamanda, ABD ile Avrupa’nın Türkiye üzerindeki çıkarlarının çatışmasıydı.

    Eğer ortada emekçi yığınların çıkarlarını dile getiren bir savaşımdan bahsediliyorsa, bu mücadeleyi yürüten bir parti veya örgütlenmenin izleyeceği politika, hiç belirtmeye gerek yok ki, Öcalan’ın yukarıdaki söyledikleriyle tam bir çelişki içinde olacaktır. Böylesi bir mücadele sürecinde emekçi yığınlardan yana hareket edenler, üretim güçleri karşısında sınıfların mevzilenişlerini sağlıklı bir biçimde ortaya koymakla yükümlüdür. İşçi sınıfının gücü, örgütlülük düzeyi, içinde bulunduğu koşullar, yakın ve uzak hedefleri ve bu hedeflere ulaşabilmek için izleyeceği ittifaklar politikasını, mücadele taktiklerini netçe belirlemek durumundadır. Yine ittifak yapacağı diğer sınıf ve tabakalarla dönemlere göre çelişen ve çelişmeyen yönlerini; çıkarların birleştiği ve birleşmesi mümkün olmayan noktalarını açıklığa kavuşturmak zorundadır. İktidarı elinde bulunduran  burjuvazinin gücünü, uyguladığı politikaları, bu güçlerin kendi arasındaki çıkar çelişkilerini, bu çelişkilerin boyutlarını ve daha çok hangi noktalarda yoğunlaştığını vb. çelişki ve çatışmaları belirleyip bunlar arasındaki çelişkileri daha da derinleştirecek politika ve taktikleri saptaması gerekir. Emekçi yığınların öncülerinin en temel görevlerinden biri de, burjuvazinin halka karşı baskı ve sömürü olanaklarını daraltacak, onların hareket esnekliklerini kısıtlayacak, hatta ellerinden alacak bir mücadele tarzıdır. Ezilen yığınların çıkarları doğrultusundaki savaşımın başarıyla sonuçlanmasını isteyenler, mümkün olan en geniş kitlelerin harekete geçmesi için çaba gösterirken, egemen güçlerin parçalanmasını sağlayacak ve bir araya gelmelerini önleyecek çabalar içine girerler. Ama A.Öcalan ipliği pazara çıkmış hırsız misali, egemen güçler arasında mümkün olan en kapsamlı birliği oluşturmanın çabası içinde olduğunu itiraf ediyor. Bütün bunlar devrimci demokratik mücadelenin basit bir terör hareketiyle karşı karşıya olmadığını gösteriyor. Karşısında duran sıradan bir terör örgütü değil, bir ajan örgütüdür. A.Öcalan’ın yukarıdaki söylemi de bunun böyle olduğunu doğruluyor. İzlenen strateji, basit bir terörist grubun veya örgütün izleyebileceği yol değildir.

    Bu ajan-provokatörün geliştirdiği taktikler elbette dönemin koşullarından bağımsız ele alınamaz. Daha doğru bir deyişle dönemin derin devlet politikasından bağımsız düşünülemez. Bu entrikacı politikanın kaynağı her şeyden önce 24 Ocak kararlarıdır. Bilindiği gibi bu kararlar en rahat biçimde uygulama olanağını 12 Eylül ile birlikte bulmuş ve daha sonra ANAP iktidarı tarafında sürdürülmüştür. Ama 24 Ocak kararlarının ekonomik, sosyal, siyasal vb. alanlarda yarattığı ters sonuçlar 90’lı yılların başına gelindiğinde daha açık bir biçimde görülmeye başlanmıştı. Ülkemiz hemen her alanda ciddi boyutlarda tıkanmanın içine sürüklenmişti. 90’ların başına gelindiğinde yatırımlarda durgunluk, işsizlikte artış, enflasyonda yükselme artmış, bütçe açığı büyümüş, dışalım ve dışsatım arasında denge kurulamamış, dışticaret açığı büyümeye başlamış, dış sermaye daha fazla egemen hale gelmiş, para politikasında istikrar sağlanamamıştı. Öyle ki,84-85-86 yıllarında bir takım alanlarda sağlanan göreceli iyileşmeler dahi korunamaz hale gelmişti. Ülkenin ekonomik olanakları elit bir kesimin hizmetinde çarçur edilirken, geniş emekçi yığınlar uçuruma terk edilmişti. Geç doğmuş bir burjuvazinin saldırgan ve doymak bilmez iştahının tüm biçimleri bu dönem boyu sergilenmişti.

    Daha sonraları soğuk savaş sürecinin sona ermesi ve SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte, Türkiye ciddi boyutlarda istikrarsızlığın içine sürüklenmişti. Bu durumun güçler dengesine olumsuz yansımaları olmuş, devlet örgütlenmesinde yeni arayışları getirmişti. Yine bölge politikasında yeni strateji ve taktiklere ihtiyaç duyulmaya başlanmıştı. Geçmişte  sürdürülmesi basit olan dış politika, yeni dönemde oldukça karmaşık hale gelmişti. Türkiye’de egemen güçler arasında uzun yıllar pısırık kalmışlığın verdiği bir şaşkınlık vardı. İki sistemin yarattığı atmosferin sıcak kanatlarının kalktığını gördüklerinde adeta kendilerini ayazda  hissettiler. Uzun süre bunu şaşkınlığını yaşadılar. “Artık önemimiz bitti, üvey evlat haline düştük” psikolojisi egemen olmaya başlamıştı. Bu ister istemez çarpıkta olsa kendi kanatlarıyla uçmanın,  ayakları üzerinde durmanın arayışlarını da beraberinde getirmişti.

    Zaten 1988 ve 1989’a gelindiğinde ANAP iktidarı uygulamalarının olumsuz sonuçlarını gördüğünden daha bu yıllarda seçim yasasıyla oynamaya başlamıştı. Gerek sosyal demokrat kanada, gerekse de aynı tabanı bölüştüğü DYP’ye karşı üstünlük kuracak yönelimler içine girmişti. Gücünü uluslararası sermayeden ve yerli tekellerden alan ANAP, 90’lı yıllara girildiğinde, yoksullaşmanın getirdiği göçle metrepollerde yoğunlaşan kitlelerin desteğini Tük-İslam sentezi altında şekillendirdiği ideolojiyle toplamaya hız veriyordu. Tabii bu arada her zamanki gibi 12 Eylül’ün getirdiği Anayasa ve yasaların zırhına bürünmeyi ihmal etmiyordu. Yine bu dönemde kendine bağımlı kıldığı basın-yayının desteği de gözardı edilemez. Ama 90’lı yıllarda ANAP’ın yeni bir hamlede bulunabilmesi için önünde çok ciddi engeller vardı. Bunların başında sermaye sorunu geliyordu. Özal sermaye sıkıntısına çözüm bulmanın yolunu, hem iç pazarda, hem de uluslararası pazar- da dolaşan karaparayı Türkiye’ye çekmekte görmüştü. Karaparayla ekonomi geliştirmeyi temel almış, bunun için mafyanın ileri gelenleriyle işbirliği yapmaktan çekinmemişti. Özal’a göre serbest pazar ekonomisinde başvurulmayacak hiç bir yöntem yoktu. Eşi benzeri görülmemiş serbest pazar ekonomisi uygulamalarına yeni bir “atılım” kazandırılmıştı. ANAP’ın koalisyonlar biçiminde de olsa iktidarda kalması için her şey mübah görülmüştü. Böylece derin devlet’in gücünü ve şiddetini en fazla gösterdiği bir dönem açılmıştı. İşte tam bu noktada A.Öcalan’ın, “özel savaş yürütücülerinin gelişimi var” demesi ve bu gelişimi kendisi ve PKK’yle ilişkilendirerek savunması boşuna değildir. Burada hem eğemen güçlerden hangi kanada hizmet ettiğini anlatıyor, hem de bu kanadın derin devlet içindeki uzantısının inatçı bir savaşçısı olduğunu vurguluyor. Oynadığı rolle hangi kanadın ve örgütlenmesinin başarısı için çalıştığına en ufak bir şüpheye yer bırakmayacak biçimde açıklık kazandırmış oluyor. Gerek tek başına iktidar olduğu, gerekse de cumhurbaşkanı olduğu dönemde Özal’ın en önemli hedeflerinden birisi, sosyal demokrat kanadı götürmekti. Öcalan’da,  “özel savaş” olarak adlandırdığı güçlerle birlikte bu sürece vargücüyle katkıda bulunuyor. Böylesine kritik günler için yetiştirildiğini unutmamıştı. PKK’nin zavallı köylü tabanı ise bu gerçeği kavramaktan uzaktı. Onlar iyi bir iş yaptıklarını sanarak savaşırlarken, Öcalan bir yerlerle oynaşıyordu.

    Ancak karşı devrimci, provakatif bir yapılanma, sosyal demokrat partilerle sağ partiler arasındaki farkı görmemezlikten gelir. Türkiye’de sosyal demokrasinin doğuş ve gelişme koşullarının irdelenmesi apayrı bir sorundur. Tutarsızlığı tartışılabilinir. Ama konumuz bu değil. Burada sadece sola değil, bir bütün olarak sosyal demokrasiye de karşı geliştirilen çok sinsi bir politika var. Sosyal demokrasinin gerek ekonomik, gerekse sosyal alanda getirdiği çözümlerle sağ partilerin getirdiği çözümler arasındaki farkı göremeyen bir A.Öcalan ve PKK’den bahsedemiyeceğimizi yukarıdaki sloganlaştırılmış strateji ortaya koymaktadır. Kaldı ki, gayet bilinçli hareket ettiğini kendisi de gizlemiyor. Dünyanın neresinde olursa olsun emekçi yığınlardan yana olduğunu söyleyen hiç bir güç, burjuvazinin en talancı ve baskıcı kanadını, sosyal demokrasiye yeğlemez. Solun, genel olarak sosyal demokrasinin gerilemesi veya tükenmesi emekçi yığınlar açısından çok önemli mevzi kayıpları olarak görülür. Bu, işçi sınıfı ve emekçi yığınların demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinde ittifak yapabileceği önemli güçlerden birini kaybetmesi anlamını taşır. Hele hele bunun bir de komplolar ve entrikalarla yapılması tam anlamıyla bir felakettir.

    Aslında yapılanların pekte öyle yeni şeyler olduğu söylenemez. 70’li yılların ortalarında sol’a ve sosyal demokrasiye karşı geliştirilen provokasyonların bir tekrarı, bazı farklılıklarla bu yıllarda bir kez daha uygulanmıştır. Dönemin CHP iktidarını düşürmek için tekellerin uyguladığı ambargoların yanısıra, Maraş vb. katliamların geliştirildiği, Hilvan-Siverak olaylarının çıkartıldığı hâlâ hafızalardadır. Arkasından getirilen Milliyetçi Cephe iktidarlarıyla emekçi yığınlar üzerindeki baskı ve sömürü alabildiğine yoğunlaştırılmıştı. 1970’lerde Milliyetçi Cephe hükümetlerinin kuruluşunun ve 12 Eylül darbesinin arkasında kimler varsa, 90’lı yıllarda sol güçlere ve sosyal demokratlara karşı oynanan oyunların arkasında da aynı güçler vardır. Her iki dönemin kapıkulu A. Öcalan bu durumu da gayet açıklıkla itiraf etmektedir;

     “Ankara’dayız. 1976-77-78’i eğer bunlara dayandırmazsak, sağlam çıkışı yapabilir miyiz? Bu biraz da, sanıyorum SHP’yi bitiriş planlarımıza benziyor, ki şimdi SHP’nin cenazesi kaldı. Bu İnönü’nün oğluna karşı yaptığımız siyasi bir darbeydi ve biz onu aslında CHP’ye karşı oynadık. Bunlar 1976-77’de CHP’lidir.Hem aydın, hem kemalisttir.” (45)

    70’li yılların ortalarından sonra oynanan oyunların çok daha geniş çaplısı 90’lı yılların başlarından itibaren oynanmıştır. O yıllarda Öcalan’ın soldan Hilvan-Siverek olaylarını patlak verdirmesi, sağdan da Maraş vb. türünden katliamların düzenlenmesi, provokasyonların hangi saçayakları üzerine oturtulmak istendiği hakkında daha anlaşılır bilgiler veriyor. Özellikle de 92’den itibaren  tüm bir sol’a, işçi sendikaları başta olmak üzere tüm demokratik kuruluşlara karşı baskıların nasıl yoğunlaştırıldığı biliniyor. Silah, esrar-eroin ticaretini, dolayısıyla kara parayı elinde bulunduranlar sermayelerine sermaye katarak yatırımcı burjuvaziyi bile tehdit eder hale gelmişti. Bu üçlüyü ellerinde bulunduranlar ülkemizin geleceğine hükmetmeye kalkışmışlardı. Ekonomi bu yıllarda kara para, çek-senet, yüksek faiz, repo ve bonolarla yönlendirilmiştir. Bu dönemde elit bir kesim bu ekonomik uygulamardan büyük kazançlar elde ederken en geniş yığınlar sefaletin ve açlığın pençesinde kıvranmıştır. Halka karşı estirilen acımasız terörü destekleyenler, göğüslerini kabarta kabarta cinayet işleyenler halk düşmanlarıdır. İşte Abdullah Öcalan ve suç örgütü PKK’de bunlardan biridir. A. Öcalan göbeğini ve ensesini en çok bu dönemde şişirmiştir. PKK milyonlarla ifade edilen dolarlar ve marklarla oynamaya başlamıştır. Bu gerçekler gözönünde bulundurulursa, sol’a ve sosyal demokratlara karşı Öcalan’ın aldığı tavrın önemi de kendiliğinden ortaya çıkar. Aynı yıllar ve sonrasında toplumun hangi yöntemlerle susturulduğu henüz unutulmuş değildir.

    Abdullah Öcalan’ın hangi ortamda ve nasıl büyütüldüğü, PKK’nin niçin ortaya çıkarıldığı, nasıl ve hangi amaçlar uğruna provokasyonlar geliştirdiği şimdi çok daha iyi anlaşılmış oluyor. Sosyal demokratlar da dahil tüm sol güçlere karşı yönelim Apocu provokasyonun saçayaklarından birini oluşturuyor. Her defasında dile getirdiği Turgut Özal ve “özel savaş” hayranlığı boşuna değilmiş!… Abdullah Öcalan’ın izlediği bu taktik sadece Türkiye ile sınırlı kalmamış, Avrupa’ya kadar uzatılmıştır. Avrupa’da da sol ve sosyal demokrat güçler hedeflenmiştir. Karanlık güçlerle uluslararası planda oynandığı zaman provokasyonlar doğal olarak bu alanlara da kaydırılacaktır. Abdullah Öcalan’ın Palme olayında takındığı tavır bu açıdan önemlidir.

    İşte bahsettiğimiz bütün bu çelişkiler A.Öcalan’ın karısı Kesire Öcalan’la karşı karşıya kalmasının da nedeni oluyor. Güç odaklarının farklı kesimlerine dayanan bu ikiliden her biri kendi çizgisini egemen kılmak istiyor. Hatta aralarındaki çatışma öylesine derinleşiyor ki Kesi- re, A.Öcalan’ı açığa çıkarmakla bile tehdit ediyor. Zaman zaman bunu yapmaktan kaçınmadığını Öcalan’ın anlatımlarından anlıyoruz;

    “Bu yıllarda kadın, saatini öyle hesaplıyor ve öyle geliyor ki; ya açığa çıkacaksın, ya halledileceksin, ya çözüleceksin, ya da yaşamak yoktur. Kaçıyorum olmuyor, arkadaşlar gibi vursam olmuyor…İşte tam da bu durumdayken, onu Ankara’ya yolladık. Sene 1979 olmuştu.

    Büyük ihtimalle Ankara’da çok kapsamlı bir değerlendirme yaptılar. Üç aylık bir süreçti. 1979’un başları oluyor. Çok dikkatli hareket etmemiz gerekiyor, ne olur ne olmaz. Adamların yüzde yüz kontrolü altın- dayım. Kontrolden çıktığımı anladıkları anda derhal öldürebilirler. Sonuna kadar bağlı olduğumu anı anına tekrarlamam lazım.” (46)

    Kesire’nin A.Öcalan’ı yine açığa çıkarmakla tehdit ettiği dönemin özelliklerine bakacak olursak, aslında 1978’ler ve sonrasıyla benzer özellikler taşıdığını görüyoruz. O dönemde de özel savaşın Ülkücüler ve PKK eliyle tezgahladığı provokasyonlar var. A.Öcalan Hilvan ve Siverek’teki provokasyonlarla halkı ve sol örgütlenmeleri kırıp geçirir- ken, 23 Aralık 1978’de yapılan Maraş ve daha birçok alanda gelişti- rilen katliamlarla ülkücüler de halkı kıyıma uğratıyordu. Bunları Çorum ve Sivas’taki kıyımlar tamamlıyordu. Türkiye adım adım provokasyon ların içine çekilerek kitleler pasifize ediliyor, kısmi demokratik ortam yokedilmek isteniyordu. Sıkıyönetimi Türkiye’nin her tarafına yaymanın, yönetimi adım adım cuntacılara bırakmanın hazırlıkları yapılıyordu.

    Dikkat edersek aynı olayları 1985’lerden sonra da yaşamaya başla- dık. Sözde bir gerilla savaşı kılıfı altında A.Öcalan Kürtler üzerinde terör estirirken, özel savaş ve Ülkücüler de aynı işlemi farklı bir cepheden tamamlıyordu. Öyle ki, bu dönemde aralarındaki gizli anlaşma çoğu olaylarda kendini açıktan ele veriyordu. Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım bu ilişkiler ağında sadece bir örnektir. Türkiye’de birçok olayın baş aktörü olarak gösterilen Mahmut Yıldırım’ın, PKK’liler tarafından Kuzey Irak’ta ve Lübnan’da korunduğunu herkes biliyor. Buradan ayrılmak zorunda kaldıktan sonra, uzun bir süre PKK adına Romanya, Çekoslavakya ve Polonya’da faaliyetler yürütmüş, PKK’nin bilinen ticari bağlantılarını kurmuş ve yönetmiştir. Aynı şahsın karanlık güçlerin ilişkilerinde adeta bir merkez rolü oynadığı da çoğu çevreler tarafından dile getiriliyor. Kaldı ki, ellibeşinci, ellialtıncı ve elliyedinci hükümet yetkilileri de, Yeşil’in devletin istihbarat örgütleriyle olan ilişkilerini inkâr edemiyor, PKK’yle bağlantılarını sorgulamaya başlıyorlardı. Hatta TBMM’nin soruşturma komisyonunun hazırladığı raporlarda bu durumu doğrulamıştı. A.Öcalan’ın gerilla savaşı kılıfı altında başlatığı provokasyonunun ardından Türkiye, yine karanlık odakların cirit attığı kapkaranlık bir döneme daha çekiliyordu. Baskı, terör, işkence, faili meçhul cinayetlerle birlikte, Kürt-Türk ve alevi-sunni çelişkisi elden geldiğince körükleniyordu. Kürt bölgelerini yeterince karıştıran Öcalan ve karanlık güç odakları, hedeflerini adım adım genişleterek Toroslar ve Karadeniz’le de oynamaya başlamışlardı. Hürriyet gazetesinin “PKK Toroslar’da ve PKK Karadeniz’de” başlığını attığı günün akşamı, MED-TV’nin de Karadeniz dosyası adı altında üç günlük bir programla, PKK’nin savaşı Karadeniz’e kaydırdığını duyurması kesinlikle bir rastlantı değildi.

    Geçmişte olduğu gibi bu dönemde de Kesire Öcalan ile Abdullah Öcalan’ın karşı karşıya gelmesi oldukça ilginçti. A.Öcalan’ın söylediklerinden aralarında ortaya çıkan çelişkilerin geçmişte dışa vurulmadan sessizce halledildiğini anlıyoruz. Ama bu sefer sessizlik bozuluyor ve çelişkiler ayrılıkla sonuçlanıyor. Çünkü sözkonusu çelişkiler bu kez sadece ülkeyle sınırlı değildi. Uluslararası gelişmeler ve değişimlerle birlikte çelişkiler de çoğalıp, derinleşmişti. Öyle ki, gerektiğinde yeni bir Kürt soykırımına  başvurmak dahi gündeme gelmişti. Nitekim 93-95 yılları arasında Van-Hakkari ve Hakkari-Mardin şeridi boyunca kıyım planlarının zaman zaman tartışıldığı kamuoyuna da yansımıştır. Bölgeyi otlarına kadar yakmak isteyenler bu yönlü fikirlerini çekinmeden dile getirmiştir. Bu planların tamemen Öcalan’ın bilgisi dışında olduğunu kimse iddia edemez. Çünkü oluk oluk kanların akması gerektiğini söyleyenlerden biri de odur.

    Bu nedenle A.Öcalan sıradan bir terörist, PKK’de alelade bir terör örgütü değildir. Öcalan, Kürt halkını dünya haritasından silmeye hazırlanmış  bir karşı devrimci, PKK ise bu hain niyetleri gerçekleştirmede kullanılan çete örgütüdür. Hazırlıkları yapılan kanlı planların önemi ve içeriği Kesire ile yaptığı tartışmalarda da görülüyor;

     “…Evet, ‘nesin sen, açığa çık!’diye sorarak ben onu açığa çıkaracağıma, o bana diyor: ’sen nasıl birisisin, açığa çıkacaksın!’ Tabii, bütün bunları soğukkanlılığımı son derece yitirmeden götürmek istiyorum (…) Fakat senin için çok kötü olur (…) İnsanlığın karşısına bile çıkamazsın.’ Sanırım bu bir son konuşmaydı.” (47)

    Karşılıklı olarak birbirlerine yaptıkları tehditler, aralarındaki sorunların çözümüne yetmiyor. Çünkü her iki tarafta, “önder benim, tek ilişki kanalı ben olmalıyım ve benim stratejim geçerlidir” diyor. Yani kavga, Kürt halkına karşı geliştirilen konseptler ve bu konseptleri hayata geçirme taktikleri üzerine başlıyor. İkisi de kendi çizgisini egemen kılmak istiyor. Birbirlerini ortaya çıkarmakla tehdit ediyorlar. Onca yıldır işlenen ağır suçlar var ortada. Sonuçta efendileri tarafından her ikisi üzerinde “pat” metodu uygulanıyor ve birbirlerini ele veriyorlar. Artık itirafların ardı arkası gelmiyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

       IV-     ABDULLAH  ÖCALAN KİMDİR?

 

                      1- KİMLİĞİ  VE KİŞİLİĞİ

 

                      2- KURULAN TUZAK DEVREDE

 

                      3- ÖCALAN’IN CAN SİMİDİ

 

                      4- YAKLAŞIMLARDAKİ FARKLILIK

 

                      5- İTİRAFLARIN NEDENİ

 

                      6- ÖCALAN’DAKİ KÜRT DÜŞMANLIĞI

 

                      7- ÖCALAN VE IRKÇILIK

 

                      8- DOĞAN ÇOCUĞUNUZUN ADINI

                          ABDULLAH KOYMAYIN

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KİMLİĞİ VE KİŞİLİĞİ

 

 

    Bu, üzerinde çok önemle durulması gereken bir konudur. Özellikle son 15 yıllık eylemiyle Türkiye’nin gündemine oturan bu zatın, ne olup olmadığı iyi bilinmelidir. A.Öcalan gerçekte kimdir? Bu duruma nasıl geldi? Kimin ve neyin kavgasını verdi? Kuşkusuz bu soruların cevapları ülkemizin ve demokrasinin geleceğini ilgilendiriyor. Bunlar açığa çıkarılıp sorgulanmadıkça, A.Öcalan anlaşılmadıkça Türkiye’deki gelişmeler hiç bir zaman istenilen düzeyde olmayacaktır. PKK ve benzeri entrikalar açığa çıkartılıp mahkum edilmedikçe Türkiye’de gerçek anlamda bir demokrasinin geliştirilemeyeceği bilinmelidir. ABD ve AET pöçüğüne takılarak demokrasi havarisi kesilen o “meşhurlar” da daha çok debelenmekten başka birşey yapamayacaktır.       

    Abdullah Öcalan, 1984 olaylarının nedenlerini ve uzun yıllar boyunca hangi amaçlar için hazırlandığını, PKK’nin 19. kuruluş yılında MED-TV’de yaptığı konuşmasında açıkça ortaya koymuştur. Çok ilginçtir ki, bu konuşmaları dinleyen kesimlerden herhangi bir ses çıkmamıştı. Sorulduğunda ise “öyle biri olduğu zaten biliniyordu” diyerek kestirip atmaya çalışmışlardı. Çünkü birçokları özellikle maddi çıkarlarının her an alt-üst olacağının korkusuna kapılmıştı. Bir anda herşeyin tersyüz olacağı sendrumuna kapılan bu çevrelerin elleri ve ayakları birbirine dolanmaya, etekleri tutuşmaya başlamıştı. Ekmek elden, su gölden yan gelip yaşayan, ama arada bir de önderlik, diplomatlık taslayan bu çevrelerin kimler olduğu biliniyor. Oynadığı rolün yavaş yavaş sona doğru yaklaştığını farkeden Öcalan’sa  gerçekleri daha fazla sakla- mayı gereksiz görmüştü. İşte herkesin kanını donduran  açıklaması;

    “Sayın Mumcu’nun yazmak istediği bizimle ilgili bir kitap vardı ve kitabın da ismi; Apo Üzerine’ydi. Sanırım bu kitap çıktı. Fakat doğru çıkmadı. Yarım yamalak çıktı… O kitapla ilgili epey son on yılda yoğun faaliyetleri vardı. Bana göre O’nun ölümüyle, bu kitap arasında bir ilişki kurulabilir. Kitapta kanımca şunu dile getirmek istiyordu; ‘Apo’yu bizim devletimizin yaklaşımları ortaya çıkardı, besletti, büyüttü.’ Şimdi bunun şöyle doğrudan ilişkisi vardır: Devlet, üç yıl beni Ankara’da kendi özel yöntemleriyle besledi. Artık bu bir yetenek midir, bir yaşam yolu mudur, ne derseniz deyin. Devlet ne dediyse ben evet dedim. Böyle olacaksın dedi, ben öyle olacağım dedim.

    Formül şu; bunu rahatlıkla çekeriz. Ben de şunu söyledim; istediğiniz kadar beni çekebilirsiniz. Hem de hiç ihtiyaç duymadan, belki çok çabalayıp, geliştireceği projeleri bizzat istediği gibi kurabileceğini, benim hazır olduğumu, belki de istediğinden daha fazla hazır olduğumu gösterdim. Uğur Mumcu’nun dile getirmek istediği olay bu.” (48)

    Hakkını vermek gerekir. A.Öcalan gayet içten konuşuyor. Beyinleri tamemen dumura uğratılmışların dışında herkes burada anlatılmak istenenleri anlamıştır. Bu konuşma da dahil Devrimin Dili ve Eylemi adlı kitabında bir araya toplanan konuşmaların her biri, sona doğru yaklaşım sürecinin belirli evrelerini ifade ediyor.

    Uğur Mumcu’nun, PKK ve Abdullah Öcalan üzerine yaptığı araştır- malar, Haki Karer’in katledilmesiyle başlamış, 1984 provokasyonuyla da biraz daha ivme kazanmıştır. Uğur Mumcu, Abdullah Öcalan’ın 84 şehir baskınlarıyla birden bire, beklenmedik boyutlarda önplana çıkarılışının arkasında yatan tehlikeleri ilk kavrayanlardan biriydi. Komployu açığa çıkarmak isteyenlerin başına getirilen felaketleri gözönüne getirmek bile, Uğur Mumcu’ya yapılan komplonun arkasında yatan güçleri kavramak açısından yeterlidir. Abdullah Öcalan da, Uğur Mumcu’nun kendisiyle ilintili olarak öldürüldüğünü söylüyor. O halde neden? Açık ki Mumcu, Öcalan’ın sırf dış bağlantılarını açığa çıkarmak istediği için değil, asıl önemli olan iç bağlantılarına el attığı için ortadan kaldırılmıştır. İçten destek olmaksızın yalnız başına dış bağlantıların sonuçsuz kalacağını çok iyi biliyordu.

    Burada da karşımıza derin devlet denilen olay çıkıyor. Şimdiye ka- darki gelişmelerden öncelikle Abdullah Öcalan, M.Ali Ağca, Necati Kaya (Pilot), Mahmut Yıldırım, Abdullah Çatlı, Kesire Öcalan ve sivrilmiş birkaç kişinin daha birbirlerinden bağımsız olmadıklarını anlıyoruz. Bunlar, derin devlet tarafından aynı dönemde ama birbirlerinden bağımsız olarak belli amaçlar için yetiştirilmiş kişilerdir. Kiminin görevi sağdan, kiminin görevi soldan pratik faaliyetler içinde bulunmaktır. Devlette çeteciliğin, vurgunculuğun ayyuka çıktığı süreçlerde ise bu kişiler, zaman zaman  bir araya getirilerek ortak hareket ettirilmişlerdir; bazen “sol”dan sağa, bazen de sağdan “sol”a kaydırmalar yapılarak sonuçta uyum içinde çalışmaları sağlanmıştır.

    Özellikle Uğur Mumcu, Musa Anter, Çetin Güngör ve Yıldırım Merkit olaylarında bu işbirliği çok açık bir biçimde kendini göstermektedir. Yine daha sonra bu birliğe dahil edilen fanatik islamcı grupların da katılımıyla Batman, Diyarbakır, Yüksekova ve Mardin’de işlenen seri cinayetler bu işbirliğinin açık kanıtları olmuştur. Elbette aynı işbirliğinin bir de ekonomik boyutu vardır. Esrar, eroinden elde edilen gelirlerin bölüşümü bunun bir yönünü oluşturmaktadır. Belli bir dönemden itibaren, daha çokta 90’ların başlarıyla birlikte elde edilmeye başlanan gelirlerin büyüklüğü, milyarlarca dolarla ifade edilmektedir. Bu kadar büyük pazarı ve kârı kimselere farkettirmeden yönetmek başlı başına bir sorundu. Bu anlamda provokasyonların büyük bir titizlikle ve tam bir profesyonellik içinde yürütülmesi gerekiyordu. Bunun için yukarıda bahsedilen bileşime başvurma gereği duyulmuştur. Bu bileşimde zaman zaman görülen zaaflar, yani bazı dönemlerde ortaya çıkan çatışmalar ise, kâr bölüşümünde ortaya çıkan anlaşmazlıklardan kaynaklanmaktadır.

    Dikkati çeken bir başka nokta; Abdullah Öcalan’ın ajanlaştırılmasıyla Pilot’un ajanlaştırılması arasında olan benzerliktir. Yine bunların ajanlaştırılması süreciyle, sağ cephede görevlendirilenlerin ajanlaştırılma süreci aşağı yukarı aynı döneme denk düşmektedir. Uygulanmak istenen geniş çaplı bir konseptin pratik hayata geçirilmesinde görev alan figuranlar bu dönemde yetiştiriliyor.

    Pilot’un, Lisede okurken, askerlik dersi veren askerlik şubesine ait bir subay tarafından ajanlaştırıldığı söyleniyor. Aynı biçimde , Ankara’ da 68-70’ler arasında Tapu Kadastro Meslek Lisesi’inde okurken askerlik şubesinden bu okula ders vermek için gelen bir subay da A. Öcalan üzerinde önemli etkiler yapıyor;

    “Tapu-kadastroda benim asker öğretmenlerim vardı. Harp okuluna gidiyorlar. Beni el üstünde tutarlardı. Bilmiyorum, o öğretmen de özellikle mi öyle yaptı? Yoksa çok mu seviyordu? Geliyordu böyle, ‘çocuklar aldım Abdullah’ın kompozisyonunu, gittim Harp okulunun profesörlerine okuttum, hepsi hayret etti’ diyordu…Yani ona kalsaydı ben bir melek gibiydim, dahiydim. Bu kadar değer veriyordu adam. Askerdi. Belki de bende tehlike gördü, böyle kazanmak istedi.” (49) 

     “Aslında başlangıçta asker olma özlemim vardı. İlgim vardı. Belki de yaşamamın önünü kestiği için içine girip anlamaya çalıştım …

    Daha sonra asker olmadığım için hüngür hüngür ağladım…

    Türk ordusuna gidemezdim, her şey yasak. Bekçiye bakıyorum o fazla bir güç değil; asıl güç ordu. Ordunun içinde de özel ordu.

    Şu anda inadım var.” (50)

    Belli ki, ajanlaştırılmak istenen insanlar rastgele seçilmiyor. Kişinin yaşadığı bölge, aile özellikleri, çevresi, çevresiyle olan ilişkileri ve her şeyden önemlisi de özlemleri büyük önem taşıyor. Öcalan ise hem yetişme tarzı ve aile özellikleriyle, hem de çevre ilişkileri ve özlemleriyle bu kalıba tamamen uyuyor. Her ne kadar bunları, çocukluk ve gençlik dönemlerine özgü masum özlemlermiş gibi gösteriyorsa da, aslında içinde bulunduğu gerçek durumun izahını yapıyor. Özellikle derin devletin özel ordusuna duyduğu özlem ve hayranlık dikkat çekicidir. Üstüne üstlük bunu güçlü olmanın önemli bir aracı olarak görüyor. Devletin resmi örgütlenmiş ordusunu ciddiye bile almıyor. Vargücüyle derin devletin ordusu, yani “ordu içinde özel ordu” için can atıyor.Gözlerden kaçmaması gereken püf noktası budur.

    A.Öcalan elbette bugünkü konumuna “ha” diyerek birdenbire gelmiyor. Uzun ve ince bir yolda sabırla ilerlemek zorunda kalıyor. Öncelikle özel bir eğitimden geçiriliyor. Komünizmle Mücadele Derneği, Türk Ocakları ve Ülkü Ocakları derneklerinde kitle faaliyetleri yoluyla tecrübe kazandırılıyor;

     “Ankara’da Tapu Kadastro Meslek Lisesi’ndeyken, sanırım son sınıfında Maltepe Camisi’ne gitmekten geri durmuyordum… Komunizmle Mücadele Derneği’nde verilen konferansları dinliyordum. Hatta ülkü ocaklarına gittiğimi de söyleyebilirim…İşte Hulisi Turgut muydu, onun Barzani ile ilgili röportajını da can kulağıyla dinliyor,okuyordum… Düşünsel olarak din kitaplarına ilgi duyuyordum. Necip Fazıl Kısakürek’i büyük bir ilgiyle izlemeye çalışıyordum. Bir-iki konferansına katıldım, olağanüstü buldum. Hatta çoşturdu beni. Yine Türk ocağında verilen iki konferansa katıldım…Komünizmle Mücadele Derneği’nin bir sorumlusu vardı. Refik Korkut’tu galiba. Teorisyendi. Ve hatta burada Demirel’ in geldiği bir toplantıya da katılmıştım.” (51)

    Okuldan mezun olur olmaz Öcalan kadastro memuru olarak Diyarbakır’a atanıyor. Bu arada “sosyalistleşiyor” ama, rüşvet alıp cebe indirmeyi de ihmal etmiyor. Ayrıca belli aralıklarla İstanbul’da da aynı görevi sürdürüyor. Aslında görevi; halk içindeki eğilimleri gözlemleyerek rapor etmektir. Yine bu süre içinde provokasyon geliştirme imkânlarının nerelerde ve hangi alanlarda bulunduğunu tayin ediyor;

    “Devlet memuru olarak orada sosyalist gerçeklik, devlet gerçekliğini daha iyi karşılaştırma imkanı vardı…biraz böyle cebine para girmiş, yeterince gözlem imkanı edinmiş, böyle bir otel yaşantısı. Ağalar ilk yaklaşımı gösteriyor. Yanına eskiden varamadığımız o büyük demagog yığını küçük-burjuvalarla hergün karşılaşıyorsunuz. Bunlar gözlem gücünü de arttırıyor.” (52)  

    A.Öcalan’ın Diyarbakır’da gözlemleme ve rapor etme faaliyeti bir yıl sürüyor. Hangi alan üzerinde oynayacağı bu süreçte belirleniyor. Bunun için öğrenci gençlikle ilişki kurması gerekiyor. Çünkü o dönemde sol siyaset yankısını en çok yüksek öğrenim gençliği içinde buluyor. Ayrıca Kürt hareketlerinin yoğunlaştığı alanlar da büyük şehirler- dir.

     “…O zamanlar bir Sur Palas oteli vardı, o benim karargahımdı. Licelilerin oteliydi, duyduğum kadarıyla Behçet Cantürk’lerin…Yani Kürtlükle ilgili izlenimlerin bol olduğu bir otel. Üniversiteye gidiş tutkum, kesin bir üst bürokrat olmaktan ziyade Türkiye’nin siyasi havasına biraz daha gerçekçi katılmaktı.” (53)

    A.Öcalan önceleri kaydını İstanbul Hukuk Fakültesi’ne yapıyor ama okula hiç gitmiyor. Kısa bir süre daha Tapu katastro memuru olarak incelemelerine devam ediyor. Sonuçta Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaydını yaptırıyor. (ki kaydının istihbarat kontenjanından yapıldığı da bazılarınca dile getiriliyor.) Bu arada “Kürtçü” yanı bir hayli gelişiyor. Yürüteceği siyasetin ilk derslerini Ülkü Ocakları, Türk Ocakları ve Komünizmle Mücadele Derneği’nden öğrenen A.Öcalan, birdenbire “Kürtçü bir komünist” oluveriyor;

     “…Ben üyeliğimi DDKO’ya yaptım…ilk üstlendiğim bir seminer vardı…Oldukça da tehlikeli buldular beni…Kürt devleti lafını kullandığım için, orada bulunan herkesin dili uçukladı… Benden ısrarla ne istediğimi soruyorlardı…o zamanki DDKO’yu eleştiriyordum.” (54)

    Bu dönemin diğer önemli bir anısı da, Teknik Üniversi’te de yapılan bir Dev-Genç toplantısıydı…

     “Kürt meselesinin ilk defa çok cesur bir biçimde orada tartışmaya açıldığını gördüm. Mahir’in kemalizm ve Kürt meselesi üzerine yaptığı konuşma çok cesurcaydı…” (55)

    Bu sözlerin altında üzerinde durulması gereken çok önemli iki gerçek var:

    Birincisi; DDKO’nun durumu.

    İkincisi; Türkiye sol’unun geldiği aşama.

    Bilindiği gibi DDKO Kürt gençlerinin Kürtlerin kültürel haklarıyla ilgili faaliyet yürüttükleri bir dernektir. Bunların ayrılma, silahlı savaşım yürütme vb. sorunu yoktur. Hedefleri; Kürt dili ve kültürünün serbest kullanımı ve geliştirilmesi, Kürt kimliğinin tanınması, halk üzerindeki baskı ve sömürüye karşı mücadele edilmesidir. Bu anlamda önemli bir kuruluştur. Öcalan’ın böyle bir kurumun bünyesinde “Kürt devleti”nden bahsetmesi elbette dudakların uçuklamasına neden olacaktı. Çünkü bu, amaçları tamamen farklı olan bir derneğe karşı geliştirilen açık bir provokasyondan başka bir şey değildir. Nitekim verdiği seminerden sonra gelişen olaylara değinen Öcalan, “Sonrasında DDKO’nun son bir kongresi düzenendi. O, bitiş kongresidir.”(56) diyerek, perde arka- sında oynadığı rolden övünçle bahsediyor.

    Aynı dönemde Öcalan, bir de Türkiye Sol’unun geldiği aşamadan sözediyor. Gerçekten bu yıllarda sol, diğer birçok teorik tartışmalarla birlikte Kürt sorununun da farkına varıyor. Genelde bu konuya yaklaşım, geçmişten daha farklı bir perspektiften alınıyor ve ağırlıkla gerçekçidir. Yani sorun önemli oranda sadece Kürtleri ilgilendiren bir konu olmaktan çıkıp, bir bütün olarak Türkiye solunun gündemine oturmaya başlamıştır. Demokrasi isteminin bir parçası haline gelmiştir. İşte bu aşamada Öcalan’ın önemli ikinci rolü açığa çıkıyor; “kürtçü” gömleği yalnız başına yetersiz kalıyor. Giydirilen bu gömleğin başka bir aksesuarla tamamlanması gerekiyor. Bu nedenle “kürtçü”nün yanına bir de “komünist” eklemesi yapılarak giysi tamamlanıyor. “Komünist kürtçü” sıfatıyla A.Öcalan hem Kürtler, hem de sol içindeki yerini alarak provokasyonlarını her iki cepheden sürdürme olanağına kavuşmuş oluyor.  

    Bundan sonra kaydını bilinen yöntemle Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne yaptırarak  Ankara’ya taşınıyor. Bu yıllarda solda geliştirilecek provokasyonlar için sıkı bir eğitimden geçiriliyor. Boykotlara ve mitinglere katılarak ufak tefek denemeler yoluyla hem kendisini tanıtıyor, hem de pratiğini biraz daha zenginleştiriyor. Bu arada kısa bir süre için Mamak Cezaevi’ne misafir ediliyor. Burada kaldığı aylar Öcalan için önemli bir dönüm noktası oluyor. Önceleri seminerler, boykotlar ve mitinglerde yeterince boy göstermesine, bir de cezaevi pratiği eklenmiş oluyor. Böylece  kendisini sola ve Kürtlere  yeteri kadar ispatlıyor.

    Artık geçerli diplomayı almaya hak kazanmıştır. Doğumun zamanı gelip çatmıştır.

 

KURULAN  TUZAK  DEVREDE

 

 

    Özellikle 1986’dan sonra A.Öcalan’ın, ajanlığı ve izlediği provokasyon çizgisiyle ilgili zaman zaman yapmaya başladığı açıklamalar son derece önemlidir. Açıklamalarında sürekli olarak dikkatleri birşeylerin üzerine çektiği görülüyor. Ortaya çıktığı dönemleri anlatırken, MİT ve Özel Savaş’ın kendisine olan ilginç yaklaşımlarından bahsediyor. O dönemlerde MİT’in Kesire Öcalan, özel savaşın da Pilot (Necati Kaya) vasıtasıyla kendisini denetim altında tuttuğunu açıklıyor. PKK Nedir Ne Değildir adlı kitabımda bunlar üzerinde durmuştum. A.Öcalan’ın bugünlere ulaşmasında çok önemli roller oynayan bu iki şahısla Öcalan’ın durumuna biraz daha değinme gereğini duyuyorum. Ortaya çıktığı günlerdeki durumuna değinirken şunları söylüyor;

     “…Ama öte yandan düzen devreye girmiş. Sonradan çok açıkça anlaşılacağı üzere, düzenin en etkili kişilikleri devreye girmiş ve beni ‘ölümlerden ölüm beğen’ hükmü içerisinde bitirmek istiyorlar. Ve hiç bir güç imkanım yok. Düzenin adamları bile ‘bu köylü parçasını’ diyorlar‘ bu zavallı, herşeyden yoksun tipi öldürmek bizim zararımızadır’ ve devam ediyorlar ‘bunu öyle hazırlayalım ki, tarihimizin en büyük bir işbirlikçisi haline getirelim’ Belki de planları biraz da buydu.” (57)

    Dikkat edersek Öcalan’ın anlattığı dönem 1974-75 dönemidir. Yani ortada ne PKK diye bir örgüt, ne de A.Öcalan’ın şimdiki gibi “ünlü” adı sanı var. Ama buna rağmen birtakım hazırlıklardan bahsediyor. Hatta “daha zararlı olacağı” gerekçesiyle devletin kendisini öldürtmediğini söylüyor. Şimdi o günkü, 70’li yıllardaki ortama baktığımızda toplumsal tepkiye rağmen Denizler idama gönderilmiştir.Mahirler kurşunlanmıştır. Hergün onlarca devrimci katlediliyordu.İnsanların öldürülmediği gün neredeyse yoktu. Bu anlamda Öcalan’ın “daha zararlı olacağım gerekçesiyle beni öldürmediler” biçiminde formüle ettiği iddiası gülünçtür. Ama “beni tarihin en büyük işbirlikçisi yapmak istediler” sözleri doğrudur. Teori ve pratiğine baktığımızda A.Öcalan Kürtler adına ama Kürtler’e karşı hazırlanan korkunç bir tuzaktır. Neden? Öcalan’dan dinleyelim;

    “Şimdi dönemin bu bayan (Kesire Öcalan,Bn.) ilişkisine dikkat edilirse kilit öneme sahiptir. Muhtemelen devlet 74-75’te bizi adamakıllı sarrmaya geldi. Diğer örgütlerin içinden geliyordu. Dev-Yol kontrolü doaylı bir devlet kontrolüydü. Diğer gruplar da aşağı yukarı aynı özellikteydi. Kürtlüğü KDP çekmek istiyordu, o da dolaylı devlet kontrolüydü. Zaten o zaman çok açıktı. KDP tümüyle MİT’in yedeğine alınmıştı.” (58)

    Öcalan’ın bayan olarak bahsettiği sıradan herhangi bir bayan değil, daha sonraları ısrarla evleneceği karısı Kesire Öcalan’dır. Kilit olarak gördüğü bu ilişki, bu anlamda önemlidir. Daha sonra bilindiği üzere, Necati Kaya’nın (Pilot) da katılımıyla bu ilişki, biraz daha karmaşık hale getirilecek ve aynı zamanda  daha  da güçlendirilecektir. Bahsettiği bu ilişkiler, güç odaklarının işbirliğini temsil etmesi bakımından oldukça önemlidir. Burada dikkat çekici diğer bir nokta da, Dev-Yol başta olmak üzere diğer sol gurupları da, devletle bağlantılı kılmaya özen göstermesidir. Bu tür iddialara yanıt verme, esas olarak adı geçen örgütlenmelere düşer. Ama burada önemli olan Öcalan’ın durumudur. Kendi ajanlığını örtüleyebilmek için başka örgütlenmeleri kullanmaya kalkışmasındaki ilginçliktir. Bunlar hemen hemen her ajan ve provokatörün başvurduğu yöntemlerdir. Peki, üzerinde sıkça durma gereğini duyduğu Kesire ve Pilot neyi temsil ediyor? A.Öcalan’dan aktaralım;

     “Acaba bayanın cephesi temel olarak hangi oyunla bizi karşılamak istedi? Önemlidir ve irdelenmesi gerekir. Hem sosyal, hem siyasal giriş bölümüdür. Pilot ise askeri giriş bölümüdür.”(59)

     “Özel savaş dairesinin dışındaki ordu kesimini Ecevit biraz işletiyor. Dolayısıyla Pilot (Necati Kaya, BN.) Özel savaşa bağlıydı. Fatma’nın (Kesire Öcalan, BN.) ailesi ise CHP’ye bağlıdır.” (60)

    A.Öcalan, karısı Kesire Öcalan’ın MİT’e, dostu Pilot’un ise özel savaşa bağlı olarak çalıştıklarını söylüyor. O halde Kürt halkının önderiyim diyen bu zat, eğer bu kadar saf ve temizse, önceden ajan olduklarını bildiği kişilerin yanında ne arıyor? Hele hele bu kişilerden biriyle niçin evlilik kuruyor? Besbelli ki, ortaklaşa götürecekleri bir proje üzerinde bir araya getirilmişler. Dünyada bugüne kadar devrim yapmak için ajanlarla birlikte hareket ettiğini veya örgüt kurduğunu söyleyen biri daha yoktur. Ama Öcalan söylüyor. Üstelik bunların durumlarını daha başlangıçta bildiğini kabul ediyor. Bunlarla birlikte örgüt kurmuş olmasından kıvanç duyduğunu saklamıyor. Karısı Kesire ve arkadaşı Pilot’la birlikte neyin ürünü olduklarına da açıklık kazandırıyor;

    “Dikkat edilirse biz klasik Kemalist kanatla, 1960’lardan sonra özellikle ABD’ye dayanılarak geliştirilen özel savaş kanadı arasında bir denge durumunu yakalamışız. İkisi de aslında bizi kontrol etmeye çalı- şıyor ve kesin bağlamak istiyorlar.” (61)

    Her nedense o günlerde iki kanat arasında bir denge kurma ihtiyacı duyuluyor ve A.Öcalan bir denge unsuru olarak bileşimin başına getiriliyor. Bütün bu izahlardan devletin içindeki farklı eğilimleri biraraya toplama çabasını görüyoruz. Peki bu eğilimler neye karşı biraraya gelme ihtiyacı duyuyorlar? Öcalan’ın anlatımlarından bu üçlünün devrimci, demokratik güçlere karşı hazırlandığı sonucu çıkıyor. Kendi durumunu gizlemek için de Türkiye’deki bütün örgütleri ve KDP’yi devletle ilişkiliymiş gibi gösteriyor. Burada asıl ilginç olan KDP için söyledikleridir. Çünkü KDP Türkiye örgütü değildir, Irak’lı bir örgüttür. Ama Öcalan Türkiye’deki örgütlere değinirken KDP’ye de sıkça yer verme gereğini duyuyor. Buradan da Öcalan’ın sadece sola ve Türkiye’deki Kürt örgütlerine karşı değil, K.Irak’a ve KDP’ye karşı birşeylere hazırlandığı sonucu çıkıyor. Neden? Çünkü Barzani hareketi yenilmiştir, ama KDP bitmemiştir. Yeniden örgütlenme çabaları vardır. İşte bu, bilinen güç odakları açısından istenmeyen bir durumdur. Çünkü KDP, Türkiye’yi de sürekli olarak etkileyen bir güçtür. Bu çevreler genelde Kürt kimliğinin canlı tutulmasından KDP’yi sorumlu tutuyor. KDP’nin varlığı aslında bölgedeki tüm  Kürtleri  etkiliyor, sürekli bir hareketliliğe yol açıyor.

    Ayrıca bu yıllarda Türkiye solunun Kürt sorununa yaklaşımları geçmişe oranla daha olumludur. Örgütlenmeleri daha geniş bir alanı etkiliyor. A.Öcalan’ın genelde Türkiye solu ve KDP üzerinde durması, bir de bu nedenledir. Mevcut düzeni korumayla yükümlü güçler, iç muhalefete karşı durumlarını koruyabilmek, dıştan gelebilecek tehlikelere karşı tedbirler almak için Öcalan’ı hazırlıyor. Dönemin koşulları dikkate alınarak hazırlanmış konsept, Öcalan’ın da varlık koşulu oluyor. Öcalan stratejisini başından itibaren bu güçleri bitirme üzerine oturtmuştur. Taktikleri hep bu hedeflere göre şekillenmiştir. Haki Karer’in vurulması, Hilvan-Siverek olayları, Maraş katliamı, çeşitli bahanelerle sol güçlere karşı başlatılan savaşım, bu konseptin uygulamada başarılı olması için yapılan provokasyonlardı.

    “Ankara’daki gruplaşmamız, 1976 ve ardından 1977’de Kürdistan’a serpilmişti. 1977.1.Ocak toplantısında, denilebilinir ki, en kapsamlı tartışma ve bazı görevlere daha da netlik getirildi. Bilindiği gibi 1977 yılı mücadele tarihimizde çok önemli bir karar yılıdır. Bu yılda benim baharla birlikte iki ay süresince Ağrı, Kars, Dersim, Elazığ, Diyarbakır, Urfa ve Antep’i kapsayan bir Kürdistan turum vardı ki, ben bu turun ardından artık var olan tehlikelere ‘ölüm de olsa fazla anlam ifade etmez’ diyordum. O zaman gerçekten düşman da izliyordu ve Haki Karer katliamı o biçimde kendini dayatmıştı.” (62)

    Burada bir çok açıdan doğruyu çizen bir özet vardır. Gerçektende 1977 yılı, PKK tarihinde önemli bir karar yılıdır. Burada üzerinde daha çok durmak istediğimiz husus; A.Öcalan’ın Kürt düşmanı politikasını hangi provokasyonlarla hayata geçirdiğidir. Bu anlamda Haki Karer cinayeti çok önemli bir halkadır. Bu provokasyon, daha doğmadan ölüme mahkum olmuş bir gurubu canlandırmada olağanüstü bir rol oynamıştır. Haki’nin ölümü, daha önce gruptan ayrılmak niyetinde olan insanları biraraya getirirken, bir bütün olarak sola ve KDP’ye karşı savaşın da başlangıcı oluyor.

    A.Öcalan bu katliamdan bahsederken bir dizi açıklamada bulunuyor. Olayın sorumluları olarak işe Beşparçacılardan başlıyor, Tekoşin, KUK, KDP ve UDG’ye kadar gidiyor. Ardından bir yığın masal anlatarak bu güçlerin hepsini MİT’e ve CİA’ya kadar uzatıyor. Anlatımında ilginç olan yan aslında bunlar değil. Çünkü Öcalan bu mizansenleri o kadar uzun ve sık anlatıyor ki, artık kimse bunların yabancısı değil. Burada asıl ilginç olan yan, bu dönemde kendi durumuna dair yaptığı izahlardır;

    “…1976,1977ve 1978 döneminde onları, devleti çalıştırıyorum ve hareket yürüyor.”

    “Ve tam bir sağcılık tarzı var.”

    “Ankarada’yız.1976,-77-78’i eğer bunlara dayandırmazsak, sağlam çıkışı yapabilir miyiz?” (63)

    Yukarıdaki sözler, bu cinayetin neden ve nasıl işlendiğine dair ipuçları vermekle kalmıyor, arkasında A.Öcalan’ın da içinde bulunduğu hangi güç odağının durduğuna açıklık kazandırıyor. Gerçektende bu cinayet karanlık güçlerce Kürt halkına ve sola karşı gerçekleştirilen bir komplodur. Dikkat edilirse Haki Karer’in katledildiği tarih, Mayıs 1977’dir. A.Öcalan ise aynı tarihte devletle çalıştığını itiraf ediyor. Yani cinayet sırasında karanlık güçlerle çalışan sıraladığı örgütler ya da kişiler değil, Öcalan’ın ta kendisidir. Bu komplo, A.Öcalan’ın bilgisi dahilinde ve ilişkide bulunduğunu söylediği yerlerle işbirliği halinde gerçekleşiyor. Kaldı ki cinayet öncesinde A. Öcalan’ın Pilot’la birlikte Ağrı’ya gelmesi de, cinayetin çok önceden planlandığını gösteriyor. Necati Kaya Ağrı’da daha gençlik yıllarında tanınıyor ve istihbaratla olan bağları biliniyor. Buna rağmen A.Öcalan, Pilot ile birlikte Ağrı’ya geliyor. Yani burada bilerek yapılan bir manevra vardır. Gerek Haki Karer cinayeti öncesinde, gerekse cinayet sırasında ve sonrasında gelişen olaylarda kuşkuların yöneltileceği ajan, aktif bir biçimde devreye sokulmuş oluyor. Dikkatlerin esas hedefe ulaşmasını engelleyen bir taktiğin figuranı böylece yaratılıyor. Herkes olayların arkasında esas bu adamın olduğuna inandırılırken, PKK’yi yeşertecek tohumlar da atılıyor;

    “Evet bütün düzen içi yaşam olanakları Pilot ve bayan ikilisi tara- fından sağlanmasına rağmen, Ankara bana diken gibi batıyordu. İstediğiniz kadar para var. ‘Solculuk da yapabilirsin’ deniliyor, ‘Kürtçülükte yapabilirsin.’ Karşında son derece etkileyici bir kadın. Ve görünüşte hepsi Kürtçüydü. Para ve kadın hertürlü yaşam vardı. Bu konuda yenik düşmemek mümkün müdür?” (64)

    A.Öcalan’a çıkış koşullarında sunulanlar oldukça ilginç değil mi? Para, kadın ve iyi bir sosyal yaşam karşılığında kendisinden “solculuk” ve “Kürtçülük” yapılması isteniyor. Solculuk ve hele hele Kürtçülükten öcü gibi korkulduğu bir ortamda, bu nedenlerden ötürü insanların alabildiğine baskı altında tutulduğu bir dönemde, Öcalan’dan bunları yapması bekleniyor. Yani güç odakları kendi elleriyle bir solcu ve Kürtçü yaratmanın uğraşını veriyor. Açık ki, solcuları ve Kürtçüleri kırmak için böyle bir örgütlenmeye gerek duyuyorlar. Bu nedenle duruma ve yörelere göre sol örgütlenmeleri ve halkı birbirine düşürecek taktikler geliştiriyorlar. Örneğin Antep’teki devrimci potansiyel Haki Karer cinayeti bahane edilerek bitirilmek istenmiştir. Şahısların yanısıra bir çok örgüt hedef seçilmiş ve devrimciler bir kör döğüşü içinde karşılıklı olarak birbirlerini kırmışlardır. Benzer bir olay Tunceli’de de uygulamaya konulmuştur. Yetmişli yıllarda Tunceli faşistlerin uzağından dahi geçemediği bir bölgeydi. Devrimci demokrat potansiyel oldukça yüksekti. Türkiye solu içinde yer alan her fraksiyon, bu küçük bölgede şu veya bu ölçüde kendisini ifade etme imkanı buluyordu. Bu nedenle Haki Karer olayıyla benzerlikler gösteren bir olay da burada uygulamaya konulmuştu. Aydın Gül adlı bir devrimci tıpkı Haki Karer gibi konuşma bahanesiyle getirildiği yerde öldürülmüştü. Bu olayla başlayan örgütler arası kavgalar bir türlü bitmek bilmemiş ve karşılıklı devrimci vurma günü birlik eylemlerden biri haline gelmişti.

    Aşiretçiliğin güçlü olduğu alanlarda ise daha farklı bir yöntem izleniyordu. Aşiretlerden birine yaslanılarak diğerinden adam vuruluyor, aşiretler arası kavgalara bir de örgütler arası kavgalar ekleniyordu. Çünkü her örgütün dayandığı bir aşiret vardı. Böylece örgütler de aşiretler gibi dar kavgalar içine çekilerek bitirilmek isteniyordu. Hilvan-Siverek olayları özellikle PKK açısından bunun örnekleriyle doluydu. Varolan aşiretler arası düşmanlıkları kızıştırmada ve yeni çatışmalar yaratmada PKK’nin oynadığı rol bilinmektedir.

    1974-80 yılları arasında yöresel çelişkilere dayandırılan yığınca provokasyon vardır. Ne yazık ki, bunlar çoğu kez hedefini bulmuştu. Neden böyle olmuştu? Çünkü mevcut örgütlenmeler oldukça genç ve tecrübesizdi. Gençliği provakate etmekse gayet kolaydı. Yani kimse- nin olayları derinliğine inceleme ve irdeleme gücü yoktu. İnsanların görünüşe göre hareket etmesi, iyi ve kötüyü birbirine karıştırmıştı. Ajan ve provokatörler kendilerini olaylardan rahatça sıyırırken, devrimciler karşılıklı birbirini vurmuştu. Öyle ki, Maraş, Çorum vb. katliamları gibi çok açık provokasyonlar bile devrimcilerin biraraya gelmesine yetmemişti. Birbirlerini “ajan”, “provokatör”, “oportünist” olarak nitelendirip, bir kör döğüşü içine sürüklenme bu dönemin en belirleyici özelliğiydi. Örgüt içi hesaplaşmaya dayanarak ayrılanları öldürme ya da ayrı fikirler yüzünden karşılıklı birbirlerinden adam vurma örgütlerin bir çoğunda görüldüğü için, gerçek ajanlar ve provokatörler rahatlıkla at oynatmasını bilmişti. Bu nedenle herkesin bu dönemi doğru olarak ortaya koyması son derece önemlidir. Çünkü bir provokasyon çizgisinin yalnız başına sonuca ulaşması mümkün değildir. Her şeye rağmen, PKK içinde yeralan yüzlerce devrimci ve dürüst insanın varlığı kuşku götürmez. Bu nedenle A.Öcalan’ın çizgisini besleyen ve güçlendiren diğer bazı dış kaynakların olduğu açıktır. İşte bu kaynakların neler olduğu da herkesin kendi hareketini çok yönlü olarak tam değerlendirip, süreci doğru koymasıyla açığa çıkacaktır.

    Daha sonraki süreçlerde ise tersi bir durum yaşanmış, PKK etrafında sunni kümelenmeler sağlanmıştır. PKK birçok örgüt, kişi ve kurum tarafından “mücadeleci bir gerilla örgütü” olarak nitelendirilmiş ve alkışlanmıştır. Oysa dönemin koşulları bilince çıkartılabilseydi, aslında aynı sürecin, PKK içinde büyük çapta ayrışmaların yaşandığı, örgüt olarak çöküşe gittiği bir süreç olduğu görülecekti. Çoğu kesimler durumunu bildikleri halde, A. Öcalan’ın beslendiği bir kaynak olmaktan kendilerini kurtaramamışlardır. Böylesi bir dönemde, A.Öcalan ve PKK’ye yaklaşmanın getireceği sonuçların beklenilen türden olacağı açıktı. Sürecin doğru konulabilmesi için sadece A.Öcalan ve PKK’nin sorgulanması yeterli değildir. Süreç, bunların dışındaki oluşumların da kendilerini açık yüreklilikle sorgulamasını gerektiriyor.

 

ÖCALAN’IN CAN SİMİDİ

                  

 

    1980’li yıllar PKK’de yeni bir dönemin habercisiydi. Yurtdışına sağ salim ulaşma şansını elde etmiş olanlar, üzerlerinde geliştirilmiş türlü entrikaların açığa çıkartılması için tam bir sorgulamanın ve hesaplaşmanın içine girmişlerdi. Sorunlar daha sağlam bir kafayla değerlendirilmeye, yaşanılan olaylar daha ojektif bir tarzda ele alınmaya  başlanmıştı.

    Neydi bu sorunlar?

    1-A.Öcalan’ın 1979’da kimseye haber vermeden gerçekleştirdiği Ortadoğu turu kafaları kurcalıyordu. Öcalan gerilla savaşını başlatmak niyetiyle Siverek eylemine gerek duyduğunu söylüyordu. Öyleyse böylesine büyük iddialarla yüklü bir eylem planının ardından Suriye’ye kaçma gereğini neden duymuştu?

    2-Aynı yıllarda gerçekleşen Tunceli-Elazığ tutuklanmalarıyla örgüt çok büyük yaralar almış, önemli birimler çökertilmişti. Örgütün olmadığı bir ortamda Siverek’te neden savaşa soyunmuştu?

    3-Haki Karer’in katledilmesiyle başlayan Antep olaylarının tartışılmaya açılmak istenmesi, neden engellenmek istenmişti? Geçmişe yönelik eleştiri ve özeleştiriler niçin yüzeysel olaylar ve yaratılan günah keçileriyle geçiştirilmişti?

    4-Yığınla öncü kadro ve sempatizanın yakalanmasında oynadığı rolü, neden sürekli tesadüflerle izah etmeye kalkışmıştı? Bunların hesabını vermeye neden yanaşmamıştı? A.Öcalan, ileri düzeydeki kadro ve sempatizanların isimlerinin yazılı olduğu bir mektubu niçin yazma gereğini duymuştu? Başka bazı belgelerle birlikte bu mektubun Mazlum Doğan ve Yıldırım Merkit’in bulunduğu arabada çıkması bir tesadüf müydü?

    5- Cunta koşullarında, neden cezaevlerindeki tutukluları imhaya yönelik bir tavır izleniyor, belgeler niçin çarpıtılarak yayınlanıyor, tutukluların örgütteki konumları niçin ismen yayınlanarak insanlar deşifre ediliyordu. 

    Bunlar ve benzeri türden sorular kafaları karıştırıp duruyordu. Aslında PKK’de tam bir iç kaynaşma başlamıştı. Başlangıçta Pilot’un, daha sonraları ise Kesire’nin oynadığı rollerin tartışılmasıyla sınırlı kalınmıyor, kuşkular artık A.Öcalan’a doğru uzanmaya başlıyordu. Mehmet Resul Altınok’un içine düşürüldüğü durum ve 1.Kongre sırasında yaşanan olaylar, bu kuşkuların biraz daha gerçeğe dönüşmesine yardımcı etkenler olmuştu.  

    Sorunların tartışılması amacıyla yapılacağı söylenen kongreye Mehmet Resul Altınok neden alınmamıştı? Katılanlara neden tartışma imkanı verilmemişti? Kongre binasının Suriye askerlerinin ve Öcalan’ın nereden getirdiği belli olmayan gangasterleri ve tecavüzcüleri tarafından sarılması, kongrenin niteliği hakkında yeterli bilgiyi zaten vermişti. A.Öcalan’ın kimler tarafından korunup, kollandığı anlaşılmıştı. PKK içinde yaşanan kavga farklı düşüncelerin ortaya çıkardığı sıradan bir kavga değildi, olamazdı da. PKK’de devrimle karşı devrim çatışıyordu. Bu nedenle arkasındaki güç odakları, Öcalan’a gereken desteği sunmak için kolları çoktan sıvamışlardı. Ardıardına yeni provokasyonlar devreye konuluyordu. Bunlardan bir tanesi, Mehmet Karasungur’un öldürülmesiydi. A.Öcalan her zaman olduğu gibi, olayı, tam bir duygu sömürüsüne çevirmişti. İkinci provokasyon cezaevleriyle ilgiliydi. Sadece buradaki oyunlar bile tüylerin diken diken olmasına yeter cinstendi. Öncelikle Kürtler’in tarihinde önemli bir rol oynayan Tunceli, ihanetin merkezi gibi lanse ediliyordu. Bunu yıllar boyu Şahin Dönmez’in şahsında yapan Öcalan, Şahin’in artık kullanamayacağını anladığı zaman, çirkin iddialarını yeni isimlerle süslemek istemişti. Yıldırım Merkit bunun için seçilmişti. Yıldırım rastgele seçilmiş bir isim değildi. Öncelikle işkencenin en yoğun olduğu dönemde direnişiyle önplana çıkanlardan biriydi. Mazlum, Kemal ve Hayri’yle birlikte cezaevindeki olaylara ve çevrilen dolaplara yakından tanık olmuştu. Yaşananların ardındaki gerçekleri biliyordu. Olayları bir başka açıdan sorgulamaya başlamıştı. Bu nedenle PKK ile ilişkilerini sınırlandırmıştı. Ayrıca, PKK’nin Avrupa merkezinde yeralan kızkardeşi tavrını ayrılanlardan yana koymuştu. İşte bütün bu nedenler, Yıldırım Merkit’i hedef durumuna getirmişti. Yıldırım’ın PKK’den bu dönemde ayrılması işlerine hiç gelmemişti. Bunu engellemek amacıyla devreye soktukları provokasyon ürkütücüydü. Babası Ali Merkit hain bir tuzakla katlediliyor ve Yıldırım’ın PKK’yle çalışmak istememesi buna neden gösteriliyordu. Olay sonrasında da ailesi sürekli çifte baskı ve terör altında tutuluyordu. Bir yandan PKK ve destekçileri tarafından evleri yakılıp, yağmalanıyor, öte yandan PKK’ye yardım ediyorlar gerekçesiyle aile fertlerini polis tutukluyor, işkenceye uğratıyordu. Polis “PKK’li” oldukları gerekçesiyle baskı yaparken, PKK’liler de aynı baskıyı “devletçi” oldukları gerekçesiyle yapıyordu. Her iki kesimin geliştirdiği bu baskı ve şiddet politikası, aralarında kurdukları koordinasyonun düzenliliğini açığa vuruyordu. Yani uygulama danışıklı ve bilinçli bir politikanın sonucuydu. Daha sonra benzer uygulamalar yaygınlaştırılıyor ve tüm bölgelerde hayata geçiriliyordu.

    Bütün bunlar A.Öcalan’ı meşrulaştırma, sivriltme taktikleriydi. Yeni nefes yolları açma çabalarıydı. Bu sayede bir yandan “direniş” ve “teslimiyet”, öte yandan “şehitlerimiz” yaygarası altında o çok ünlü 1984 oyununu sahneye koymuştu. Sonuçta sadece PKK tabanını değil, diğer örgütleri de önemli oranda susturmayı başarmıştı.

 

 

YAKLAŞIMLARDAKİ  FARKLILIK

 

 

    PKK içinde daha çok 1980’lerden sonra başlayan çelişkilerin derinleşmesi, A.Öcalan ile Kesire Öcalan arasındaki taktiksel savaşımın günyüzüne çıkmasını sağlayan nedenlerden biri olmuştur. Her ikisi arasında çıkan sorunların asıl kaynağı, dayandıkları farklı odakların geliştirdikleri değişik taktiklerdi. Bunu, sorunların çözümüne gösterilen yaklaşımlardan da anlıyoruz. İnsanları “ajan, hain, işbirlikçi” türünden uyduruk gerekçelerle tezelden katleden A.Öcalan, Kesire sorununa tamamen tersi bir yaklaşım sergiliyor. Yazdıklarına bakılırsa, aralarında önemli tartışmalar da yaşanıyor. Eskiden farklı olarak bu kez, Kesire Öcalan, çevresindekilere A. Öcalan’ın kimliğiyle ilgili bazı ipuçları veriyor;

    “….İşte şöför arkadaşlarımızdan biri de Ferhan’dı. Çocuğu çok çeşitli biçimlerde etkilemiş. Ferhat telaşlı telaşlı, terli terli gelip şunları söyledi: ‘Başkanım, bu kadın senin hakkında çok kötü düşünüyor, çok tehlikeli.’ 3.Kongreye gideceğimiz günlerdi. Böyle yutkunup duruyordu. Çok tehlikeli diyordu.” (65)

    Kesire Öcalan tarafından yapılan açıklamaların, PKK içindeki insanlar üzerinde nasıl bir şok etkisi yaptığını tahmin etmek güç değildir. Bu şok karşısında gösterilen tepkiler de bu nedenle birbirinden farklıydı. Az bir kesim A.Öcalan’a karşı mücadele ederken, bazıları bu gücü kendisinde bulamayarak intihar yolunu seçmişti. Geriye kalanlar ise sık sık tökezleseler de işi oluruna bırakarak bulundukları yerden yürümeyi tercih etmişti.

    A.Öcalan bu dönemde, PKK’nin bir provokasyon örgütü olduğunu kitlelere anlatmak isteyenlerin imhasını yine hızlandırmıştı. Ama Kesire’ye tam tersi bir yaklaşım göstermiş, uzlaşmanın yollarını arayıp durmuştu. Daha fazla konuşmasını engellemek için öncelikle tecrit etmiş, sonra da göstermelik bir sorguyla sözde bir mahkeme kurarak tehditin dozunu biraz daha arttırmıştı;

     “….‘Öyle bir ceza verelim ki, sorgulamasında, mahkemesinde yüzde yüz  idam’ deniyordu.” (66)

     İnsanlar bu kararın uygulanacağından öylesine emin ki, bir de biçimi üzerine çılgınca öneriler ileriye sürüyorlar;

     “…ceza için de ‘dört at getirmeliyiz, iki kolunu ve iki bacağını birer ata bağlayıp parçalamalıyız.’Çocuk bu kadar öfkeliydi.”(67)

    İrkilmemek elde değil. Bu durum A.Öcalan’ın toplumda kimleri ör- gütlediğine dair fikir vermesi açısından iyi bir örnek değil midir? PKK’ nin kimleri ne uğruna biraraya getirdiği daha iyi anlaşılıyor. İnsanlıktan biraz nasibini almış olanlar, böylesine korkunç düşünceler taşıyamazlar. Ama PKK’lilerin böyle düşünmesinin doğal olduğunu anlatılan ve yaşanan olaylardan anlıyoruz. Bu tür vahşi idamların yabancısı değiller. İnsanların diri diri gömüldüğünden ve yakıldığından bahsediliyor. Mehmet Resul Altınok işkenceyle katlediliyor. Lamia Baksi olayında olduğu gibi bayanlar aylarca korkunç baskı altında tutuluyor, fiziksel işkenceler yapılarak öldürülüyor. Bu ve benzeri vahşiliklere katılmaya ve tanık olmaya alışık oldukları için, Kesire Öcalan hakkında da benzeri öneriler yapıyorlar.

    A.Öcalan insanları öyle bir pislik deryasına itiyor ki, onları oracıkta boğuyor. Bizzat verdiği kararları çoğu kez başkasına aitmiş gibi gösteriyor. İşine gelmediği noktada rahatlıkla “bu olayın sorumlusu ben değildim” diyebiliyor. Yeri ve zamanı geldiğinde bunu başkalarına karşı kullanıyor. Başından atmak istediği şahısları, kararlarının yolaçtığı çirkef sonuçların sorumlusu olarak gösterip yargılıyor. Yani her şeye tam bir ajan-provokatör taktiğiyle yaklaşıyor. Bunun en açık örneği, MED-TV’de Mahmut Baksi ile yaptığı konuşmada görülmüştü. Daha önceleri İsveç’te işlediği Enver Ata cinayetinde Lamia Baksi’yi kullanan Öcalan, bu kez bir başkasını Lamia’ya karşı kullanıyor. Mahmut Baksi’ye ise, Lamia’nın bir “ajan” tarafından öldürüldüğünü ve bu kişinin de sonradan kendisinin verdiği bir emirle cezalandırıldığını söylüyordu. Oysa Lamia Baksi’nin Öcalan’ın talimatıyla öldürüldüğünü bilmeyen yoktur. Peki Öcalan bu masalı daha ne kadar anlatacaktı? Konuşmasına bakılırsa, masal hâlâ tutuyordu. Mahmut Baksi inanmış gibi görünmeye gayret ediyordu. Bunun bir kandırmaca olduğunu anlamaksa zor değildi. Ama bizim üzerinde durmak istediğimiz olayın bu yanı değil. Önemle vurgulak  istediğimiz, Öcalan’ın karşı devrimci çizgisini hayata geçirirken başvurduğu yöntemler ve değişik yaklaşımlardır.  

    Kesire olayına yaklaşımı da malum tutum ve davranışlarına verilecek en açık örnektir. A.Öcalan’ın başkalarına karşı ne kadar katliamcı davrandığını görenler, Kesire’nin daha da kötü bir tarzda cezalandırılacağına inanıyorlar. Ama Öcalan’ın bütün bunları sadece Kesire’yi belli bir noktada tutabilmek için korkutmak amacıyla yaptığı çok geçmeden açığa çıkıyor;

    “Hayır, idam öyle vahşice olmaz. Tam tersine yine bir cepheci gibi tutalım, hatta Avrupa yolunu açalım dedik. Atina’ya gitti. Atina’da da bu uğursuz şeylere devam etti.” (68)

     “…’Derhal idam edelim’ diyorlardı. Yani partiye, yoldaşlara hakim olan anlayışlar bunlardı. Ama benim anlayışımda bu yok. Sonuna kadar ıslah etme niyetim olmakla birlikte, kaçarsa kaçsın. Yani kaçırtma gibi bir yaklaşım sözkonusudur.” (69)

    Kuşkusuz A.Öcalan bu yaklaşımı insancıl duygulara dayanarak göstermiyor. Belli ki, tıpkı Pilot (Necati Kaya) olayında olduğu gibi, Kesire’ye dokunması da yasaktı. Kendisini bundan alıkoyanlar vardı. Kimdi bunlar? Elbette Pilot, Kesire ve A.Öcalan’ın arkasında duran güç odaklarıydı. Bu nedenle bırakalım herhangi bir biçimde cezalandırmayı, Kesire’nin uzun süre tutuklu kalmasını bile sağlayamıyor. Yani Öcalan tam bir ölüm-kalım savaşı veriyor. Çünkü Kesire’yi güvenceye aldığı oranda kendi yaşamını da garantilemiş olacaktı. İşte “kaçırtma gibi bir yaklaşım sözkonusudur” derken bunu anlatıyor.

    Ama A.Öcalan her şeye bir kılıf uydurmasıyla da ün yapmıştır. Kılıfın uyup uymaması fazla önemli değil. Önemli olan o anı kurtarmaktır. Kesire’ye gösterdiği yaklaşıma da bir kılıf buluyor. Önce “neden?” diye soruyor ve hemen ardından cevabını veriyor;

    “Bu kimdir? Nereden geldi? Hemen toprağa girse, belki birçok mesele anlaşılmaz olurdu, değil mi? Mesela 1988 provokasyonunu anlayamazdık. Belki de daha sonraki bütün provokasyonlar bu biçimiyle açığa çıkarılamazdı. (…) Şener, çok açıkça bunun en gözü kara devam ettiricisidir.” (70)

    Böylece ağzındaki baklayı çıkarıyor. Şimdi A.Öcalan’ın Kesire’yi nasıl nitelendirdiğine dikkat edelim. Kesire için “ajandır” diyor. Komplocu, provokatör ve her yıkıcı olayın başı olduğunu söylüyor. Ama bunlara rağmen onu “islah” ederek cepheci tutmaya çalışıyor. Bunu başaramayınca da kaçırttıyor. “Kesire Öcalan’ın devamı” olarak nitelendirdiği Mehmet Şener’i ise, bir komployla katletmekte hiç bir sakınca bulmuyor. A.Öcalan, o daracık penceresinden bakarak dünyanın Apoculardan oluştuğunu zannediyor. Böylece herkesi ikna ettiğini düşünüyor. Aslında Kesire’ye olan yaklaşımı, geçmişte Pilot’a gösterdiği yaklaşı- mın aynısıdır. Nasıl ki, geçmişi değerlendirirken “devleti uyarmamak için Pilot’u vurdurmadım” diyorsa, burada da aynı şeyi farklı tarzda söylüyor. “Hemen toprağa girse belki birçok mesele anlaşılmaz olurdu, değil mi?” diyerek bunu birde etrafındakilere onaylatmak istiyor. Açık ki, gelmiş geçmiş en büyük Kürt düşmanlarından biri olan Öcalan, devrimcileri katlederken, kendisiyle birlikte olanları korumak zorunda kalmıştı.

                     

 

 

İTİRAFLARIN NEDENİ

 

 

    1984 provokasyonu A.Öcalan’ın adeta son dakikada ipten geri dönmesinin nedeni olmuştu. Bir dönemi daha karanlık odakların yardımlarıyla geçiştirmişti. Ama buna rağmen tersine tepen bazı yeni olaylar da vardı. Bu olaylar sonucundadır ki A.Öcalan, 1987’lerden itibaren kimliğiyle ilgili bazı açıklamalar yapmak zorunda kalmıştı. Örgüt içinde kendisine karşı zaman zaman yükselen sert tepki ve ajanlığıyla ilgili tartışmaları şu veya bu şekilde atlatmakta zorlanmamıştı. Ama dev let içindeki güçler dengesinin çok hızlı değişkenliğe uğraması karşısında tam bir paniğe kapılmıştı. Özellikle 92’den itibaren görevinin her an sona erdirileceği düşüncesinden hareketle kendisinde bir ölüm fobisi gelişmeye başlamıştı.

    Belirli aralıklarla ilgili tüm sırları açığa vurabileceğini ima etmesi, bir anlamda karşı refleksler geliştirme isteminden kaynaklanıyordu. Çünkü, gerek Öcalan’la ilişki içinde, gerekse de insiyatifi dışında yeni güçler sahneye sürülmeye başlamıştı. Hatırlanırsa, ajanlığı ve göreviyle ilgili konuşmalar yaptığı dönemler, etrafındakilere güveninin sıfıra indiği, kaldığı odanın içinde sabahlara kadar nöbetler tuttuğu dönemlerdi. Hatta kendisindeki ölüm fobisi öylesine ilerlemişti ki, zehirlenme kuşkusuyla yemeklerini bile kendisi pişirir olmuştu. Zaman zamansa tedbirlerin yetersizliğinden yakınarak Cemil Esad’ın gösterdiği garnizona sığınma gereğini duymuştu.

    1987-1990 arası dönem, Öcalan’ın kimliğinin ve karşı devrimci provokasyonların örgüt içinde yeniden en fazla tartışılmaya başlandığı dönemdi. Öcalan birçok konuşmasında Hasan Bindal ve Dilaver Yıldırım konusunda hem tabanını, hem de kamuoyunu yanıltıcı epeyce açıklamalarda bulunmuştur. Ama okuyan herkeste bilir ki, açıklamaları tereddütlülük ve çelişkilerle doludur. Bu iki olayı adeta muammaya büründürmenin özel çabası görülüyor.

    Neden?

    Çünkü 1987 ve 1990’lar arası PKK’nin yeni çalkantılarla dolu olduğu yıllardı. Bunun için  derin devletin de yardımlarıyla yeni bir temizleme hareketine girişiyordu. Terör yoluyla insanları PKK’de kalmaya mecbur ederken, yapıyı, yeni gelenlerle takviye etmek istiyordu. Güvenilmez olarak kabul edilenlerin bir kısmı, ya imha edilme riski çok yüksek yerlere gönderilerek yokedilmiş ya da daha sınırdan içeri adım attıklarında telsiz ve telefonlarla en yakın karakollara ihbar edilmek süretiyle imha ettirilmişti. Ayrıca çeşitli bahanelerle kamplarda kurşuna dizilenler de vardı.

    1990’dan sonra Öcalan aldığı yeni bir kararla hiç bir birimi uzun süre bir yerde bulundurmamayı, herkesin yerini ve görevini mümkün olan en kısa zamanda değiştirmeyi bir kural haline getiriyordu. Bu amaçla bütün birimlerde yer alanların yetki ve görevlerini, konuşlandıkları alanları içeren bir liste hazırlatmıştı. Geliştireceği provokasyonların zamanlamasına ve niteliğine göre ya bu ekiplere yer değiştirtiyor ya da ekip sorumlularının görev yerlerini ve yetkilerini değiştiriyordu. Sürekli ve sistematik biçimde örgüt içinde yarattığı bu tür kargaşalarla, bir yapı örgütlenmesinin önüne geçiyordu. Daha sonra da birimlerde, genel olarak örgütte kurumlaşma yaratılamıyor bahaneleriyle kadro ve sempatizanları suçluyor ve bu bahaneyle gelecekte kendisine yönelme eğilimi taşıyanları imha ediyordu. Çünkü kurumlaşmış bir örgütsel yapıda veya örgütsel kuralların işlerlik kazandığı bir yapıda, er veya geç sorgulanacağını çok iyi biliyordu.

    İşte bu koşullarda, uygulanan şiddet politikası ve derin devletin temsil ettiği tüm çıkar guruplarının militan silah, para ve akla gelebilecek her türlü yardımlarıyla 1992’lere geliniyordu.

    1992, gerek Türkiye içinde, gerekse Ortadoğu’da Abdullah Öcalan için provokasyon geliştirme olanaklarının muazzam arttığı bir bir dönemdi. Bu noktadan itibaren Öcalan, sadece “ordu içinde özel bir ordu”ya hayranlık duymakla kalmamış, hayranlığını Ortadoğu’nun karanlık güçlerine kadar uzatmıştı. Öyle ki, Amerika ve CIA’yla direkt fingirdeşmenin işaretlerini vermişti.  Çünkü bu yıllarda pastadan büyük pay alabilme “uluslararasılaşma”dan geçiyordu. Avrupa ülkelerinin istihbarat  örgütleriyle ilişkileri zaten vardı. Önemli olan Amerika, yani CIA ile kuracağı direkt ilişkiydi. Genelde ve bölgede siyasal gelişmeleri belirleyen Avrupa’dan çok Amerika’ydı. 1992’nin ortalarında Amerika’nın Lübnan Konsolosluğunda çalışan görevlilerle Bekaa’da yaptığını söylediği görüşmenin ürününü almakta gecikmemişti. Bu görüşmeden itibaren Öcalan, hem içte tam egemen hale gelmiş, hem de K.Irak’ta geliştirilecek provokasyonlar için yeni konsept hazırlanmıştı. CİA’nın desteği alındıktan sonra oluşturulan bu konseptin, PKK Belçika temsilciliği, Yeşil (Mahmut Yıldırım), Behçet Cantürk, bazı “Kürt diplomatları”nın ve Bucaklar’ın katkılarıyla oluştuğu söyleniyordu. Bu ittifakın geçmişe oranla giderek daha aktif bir biçimde Hizbullahcılar ve diğer radikal islamcı gruplarla genişletildiği de dile getirilen bir başka olaydır. Ama Öcalan’ın böylesine geniş çaplı bir cepheleşme içine girmesi, bir anlamda Çatlı örneğinde görüldüğü gibi biraz çizmeyi aştığının da bir göstergesiydi. Daha sonraları islamcı kesim PKK’nin kucağından alınıp İrana devredilmiştir. Çünkü bu kesim, her ne kadar  Öcalan’ın kucağında filizlendirilmiş ve örgütlendirilmişse de, İranla ilişki içine girdikten sonra palazlanmış ve Öcalan’la çelişkiye düşmüştü. Gelirlerin paylaşımından doğan çelişki daha sonraları Pastar’ın araya girmesiyle düzeltilmiştir. Almanya ise bu birliği elinden geldiğince desteklemiş, kalıcı hale gelmesi için çaba göstermiştir.

    1993’e gelindiğinde Türkiye’de hemen her eğilimin devlet politikasına egemen olma istemini şiddetle dayatmaya başlamıştı. Özal’ın “bir koyup beş alacağım” stratejisinin ordu tarafında kabul görmeyişinden sonra, yine Özal tarafından belirlenen yeni bir stratejinin uygulanmasına geçilmişti. Bu strateji; PKK bahanesiyle K.Irak’ta Kürt gruplarını hem birbirine düşürme, hem de zayıflayan Irak yönetimi üzerinde etkili olmaya çalışma ve bu alanda belirleyici güç haline gelme biçiminde özetlenebilir. Bir bakıma doğan boşluktan bölgedeki Kürt hareketinin azami oranda yararlanmasının önüne geçilmişti. Elbette bu direkt YEKİTİ’ye, ya da KDP’ye vurularak yapılamazdı. Bu durum hem içte, hem de uluslararası kamuoyunda tepkilere yolaçabilirdi. Hepsinden önemlisi de, ABD’nin göstereceği tepkiydi. ABD’nin kendisine danışılmadan Irak’ta bir düzenlemeye gidilmesini kabul etmesi düşünülemezdi. Bu durumda kullanılacak en iyi paravan güç PKK’ydi. Nitekim PKK en aktif biçimde devreye sokularak KDP’ye saldırtıldı ve hatta Saddam rejimiyle yoğun ilişki içine sokuldu. PKK’nin Körfez savaşıyla birlikte Türkiye-Irak sınır boylarında Saddam adına sınır muhafızlığı yapması boşuna değildi.Sınır muhafızlığı karşılığında da bir takım noktalarda gümrük vergisi altında talan yapmasına, parasal olarak zenginleşmesine izin verilmişti. Yine Öcalan’la kurtcukların ve islamcı kesimin en çok kaynaşmaya başlaması ve ticari alış verişlerin yoğunlaşması bu döneme denk gelir. Hatta zaman zaman PKK’nin lojistik destek sıkıntıları bu kapılardan giderilmiştir. Fabrika numaraları silinmiş silahların, el bombalarının, mayınların PKK’lilerin elinde dolaşmaya başlaması tesadüflerle açıklanamaz.

    1991-93 yılları, bahsettiğimiz güç odaklarının yardımıyla A.Öcalan’ın hayatının baharını yaşadığı yıllar olarakta değerlendirilebilinir. Özellikle Körfez savaşı ertesinde Irak’ın tecrit durumu gündemleştiğinde Özal, Türkiye’yi Musul-Kerkük serüvenine hazırlamak istiyordu. Bu durum PKK’ye de yeni bazı sorumluluklar yüklemişti. A.Öcalan kendisini neredeyse yapılacak pazarlıkların bir tarafı olarak görmeye başlamıştı. Palazlanmasına ses çıkartılmamasını ve oluşturulan konsepte olan katkılarını öne sürerek aklınca bunu başaracağına inanmıştı. Konuyla ilgili demeçleri bunun örnekleriyle doluydu;

     “O yıl ayrıca Körfez Krizi başladı. Bu da Güney’de olanakların açılması anlamına geliyordu. Çelişkileri hareketlendirmek istedik. Hatta bu çelişkiden Ekim devrimi kadar anlamlı sonuçlar çıkarabiliriz, dedik. Bu perspektif doğrultusunda siyasi sonuçlarını hesapladık. En önemlisi bu hudut boylarında gerillayı derinleştirdik.”(70)

    “Serhıldan” denilen olayları Ekim Devrimi ile kıyaslama utanmazlığını göstermekten çekinmeyen A.Öcalan’ın, hudut boylarında neler yaptığı açıktır. Irak Kürtleri’nin önünü tıkamak için kollarını sıvamıştı. PKK ve Öcalan’a bu yıllarda her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyan güç odaklarıysa, onların büyümesine adeta gözyummuştu. Halk üzerinde öylesine ağır bir baskı uygulanmıştı ki, bu yolla kitlelerin PKK’ye kayması sağlanmıştı. “PKK güçleri” artık binlerle ifade ediliyordu. Karapara ve rant bölüşümünde Öcalan’a da gereken hisse verilmekteydi. Kuzey Irak güç deneme bölgesi haline getirilmişti. Burada oluşturulmak istenen yapıda herkes her ne pahasına olursa olsun etkili olma yarışına girmişti. PKK de, güç odaklarının desteğinde üzerine düşen yükümlülükleri en aktif biçimde uygulamaya koyulmuştu.

    Peki PKK’nin KDP’ye saldırtılmasının nedeni neydi? Çünkü KDP bölgede uzun geçmişi olan köklü bir harekettir. Halkın büyük çoğunluğunun desteğine sahiptir. Elinde tuttuğu bölge  stratejik konumu olan oldukça önemli bir bölgedir. Ayrıca, gerek Avrupa, gerekse Amerika YEKİTİ’ den çok KDP’yi muhatap alan bir politika izlemektedir. ABD Ortadoğu’da istediği düzenlemelerde bulunurken, Rusya alternatifini tümüyle gözardı edememektedir. Rusya’nın da muhatap aldığı daha çok KDP’ dir. Yani ABD, Avrupa ve Rusya, Irak’ta öngörülen çözümlemelerde KDP’yi temel alan bir politikada anlaşabilmekteler. YEKİTİ, bu güçler arasında geliştirilen geçici taktikler doğrultusunda öne sürülen bir güç durumuna getirilmiştir. Bu noktada ABD’nin K.Irak’ta geliştirmek istediği çözüm, Türkiye’nin devlet çıkarlarıyla çelişmemek zorundaydı. ABD’nin bölgede özgürce hareket etmesini engellemenin bir yolu da, KDP’nin mümkün olduğunca Türkiye’nin çıkarlarına ters düşecek bir çözümlemeyi kabul etmemesinden geçmekteydi. KDP PKK’ nin piyon olarak öne sürüldüğünü bildiği halde böyle politika geliştirmeyi zorunluluk olarak görmüştü. Bu anlamda Türkiye KDP ile olan ilişkilerinde giderek ABD’den daha üstün duruma gelmiştir. Bu durum ister istemez ABD’nin bölgede Türkiye’nin isteği dışında bir çözüme gitmesini engellemektedir. KDP’de hareket ettiği alanın jeo-politik özelliklerini ve daha birçok alternatifleri dikkate alarak Türkiye ile çelişkiye düşmemeye özen göstermektedir. Elbette KDP böylesi bir politik yönelim içerisine girerken, geçmiş dönemlerin tecrübe birikimlerini kullanmaktadır. ADB’nin bir dönemi atlatmak için dayatmak istediği bir nevi ara çözümlemelere yatmamaktadır.

    İşte bu noktada PKK’nin arkasına aldığı büyük destekle KDP’yi arkadan vurma planları üzerinde durmak gerekir. Birçokları PKK’nin hergün peşmerge katletmesine seyirci kalıyor, hatta onaylıyordu.  PKK’nın K.Irakta CIA’nın bir Kürt devleti kurma çabalarına uygun bir biçimde hareket ettiğini iddia ederek buna alkış tutanlar vardı. Bu çevreleri tek tek belirtmeye gerek yok. Diplomat giysili bu katmerleşmişler herkesce bilinmekte.  Amerike ve Avrupa işbirlikçiliği ruhlarına işlemiştir. Oysa Abdullah Öcalan, ABD emperyalizminin bölge üzerindeki global çıkarlarına hizmet doğrultusunda hareket ederken, aynı zamanda K.Irak konusunda tamamen Türkiyedeki derin devletin maceracı turancı kanadının çıkarları doğrultusunda hareket etmiştir. Bu politikasıyla her iki kesimi de 1992’den bu yana dengeleme durumu vardır. Aslında Saddam rejimiyle sıkı ilişkiler geliştirilmesinin altında bu politika yatar. Abdullah öcalan Türkiye ile Saddam rejimi arsında bir köprü oluşturmuştur. Kürt hareketinin bu bölgede ezilmesi, en azından sürekli denetim altında bulundurulması için bulunmaz bir aracı olmuştur. Sürekli bir baskı faktörü olarak kullanılmıştır. Yani, çok öncelerden geliştirilmiş proje, teknik ve maddi kayıplara yol açılmadan Öcalan aracılığıyla uygulamaya koyulmuştur. Abdullah Öcalan da bunu inkâr etmemektedir. Kürt halkına karşı jenosit geliştirmiş Saddam rejimine övgüler yağdırması boşuna değildir;

    “Biz bir Arap ülkesinin dostluğunu  başka bir ülkeye değiştirmeyeceğiz. Biz Suriye'nin Kürt sorununa karşı iyi tutumunu takdir ediyoruz ve inanıyoruz ki Irak da bu sorunun çözümünde yeni adımlar atacaktır.” (71)

     “Hiç şüphe yok ki Bağdat, Kürt sorunuyla en fazla ilgilenen bir Arap başkentidir. Bazıları Kürt sorununun sadece Güney Kürdistan sorunu olduğunu  iddia ediyor ve sadece Irak'ı  ve kuzeyini ilgilendiriyormuş gibi göstermek istiyorlar. Bizim düşüncemize göre Batı ve Türkiye sorunu bu şekilde saptırmaya çalışıyor ve gerçeği görmek istemiyor. Bağdat ile ilişkilere önem veriyoruz...” (72)

     “Ama biz Arapların Kürtlerden dolayı duydukları kaygıları ve şüpheleri yok etmeye çalışacağız.” (73)

    İnsan bu demeci okuduğunda, K.Irak’ta yaşayanların Kürt halkı değil de, Teriki aşiretinin bir bölümü olduğunu sanıyor. Yine bölgede kullanılan kimyasal silahları da kimyasal silahlar değil, toprakların daha bereketli hale getirilmesi için yapılan bir gübreleme veya bitkilerdeki hastalıkları giderici bir ilaçlama olarak düşünesi geliyor. Tüm dünyanın bildiği jenosit uygulamalarını Abdullah Öcalan elbette durup dururken örtüleme gayreti içine girmiyor. Saddam rejiminin propagandasını yapmanın bir bedeli olduğunu çok iyi biliyor. Ama görevinin bir gereği olarak  projesini uygulamak zorunda. Görevi; kendini var eden gücü hem dünya kamuoyunun tepkilerinden koruyarak güç kaybetmesinin önüne geçmek, hem de Kürt hareketini Saddam gericiliğiyle ittifak içinde bastırmaktır. Bu nedenle Bağdat ile ilişkilere önem veriyor ve kaygılarını gidermenin her türlü çabasını gösteriyor. Böyle “Kürt lideri”nin darası, her önüne gelenin karşısında eğilen nice çömezlerin başına…

    Artık Öcalan sadece bir ordu içinde “özel ordu” değil, birden çok ülkenin orduları içinde “özel ordu” olmayı bir şeref payesi olarak görüyor. Bir çok ülke diyoruz çünkü Öcalan, Suudi kırallığının saray bekçiliğine alınabilmek için de o her zamanki taklalarını atmanın sabırsızlığı içindeydi. “Biz bir Arap ülkesinin dostluğunu başka bir ülkeye değiştirmeyeceğiz” derken, Kürt düşmanlığından da öte, uygar dünyanın karşısında çağdışı yönetimiyle ayakta kalmanın çabası içinde bulunan Suudi Krallığı dahil tüm Arap gericiliğinin piyonluğuna soyunmaktaydı. Kaldı ki Suudi  krallığı, Kürt sorunu diye bir sorun tanımıyor bile. Saddam rejiminin Kürt halkı üzerinde geliştirdiği tüm vahşetlerin arkasında yer alanların başında geliyor. Bu krallık, Filistin halkının kurtuluşu önündeki en büyük engellerden de biridir. Ortadoğu’daki her radikal çözümün karşısında duruyor. FKÖ’nün karşısına çıkardığı güçler çağdışı islamcı çevrelerdir. Filistin’de bağımsız, layik, cumhuriyetçi bir çözümü kesinlikle istemiyor. İsrail işgaline karşı aldığı tavır sadece görüntüden ibarettir. Siyasal yönelimleri İsrail’i destekler yöndedir. İşte Öcalan’ın başka ülkelere değişmeyeceğini söylediği dostluk böylesi bir ülkenin “dostluğu”dur. Sonuç olarak Öcalan’ın FKÖ’ye karşı söylemleri ve bölgede geliştirdiği provokasyonları da dikkate alındığında, tüm radikal başkaldırı hareketlerine karşı, Suudi ve diğer Arap gerici güçleriyle tam ittifak içinde olduğu görülmektedir. Başta Arap gericiliği olmak üzere, içindeki azınlıklara ve farklı kültürlere karşı acımasız davranan tüm ülkelere gönderdiği övgüler gözlerden kaçmıyor.

    Birçok Arap ülkesindeki gerici rejimler Kürt halkı nezdinde meşru, demokratik rejimler olarak tanıtılmak isteniyor. Bu, bölgede emperyalizmin çıkarlarının korunması çabalarından başka bir şey değildir. Öcalan ve güruhu bir de bu anlamda emperyalizmin çıkarlarının savunuculuğunu yapıyor.   

    Soruna bir diğer açıdan bakacak olursak; başta Suriye olmak üzere, Arap ülkelerinin Kürt sorununu demokratik biçimde çözümleme gibi bir niyetleri var mı? Her defasında övgüler yağdırılan Suriye, Kürt sorunu diye bir sorunu kabul ediyor mu? Her şeyden önce, Kürdün varlığını kabul ediyor mu? Bu sorulara verilecek cevaplar kesinlikle hayırdır. Bırakalım varlığını tanımayı, Kürtleri insan yerine bile koymuyor. Vatandaşlık hakları yoktur. Bir kilo şeker alabilmek için Kürtlerin ellerinde kartlarla bakkalların önünde günboyu beklediği biliniyor. Sorgusuz sualsiz karakol bodrumlarında infaz edilenlerin sayısı az değildir. Aileler korkularından cenazelerine bile sahip çıkamıyorlar. Kürtler üzerindeki baskıları yoğunlaştırdıkça Arap ülkelerinden eleştiri yerine daha fazla  destek  almakta.

    Öcalan, sonuçta baklayı ağzından kaçırıyor. Eline sıkıştırılmış projenin saçayaklarını yerli yerine yerleştirmenin gayretlerini yürüten bir piyon olduğunu artık yalanlayamaz duruma düşüyor. Bölgedeki siyasal gelişmeler ve örgüt içi yapısında meydana gelen “sürprizler” karşısında kendini daha fazla gizlemeyez duruma düştüğünü kabul ediyor:

     “Yani Güneyde kurulan yönetim sırtımıza bir hançer gibi saplanmaya çalışılıyor. Güneyde direnmeye ve savaşmaya karar verdik. Böyle bir yönetim aynı şekilde Arap dünyasının kuzeyi, Batı İran ve bölgedeki halklar için de tehdit teşkil etmektedir. Biz bu tehlikeyi durdurabildik.” (75)

    PKK, K.Irak’a gidip yerleşmeye başladığında bazı çevreler her dört parçada bulunan Kürtler’in birbirleriyle sıkı bağlar geliştirmeye başladığına inanmışlardı. Öcalan ve PKK’nin katkısıyla sorunların daha kısa yoldan çözülebileceği gibi iyimser bir havaya kapılmışlardı. KDP’ nin ve YEKİTİ’nin verdiği sınırlı desteği de örnek göstererek bu yönlü iddialarını güçlendirmeye çalışıyorlardı. Ama süreç, beklentilerin tersine işlemişti. A.Öcalan eline verilmiş kartı istenilen yönde oynamak zorundaydı. Oyunların iç yüzü yavaş yavaş açığa çıkıyordu. Bu tür çevreler, PKK ve Abdullah Öcalan’nın karanlık amaçlarını, başlangıçta, ya yeterince kavramamışlardı ya da döneme uygun olduğuna inandıkları bir politika gereği bunu yapıyorlardı. Öyle ki, 2000’e Doğru dergisi dahi Öcalan’nın içte geliştirdiği katliamları destekler hale gelmişti. Yüzlerce kişinin çeşitli biçimlerde yok edilişlerinin nedenlerini sorgulamayı akıllarına bile getirmiyorlardı. Bu tutumlarının nedenlerini bugün hâlâ açıklamış değillerse de, en azından Öcalan’ın ajan-provokatör biri olduğunu sonuçta kabullenmek zorunda kalmışlardır. 

    Öcalan “Arap dünyasının kuzeyi” derken kastettiği, Saddam rejimi- nin ayakta kalmasını sağlamadır. Bu konuda Saddam rejiminden daha ileri giderek, K.Irak’a otonomi dahi verilmesine karşı çıkıyor. 90’lı yılların başından itibaren Saddam’dan aldığı her türlü destek karşılığında Kürt halkını arkadan hançerlemeyi görevi sayıyor. Irak’ta Kürt halkının ulusal ve demokratik haklarının kazanılması demek, gerici Arap rejimlerinde demokratik istemlerin gelişmesine yeni boyutlar kazandırılması demektir. Ortadoğu’da geliştirilmiş ulus-devlet örgütlenmesi modelinin kültürel çeşitliliği, bir diğer deyişle bölgenin mozaiksel yapısını örtüleyen bir model olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Ama Irak’ta ortaya çıkacak demokratik bir çözümleme, gerici Arap rejimlerini sarsacaktır. Bölgenin etnik ve kültürel çeşitliliğinden gelen sorunlarını demokratik bir biçimde çözüme kavuşturma da önemli bir ivme olacaktır. Bu nedenle Abdullah Öcalan’ın bütün gayreti, Irak’ta devrimci güçler açısından ortaya çıkan olumlu ortamı ortadan kaldırmaktır. Eline sıkıştırılmış plan ve projeyi istenilen doğrultuda sonuçlandırmak istiyor. Amacı; Kürt halkını iki ateş arasında bırakmaktır.

    A.Öcalan “K.Irakta savaşmaya karar verdik” derken, Irak’ta Saddam, İran’da molla, Suudi Arabistan’da kraliyet rejimlerinin çıkarlarını koruyacağını ima ediyor. Dolayısıyla bu, Emperyalizmin çıkarlarına ters düşen her oluşumun karşısında olacağının da beyanıydı. Hatta bu konuda o kadar ileri gidiyordu ki, Irak rejiminin zayıflığından dolayı ortaya çıkan boşluğu doldurmak için Türkiye’nin Musul ve Kerkük’ü zaman geçirmeden işgal etmesi gerektiğini her defasında vurguluyordu. Türkiye’nin K.Irak politikasını oldukça yumuşak buluyor, işi bir an evvel genel bir katliamı dahi göze alarak çözümlemesi gerektiğini söylüyordu. Ayrıca böyle bir çağrıyla şöven, saldırgan, maceraperest ve Osmanlı hayalleriyle yaşayan burjuva kanadının harekete geçirmeyi ummuştu. Çağrılarına yeterli cevaplar bulamadığı anlarda ise, CIA’nın devreye girmesini istemiş, önerileri doğrultusunda hareket etmemekle suçladığı Türkiye’yi açıktan ABD’ye şikayet etmişti.

    Yukarıda aktardığımız sözlerinden görevinin sadece K.Irak’la sınırlı olmadığını anlıyoruz. Bölgedeki mevcut statükonun korunması yönünde de çabalar harcadığını görüyoruz.  K.Irak’ta sağlanacak demokratik çözümün İran’ın durumunu sarsacağını ve buradaki çağdışı iktidarın tehlikeye düşeceğini çok iyi biliyordu. İran’da ıslamcı rejim tarafından Kürt halkı üzerinde uygulanmış katliam politikasını ustalaşmış bir sinsilikle unutturmak istiyordu. İran’ı başına gelecek tehlikeler karşısında uyarıyordu. K.Irak’ta Kürt halkının çıkarlarına uygun düşecek bir çözümün, gerçekte Iran’ın batısında da demokratik bir çözümü zorlayacağı açıktır. Bu nedenle Abdullah Öcalan, İran istihbarat örgütüyle ve Pastarlar’la yaptığı anlaşmanın ilk maddesine uyarak İran Kürtleri’ne, İ-KDP’ye saldırıyordu. Pastarlar’ın yan kolu biçimde çalışan ihbarcı birimler oluşturmuştu. Kürt halkı tarihte ilk defa tek merkezden en geniş kapsamlı yönlendirilen ve üstelik Kürtlerin içinden çıkarılmış bir ihanet şebekesiyle karşı karşıya bırakılmıştı.

    İran Kürtleri’nin de örgütlenmesine darbe vuran çok yönlü politikayı ve I-KDP’ye karşı silahlı mücadeleyi temel almak, aynı zamanda Iran ve Irak’ta Kürtlerin aleyhine olan statükonun korunması çabalarına aktif destek sağlamak demektir. 

    İşte Abdullah Öcalan’ın gerçek profili ve amaçları budur. Böylesi bir karakter elbette sadece ülkemizde egemen güçlerin en şöven kesiminin uşağı olmakla kalmayacaktı. Aynı zamanda, uluslararası emperyalist güçlerin bir piyonu olarak siyasi arenadaki yerini almak isteyecekti. Bir dönemler emeryalizme karşı mangalda kül bırakmaması ise basit bir taktikten ibaretti. Hatta bu konuda hızını alamayıp Avrupa sosyal demokratlarını da şiddet temelinde mücadele edilmesi gereken güçler safına koyduğu bilinmektedir. Onur duyduklarının izinden gitmiştir. Öcalan’ın,İmralı’da dünyayı yeniden keşfedercesine emperyalizme, özellikle de ABD emperyalizmine karşı övgülerde bulunması geçmişiyle çelişmiyor.

 

 

 

A.ÖCALAN’DAKİ  KÜRT DÜŞMANLIĞI

 

 

    Peki, A.Öcalan’ın özellikle Kürt liderliğine oynatılması bir tesadüf müydü? Elbette hayır. Bu bir tesadüf değildi. Öcalan karmaşık bir aileden geliyor. Annesinin Türk oluşuna yaptığı vurgu boşuna değildir. Bilindiği gibi MHP ve Ülkü Ocakları içinde Kürt militanlar daha çok vurucu güç olarak kullanılıyor. Liderlik Türklerin elindedir. Bu politika sadece bu cephe için geçerli değildir. Aynı kuralı siyasetin diğer yelpazelerinde de görüyoruz. Ne sosyal demokrat, ne de muhafazakâr partilerde Kürtler hiçbir dönemde lider olmamış, lider seçilmemiştir.

    Ajan-provokatör seçiminde ise mümkün olduğunca karmaşık ve aynı zamanda sorunlu aile yapısından gelenler tercih edilmiştir. Gerçekte kimlik sahibi olmada zorlananların veya kimlik sahibi olamayanların her zaman halka karşı zalimce kullanılmaya açık, bir pisikolojik ve ruhsal şekillenmeleri vardır. Bu yapı biraz kariyer ve düzene hizmet eğitim anlayışıyla donatıldığında, ortaya çok rahat bir canavar çıkartabilmekte. Osmanlı İmparatorluğu döneminde devşirmenin temel alınması bu nedenledir. İmparatorluktan kalan bu gelenek Türkiye devlet yönetim anlayışında halen aşılmamıştır. Yani, bürokraside veya siyasal alanda asimilasyon ve kendini inkâr temelinde yükselme vardır. Devletin baskıcı olmasının nedenlerinden biri de, tarihten devralınan ve bugünde ısrarla devam ettirilen bu mirastır.

    Öcalan’ı yerelle yetinmeyip uluslararası gericiliğin ve emperyalist güçlerin piyonu yapan, Kürt halkına olan bakış açısıdır. O gelmiş geçmiş en azılı Kürt düşmanlarından biridir. Bunun böyle olduğunu kendisi de dile getiriyor. Fazla gerilere gitmeye gerek yok, en son çıkarıldığı mahkemede sergilediği tutum bunun çok açık örnekleriyle doludur;

    “Daha sonra şunu çok açık gördüm ve söyledim: Kürt gerçeği üçte bir hasta, üçte bir delirmiş, üçte bir tutsaktır. Bu özellikler olduğu gibi, örgüt ve eylem yapısına yansımıştır.” (76)

    Bir halka karşı hissedilen kin ve nefret ancak bu biçimde ifade edilir. Hitler’in sağ kolu Mengene’den daha hasta biri olduğunu ortaya koyuyor. Bir halk, yaşamını çok geri ekonomik ve sosyal koşullarda sürdürmek zorunda kalabilir, dolayısıyla geri kültürel bir yapının içinde bulunabilir. Ama herkes bilir ki, bu, o halkın suçu değildir. Her alanda geri kalmışlığın tek suçlusu, egemen güçlerdir.

    Böylesi bir anlayış, aynı zamanda bir halkın geleceğini de ipotek altına almadır. Yani, Kürt halkının ekonomik, sosyal ve kültürel yaşam düzeyini yükseltmek için ne kadar uğraş verilirse verilsin kesinlikle bir yerlere gelemez anlayışıdır. Bugün hemen her alanda kalkınmışlık düzeyinin yüksek olduğu Avrupa toplumları da şimdiki düzeye bir günde ulaşmamışlardır. Öcalan mantığı sorunun çözümünü, Hitler’in Yahudiler için oluşturduğu toplama kamplarına benzer bir çözümde görmektedir. Üstelik anasının Türk olduğunu belirterek, kendisini bir yerlerden sıyırma gibi bir çabanın içine giriyor. Bin yıldır yanyana yaşayan halklardan birinin ırkını diğerinden üstün görüyor. Yani anasına dayanarak Türk ırkçılığına soyunuyor. Kendini Türkler’den sayarak Kürt halkını en kötü biçimde mahkum etmeye kalkıyor. Ama halklarımızın birbirini böyle görmediği ortadadır. Anadolu’nun mozaiğinde bu tür düşünce ve ideolojilerin yeri yoktur. Bunlar, her zaman dar bir çevrede, marjinal düzeyde kalmışlardır. Aslında Öcalan’ın söyledikleri yeni değildir. Geçmişte de, “şunu çok iyi bilmeliyiz ki, Kürt halkı hastadır” diyor ve diline dolanan her türlü küfürü rahatlıkla savuruyordu. Kitapları ve gazeteleri bunun örnekleriyle doludur. Geçmişin bugünden farkıysa, eskiden bunu Kürtleri kurtarma maskesi altında yapıyor olmasıydı. Abdullah Öcalan’ın açık tavrına rağmen, onunla hareket etmeyi ilke haline getirenlerin sağlıklı olmadıkları ortada. Körükörüne inanan birer köle ve uşak olmaktan başka bir vasıfları yoktur. Elbette herkes, konumunu ve yerini belirlemede özgürdür. Ama hiç kimsenin hastalıklarını; pikolojik ve ruhsal vb. problemlerini, halka maletmeye hakkı yoktur.

    Zaten Öcalan’ın etrafında kümelenen bu zavallı beyinlere karşı tavrı da oldukça ilginçtir. Küfürler savurup aşağılamayı günübirlik işlerinden sayıyor. Tüm hırsını bunlar üzerinde deniyor, kin ve nefretini en çok bunlara kusuyor;

    “İnsan bir kişilik savaşımı yapar da, sizin gibi yapmaz. Çünkü yenilgisi, başarısızlığı çok açık ortaya çıkmış.” (77)

    Sözlerine bakılırsa aslında Öcalan da zaman zaman şaşırıyor. Çevresindekilerin kendisini anlamadığını farkediyor. Çok açık oynamasına rağmen kimseden gık çıkmıyor. İnsanlar kısır bir döngünün içinde gidip geliyorlar. Ne için savaştıklarını bile bilmiyorlar. Yani beyinleri bu kadar dumura uğratılmış. Düşüncenin başkalarına, ölümün kendilerine ait olduğunu kanıksamışlar. Öyle ki, kölelik adeta yaşam tarzları olmuş. Oysa özgürlük ve kişilik savaşımı birbirleriyle yakından bağlantılıdır. İnsanlar özgürleştiği oranda kişiliklerini geliştirip güçlendirirler. Toplumun böylelerine ihtiyacı var. Çağımızın köle sahibi olarak piyasaya çıkan A.Öcalan, insanları bin yıl geriye götürüyor. En büyük kölelik onun yanında ve kamplarında yaşanıyor.

    Ama kullanılan silahın her zaman istenilen hedefi bulmadığı, bazen de ters teperek sahibini vurduğu genel bir doğrudur. Abdullah Öcalan provokasyonların yardımıyla etrafında bir köleler topluluğu yaratmıştı, ama silahı uzun vadede ters tepmeye başlamıştı. Bir süre sonra kendisi de kölelerinden kopamaz durumuna düşmüştü. Atsan atılmaz, satsan satılmaz misali ne yapacağını bilememiş, iki arada bir derede kalmanın şaşkınlığını yaşamıştı;

    “…Bazı soysuz işbirlikçi ağalar var, onların halk içindeki varlığı neyse bizim komutanların da (istisnalar kaideyi değiştirmez) veya yöneticilerimizin durumu da bunu hatırlatmıyor mu?…hatta dolaylı işbirliği yapan, kaçan kimdir? Toplumdaki haindir, ağadır;düşmanın ta kendisidir.” (78)

     “Sizin içinse yaşam; iyi bir sigara çekmek, iyi bir ahbabçavuşluk, iyi bir bireycilik, iyi bir çorba kaşıklama, iyi bir uyku uyma, iyi bir para, yaşam iyi bir karı-koca demektir, yaşam çoluk-çocuk, yaşam mal mülk demektir.” (79)

    Artık kendinden başka herkesi hainlikle, soysuzlukla, işbirlikçilikle suçluyordu. Bu dönem, PKK’nin uluslararası karanlık güçlerle ilişkilerini hayli geliştirdiği bir dönemdi. Öyle ya, köle beyin nereye giderse gitsin düşünemeyen beyindi. PKK içinde artık çeşitli karanlık odaklara bağlı çıkar grupları ortaya çıkmıştı. Pastanın tümü Öcalan’a gitmemekteydi. Almanya, Suriye, İran, Irak, Yunanistan vb. daha birçok ülkenin çıkarlarına hizmet eden ücretli çıkar grupları ortaya çıkmıştı. Ayrıca birçok ülkede mafya, çete gruplarıyla birliktre hareket ederek önemli kazançlar sağlayan çevreler şekillenmişti. Tüm bu grupların çıkarlarını ortak bir noktada toplamak ve yönlendirmek artık güçleşmişti. Bir başka ifadeyle, Öcalan’ın kölelerinden bir çoğu sahibini değiştirmişti. Her köle bir gruba yaslanmış, karşı tarafı düşünmeden pastadaki payını arttırmanın çarelerini aramaya başlamıştı. A.Öcalan ilk başlarda cephe, kadınlar örgütü, gençlik örgütü, islami birlik gibi bir çok yan örgütlenmelerle dengeler sağlamak istemişse de başarılı olamamıştı. Bunların hain niyetli, karanlık amaçlar için kurulmuş örgütler olduğunu çok sonraları kendisi de itiraf etmişti. PKK, Artêşa, ERNK ve ARGK’yi  adı var sanı yok örgütler olarak değerlendiriyordu. Bunlar için “şirra virra” tanımlamasını yapıyordu. Her ülkenin istihbarat örgütü, mafya ve çete gruplarının farklı zamanlarda farklı hareket tarzı istemeleri işlerin giderek aşureye dönüşmesine yol açmıştı.

    1996’ya gelindiğinde, PKK içindeki bu güçlerin her birinin kendine özgü taktik ve ticaret bağlantıları geliştirmesi tam bir dağınıklığı getirmişti. Abdullah Öcalan bu gruplardan aşırı direnç gösterenleri bizzat telsiz ve telefonlarla ihbar etmekten çekinmemişti. Ayrıca, kısa yoldan zenginleşmek isteyen bu köşe dönücüler de birbirlerine üstünlük kurmak amacıyla karşılıklı ihbarlarda bulunmuşlardı. Gizli kapaklı yürütülen bu ihbarcılık, 1997 ve 1998’lere gelindiğinde açığa dönüştürülmüştü. Öcalan 24. 04. 98 tarihinde MED-TV’de yaptığı bir konuşmada “Ben kendimden sorumluyum. PKK merkezinden tümüyle sorumlu olamam, olmam.” diyerek dikkatleri bazı kişiler üzerine çekmek istemişti. Telefon, telsiz ve kuryelerle yaptığı ihbarcılığı çoğu kez açıktan isim vererek televizyon ekranlarına da taşırmıştı. Gelinen noktada işin içinden çıkılmaz bir hâl aldığının farkındaydı ve kendisini kurtarmanın çarelerini aramaya başlamıştı. Başkalarının sağladığı sermaye olanaklarıyla az da olsa çizmeden taşmanın er veya geç cezasız kalmayacağını biliyordu.

    Öte yandan ihbarların yeterli sonucu vermediği zamanlarda birbirle- rini hainlikle suçlayıp yokettikleri de biliniyor. Daha sonraları bunlardan bir kısmı “şehitlerimiz” biçiminde lanse edilmiş ve propaganda aracı olarak kullanılmıştı. İçteki çelişkilerin boyutunu gösteren en önemli olay, Frankfurt’taki banka kurma girişimidir. Bu girişim aslında ikinci bir Susurluk olayıdır. Aynı zamanda Almaya’nın da Susurluğudur. Bugün çoğu çevreler bu komplonun kapsamını ya bilmedikleri, ya da cesaret edemedikleri için üzerine gitmemektedir. Bilinen Susurluk olayı neyse, Öcalan’ın Frankfurt’ta banka kurma girişimi de odur. PKK’nin banka kurma girişimleri ve bu girişimler döneminde mafya grupları dahil, bir çok ülkenin istihbarat örgütleriyle yapılan görüşme ve pazarlıkları gün ışığına çıkartıldığı oranda, PKK’nin durumu ve arkasındaki karanlık ilişkiler de tüm yönleriyle açıklığa kavuşturulabilinir. Ayrıca bu girişim nasıl sonuçsuz kılındı ve yurt dışında yaşayan işçiler nasıl bir tuzaktan kurtuldu? Bunlar da başlıbaşına irdelenmesi gereken konulardır.

    İlişkiler o kadar karmaşık bir ağ haline gelmişti ki, Öcalan bu ilişkileri dengeleme olanağını tamemen kaybetmişti. Kontrol edememenin pisikolojik ve ruhsal sorunlarını yaşıyordu. Derin devletin planlarının tersine İran’ın, İran’ın tersine Yunanistan’ın, Yunanistan’ın tersine Saddam’ın vs. birçok ülkenin kararlarını birbirine uç noktalarda  dayatması, Öcalan’ı şaşkına çevirmişti. Artık PKK’yi yönetemez duruma düşmüştü. Kararlarının uygulanmadığını gören karanlık güçler ise tehdit etmeye başlamışlardı. Karmaşıklaşan ortamı ateşkes bahaneleriyle yatıştırmaya çalışmışsa da, başarılı sonuçlar alamamıştı.

    Öcalan daha 1995’in başlarında etrafında bulunan herkesi, en güvendiği elamanlarını dahi terke zorluyordu. Hatta PKK’yi terk edip tam anlamıyla kontrol edebileceği yeni bir grupla ortaya çıkma gibi başarısız bir denemede dahi bulunmuştu;

    “Daha kapsamlı olarak başka güçlerle de bu işi yapma imkanım var. Dikkat edin, partiyi de aşıyorum, başka güçlere uzanıyorum.” (80)

    Ama tehdit tutmamıştı. CIA’nın dolaylı yönetiminden kurtulup geliştirdiği direk ilişkilerin ardından bu tehditi savurmuş, bu doğrultuda girişimler de başlatmıştı. Ama CIA’nın geçmişte olduğu gibi PKK’yle olan ilişkilerini aslına uygun bir tarzda yürütmeye devam ettiği anlaşılıyor. A.Öcalan’ın anlatımlarından, oynatılan rolün de etkisiyle CIA’nın ilişkilerini diğer ülkelerin istihbarat örgütleriyle dengeli kılmaya özen gösterdiği sonucu çıkıyor.

   Ayrıca her istihbarat örgütünün PKK içinde kendine bağlı komiteler kurduğu ve merkez komitede temsilciler bulundurduğu da açığa çıkan bir başka gerçektir. Bu ilişkiler ağı için vereceğimiz ilginç bir örnek yeterlidir: Ali Haydar Kaytan, Duran Kalkan ve Ali Çetiner’in Almanya’da bir dönem yakalandıkları bilinmektedir. Durumları arasında farklılık olmadığı halde Ali Çetiner açığa çıkarılırken, diğer ikisi neden gizlenmişti? A.Çetiner’in açıklanması hangi plan gereğiydi? Duran Kalkan ve A.Haydar Kaytan’ın gizlenmesinin arkasında yatan niyet neydi? A. Çetiner’in öne sürülmesi yoksa bunların faaliyetlerini örtbas etmek için miydi? A.Haydar Kaytan ve Duran Kalkan’ın Viyana’da cirit atan derin devlet sorumlularıyla buluştuğu söyleniyor. Bu buluşmayı sağlayanlardan ve katılanlardan birisi de, daha önceki bölümde bahsettiğim gibi Öcalan’ın 90’lı yılların başından itibaren Avrupa’da aniden yükselttiği ve  birkaç yerde ismini Mehmet (Öcalan’ın sağ kolu olarak bilinen bu kişinin Avni Gökoğlu’nun öldürülmesinde de payı olan kişi olduğu söylenilmekte) olarak veren kişiymiş. Bir süre sonra bu ilişkilere Almanya’nın egemen olduğu PKK’ liler tarafından dile getiriliyor. Bütün bunların A.Öcalan’ın bilgisi dahilinde olduğu açıktır. Çünkü A.Çetiner üzerinde fırtınalar koparırken, diğer ikisini ve yandaşlarını itinayla himaye etmesi herşeyi anlamak için yeterlidir. Daha sonraları bu ilişkiler tabana kadar yaygınlaştırılıyor. Girdiği bu çarktan kurtulamayan birçok görevli kadro ve sempatizan, raporlarını barlarda ve lokantalarda yazmaya başlıyordu. Kimileri de tanısın veya tanımasın başkalarına yazdırır hale geliyordu. Bu kişilerden bir kısmı durumu kavramış olmalarına karşın ayrılmayı göze alamazken, bir kısmı da ranttan elde ettiği gelirleri kaybetmek istemediği için yoluna devam etmeyi tercih ediyordu. Bu raporlar, Kürt kitlesi ve Avrupa örgütleriyle kurulan “başarılı” ilişkilerle dolduruluyor, “lidere” ve PKK’ye bol bol övgülerle süsleniyordu. Ülkede bulunan sözümona silahlı gruplardan birçoğu ise, diğer bir grubun veya Öcalan’ın kendilerini ihbar edeceğinden korkarak ya teslim oluyordu ya da Avrupada bulunan akraba ve yakınlarını arayıp yardım istiyordu. Direniyor gözüken birçok grup da aslında korkudan ne yapacaklarını bilemeyen, yaşamanın yolunu silah çekmekte bulan çaresizlerdi.

    Aslında 1996’da Abdullah Öcalan için yolun sonu gözükmüştü. Kendisi de bunun çok iyi farkındaydı. İntihar eylemeleri son hamleydi. Bu yolla hem uluslararası karanlık güçlerin sonu gelmeyen isteklerini karşılıyormuş gibi görünmüş, hem de PKK’nin payına düşen rantın tümünü elinde toplamak istemişti. Artık Öcalan’ın tüm günü intihar saldırılarına yağdırdığı övgülerle geçiyordu. Hatta bir intihar saldırısını göklere çıkarmak için yaptığı konuşmalardan birinde, “her ölümün arkasından illa ki konuşmak zorunda mıyım?” diye yakınmaya da başlamıştı.

    Ama son çare olarak düşünülen intihar saldırıları da artık kâr etmiyordu. Çünkü intihar saldırıları ya kişiler aileleriyle tehdit edilerek yaptırılıyordu ya da günlerce süren işkencelerden bunalarak ölümü kurtuluş yolu olarak gören insanlara zoraki yaptırılıyordu.Özellikle Van, Hakkari, Tunceli ve Elazığ yörelerinde birçok insan tehdit altındaki ailelerini kurtarmak için zorunlu intihar eylemlerine kalkışıyordu. Ama herşey bir yere kadardı. Ölü ticareti artık eskisi gibi işe yaramıyordu. Çıkar savaşımı ölünün de, dirinin de önüne geçmişti. Sinirleri tümüyle harap olan Öcalan, “şehitlerimiz” diye göklere çıkardıklarının ardından atıp tutmaya, çevresindekileri de alabildiğine yermeye başlamıştı;

    “Zekiye yoldaşın bir özgür kişilik olmaya çalıştığı, fakat bunu başa- ramadığı, sıkıldığı, buna öfke duyduğı ve adeta böyle sürüp gittiği, tam da bu süreçteyken böylesi bir eyleme kalkıştığı söylenebilir.” (81)

     “…Leyla gibi de olamazsınız. O bir trajik kahraman. Sizler ise rezil, bir komik olup çıkarsınız…Leyla yoldaş rezil olmamak için bunu yaptı.” (82)

     Öcalan’ın çıkmazı büyüktü. Boşa koysa dolmuyor, doluya koysa almıyordu. Kaygıları kendi canı içindi. Karanlık odaklarla, mafya ve çetelerle kurduğu ilişkilerin altında kalmıştı. Elindeki artıklarla bu kadar güce karşı durması zaten mümkün değildi. Her an güme gidebilirdi. Çıkar  bir yol arıyordu. Bulamayınca da çevresindekilere daha fazla yükleniyordu;

    “Dehşete kapılıyorum. Yaşamda ne ifade ettiğiniz çok açık ortadadır. Hiçbir güzellik, hiçbir umut katma yok ve “yaşama hakkım var” diyorsunuz…yine sizlere bakıyorum, emekler üzerine nasıl ucuz kuruluyorsunuz ve “yaşıyorum, yaşamak hakkımdır diyorsunuz…Ama sizler en kritik sorunlar karşısında, bir kontra, bir hain gibi duruyorsunuz. Sigara tutuşunuzdan, oturuşunuza kadar sanki hiçbir sorununuz yokmuş gibi bir hava içindesiniz… Adı olan kendisi olmayan bir kişilikle karşı karşıyayız. Biçimsel insanlarsınız, hele savaş koşullarında ya bir bela ya da bir kontra gibisiniz… Bunlar da giderler diğer enayiler gibi bir savaş zavallısı olurlar. İşte bu savaş garibanlarını ne yapalım?” (83)

    Can telaşı adama neler yaptırmıyor? Öcalan’ın kapıldığını söylediği dehşet yaklaştığı sonla ilgiliydi. Duyduğunu söylediği öfke ve kızgınlık bir bakıma kendisineydi. Sonunu düşünmeden kontracılığa ve hainliğe soyunmuştu. Çevresindekileri de kendisine benzetmişti. Onların durumu daha zavallıcaydı. Girdiği yolun dönüşü yoktu. Artık istese de geri dönemezdi. Boğulmamak için tutunacağı bir dal arıyordu. Çevresindeyse bu daldan eser yoktu. Etrafı onu abartan, hatta putlaştıran insanlarla doluydu ama hepsi de bırakalım “kralı” kurtarmayı, anlamaktan bile çok uzaktı. Herkes koyunun kaval dinlemesi gibi boş gözlerle dinliyordu. Üstteki görevlilerin kafasını zenginleşme ve birlikte çalıştıkları istihbarat örgütleri içinde “karier” hırsı sarmıştı. Alttakilerse zaten dünyadan bihaberdiler. Ölülere kadar uzanan giden hakaretler bu nedenleydi. Onları savaş zavallısı birer enayi olarak görüyordu. Yaşayanlara da aynı yolun yolcuları olarak bakıyordu. Bunlara karşı kullandığı en “hafif” tanımlama; karaktersiz, ahlaksız, rezil, utanmaz, hırsız, çirkin, köleler, kontra vb. biçimindeydi. “Kürdün ruhu, düşüncesi bitmiştir” diyerek kendisi ve çevresindeki ruhsuzluğu ve düşüncesizliği Kürtlere maletmeye kalkıyordu.

    İşte, örgüt içinde yaşanan tükenmişlik kadar bölgede, uluslararası planda  ve ülkede değişen siyasi koşullar, Öcalan’ı ve bağlı olduğu güçleri bir yol ayrımına getirmişti. Provokasyonların devam ettirilip ettirilmeyeceği konusunda bir karara varılması gerekiyordu. Nereden bakılırsa bakılsın halka yönelik şiddeti varolan biçimiyle sürdürmenin olanakları yoktu. Ama yıllardır estirilen kaos ve şiddeti birdenbire kesmenin getireceği şüphelerle de karşıkarşıya kalınmak istenmiyordu. Bu nedenle daha çok 1995’lerden itibaren bunun altyapısı hazırlanmaya başlanmıştı. Alelacele Öcalan’a karşı devreye sokulan ama bir türlü başarılı olunmayan, sözde suikastlar zinciri başlatılmasının bir nedeni de buydu. Çağın her türlü teknik olanaklarına, tecrübe ve insan potansiyeline sahip 600 yıllık bir devlet, bir kişiyi yoketmek isteyecekti ama bir türlü başaramayacaktı! Elbette buna kargalar bile gülerdi. Ama öylesine tozlu dumanlı bir hava estirilmişti ki, her şey tanınmaz hale getirilmişti. Akdeniz’de Amerikan filosundan fırlatıldığı iddia edilen bombalar bile her ne hikmetse Öcalanın konakladığı yere gelince isabet edemez olmuştu. Mizansenlerde abartma yapmaktan çekinilmiyordu. Çünkü bombalar akıllıydı ve sahibine zarar vermek istemiyordu. Yani, hedefe yüzde yüz vurabilmeleri için Sudan, Afganistan, Libya veya Irak olması gerekiyordu! Öcalan’sa, oturduğu eve isabet etmekte güçlük çeken bombaların MED-TV’de günlerce propagandasını yapmıştı. Evinin kapısı önünde patlayan bombalardan kurtulması su içme kadar basit olaylardan biri haline gelmişti. Aslında tüm bunlar ve benzeri gelişmeler; Öcalan yakalandı, yakalanıyor, suikast düzenlendi, düzenlenecek, Suriye’ye savaş açıldı, açılacak vb. türünden estirilen fırtınalar gelecek yeni dönemdeki planların parçasıydı. Öcalan’ın kimliğini mümkün olduğunca saklama, yeni bir göreve hazırlama ve 20 yıldır halk üzerinde estirilen terörden sorumlu olanların, ileride tasfiye edilecek olsalar da, derin devletle ilişkisini örtülemek içindi.

    Özellikle 1989’dan buyana Öcalan’ın korumasını yüklenen ekibin yeni takviyelerle güçlendirildiği biliniyor. Koruma ekibinin kimler tarafından oluşturulduğu Avrupa ve Kenya seyahatlerinden sonra artık saklanamaz hale gelmiştir. En çok üzerinde durulan 1985 ilkbaharı ve 1996 sonbaharında düzenlenmek istenen sözümona suikastlar üzerine Öcalan olmadık bir biçimde fırtınalar kopartmıştı. Oysa her koşulda her yönüyle emniyette olduğunu biliyordu. İstihbarat örgütleri arasındaki çekişmelerden ötürü bir nebze kaygı içinde olduğunu çoğu kereler gizlemiyordu ama dayandığı yerin belirleyici güç olduğunu da çok iyi biliyordu. Yedekte tuttuğu ve Genç Kemalistler diye adlandırdığı örgüt vasıtasıyla PKK içinde, bilinen farklı istihbarat güçleri arasında yeniden bir denge kurduğundan da bahsediyordu. Örneğin Abdurahman Kayıkçı, Alaatin Kanat siyasal polisin birer elemanıydılar. Daha sonraki süreçte gelişmelerin seyrine göre safdışı bırakılan bu kişilerin yerini ise Öcalan’ın korumasını yüklenen Hamza ve Nazım takma isimli iki kişi almıştı. Belçika temsilciliği altında örgütlenmiş, Avrupa’da görev yapan birimin de ya direk Öcalan ya da Öcalan ve Pilot’un ortak üzerinde karar verdiği kişi tarafında yönlendirildiği kimse için bir sır değildi. Bu kişi, çoğu zaman PKK içinde “Müdahale ekibi” olarak da adlandırılan ekibin başında yer alıyordu. Bunların nasıl çalıştıklarına, ne tür etkinlikler gösterdiklerine kimse kafa yormak istemiyor. Şaşırtma ve her şeyi tanınmaz hale getirme Öcalan ekibinin genel bir taktiğidir.

    Böylesi gelişmeler eğer dikkate alınırsa, suikastler hikâyesinin genelde geliştirilen entrikaların birer parçası olduğu kendiliğinden açığa çıkar. Bütün mesele, Öcalan’ın Ankara’ya gelmesinin zamanlamasıydı. Bu işlemin kiminle, ne zaman ve nasıl yapılacağıydı. Güç odakları arasında yapılan kavgalar bunun üzerineydi. ANAP’la Yalçın Küçük arasında yaşandığı söylenen telefon trafiği yutturmacaları hep bu mizansenin birer parçalarıdır. Yalçın Küçük, Öcalan’ın Türkiye’ye ne zaman ve nasıl geleceğinden belki de haberdardı. Bombalama girişimlerinin birer senaryodan ibaret olduğunu da biliyordu.

    1995 ve 1996 yıllarında büyük bir tantanayla ortaya atılan suikast söylentilerinin 1980’lerdeki provokasyonlarla tıpatıp benzerlik taşıdığından kimsenin şüphesi yoktur. Hele hele 1995’te yapıldığı iddia edilen suikast tamemen bir uydurmacadır. Ne patlayan bir bomba, ne de bu tür bir girişim vardır. Öcalan çok rahatça elini kolunu sallaya sallaya, güvenlik içinde ortalıkta dolaşıyordu. Kaldığı evlerde herkesçe biliniyordu. 1996’da patlayan bomba ise, tamemen Öcalan’ın bilgisi dahilindedir. Bombanın herkesçe bilinen ve sürekli kaldığı evin önünde değil de, yakınındaki bir evin bile oldukça uzağında patlatılması, yukarıda bahsettiğim senaryoların zorunlu kıldığı oyunlardan başka bir şey değildir. Nitekim Suriye yönetimi, Öcalan’ın bu kadar açık oynamasını içine sindiremediği için PKK’ ye karşı çok sert tedbirler almaya başlamıştı. Ankara-Şam Büyük Elçiliği ile Yalçın Küçük ve Öcalan arasında işleyen trafik pekte öyle gizli saklısı olan bir trafik değildi. Yalçın Küçük’ün birdenbire devreye girmesinin ilginçliği ise başlıbaşına tartışılması gereken bir konudur. Ayrıca Öcalan’ın MED-TV’ de ne zaman kiminle ve nasıl bir konuşma yapacağı da çok öncelerden onlarca kişi tarafından biliniyordu. Bunları çömezleriyle birlikte bir muamma haline dönüştürme çabaları Öcalan ve ekibinin bir taktiğidir. Yani sonuçta Öcalan dayandığı güç odaklarının emriyle bugün oturduğu yere getirilmiştir. Kaldı ki, İmralı’ya gönüllü geldiğini kendisi de ifade etmektedir. Bu konuyla ilgili tartışmaları halen Öcalan’ı temize çıkartma yönünde yürütenlerin iyi niyetinin sorgulanması daha sağlıklı olur.

 

ÖCALAN  VE  IRKÇILIK

 

 

    İçte egemen güçlere, dışta emperyalistlere sürtüklük yapmayı meslek edinmiş A.Öcalan’ın, birçok çevrenin belkide farkına varmadığı bir yönünü daha irdelemede yarar var.

    Bu kişiliği bir başka perspektiften daha ele aldığımızda, ırkçı özelliklere sahip olduğunu görüyoruz. A.Öcalan aldığı eğitim gereği bunu söylemlerinde çok sinsice dile getirmiştir. PKK tabanının özelliklerini çok iyi bildiğinden, Neo Darvinci ve Nietzsche’nin düşüncelerini rahatça işlemiştir. Çömezler de bu düşünceleri felsefe adına övünç kaynağı yapmışlardır. Çömezlerin konumu öküzün trene bakışı misalidir. Irkçı düşünceler dediğim için belki bir çokları şaşıracaklar. Bilinen teranelerle cevaplandırmaya çalışacaklardır. Ama unutulmaması gereken bir doğru da, millityetçilikle ırkçılık arasında farklılığın olduğudur. Hele hele ezilen ulus milliyetçiliğiyle Öcalan’ın görüşleri kesinlikle birbirine karıştırılmamalıdır. Eğer Öcalan bir Kürt milliyetçisi olsaydı, durum elbette çok farklı olurdu. Dolayısıyla söylemleri ve dünya görüşü de bu çerçeveyle sınırlı kalırdı.

    Neo Darvinciler, genlerin dış koşullardan etkileşiminin olanaklı olmadığını iddia ederler. Bunlara göre çevrenin değişim üzerinde etkisi olmadığından, toplumsal yaşam düzleminde ayıklanmayı her koşulda birinci planda tutarlar. Genler eğer baştan “sağlam” bir biçimde oluşmuşsa, bu genlere sahip olanların da yaşamda başarılı olacaklarına kesin gözüyle bakarlar. Bu düşünceyi savunanlara göre, sağlam genlere sahip olanlar yaşam kavgasında başarılı olurlar, olamayanlar da ölümü haketmiştir. Onlar için siyasi, sosyal, kültürel vb. alanlarda ortaya çıkan gelişmeler hiç önemli değildir. Bireylere aşırı oranda yük yükleyerek birbirlerine karşı kıyasıya bir yarış içine girmelerini isterler. Yarışmadan başarılı çıkanlar “temiz” ve “saf” kişilerdir. Dolayısıyla yarışmayı kazananlar lüks yaşama da “hak” kazanmış olurlar. Aynı zamanda bu noktada onlar için savaş yüzdeyüz gereklidir. Çünkü savaş, “gereksizleri” saf dışı bırakmanın bir aracı olarak görülür ve kutsanır. Yani, değişimin yolunu elenmede görürler. A.Öcalan her ne kadar “okuduğumu anlayan biri değilim” diyorsa da, aslında hangi ideolojiyi savunduğunu çok iyi biliyor. İşte değişimi toplumsal koşullardan soyutlayan çok ilginç bir Neo Darvinci görüşü;  

    “…Bu insanları başka türlü demokratlaştırmak mümkün değil… Onun birçok insani hakları var. Veya bir çok kendinin olması gereken şeyler var. O kadar aşırı düzeyde onlardan yoksun bırakıyorum ki, isyan ediyor. “Ben neredeyim?” diyor. Orada işte, o benlik demokrasi gereği ortaya çıkıyor. Tam sanat dediğim olay bu işte. İnanılmaz bir ustalık kazanmışım bu konuda

    Bağlıyorum, bağlıyorum, bağlıyorum; ”ya” diyor, “biz hiç miyiz?” bizim bir şeyimiz olmayacak mı?” O noktadan sonra diyorum: “olsun” Ama önce bağlamak gerekiyor. O önce onları güçlendirmek gerekiyor. Ondan sonra zaten, bireysellikleri doğsun. Yani ben bu kadar ustayım. Siz beni tanımadan bu soruları soruyorsunuz.” (84)

    Bu düşüncelerin öyle sıradan, rastgele düşünceler olmadığını herkes bilir. Belli ki Hippollite Taine, Frang Norris ve benzeri yazarları okumuş. Salt irade, güç ve kuvvet gibi olguları ön plana çıkartarak insanları değerlendirmeye kalkışıyor. Aşağı ırk, üstün ırk veya beyaz ırk, siyah ırk teorilerini Kürt toplumuna, hatta tek tek kişilere uyguluyor. Geldiği soyu annesinin kökenine dayandırdığından Kürtleri aşağı ırk veya aşağı toplum görüyor. Belirlenen kıstaslara uyum sağlayanları üstün kişiler olarak görürken, başarılı olmayanların ayıklanması gerektiğini savunuyor. Bunların diğerleriyle aynı yaşam düzeyine çıkarılmalarını evrimin ve gelişmenin önünde bir engel görüyor. İşte ırkçı düşünce budur.

    A.Öcalan, kendini en akıllı ve en üstün insan olarak görürken, geride kalanları iç güdülerini deneyebileceği kitlesel bir laboratuvar olarak görüyor. Yani PKK tabanının kötü ve aşağı cins olduğunu düşünüyor. Tabanı, saldırgan ve içgüdülerine hakim olamayan  yaratıklar gördüğü için zararlı buluyor. Bunların şiddete yöneltilerek yok edilmeleri gerekliliğini vurguluyor. İnsanlar arasında başlattığını iddia ettiği “yarışanın” koşullarını, uyguladığı korkunç baskı ve şiddet yoluyla her geçen gün zorlaştırmaktan yanadır. Göğüslenecek ipin sürekli yukarı kaldırılmasını savunarak gen üstünlüğü denemesinde bulunuyor. PKK tabanını bir laboratuvar olarak kullanarak  “üstün”, “elit” bir kesim yaratmaya koyuluyor. Kulandığı bu metodun “ustalık” olduğunu “aşağı” kesime de kabul ettiriyor. Bunun taban tarafından kabullenilmesini ilginç bulanlar, tabanın “elenme” aşamasına kadar daha birçok deneye tabi tutulduğunu gözönünde bulundurmalıdır.

    Milliyetçi düşünceler  kadar ırkçı düşünceler de genellikle orta sınıflar tarafından, daha çokta orta sınıfların lumpen kesimleri tarafından benimsenmektedir. Egemen güçler, çoğu zaman işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin düzene ve iktidara karşı duyduğu tepkiyi farklı kanallara yöneltmek için, ya savaş çığırtkanlığı yaparlar ya da direkt savaşa başvururlar. Hitler’in ikinci dünya savaşını başlatması bunun tipik bir örneğidir. Öcalan’ın savaş çığırtkanlığı yapması da aynı şeydir.  Irkçı düşüncelerden hareket ederek kendini Dolikisefaller görüyor, tabanı,daha doğrusu Kürt toplumunu ise Brakisefaller sınıfına koyuyor. Tabanının sınıfdışı lumpenlerden oluştuğunu gayet iyi biliyor. Sonuçta “geri zekalılar”, “uşaklar” için önerdiği tek şey, ayıklamadır. Kısaca sorunun hallini savaşta buluyor.

    “Şunu çok iyi bilmeliyiz ki, Kürdistan halkı hastadır. Bu hastalığın ilacı da, peşmerge ve devrimcilerin akıtılan berrak kanıdır” (85)

    “Gerek uzak geçmiş ve gerekse yakın geçmiş bu anlamda güçlü bir izaha kavuşturulmadan, önümüzdeki dönemde oluk oluk akacak kanların izahı yeterince yapılamaz” (86)

    İşte Kürt halkına hasta diyen, onu hakir, aşağı gören bir düşünceyle birlikte işlenen savaş kışkırtıcılığı. Akıtacağı kanın, işleyeceği cinayetlerin sayısını bile daha başından belirlemiş. Kana doymayan bir vampir, ırkçı bir Öcalan’la karşı karşıya olduğumuz bilinmelidir. Bilimsel düşünen, halkın çıkarları için kavga verdiğini iddia eden birinin halkı aşağıladığı görülmüş müdür? Hele hele oluk gibi kan akıtmayı kim savunabilir? Kan üzerine pazarlık yapılabilinir mi? Akıtılacak kanların izahı elbette yapılamaz. Hiç kimse demokrasi ve özgürlükler mücadelesini kan akıtmayla eşitleyemez. Bunu yapanlar her zaman provokatörler ve ırkçılar olmuştur. Söylemlerine ve pratiğine bakıldığında A.Öcalan da sadece bir provokatör değil, aynı zamanda bilinçli bir ırkçıdır. 

    “Ama yeteneksizleri düşman vurmuş, gözlerini saptırmış. Bütün çabalarıma rağmen hala sınırlı kalıyorsa, suçlusu ben değilim”(87)

    Savaşı “genetik üstünlüğü” bulunmayanların ayıklanması için bir araç gördüğünü dile getiriyor. Oluk oluk kan akıtmanın hesaplarının niçin önceden yapıldığı şimdi çok daha iyi anlaşılıyor. Genetik üstünlüğün  korunması için “alttakilerin” ve “beceriksizlerin” ortadan kalkmasının gerekliliğini savunan tez, başka türlü hayata geçiririlemezdi. Bu anlayış, “aşağı” kesimin giyim kuşamından tutun, oturuşlarına dek yaşam ve hareket tarzlarının katı bir disiplin içinde tutulmasını şart koşar. Onların düşünmeyle, sosyal yaşamla, kültürle vb. sorunlarla, yani kafalarının “çalışmayacağı” işlerle uğraşmaları kesinlikle yasaklanır. Hitler’in Yahudi halkına veya Amerikan beyazlarının siyahlara olan bakış tarzını Öcalan’da PKK tabanına uygulamıştır. Dördüncü kongrede partileşme üzerine aldığı kararlar bunun en açık örneğini oluşturuyor;

    “1- Parti içi yaşama yansıyan sınıf dışı üsluplerin her türlü mahalli, mesleki üsluplerin, köylü, küçük-burjuva üslup ve hitap tarzının aşılması bu konuda parti üslup ve hitabın ortama ve kadrolara hakim kılınması.

    3-Grup ilişkisi, özel ilişki, özel yazışma, adam seçme, ayrım yapma gibi anlayışlar görüldüğü yerde üzerine gidilmelidir…

    4-Boş sohbet durumu yapan parti dışı ve anlayış ve yaklaşımları ortadan kaldırmak için eleştiri-özeleştiri silahını dömüştürmenin yenilenmenin güçlenmenin silahı haline getirmek.” (88)

    Öcalan’a ait bu düşünceler Francis Galton’un teorilerinin özelde PKK tabanında, genelde de Kürt halkı üzerinde uygulanmasından başka bir şey değildir. Taban, yönetilmesi gereken sürüler olarak kabul ediliyor. Halka karşı sergilediği yaklaşım ise tek kelimeyle korkunçtur. Meşhur eserleri Kürt halkını aşağılamakla, saldırganlıkla ve duyduğu nefretle doludur. Halkın insiyatif alması veya yönetime gelmesi felaketle eşdeğerli görülüyor. Akıl, zeka ve insiyatifin elit kesime özgü bir durum olduğu savunuluyor. Taban, yani halk geri zekalı, dolayısıyla yönetilmeye daha doğuştan mahkum olmuş bir topluluk olarak görülüyor. Akrabalık bağlarıyla birbirine bağlı elit bir azınlığın, akıllı çevreyi temsil ettiğini düşünen A.Öcalan, buradan hareketle PKK’nin yönetimine tümüyle kardeşlerini ve karısını egemen kılmış, “elit” bir yönetim oluşturmaya çalışmıştır. Kendisini genel başkanlığa, karısı Kesire Öcalan’ı genel başkan yardımcılığına, kardeşi Osman Öcalan’ı genel komutanlığa, bir diğer kardeşi Mehmet Öcalan’ı ekonomi ve maliye sorumluluğuna atamıştır. Kendince “üstün genlerin” temsil ettiği bir azınlıkla hükmetmeye çalışmıştır. “Anam da Türktür” demesinin sırrı da buradadır.

    İşte, bazılarınca ne yere, ne göğe sığmadığı iddia edilen veya sığdırılamayan Abdullah Öcalan budur.

 

 

DOĞAN ÇOCUĞUNUZUN ADINI ABDULLAH KOYMAYIN

 

 

    Niçin bu başlığı attığımı birçokları merak edebilir. Seyit Rıza’nın Rayber’le ilgili olarak söylediği sözün A.Öcalan’la ne ilişkisi var diyenler çıkabilir. Öcalan’ın konumu ve yerine getirdiği görevlerle Rayberin konumu arasındaki farklılığın çok büyük olduğunu düşünenler de olabilir. Yani, Öcalan’ı Rayber’e benzetmek bir anlamda Öcalan’ın işlediği suçları hafife almak gibi değerlendirilebilir. Çünkü Öcalan bir ajan-provokatördür; uluslararası istihbarat örgütleriyle ilişkiler geliştirmiş bir ajandır. Rayber ise basit bir ihbarcı veya muhbirdir. Öcalan Kürt halkını yoketmeye yemin etmiş, emperyalizmin ülkemiz içindeki işbirlikçilerinin güvenilir bir elamanı, Rayber ise küçük bir bölgede bir isyan hareketinin bastırılmasında kullanılan geçici bir muhbirdir. Tabii aradaki bu farklılıkları vurgularken, dönemler arası farklılıkları da dikkate almak gerekir. Dolayısıyla, 1930’larda yürütülen politikayla 1980-1999’ lar arası globalleşen dünyada yürütülen politika farklı olacaktı. Öcalan’ın ortaya çıkış biçimi ve oynadığı rolün, Dersim isyanının patlak veriş nedeni ve özellikleriyle hiç bir benzerliği yoktur. 1930’larda basit bir muhbirle işler “yoluna” koyulurken, 70-80’li ve 90’lı yıllarda paravana bir örgüte ihtiyaç duyulmuştur. Ama hemen hemen her dönemde değişmeyen bir kural vardır; hainin küçüğü büyüğü olmaz. Hain, rütbe anlamında hangi düzeyde görev yapmış olursa olsun, sonuçta bir haindir. Rayber  köylü bir muhbir, Öcalan ise bilinçli bir ajandır, ama her ikisi de sonuçta birer haindirler. İşte bu noktadan hareketle, Seyit Rıza’nın Rayber için söylediği söz, Öcalan için fazlasıyla geçerlidir.

 

 

    

 

 

VI-   HAİNİN SONU VE RESMİ İTİRAFLARI

 

2- MAHKEMELERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

 

3- ÖCALAN BİT PAZARINDA

 

 

 

 

 

 

MAHKEMENİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

 

 

    Öcalan’ın çıkmazı ortaya çıkış biçimiyle başlamış, Ortadoğu’ya uzanmasıyla derinleşmişti. Karanlık odaklara olan zaafı kaderini de belirlemişti. Öyle ki, güç odaklarından çektiği kadar hiç kimseden “çekmemişti.” Her istihbarat örgütü kendi ülkesinin çıkarlarını dayatmıştı. Çıkar savaşımı içinde boğulan Öcalan, cücelikten bir türlü kurtulamamıştı. Herkesi şu veya bu biçimde memnun etmek istemişse de kimselere yaranamamıştı. Örneğin; İran ve Saddam intihar eylemlerinin daha çok askeri hedeflere yönlendirilmesini isterken, Yunanistan sanayi tesislerin, turistik bölgelerin ve ormanların hedef alınmasını istemişti. Avrupa’nın birkaç ülkesi de lojistik desteklerini, tamemen büyük kentlerde intihar saldılarının yapılması şartına bağlıyordu. Militanların ve hazırlanmış bombaların Almanya ve Hollanda üzerinden İstanbula sevkedilmesinin birçoklarında yarattığı şaşkınlık hâlâ hafızalardadır. Suriye ise sürekli kargaşadan yanaydı. Silahlı eylemlerin aralıksız, hedef gözetilmeksizin rastgele yapılmasını dayatıyordu. Öcalan bu kadar karmaşık ilişkiler içinde kaybolmuş, insiyatif ve taktik geliştiremez hale gelmişti.

    Öcalan’ın giderek etkisizleşmesinde uluslararası ve Türkiye’de ortaya çıkan yeni konjektörün de payı vardı. 90’lı yıllar 70’li ve 80’li yıllara göre önemli farklılıklar içermekteydi. Globalleşen dünyada provokasyon geliştirme koşulları epeyce daralmıştı. Dünya genelindeki bu deği- şiklik ister istemez Türkiye’yi de etkilemişti. Genelde siyasal harita yeniden biçimleniyordu. Bu gelişmenin sisteme yansıması A.Öcalan’ı da sınırlandırmıştı. Dikilen yeni köşetaşları PKK vb. provokativ yapılanmaları dıştalıyordu.

    Nereden bakılırsa bakılsın, Abdullah Öcalan için yolun sonu gözükmüştü. Ömrünü uzatma alternatiflerinin tükendiğinin bilincindeydi. Yapacağı fazla bir şey yoktu. Soğuk savaş dönemine özgü konsept üretenler ve bunların pratik uygulayacıları için torbaların ağzı çoktan büzülmüştü. Aynı süreç, Öcalan için de işlemeye başlamıştı. Hiram Abbas, Abdullah Çatlı ve daha birçok örnekte görüldüğü gibi çanlar bu kez, Öcalan için çalmaktaydı.

    Uzun bir “kovalamaca”nın ardından A.Öcalan nihayet İmralı’ya getirilmişti. Şimdi sıra mahkemesindeydi. Uçakta söylediği sözlerle birçoklarını hayal kırıklığına uğratan Öcalan, acaba mahkemede neler söyleyecekti? “İlaçların” ve “ilk şokun” etkisinden artık kurtulmuş olmalıydı. Birçok çevre ve özellikle de hayranları nefeslerini tutmuş Öcalan’ dan kahramanlık bekliyorlardı. Öyle ya, geçmişte cezaevlerinde dillere destan direniş örnekleri vardı. Öcalan, içerde olupta ölmeyenler hakkında çok kolayca “hain” damgasını vuruyordu. Bunu özellikle de kendisine karşı direnenler için yapıyordu. Dışarı sağ çıkma fırsatını yakalamış olanlar, eğer Öcalan’la hareket etmek istemiyorlarsa, yakalayıp kurşuna dizdiriyordu. 15-20 yıl içerde onurunu koruyarak kalmış olmalarının hiçbir değeri yoktu. Tek suçları, kendisini uzaklarda bir yerde peygamber veya tanrı ilan etmiş haini kabul etmemeleriydi. Katledilmeleri için bu neden yetiyordu. A.Öcalan’ın dünyasında, ya tanrılığını kabul etmeyen “hainler” ya da tanrılığını kabul etmiş “kahramanlar” vardı. Her iki gruba dahil olan insanların yerlerini ortama göre kolaylıkla değiştirebiliyordu. Herkes hakkında kolayca atıp tutuyor, çok çabuk yargılıyordu. Hakaretlerinin ardı arkası yoktu. Bu nedenle Öcalan’dan direniş bekleyenler fazla haksız da sayılmazlardı. Çünkü söylemlerine bakıldığında Öcalan’ın bu direnci fazlasıyla göstermesi gerekiyordu. Tecrübeli stratejistlerce hazırlanmış senaryolar, çömezleri epeyce umutlandırmıştı.

    İmralı’ya postu sermesiyle birlikte ülke çapında egemen kılınmak istenen atmosfer de, Öcalan’ın nasıl bir hain olduğunun göstergesiydi. Oynanan senaryonun kitleler tarafından anlaşılmaması için yoğun çabalar harcanmıştı. Bunu mahkeme süresince Öcalan’a gösterilen yaklaşımlardan da anlamak mümkündü. Her nedense birdenbire Türkiye’ nin “demokratik bir ülke” olduğu, A.Öcalan gibi bir “terörist”in yakalanmasından sonra akıllara gelmişti. Aydınlar, yazarlar, gazeteciler, sivil toplum örgütlerinde çalışanlar, düşüncelerinden ötürü olur olmaz içeriye tıkılırken, “demokratik” bir ülkede yaşadığımız kimselerin aklından geçmemişti. Faili meçhul cinayetler, toplu katliamlar, işkence ve baskılar insanlarımızı canından bezdirecek bir hâl aldığında da yine kimse “Türkiye’nin demokratik bir ülke” olduğunu düşünmemişti. İnsanlarımız mahkeme kapılarında hak ve hukuk ararken demokratik olmak ve öyle davranmak kimselerin umrunda olmamıştı. Bu ilgisizlikten dolayıdır ki, ülkesinde adaleti bulamayan insanlarımız, Avrupa insan hakları mah- kemesine gidiyordu. Türkiye’nin burada defalarca mahkum olduğu, çok ağır tazminatlar ödemekle karşı karşıya bırakıldığı bilinmektedir. Ama bütün bunlara rağmen, Avrupa’ya “demokratik” bir ülkede yaşadığımızı gösterme gibi bir çaba içine bugüne kadar kimsecikler girmemişti.

    Şimdiyse tam tersi bir durumla karşılaşıyoruz. A.Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte her şeye inat, “demokratik bir ülke” görünümü verilmek isteniyor. Bunun için başlatılan bir yarış almış başını gidiyor. Oyun içinde oyunlar oynanarak tüm dünyaya demokrasi ispatlanmak isteniyor. Kuşkusuz demokratik bir ülkede yaşamak herkesin arzusu ve hakkıdır. Bundan ancak sevinç duyulur. Türkiye’de yıllardan beri bunun kavgası verilmişti ve veriliyor. Askeri darbeler bunun için göğüslenmişti. Bunun için büyük acılar çekilmiş, insanlarımız ölmüş, öldürülmüştü. Cezaevlerinde ömürler bu yüzden tüketilmişti.

    Öyleyse akıllara şu soru geliyor; “demokratik ülke” söyleminde gerçekten samimiyet var mıdır? Eğer sanık sandelyesinde oturan A. Öcalan değil de gerçek bir Kürt liderleri olsaydı, bahsedilen demokratik yaklaşımı yine görebilecek miydi? Şimdilik kaydıyla veya bugünkü koşullarda bu sorulara olumlu yanıt vermek oldukça zordur. Türkiye’de işkencenin olduğunu sağır sultan bile duyduğuna göre, demokrasi söyleminin ne kadar yapmacık olduğunu ve sahtelik içerdiğini kimse yadsıyamaz. Yargısız infazlar hâlâ devam ediyor. Hâlâ  düşüncelerinden ötürü insanlar içeri tıkılıyor. İşkenceye uğrayanlar değil, ama işkenceciler korunmak isteniyor. Savunmasız halk karakollara düştüğünde, anasından emdiği süt burnundan getiriliyor. “Karakola düştüm ama işkenceye uğramadım” diyen kaç kişi çıkar? Fazla uzağa gitmemize gerek yok, tek başına 1980 darbesi döneminin Diyarbakır’ını düşünmek bile tüylerimizin ürpermesine yetiyor. 1980 sonrası ve 90’ların başından buyana sergilenen vahşilikleri gözönüne getirmek bile yeterlidir. Hem sadece tutuklulara değil, tutukluların ailelerine; kardeşlerine, bacılarına kadar uzanan akılalmadık bir işkence ve baskı zincirinin olduğunu yaşayanlar yazıyor ve anlatıyor. Bütün bunlara rağmen ne işkenceciler, ne de sorumluları hakkında en küçük bir işlem yapılmamıştır. Bunlar hala görevlerini “gurur” içinde rahatlıkla sürdürüyor.

    Peki bugüne kadarki olaylar karşısında parmaklarını dahi kıpırdatmayanlar, şimdilerde neden demokrasi havarisi kesilmeye başladılar? Gerek Uluslararası Af Örgütü, gerekse Avrupa konuyla ilgili olarak sesini ilk kez yükseltmiyor. Bunlar eskiden de işkenceden ötürü Türkiye’ yi sıkça kınıyor, insan hakları ve demokrasinin geliştirilmesini istiyordu. Ama taleplere herzamanki gibi kulaklar tıkanıyor, inkâr yoluna gidiliyordu. O halde A.Öcalan’la birlikte değişen neydi? Gösterilen bu çifte yaklaşımın ardında  hangi gerçekler yatıyor?

    Burada yine karşımıza çıkan Öcalan’ın gerçek kimliğidir. Başlangıçta bu zat aracılığıyla yapılmak istenenler, tutukluluk sonrasında da değişik biçimlerde sürdürülmektedir. Önü tıkanmak istenen demokratik mücadeledir. A.Öcalan ve PKK, sivil toplum örgütleri üzerindeki baskıların önemli bir aracı olarak kullanılmıştır, kullanılıyor. Halkımızın insanca yaşama hakkı ve arzusu yeniden bilinmeyen bir sürece itiliyor.

    Ama herşeye rağmen o yine de kandırılmış insanların gözünde bir kahramandı. Belki militanları gibi “dağlara taşınma fırsatı”  bulamamıştı ama, İmralı’ya post serme yoluyla da olsa nihayet “geniş halk yığınlarının içine girme imkânı”nı yakalamıştı. Önceleri bu olanaksızlıktan defalarca yakınıp durduğunu kimsecikler unutmamıştı. Sıra göstereceği kahramanlığa gelmişti. İnsanlar bunu görevin de ötesinde bir mecburiyet, bir mutlaklık olarak görmüş, öyle algılamışlardı. Öcalan’dan beklenen buydu.

   Daha mahkemenin başladığı ilk gün çömezleri küçük dillerini yutar hale geldiler. Söze herhangi biçimde işkence ve baskı görmediğini belirtmekle başlayan Öcalan, müdahil durumunda olan ailelerden özür diliyor, “Demokratik Cumhuriyetin” hizmetinde olacağına dair yeminler ediyor, 50 yaşına geldiği halde bir eş ve bir çocuk sahibi olamadığından yakınıyordu. Acaba bu sözleriyle neyi anlatmak istiyordu? O güne kadar bırakalım çocuk sahibi olmayı, normal bir aşk ilişkisine dahi karşı çıkmış, bunun için sayfalar dolusu nakaratlar dökmüş, binbir türlü hakaretler savurmuştu. Üstüne üstlük kendisini eşsiz bir örnek olarak sıkça önplana çıkarmıştı. “Erkekliği öldürmekle”, “kadınının karnını deşmekle” övünen Öcalan’ın, olmayan bir eş ve yine olmayan bir çocuk için kendisini acındırmaya kalkması da neyin nesiydi? Acaba bu sözlerle efendileri için ne kadar büyük fedakarlıklara katlandığını mı anlatmak istiyordu? Doğruydu: Eğer adına hizmette fedakarlık denilirse, Öcalan bunu fazlasıyla yapmıştı. Kürt sorununu bitirmek için yola çıkarken, kendisine sunulan kadını bile çeşitli nedenlerle kaybetmişti. İşte Öcalan’ın anlatmak istediği buydu. Efendilerine sunduğu hizmetlerin önemini ve kapsamını hatırlatarak bir yerlere göndermeler yapıyordu. Yani “darda olduğunuz dönemde imdadınıza ben yetiştim, şimdi de darda olan başımı, sizler kurtarın” diyordu. “Bir hiç” ve ”beş para etmezin teki” olduğunu, kullanıldığını anlatıp duruyordu. Hizmetlerinin karşılığında sadece kullanılan ve papucu dama atılan bir kişi muamelesi gösterilmesine içerlediğini her defasında belirtiyordu. Yalvarıyor, yakarıyor, bulunduğu alanda debelenip duruyordu.

    Tüm olup bitenleri unutturmak istercesine yeni bir koroyla ama aynı orkestrayla sahneye çıkılmıştı. Orkestranın davulcusu Öcalan ise herkesten daha heyecanlıydı;

     “Son noktayı koyalım. Son noktayı koyacak imkanlar var elimizde. Bunları ben kullanmak istiyorum. Bunda anlaşılmayacak ne var? Bir hiç olabilirim, beş para etmezin teki olabilirim. Ama şu adamlar senin için öldük diyorlar. Hayır benim için ölmediler”

     “Yakalandığım günden, barış için yaşayacağım sözünü verdiğim günden bugüne kadar kaba bir baskı, söz, hakaret ve işkence görmediğimi belirtmek istiyorum…Cumhuriyet ekseninde barış ve kardeşlik  için devletin hizmetinde çalışma isteğimi ve kararlılığımı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu konuda gösterdiği yaklaşımı, saygın yaklaşımın bir gereği olarak ben de bu düzeydeki bir kararlılığımı ben de saygı ve şükranla belirtmek istiyorum.” (90)                  

    “Alışmış kudurmuştan beterdir” diye boşuna söylememişler. Neredeyse yerlere kapanarak af diliyordu. Tarihin ve halkın kendisini af edip etmemesi umrunda değil. “Son noktayı birlikte koyalım” diyor. Oysa o sadece bir figurandır. Figuranlarınsa son noktayı koyduğu görülmüş değildir. Can havliyle her şeyi içiçe karıştırdığı belli. Rolünü iyi ezberlemişe benzemiyordu. Öcalan’ın bahsettiği son nokta, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte, 75 yıl önce koyulmuştu. Sorun son noktayı koyup koymama değildi. Sorun bambaşka bir zeminde ele alınmıştı. Öcalan, halen kendisini Bekaa’da zannediyordu. Bir dönem övmekle bitiremediği, “şehitler” diye göklere çıkardıklarına mahkeme salonunda bile hakaret yağdırmaya devam ediyordu. Ölenlerin enayice öldüğünü, çapulcu olduklarını, herhangi bir sorumluluğunun bulunmadığını tekrarlayıp duruyordu. Devletin cici bir cocuğu olduğunu, herzamanki hizmetlerini sürdürmekte kararlı olduğunu belirtiyordu.

    Nitekim tıpış tıpış gidip İmralı’ya postunu attığı andan itibaren, yıllarca örtündüğü maskeleri çıkartmaktan başka çaresi de kalmamıştı.  

    “Kimse sorunların şiddetle çözüleceğine inanmıyor. Bunun, açık ve tarihten en büyük dersi çıkarmış görünen ve büyük zor gücüne rağmen, bu gücün etkisini ancak, yaratıcı çağdaş bir demokrasiye yönlendirmede kullanan ve açıkça doksan ortalarından beri MGK konseptleri ile yürütülen, içinden geçmekte olduğumuz tarihi aşamayla da, kanıtlanmaktadır. Ordu darbe yapmıyor.Ordu en demokratik görünen, partilerden bile daha duyarlı, demokrasinin ölçütlerini hatırlatıyor. Günümüzde ordu ve demokrasi ilişkisi irdelenirken, herkes şahsı için alabildiğine demokrasi isterken, ordunun gerçekten demokratik normların takipciliğini üstlenmesi, süphesiz ülkenin güvenliğiyle bağlantılıdır, ama, sorumlu olduğu bu güvenliğin bile, ne kadar yakından demokrasi ile bağlantılı olduğunun görülmesinin de yüksek ve saygı duyulması gereken bir anlayış gereğidir. Bu açıdan da, aşamanın tarihi, demok-  ratik nitelikte olduğunu anlıyoruz. Bu, zorunlu olarak anlaşılmasaydı, darbe yapmanın önünde duracak bir güç olmadığını da biliyoruz. Ordu bugün demokratik aşamanın karşısında bir tehdit değil, tersine sağlıklı aşama yapmasının ve işlemesinin teminat gücü konumundadır.” (91)

    Yukarıdaki satırlar Milli güvenlik Kurulu’nun basın bildirisinden alınmamıştır. Abdullah Öcalan’ın Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi’nin 96. ve 97. sayfalarından alınmıştır. Şimdi tüm PKK’liler ve kokuyu uzaktan alan leş kargaları bu satırların içeriği karşısında hizaya gelip selam durmalıdır. Bu “yüksek buluş” ve “tahlillere” duydukları minnettarlığı mazeret göstermeksizin dile getirmelidirler. Hiç zaman geçirmeden  sinek avladıkları o dağlarda, birkaç kuruş uğruna pintice beklediklerini anlatmalıdırlar. Öcalan’ın kendilerine sunduğu tek yol, teslim olup, pişmanlık belirtmeleridir. Zaten geldikleri noktada başka çareleri de yoktur. Er veya geç yuvalarına döneceklerdir. Artık şeflerinin de belirttiği gibi, uzaktan kontrol dönemi sona ermiş, bizzat yerinden kontrol dönemi başlamıştır. Son günlerde “çıkış koşullarımızın faaliyet biçimlerine geri dönmemiz gerekir” gibi ne idüğü belirsiz söylemler sadece ve sadece biraz daha ”şirra-virra” etmeden öte bir şey değildir.

    A.Öcalan, İmralı’dan yazdıklarının hiçbirini ilaçların etkisiyle kaleme almamıştır. Söylediklerinin ve yazdıklarının sonuna kadar arkasında durduğunu her fırsatta tekrarlıyor. PKK’liler, K.Irak dağlarından ovaya inerek pintiliklerini bırakırken kafalarını biraz olsun çalıştırmalıdırlar. Tüm bu olanlardan sonra, eğer kafalarında hâlâ biraz akıl kalmışsa, sivil toplum, demokrasi ve özgürlükler üzerine düşünmeleri yararlarına olacaktır. Hiç değilse, Türkiyede 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinin demokratik olup olmadığını anlamaya çalışmalıdırlar. Mahir Çayanların, Deniz Gezmişlerin, yığınlarca bilim adamının, yazarın, gazetecinin, gençlerin, masum halkın ve zindanlardaki devrimcilerin hayatlarını bu darbeler sırasında kaybetmiş olduklarını unutmamalıdırlar. Şefleri gibi yerlere kadar kapanarak selam durmaları gerekmez. Türkiye’de 1971 ve 1980 darbelerinin anti demokratik olduğunu herkes biliyor, söylüyor ve yazıyor. Hatta darbeleri yapanların yargılanması için yoğun tartışmalar yürütülüyor, çabalar veriliyor. Bu koşullarda darbeleri demokratik olarak nitelemek büyük bir ayıptır. Dünyanın hiçbir köşesinde, bırakın sosyalistleri, demokratlar ve liberaller bile ordudan demokrasi beklentisi içinde değildir. Eğer ülkelerin orduları demokrasi getirebilseydi, bugün dünyamızda demokrasi kavgasın- dan bahsetmek oldukça lüks olurdu. Çünkü her şey, birkaç gün içinde bir kılıç darbesiyle halledilirdi. Dünyanın hiçbir yerinde ordular herhangi bir şekilde demokrasinin getirilmesinde belirleyici rol oynamamıştır. Buna Türk Silahlı Kuvvetleri de dahildir. A.Öcalan, gerçek niteliğini ispat için başka ne yapacaktı? Yapabileceği her şeyi yapmıştı. Darbelere açıktan dizdiği övgülerse geçmişteki maskeli haliyle hiç mi hiç çelişmiyor.

    Her yönüyle açığa çıkmanın verdiği rahatlıkla öylesine sınır tanımaz hale geliyor ki, övgülerinin ölçüsünü alabildiğince abarttığının farkına bile varmıyor. Ülkemizde Cumhuriyetin kurulmasında ve laikliğin temel alınmasında orduyu belirleyici güç olarak görüyor. Evet, Türkiye’de bugünkü rejimin kuruluşunun birtakım özellikler taşıdığı bir gerçektir. Ama farklılıkların da Öcalan’ın algıladığı biçimde olmadığı tartışmasızdır.

    Mustafa Kemal, ordudan subayların ağırlıkta olduğu öncü kadroyla Ulusal Kurtululuş Mücadelesi vermiştir, ama ordu kılıcıyla cumhuriyet inşa etmemiştir. Çünkü bunun olanaksız olduğunun bilincindeydi. Zafer sonrasında sivil toplum örgütlenmelerine gidilmiş, meclis oluşturulmuş, tartışılır yanları olsa da modern hukuk ve laiklik temelinde devlet örgütlenmesine gidilmiştir. Yani Cumhuriyet ve laiklik, çağdışı gericiliğe ve saltanata karşı yürütülen bir mücadelenin eseridir. Bu rejim şu veya bu oranda toplumun dinamiklerinde yankısını bulmuştur. Atatürk, dönemin en güçlü kişisi olmasına karşın, devletin hukuk kurallarının dışına çıkmamıştır. Yasamanın getirdiği yasalara saygı duymuştur. Avupa ülkeleri örnek alınarak, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte ordunun görevi ülke savunmasıyla sınırlandırılmıştır. Kısaca, kuvvetler ayrılığı temel alınmıştır. Bugün bile PKK gibi karanlık güçlerce desteklenen irticacı güçler tüm çabalarına rağmen, ülkemizde egemen duruma gelemiyorlarsa, bunun nedeni, toplumumuzun ağırlıklı olarak en geniş  demokrasi için yürüttüğü kavganın belirleyici olmasıdır.

    Her demokrasi mücadelesi kitlelerin desteğinde yükselmiştir. Orduların, ülkelerinin güvenliğini başarıyla yürütmesine elbette saygı duyulur. Ama Türkiye’de 1971 ve 1980 darbelerinin ülkenin güvenliğini sağlamakla ve demokrasiyi genişletmekle uzaktan yakından ilgisinin olmadığı tüm çıplaklığıyla görülmüştür. Tersine sermayeyi korumak ve kollamak amacıyla yapılmışlardır. NATO ve ADB’nin dikte ettği darbelerdir. Bu tür darbelere övgüler yağdıranlar, devrimciler ve emekçi yığınlar değil, çıkarı baskı ve şiddetten yana olan sermaye kesimleridir. Öcalan’da bu kesimlerin kapıkullarından biridir. Demokratik normların takipçiliğini yapanlar da, bu normları geliştirip güçlendirenler de emekçi yığınlar ve onların demokratik kuruluşlarıdır. Eğer bugün ülkemizde demokratik atılımlar gerçekleşiyorsa, egemen güçlerin keyfi böyle istedi diye değil, kitlelerin yürüttüğü mücadelenin ve değişen dünya konjuktörünün dayatmaları sonucudur.

    Bu arada A.Öcalan yıllar öncesinden varlığından bahsettiği Genç Kemalistler’in kurucusu ve lideri olduğunu da mahkemede gururla açıklıyordu. Böyle bir örgütün varlığından sadece kendisinin haberdar olduğunu söylüyordu. Demek ki Genç Kemalistler, zor durumlarda kaldığında, birtakım güç odaklarınca kendine destek için kurulmuş örgütlerden biriydi. Oysa bir dönemler her önüne geleni Kemalistlikle suçluyor, Genç Kemalistler Birliği’nin üyeleri olarak lanse ediyor ve bunların ortadan kaldırılmalarının gerekliliği üzerinde duruyordu. Bu nedenle Türkiye’de akla gelen tüm devrimci demokratik örgütlenmeleri suçluyordu. Hatta K.Irak’ta YEKİTİ ve KDP’ nin bile Kemalist olduklarını iddia ediyordu. PKK’den ayrılan herkesin de bu örgütün bir üyesi olduğunu söylüyordu;

    “Semir (Çetin Güngör), sizin belli belirsiz kestirebildiğiniz ‘Türklüğün birlik ve bütünlüğünü’ ve ‘Misak-i milli’sini korumanın gereğini, kendine has bir uslupla ortaya koyan ve bunda niyet ve girişim düzeyinde de kalsa İdris-i Bitlisi’yi, Ziya Gökalp’ı ve yakın tarihteki, ya da hala mevcut birçok Kemal’i geride bırakan biriydi.

    “…PKK, aynı biçimde Semir (Çetin Güngör) Süleyman (Baki Karer) Davut (Mehmet Resul Altınok) tasfiyeci provokatör çetesinin ‘Genç Kemalistler Birliği’ ile olan somut ilişkilerinde en az iki yılı aşkın bir süredir tüm halkımıza, devrimci demokratik kamuoyuna açıklamış durumdadır.” (92)

    Öcalan sadece ayrılanları ve sol örgütlenmeleri suçlamakla kalmıyordu, Tunceli halkının da Kemalist ve ihanetçi olduğunu söylüyordu. Genç Kemalistler Birliği’nin varlığını bu yöreye bağlıyordu. Ortadan kaldırılmaları gerektiğini sıkça vurguluyor, hatta ilgili planlar geliştirmeye dahi cüret ediyordu. Savaşa karşı olmayı, Türkiye’de demokrasi ve insan haklarının genişletilmesinin sadece tek bir noktaya bağlanarak gerçekleşemeyeceği düşüncesinde olanları hainlikle suçluyordu.  Mahkemeler sırasında yaptığı açıklamalarda ise gerçek hainin kendisi olduğunu ortaya koyuyordu. Böylece Çetin Güngör, M.Resul Altınok ve Bana karşı saldırgan tutumunun altında yatan gerçekler kamuoyu tarafından daha anlaşılır hale gelmiştir.

    Yeri gelmişken, Öcalan’ın bir zamanlar ağzından hiç düşürmediği Genç Kemalistler örgütünün görev ve hedeflerine de değinmek gerekir. Aynı zamanda yurtdışında A.Öcalan’ın korumasını üstlenen bu örgütün, örgüt içinde aykırı sesleri bastırmakla yükümlü bir örgüt olduğu açıktır. Genç Kemalistler diye bahsedilen örgütün, PKK içinde “Müdahale Grubu” olarak anılan ekipten oluştuğu artık kesinleşmiş durumdadır. Bu gurubun yurtdışı örgütlenmesinin başında, Öcalan tarafından atanan HALİL ATAÇ bulunuyor. Bu şahıs, 80’li yılların başında birdenbire ortadan kaybolmuştu. Bu süre içinde Ürdün’de büyük ihtimalle içinde Pilot’un da yer aldığı (Necati Kaya) bir ekip tarafından birbuçuk yılı aşkın süre boyunca hem siyasi hem de askeri eğitime tabi tutulduğu söyleniyor. Hatta bu kişinin ajan olduğu 1980’nin başlarında bizzat Klerides tarafından da PKK’ye iletilmişti. Halil Ataç, A.Öcalan tarafından büyük bir gizlilik içinde o dönemde Klarides’le görüşmek için Kıbrıs’a gönderilmişti. Geri dönüşünde Beyrut’a uğruyor ve Beyrut’ tan direkt Amman’a geçiyor. Ürdün’den Suriye’ye gizli geçiş yaparken de yakalanıp Öcalan’ın bulunduğu eve getiriliyor. Daha sonra örgütten atıldığı söylenen Halil Ataç, her nedense 82’de yaşanan yoğun ayrılmaların arkasından yeniden ortaya çıkıyor. A.Öcalan, bu kişiyi merkeze getirmekle kalmıyor, bir de kendisini koruyan ekibin sorumluluğuna atıyor. Ayrıca daha önceleri bahsettiğim “Müdahale Grubu”nun sorumluluğunu da Halil Ataç’a veriyor. Hatta “şehit” diye göklere çıkardıkları Agit’in (Masum Korkmaz) ölümünün de bu gelişmeyle ilgisi vardır. Yıllar sonra bu durumu öğrenen Mahsum, Halil Ataç’ın yönetimi altında çalışmayacağını bildirerek, sorunu irdelemeye kalkıştığı için bizzat A.Öcalan ve Halil Ataç tarafından yerinin bildirilmesi üzerine öldürtülmüştür. 

    Halka karşı bu derece entrikalar, kin ve intikam içinde olan A.Öcalan’ın, mahkemesi sırasında, Kürt halkının geçmişi ve geleceği üzerine olan değerlendirmeleri de beklenen türdendi. Savunmalarında hangi nedenlerden kaynaklanmış olursa olsun, geçmişte ortaya çıkmış isyanlara katılan herkesi hainlikle suçluyor ve İdris-i Bitlisi’yle birlikte hareket etmemiş olduklarından dolayı eleştiriler yöneltiyordu. İsyanların siyasi ve sosyal temellerini irdeleme gereğini hiç duymamıştı. Herzamanki alışkanlığıyla, birazda aldığı eğitim gereği tam bir asker bakışıyla değerlendiriyordu. Bu konu da o kadar ileri gidiyor ki, Kürtleri medeni olmamakla suçluyor. İsyanların nedenini Kürtlerin uygarlığa “alışık” olmamalarına bağlıyordu. Oynadığı oyun gereği hep maskeyle dolaşmak zorunda kalan Öcalan, adeta yılların içinde biriktirmiş olduğu hasreti gideriyor, konuşuyor,çoşuyor,zaman zamanda kendi kendini alkışlıyordu;

    “Atatürk milliyetçiliğine, kültür milliyetçiliğine inanıyorum. Atatürk milliyetçiliği, Hititlere kadar gider. Ben demokratik cumhuriyet çatısı altında toplanmak gerektiğine inanıyorum.” (93)

    Bu çoşku karşısında müdahil avukatlar dahi şaşkınlık geçiriyor ve nazik davranmaya başlıyorlardı. Oyunun perde arkasını geçte olsa kavramışlardı. Hatta Öcalan’a Türk milliyetçiliğiyle ilgili bir de kitap hediye ediyorlardı. Türk milliyetçiliği üzerine tezler hazırlayıp, araştırmalar yapanların adeta kulaklarını çınlatıyordu. A.Öcalan tam bir turancı kesilmişti. Bugünkü sınırlarla yetinmeyi kıyasıya eleştiriyordu. Atatürk’ ün “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinin geçersiz sayılmasını isteyecek kadar emperyalist hedeflerin sahibi olduğunu anlatıyordu. Alpaslan Türkeş bu günleri görmeyi mutlaka isterdi. Türkiye’nin sınırlarını başka halkların zararına genişletmesini, yani turancı görüşlerinin bir özetini de yapıyordu; 

    “Vatana ihaneti asla ağzıma bile almam. Olsa olsa onun Misak-ı Milli gereklerini çağdaş ölçüler içerisinde yerine getirilmesi yani büyütülmesidir (…) Misak-ı Milli’nin dışında kalan parçalarındaki Kürt-Türkmen topluluklarına en azından yaşadıkları devlet içinde soykırıma uğramadan demokratik kimlikleriyle yaşamalarına Türkiye Cumhuriyeti’nin yardımı hem ahlaki hem siyasi bir görevdir, diyorum. Bu başka devletlerin iç işlerine karışma değildir.” (94)

    Savaş tanrısı olduğunu iddia etmesi hiçte boş değilmiş! Böylece varlığından yalnızca kendisinin haberdar olduğu Genç Kemalistler örgütünün proğram hedeflerini de açıklıyordu. Ama uzun yıllar kapalı kalmanın ve verdiği hizmetlerin yoğunluğundan olacak, dünyadaki gelişmelere daha Bekaa gözlüğünden bakıyordu. Yeni dönemin gerekli kıldığı politikaya adapte olamamanın acemiliklerini sergiliyordu. Çünkü globelleşen dünya koşullarında sınırların genişletilmesi, geçerliliğini çoktan yitirmişti. Anlaşılan Kafkaslar’da ve Balkanlar’da ortaya çıkan gelişmelerin farkında değildi. Artık Avrupa ülkelerinde bile sınırlar kal- dırılmaya çalışılıyor. Her halkın kendi kimliğiyle özgürce hareket etmesi temel alınıyor. Kaldı ki, Öcalan’ın ileri sürdüğü sınırları genişletme düşüncesini savunan Türk milliyetçileri de bugün marjinal düzeydedir. MHP de yaşanan ayrışmanın bir nedeni de budur.

    Şimdi bu noktada, geride kalan PKK güruhu ve Öcalan’ı savunan çömezler ne yapacaklar? Öncelikle önderlerinin izinde olduklarını daha açık göstermeliler. Şefleri gibi, yüzlerindeki maskeyi çıkartarak kim olduklarını; bilerek veya bilmeyerek halka ihanet ettiklerini açıklamalılar. Öcalan’ın kartını açıktan oynadığı koşullarda, çömezlerin ergenlik çağındaki gençlerin utangaçlığına benzer bir rol oynamaları çok gülünç oluyor. İmralı’dan tesbit edilen “yeni tezleri” bulunmaz hint kumaşı gibi piyasaya sürme alışkanlığından da artık vazgeçmeliler. Halkı güdülen sürü yerine koymaya kimsenin hakkı yok. Bu halk, hangi dolapların çevrildiğini, tahmin ettiklerinden daha fazla anlıyor. Eğer sesini çıkarmıyorsa, anlamadığı veya onayladığı için değil, başına gelenlerden ve geleceklerden korktuğu içindir. Bunun böyle olduğunu egemen çevreler dahil herkes biliyor. Öcalan da bunu çok iyi bildiği için, geliştirdiği onca katliama karşın oturtulduğu yumuşak döşekten halka akıl vermeye kalkıyor;

    “Bu çerçevede, doğuda ki halkımıza, Kürt halkına düşen; kendi içindeki yoğun demokratik toplum olma ihtiyacıyla bunu devletle yeniden demokratik birlik içinde birlikte yürümektir.(…) Tarih tecrübemiz ve gerçeklik başka yolun olmadığını, olsa da acı ve kaybın derinleştirdiği çıkmaz olduğunu ortaya koyuyor.(…) Demokrasimizi birlikte kurmalı, geliştirmeliyiz. Cumhuriyetin kuruluş ve korunmasında emeği geçen tüm şehitleri, şehitlerimiz bilmek, kurucusunu minnettarlık ve saygıyla anmak, bayrağını gururla selamlamak bunun için esastır.”(95)

    Kurulmuş saat gibi ötüp duruyor. Öylesine utanmaz ki, sanki geç- mişte Atatürk ile ilgili sarfettiği  sözler kendisine değil de başkalarına aitti. Sanki geçmişiyle çelişen başkalarıydı. Öylesine rahat konuşuyordu. Halbuki daha bir kaç yıl öncesindeki çoşkulu günlerinden birinde söyledikleri, hâlâ  o çok “ünlü” eserlerinden bir çoğunun sayfalarında duruyor;

     “Mustafa Kemal diktatörlüğünün, daha ilk yıllarında ve özellikle 1925’lerden sonra, Almanya’daki Hitler faşizminin, İtalya’daki Musolini faşizminin, İspanya’daki Franko faşizminin vb. birçok ülkedeki faşizmin bir prototipi olduğu söylenebilir.” (96)

    Bu ve benzeri türden  “derin teorik araştırmalar” adına yapılan saçmalıkların tümünü buraya almaya gerek yok. Bu tür söylemlerle kimi çevrelerin milliyetçi duygu ve düşünceleri kırbaçlanarak oyuna getirildiği ve süreç içinde yok edildikleri biliniyor. Ayrıca bu söylemlerin hangi dönemde geliştirildiği de önemlidir. Bunlar, 12 Eylül’le birlikte, Kemalizmi savunmanın bile suç sayıldığı, buna karşın çağdışı düşüncelerin alabildiğince özgür kılındığı bir dönemde yapılıyordu. Kaldı ki, böylesi belirlemelerle taban bulmaya kalkışmanın yolaçtığı tehlikeli sonuçlar ortadadır. İslamcı fanatizmi temel alan Hızbullah, İBDA-C ve yerden ot biter misali türeyen diğer tarikatlar durup dururken gelişmemiştir. Hele hele Türkiye’de hiçbir sol hareket Atatürk’ü Hitler’le, Musolini ve benzerleriyle kıyaslama gibi bir densizliğin içine düşmemiştir. Bu tür düşünceler, emperyalist hevesler besleyen egemen güçlerin bir kanadı ve daha çokta Osmanlı İmparatorluğu hayalleriyle yanıp tutuşan islamcı-Türkçü güçlere aittir. Gerçi, Öcalan’ın turancı düşüncelerin bayraktarlığını yapması dikkate alınırsa, bu “derin teorik” belirlemelerinin nedeni de kendiliğinden anlaşılır.

    Atatürk’ü Hitler ve Mussolini’ye kadar uzatan Öcalan, üstüne üstlük devletin kendisine “saygın” yaklaşımından sözediyor. Bugün Türkiye’ de bırakalım böylesine hakaret dolu laflar etmeyi, küçük bir eleştirel yaklaşım bile çoğu kez suç sayılıyor. Peki, bu kadar akıl dışı değerlendirmelerde bulunan Öcalan’a “saygın”ca yaklaşmakta ne oluyor? Yukarıdaki söylemler arasında görülen uçurum ve devletin yaklaşımı, Öcalan’ın kim olduğu hakkında yeterli bilgiyi veriyor.

    A.Öcalan gibi 50 yıllık ömrünün 30 yılını egemen güçlere hizmette geçiren ve üstelik kendini değiştirme şansı olmayan birinin devlete bakış tarzı da, elbette klasik bakış tarzından öte olmayacaktı. Geçmişte devlet, hizmet götüren bir kurum olarak görülmüyordu. Ama bugün devlete bakış tarzında önemli aşamalar katedilmiştir. Çağımızda devletten ziyade demokratik sivil toplum insiyatifi ön plana geçmiştir. Globalleşen pazar ilişkileri içinde devlet giderek küçülmekte, demokrasi, özgürlükler ve toplumun asgari sosyal yaşam standardını daha da geliştirme çabasını sürdüren demokratik örgütlenmeler önplana çıkmaktadır. Devlete; topluma hizmet götürmekle yükümlü bir aracı gözüyle bakılmaktadır. Burjuva devlet örgütlenmesinin günümüzde aldığı biçim ve sermayenin oynadığı rol ayrı bir tartışma konusudur. Ama bugün demokrasi ve özgürlüklerin geliştiği ülkelerde devlet, genel koordinatör ve halka hizmette bir servis rolü oynamaya yönelmiş durumdadır. Bu işin bir yönü. Diğer bir yönden ele alacak olursak: demokrasi ve özgürlükler için mücadele edenler, hiç bir zaman “devlet için çalışacaklarını” söyleyemezler. Çünkü devlet, kapitalist üretim ilişkileri içinde hangi biçimi alırsa alsın, yine de bir üst yapı kurumudur. Eğer bugün Avrupa’da egemen güçler, demokrasi ve özgürlüklerin gelişiminin önünde engel olamıyorlarsa, bu, kitlelerin hak alma uğruna yürüttüğü amansız bir mücadelenin sonucudur. Burjuvazinin klasik devlet anlayışından uzaklaşmak zorunda kalışı, yürütülen bu mücadeleyle orantılıdır. Yani devletin küçülme olayı sadece globalleşen serbest pazar ilişkileriyle ve bu ilişkilerde burjuvazinin oynadığı rolle açıklanamaz. Devlete hizmet çağrısı, demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasıyla eş anlamlıdır. Devlete kulluk, özgür kişiliği bastırır. Her şeyden önemlisi de yaratıcı ve üretken olmanın önünü tıkar. A.Öcalan bilinen yükümlülüklerinden dolayı halkı devlete hizmet etmeye, yani birer uysal kalabalık olmaya çağrıyor. Devletten uzakta kaldığı dönemde kendisine kulluk yapılmasını istiyordu. Devletine kavuştuğu zaman da devlete kulluk yapılmasını öneriyor. Böylece özgürce gelişmenin yollarını kapatmak istiyor. Türkiye’de halkın önemli bir bölümü zaten sözde yurttaştır. Egemen güçler halk üzerinde istediği gibi oynuyor. Vergiyi verenler de onlar, cefayı çekenlerde. Büyük çoğunluk çalışıyor, sefasını bir avuç azınlık sürüyor. Kimsenin aklına verdiği vergilerin hesabını sormak bile gelmiyor. Devlete kulluk toplumumuzda neredeyse bir gelenek halini almış. Bütün bu olumsuzluklara rağmen hemen her alanda hızlı bir değişime yönelme durumu da yaşanıyor. A. Öcalan ise İmralı’dan tek şeflik döneminin hayaliyle halen “biz ayrılamayız” şarkısını söylüyor;

    “Biz Türk milletiyle birlikteyiz, ayrılamayız. Benim de mensubu olduğum bu insanlar ayrılıp bir dağ parçasında tek başına yaşam imkânına sahip değiller. Ne isyan, ne kavga, demokratik kültür temelinde bu iş halledilmeli.” (97)

    Kanlı provokasyonlarına bir takım hayali gerekçeler bulmaya çalışarak, halka kendini kabul ettireceğini sanıyor. Çok öncelerden bestelenmiş ninnileri söyleyip duruyor. Sanki Kürt halkı isyan etmek istemiş, savaş yapmak istemiş gibi. Sanki daha önce ayrılmak isteyen varmış gibi. Maskenin altındaki korkunç yüz işte kendini böyle gösteriyor. Efendileri gibi yine Kürt halkını suçlu ilan ediyor. Kürt halkı nerede ve ne zaman  dağ başında yaşam için kavga ettiğini söylemişti ki? Birkaç çapulcusuyla birlikte emperyalist güçlere hizmet uğruna dağ başında bile yaşamaya hazır olduğunu söyleyen Öcalan’dı;

    “…Kürtler, eski meşhur geleneklerinin uygulayarak dağlara çekilir, ilkel bir tarzda da olsa dağlarda varlıklarını koruyabilirler.” (98)

    Ama A.Öcalan boşa konuşmuyor. Yine provokasyona soyunuyor. Kendisini Kürt halkının her şeyine karar veren ilk ve tek “lideri” gibi lanse ediyor. Türkiye’deki demokratik açılımların önünü yine kendisini ve PKK’yi ileri sürerek tıkamak istiyor. Ülkemizde emekçi yığınların yıllardan buyana gündeminde olan demokratik hak ve özgürlükler talebini Öcalan’ın “dahiane tespiti” ve talebiymişçesine ileri sürüyor. Kısaca oynanılan oyunların ardı arkası gelmiyor. Türkiye’de isyan denilecek bir olay zaten yoktu. Öcalan ve güç odaklarının sahneye koyduğu bir oyun vardı. Kanı ve savaşı yüceltenler bunlardı. Eğer hatırlanılırsa, İmralı’da kendini güvenceye alana kadar silah çekmedikleri, kan dökmedikleri için önüne gelen herkesi hainlikle suçlamıştı. Hatta kan akıtmayanları düşman ilan ederek, yığınla devrimci ve demokratı katlettirmişti. Ne yazık ki, onbeş yıl boyunca sürdürülen ve binlerce insanın hayatına malolan bu korkunç oyunun hâlâ  bitmediğini görüyoruz. “Bu halkla oynadığınız yeter” diyen her ses susturulmak, ya da sindirilmek isteniyor. 

    Velhasılı A.Öcalan yine çoşmuş. Durdurana aşkolsun! “Demokratik kültür temelinde” diye pek anlaşılmayan bir şeyler geveleyip duruyor. Ne kastettiği pek açık değil. Demokrasi kültüründen mi, yoksa kültürlerin özgürce geliştirilme olanağından mı bahsediyor belli değil. Ama anladığımız kadarıyla, Türkiye’de her kültürün gelişip güçlenme olanağına kavuşmasının gerekliliğinden sözediyor. Türkiye’de kültür sorunu hayatın her alanında yaşanıyor. Her gün yüzlerce tarihi eser ortadan yok oluyor, çalınıp, çırpılıyor. Ayrıca Van, Hakkari, Ağrı, Urfa ve Erzurum yörelerinde tarihi eser kaçakçılığını organize ederek trilyonlar vuranlardan birisi de Abdullah Öcalan’dı. Roma dönemine ait heykeller ve diğer birçok değerli eski eserler yurtdışındaki Apocuların oturma odalarının camlı dolaplarını süslüyor. 

    Yine, tiyatro, bale, sinema vb. daha bir çok alanlarda yığınla sorunlarla karşılaşılıyor. Hatta Türk dili araştırmalarına bile fırsat verilmiyor. Hele müzik alanında yaşanılan dejenerasyon başlıbaşına bir sorun. Beş yüzyıllık, altı yüzyıllık türkülerimizin üzerinde ticari amaçlı hırsızlıklar yapılmasına Kültür Bakanlığı seyirci kaldığı gibi, müziğimizi dejenere edici üretimlere de parasal yardım veriyor. Sanatla, sanatçılıkla ilgisi olmayanların hemen her yerde kırıttığı, önplanda tutulduğu bir dönemi yaşıyoruz.

    En büyük kültür ve edebiyat değerimiz olan Nazım Hikmet’i daha yakınlara kadar okuyamadığımızı, şiir kitaplarını evlerinde bulunduranların yıllarla ifade edilen hapis istemiyle yargılandığı bilinen bir gerçek. Atilla İlhan, Yaşar Kemal, Can Yücel gibi sayamayacağımız kadar şairin, yazarın, bilim adamlarının kitapları henüz okul kütüphanelerinde değil. Yazı yazanlar bir dönemler Bakırköy’e gönderiliyordu. Hapishanelere tıkılmış, işkenceler görmüş, sürgün edilmiş yazar, gazeteci ve bilim adamlarının içler acısı durumlara düşürüldükleri herkesçe biliniyor.

    Ülkemizde kültür sorununa iğne batırıldı mı bir değil, bin ah işitilir. Üstelik yıllık bağlanan bütçelerden kültüre ayrılan pay, kahredici düzeydedir. A.Öcalan bunları biliyor olsa gerek. Ülkemizde kültür alanına yapılan baskılardan sadece Kürdün gawendi değil, Türkün zeybeği, Lazın dikhoranı da zarar görmektedir. Şüphesiz, hiçbir azınlık, milliyet farkı gözetmeksizin tüm kültür değerleri korunmalı ve geliştirilmelidir. Kültürümüz üzerindeki baskıların kalkması için kavga sürekli kılınmalıdır. Sessiz kalınması gerçekleri inkâr etme, yok sayma anlamına gelir.

    Acaba Öcalan ve takımı, Kürt kültürü için bugüne kadar hangi çabaları vermiştir? Bununla ilgili tek bir örnek bile verebilirler mi? 20 yıllık süre içinde kültür adına herhangi bir şekilde üretimde bulunduklarına şahit olmadık. Bu süre içinde hikaye, masal, roman, şiir, tiyatro, dil, tarih, resim, heykeltraş vb. dallarda ortaya çıkartıkları tek eser yoktur. Bırakın üretimde bulunmayı, varolanları tanıtmak ve yaygınlaşmalarını sağlamak için en ufak bir çaba da göstermemişlerdir. Televizyonlarında Kürt kültürünü tanıtma şurda kalsın, ellerinden geldiğince dejenere etmeye çalışıyorlar. Yayınlarında sürekli kan ve şiddet işleniyor, bütün bunlar ölümlerine haince neden oldukları insanlar için yaktıkları uyduruk ağıtlar ve marşlarla süsleniyor. Kürtçe diye konuşulan da, “gelmişkirem, gitmişkirem”dir. İnsan, ekranda sergiledikleri böylesi ilkellikleri gördükçe, kültürün gelişmesi için çaba gösterenleri hainlikle suçlamış olmalarına ve çoğu kez de imhaya kalkışmalarına pek şaşırmıyor. Kültür adına sergiledikleri tam bir vahşilik, barbarlıktır.

    Ama esrar-eroin ve insan ticareti yapmakta pek becerikli olduklarını söyleyebiliriz. Becerilerini “oluk, oluk kan akıtma” yönünde kullanmada tamamen ustadırlar. Kültürün geliştirilip yaygınlaştırılmasının dağ başında çetecilik yapmakla, önüne gelene bomba atmakla, insanların kendini atomlarına kadar parçalamasıyla, kıblagâhlarla ve mağbetlerle bir ilgisi yoktur. Her türlü insanlık dışı davranış ve eylemlerini, bir halkın kültürünü geliştirme çabaları gibi yansıtmaları, tek kelimeyle korkunçtur. Belki dünyada eşi ve benzeri de yoktur. “Asarım, keserim, yıkarım, patlatırım”la kültür geliştirilemeyeceği gibi, geriye de gider.

    Şimdilerde kültür sorununu birincil öge olarak öne sürmesinin tek nedeniyse, zamanından önce “Bir Nisan” şakasının ortaya çıkardığı olumsuz havayı biraz yumuşatmak içindir. A.Öcalan ve güruhu, Türkiye’de çok olumlu gelişmelere imza attıklarını çoğu kez iddia ediyorlar. Türkiye’ye Kürtlerin varlığını kabul ettirdiklerini, artık herkesin Kürtleri tanıdığını ya da en azından bildiğini söylüyorlar. Kürtlere ait dil ve kültürü de bu süre içinde geliştirerek “halka malettik” diyorlar. Türkiye’de Kürtlerin artık “ben Kürdüm” sözünü çok rahatlıkla kullanmalarını 15 yıllık silahlı savaşımlarına bağlıyorlar. İşte hem gelin, hem de güvey olmak buna derler. Türkiyedeki Kürtler kendilerini ne zaman inkâr etmişlerdi ki? Kürt olduklarını ezelden beri söylüyorlardı. Kürt oyunları zaten oynanıyordu. Kürtçe kitaplar, dergiler, gazeteler, kasetler çıkıyordu. Halk, evinde, pazarda, hatta mahkemeler ve karakolarda dilini konuşuyordu. Yani şimdi olanlar, geçmişte de vardı. Tersine, 15 yıllık provokasyon hareketiyle bitirmek istediği halkın ta kendisiydi. Kürdü yerinden yurdundan etme, kendisine yabancılaştırma politikası en iyi Öcalan ve PKK eliyle uygulanmıştır.

    Geçmişte kültürel faaliyetlerin önünde hiç engel yoktu diyemeyiz. Engeller vardı. Ama bu engellere karşı demokratik mücadele yöntemleriyle karşı duranlar da vardı. Bu oldukça da başarılı bir mücadeleydi.  Dil ve kültür sorununun önündeki bir takım engellerin kaldırılması yönünde yürütülen faaliyetlerin uzun süreli bir çabayı gerektirdiği de bilinen bir gerçektir. Daha sonraki süreçte Kopenhag kararlarının altına Türkiye’nin de imza atması ise, hiç gözardı edilmeyecek bir gelişmeydi. Hiç kimse bu kararların altına öyle körce, getireceği yükümlülükleri bilmeden imza atıldığını söyleyemez.

    A.Öcalan ve PKK, Kürtlerin demokratik ve kültürel haklarına karşı duran güçlerin başında gelmektedir. Kültürel hakların kazanılması için kimse gerilla savaşı safsatasıyla ortaya çıkmamıştır. Zamanında “devletin bir solcusu, devletin bir Kürtçüsü” olarak yetiştirildiğini söyleyen Öcalan’ın, kültürel haklar elde etmek için izlenecek mücadele yönteminin neler olduğunu bilmeyecek kadar cahil biri olduğunu sanmıyorum. Terörle, hele hele halka yönelik katliamlarla, istihbarat örgütlerinin kucağına oturmakla hiçbir yere varılamayacağını, en küçük bir hakkın bile  alınamayacağını herkes bilir. Kültürel haklar uğruna dünyada 15 yıl kan döküldüğü, hem de uğruna savaşıldığı iddia edilen halkın yokedilmeye çalışıldığı görülmemiştir. Elbette sorun bu değildi. Ne dil, ne de kültür hakkı sorunuydu. Anlaşılması gereken her şey Öcalan’ın kimliğinde gizliydi;   

    “Demokratik cumhuriyete dedim ki, bu temelde hizmet etmek isterim. Bana göre bu değerli bir erdemdir, fazilettir. Öyle yapmak gerekiyor. Bütün PKK’lılara benim yapacağım çağrı da bu olacaktır. Amacınızı aşan çatışmaları sürdüremezsiniz, eylem yapamazsınız. Bunun ne ideolojik izahı vardır, ne de politik izahı vardır ve gerçek terör, anlamsız terör bu demektir. Bu terörü durduracaksınız. Bu terörü durdurmak gerekir. Özellikle dış politikada Türkiye’yi şu veya bu yöne çekmek isteyen, şu veya bu konuda ister uzlaşmak, ister çelişmek, çatışmak isteyen bütün güç odakları tarafından kullanılacaktır.(99)

    Pes doğrusu! Türkiye Cumhuriyeti bir anda demokratik cumhuriyet  oldu çıktı! Ne acılar, ne de baskılar var. Her şey güllük gülistanlıkmış da haberimiz yok! Öylesine şaşkın bir duruma düşmüş ki, artık her cümlesinde, her davranışında kendini ele vermekten alıkoyamıyor. Öncelikle demokratik bir cumhuriyette kültürlerin özgürce gelişmediğinden veya farklı kültürler üzerinde baskıdan bahsetmek tam bir saçmalıktır. Oratada demokratik cumhuriyet olsaydı zaten sorun kalmazdı. İnsanlar yıllardan beridir bunun özlemini duyuyor, çabasını veriyor. Kuşkusuz bu günler fazla uzak değildir. Gelişmeler artık başka bir alternatifin kalmadığı noktaya gelmiştir. Ülkemizde parası ve bürokraside dayısı olan herkesin kendi hukukunu egemen kıldığı bir bilinme- yen değildir. Demokrasinin ve hukuk kurallarının egemen olmadığını hukukçular ve üniversite çevreleri açıktan dile getiriyor. Türkiye’nin daha fazla demokratikleşmesi gerektiğini söyleyenler arasında Cumhurbaşkanı ve Başbakan da var. Sadece siyasetçiler ve hukukçular değil, sıradan vatandaşlar bu tartışmalara katılıyor. Toplum ciddi bir değişim istiyor. Halk eskiden olduğu gibi olup bitenleri pek öyle gözü kapalı dinlemiyor. Her şeyden önemlisi, A.Öcalan ve PKK’yi hakettiği yere oturtmak isteyen toplumsal bir muhalefet var. Artık konuşan, özgürce düşünen ve tartışan bir Türkiye’ye doğru yol alınacağının işaretlerini az da olsa görmeye başladık. Bunlar iyi gelişmelerdir.

 

ÖCALAN BİT PAZARINDA

 

    Mücadele süreci içinde halkın çıkarları doğrultusunda kavga verenlerin yakalanmayacaklarına dair bir kayıt yoktur. Yürütülen bir mücadele varsa,kayıplar ve yakalanmalar olacaktır. Devrimci mücadelenin insanı, bir ideolojinin insanıdır. İlkeli, sabırlı ve inatçıdır. Kendini uzun süreli mücadelenin tüm iniş ve çıkışlarına göre hazırlamıştır. Çok gerilere gitmeye gerek yok; dünyanın saygı duyduğu Nelson Mandela bu nun en son örneğidir. Yıllarca üzerinde sürdürülen ağır baskılara rağmen, çizgisinden taviz vermemiş, direnişini sürdürmüştür. İki kelimelik bir cümleyi tüm kamuoyu önünde dile getirmiş olsaydı, belki de ömrünü hapishanelerde geçirmeyecekti. Ama kendini ve halkını mahkum edecek o bir cümleyi ağzına almamıştı. Bedeli yıllar boyu süren ağır bir hapis de olsa, o bunu yapmamıştı. Sonuçta sadece halkının değil, dünya halklarının kalbine taht kurarak içerden zaferle çıkmasını bilmişti.

    Şimdilerde A.Öcalan’ı Nelson Mandela gibi büyük bir isimle karşılaştırmak isteyenler var. Böylesi karşılaştırmalar, oy avcılığı peşinde koşan bazı burjuva parti temsilcilerinden geldiği zaman belki insan sadece gülüp geçer. Ama Kürtlerin gravatlı, “kellifelli” çevrelerinden geldiği zaman üzerinde durup, düşünmek gerekiyor. Tutumları ister istemez merak konusudur. Akıllara hemen tavırlarının altında yatan çıkarlar geliyor. Çünkü A. Öcalan’ın tavrı açık ve nettir. Öcalan Kürt halkına olan düşmanlığını her durum ve koşulda kanıtlamıştır. Bu nedenle sağa sola kıvırtmaya hiç gerek yok. Çocuklarını kaybetmiş asker analarının, Öcalan’ın gösterdiği tavrı bilince çıkartmada çektikleri güçlüğü anlamak mümkündü. Olayı çözemediklerinden çoğu kez acıma duygusuyla yaklaşmış, “Allah belasını versin” demekle yetinmişlerdi. 

    Oysa çoğu kesimler abartılmış bir isimden  küçük de olsa bir direnç beklemişlerdi. Ama A.Öcalan herkesi “hayal kırıklığı”na uğratmıştı. Hatta birçok gazetenin tanınmış köşe yazarları “zavallının teki, insan değil, en ufak gururu yok” demekten kendilerini alamamışlardı. İlk duruşmanın ertesi günü, uluslararası basın ve yayın organlarının tanımlamaları da aynı doğrultudaydı;

    La Birbe Belgigue:

    “Öcalan’ın pişmanlığı PKK’nın sesini soluğunu kesti.”

    La Repubblica:

    “Öcalan, PKK’nın sırlarını itiraf ediyor.”

    Telegraf:

    “Yaşamak için yalvarıyor”

    The Times:

    “Öcalan, ölümsüz bir gerilla lideri değil, yaşamı için pazarlık eden zavallı bir insan görünümündeydi.”

    Le figero:

    “Öcalan, yargıçlar önünde çaresiz ve zavallıydı.”

    Liberastion:

    “Öcalan’ın olağan dışı itirafları.”

    La Stampa:

    “Beni idam etmeyin, Türkiye’ye hizmet edeceğim.”

    Corriedella Sera:

    “Öcalan; Beni öldürmeyin”

    La Soir:

    “Öcalan kellesini kurtarmak istiyor.”

    Hal böyle olunca bazı Kürt çevrelerinin hâlâ gerçeği kabullenmemekte direnmeleri, A.Öcalan’ı bir kahraman gibi lanse etmek istemeleri aykırı bir tutumdur. Kuşkusuz bunun nedenlerini bilmek herkesin hakkıdır. Öncelikle de en çok adına olur olmaz konuştukları Kürt halkının hakkıdır.

    Bilindiği gibi, 1996 yılında yeniden “şehit ticareti”ne yatırım yapan Öcalan, bu kez mezarları “kıblegahlar, kutsal mağbetler” haline getirmişti. PKK’lileri güç almak amacıyla buraları ziyaret etmeye, secdeye kapanıp, af dilemeye davet ediyordu;

    “Biliyorsunuz, Kıblegahlar, kutsal mağbetler ve onların içinde kutsal tanrı veya tanrıçalar vardır. Onların ardılları, onların mensupları uygun günlerde gidip bu mabetlere kapanırlar, secde ederler, yalvarır-yakarırlar, ”af et” bizi diye. Böyle yoldaşlar öyle yoldaşlardır. Bir mabete gider gibi huzurlarında eğileceksiniz, secdeye kapanacaksınız, af dileyeceksiniz ve güç alıp kendinizi temiz kılacaksınız.” (100)

    A.Öcalan daha sonra bunun bir benzerini mahkemede yapıyordu. Mezarların başında değil ama, duruşma heyetinin karşısında secdeye kapanıyor, Türklüğün, cumhuriyetin ve “şehit anneleri”nin karşısında eğiliyor, af diliyordu. Bu arada cumhurbaşkanı ve başbakana hürmetlerini bildirerek hükümetin pratiğine övgüler dizmeyi de ihmal etmiyordu. Bir anlamda, Suriye’den kurtarılışına duyduğu minneti dile getiriyordu. Hatta sınırların Kuzey Irak’a doğru genişletilmesinin gerekliliğinden dem vuruyordu. “Yakalandığımda da Türk bayrağına karşı saygımı öperek gösterdim” diyordu. Kamuoyuna “şirin ve sevecen” bir görünüm vermek için elinden gelen herşeyi yapıyordu. Bütün bunlara rağmen ”havasından” birşey kaybetmediği görünümünü de vermek istiyordu. Zaman zaman ABD ve uşaklarının arenasında dövüşen Gladyo olduğunu hatırlatmayı da ihmal etmiyordu. Bu nedenle olsa gerek, “önemli” biriymiş gibi davranıyor, herkesi bir yerlerle bütünleşmeye çağırıyordu.

    Oysa önceleri hapishanelere düşen herkes için “ölmeyi” şart koşmuş, karanlık güçlerin planlarını başarıyla uygulama pahasına militanlarına intihar saldırıları önermişti;

    “Kendinizi atom kadar patlatacak noktaya getireceksiniz. Ufak bir patlatıcıyı bile elinde patlatıp sonunuzu getirirken, değil bunu kendinde patlatmak bütün düşmanca yönelimlerin üzerine patlatabilecek bir düzenlenmiş, müthiş kendi içinde örgütlenmiş, iradeye, ifadeye kavuşmuş, tarza, tempoya ve muazzam bir stratejik güç kadar, taktikleşmişgüncel savaşımı başarıyla kendisinde yürüten bir taktik kişiliğe ulaşmış kişilikten, militandan bahsediyoruz.” (101)

    Demokrasi ve özgürlük uğruna kavga verenler onurludurlar. Haksızlıklar ve baskılar karşısında düşüncelerini inatla savunurlar. Düşüncenin, idealin, yani bir amacın insanlarıdır. Amaçları çıkışlarını belirler, çıkış biçimleri de amaçlarına ulaşmak içindir. Barış ve demokrasi tutkusu onların en büyük silahıdır. Ama Öcalan için bunları kim söyleyebilir? Yukarıdaki sözler Öcalan’ın sözleridir, bir başkasının değil. PKK’de ölümün evliyalığı getirdiğini sıkça tekrarlamış, sıra kendine geldiğindeyse “şaka ettim” diyebilmiştir. Kaldı ki, kimse kendisinden parçalanmasını da istememiştir. Ama açık söylemek gerekirse, etrafında kümelenen kandırılmış insanlar, yerlere kapanmasını da hiç beklememişti. En azından düşüncelerini koruyacağına ve şimdiye kadar söylediklerini savunacağına inanmışlardı. Ama onurunu koruma kavgası onurlu insanlara özgüdür. A.Öcalan’ın ise böyle bir sorunu hiç bir zaman olmamıştır. Koruyacağı onuru dün de yoktu, bugün de yok. O, emperyalistlerle, yani halk düşmanlarıyla kolkola olmanın gereklerini yerine getirmişti. 15-16 yaşındaki çocukların karakollarda işkence gördükleri ve işkencecilerin yargılanması için mahkeme salonlarında koşuşturdukları bir dönemde Öcalan’ın, polisin saygılı davranışından sözetmesi onun nasıl yaman bir hain olduğunu gösteriyor.

    Acaba onun bu tutumunu gördükten sonra, kendini elinde bombayla parçalayacak ve masum insanların kanını dökecek uşaklar, yani “anormal duygu ve iradenin” sahibi şirra-virralar çıkacak mı? Hiç sanmıyorum.

    Tekke düşmüş, kel görünmüştür.

    Gladyo örgütlenmesinin sonu gözükmüştür.

 

           Ekim 1999                 

 

 

 

 

                                     KAYNAKLAR

 

  (1) Serwebûn, Kasım 1996, s.13

  (2) Abdullan Öclan’ın uçakta yaptığı ilk konuşmadan.

  (3) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 253

  (4) Abdullah Öcalan’ın sözlü savunmasından.

  (5) MED-TV, 98-4-10

  (6) Nokta, 5 haziran 199

  (7) Abdullah Öcalan’ın sözlü savunmasından.

  (8) Abdullah Öcalan’ın sözlü savunmasından

  (9) Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 19 Kuruluş yıldönümünde MED- 

        TV’de yaptığı konuşmadan.

(10) Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 19 Kuruluş yıldönümünde MED-

        TV’de yaptığı konuşmadan.

(11) Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 19 Kuruluş yıldönümünde MED-

        TV’de yaptığı konuşmadan.

(12)  Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 19 Kuruluş yıldönümünde MED-

        TV’de yaptığı konuşmadan.       

(13) Yalçın Küçük’ün PKK’nin 19 kuruluş yıldönümünde Öcalanla

        MED-TV’de yaptığı konuşmadan.

(14) Hürrüyet, 19 Kasım 1997, s. 17

(15) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi

(16) Abdullah Öcalan, Kadın ve Aile Sorunu, s. 259-260

(17) Serx sayı 17, s. 9

(18) Weşanên Serxwebûn, Örgütlenme Üzerine,s. 212

(19) Weşanên Serxwebûn, Örgütlenme Üzerine, s. 222

(20) Weşanên Serxwebûn, Örgütlenme Üzerine, s. 216

(21) Weşanên Serxebûn, Örgütlenme Üzerine, s. 200

(22) Öcalan’ın ifade tutanağından

(23) Serx,sayı 41. S. 7

(24) Serx.sayı 49,s. 21

(25) Serx.syı 41, s.14

(26) Serxwebn, sayı, 54, S. 8

(27) Kürdistan Ulusal Kurtuluş Problemi ve Çözüm Yolu, s.140

(28) Serxwebûn, sayı 49, s. 15

(29) Serxwebûn, sayı, 42, S. 6-7

(30) Serxwebûn sayı, 65, s.13

(31) M. Karasungur yoldaşın Anısına, s. 23

(32) Berxwedan, Temmuz 1987, s. 3

(33) Serxewebûn, s, 50, s. 15

(34) Serxewebûn, sayı, 44, s. 7

(35) Serxewebûn, sayı 42, s. 6

(36) Serxewebûn, sayı.49 sayfa. 5

(37) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 176

(38) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s.176

(39) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s.177

(40) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi,s.165

(41) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi,s. 161

(42) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi , s.187-188

(43) Serxwebûn Nisan, 1996, s.17 Apo, Ortadoğu’da PKK’siz

        Çözüm ve Demokrasi Mümkün Değildir

(44) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s.113

(45) Abdullah Öcalan,Devrimin Dili ve Eylemi, s.111

(46) Abdullah Öcalan,Devrimin Dili ve Eylemi, s.155

(47) Abdullah Öcalan,Devrimin Dili ve Eylemi, s.181

(48) Abdullah Öcalan’ın MED-TV’de PKK’nı 19’cu kuruluş

        yıldönümünde’de yaptığı konuşmadan.

(49) Abdullah Öcalan, Dev rimin Dili ve Eylemi, s. 56

(50) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 246-247

(51) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 56-57

(52) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 57-58

(53) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 60

(54) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 61-62

(55) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 63

(56) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 62

(57) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 78-79

(58) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 79-80

(59) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s.112

(60) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s.112

(61) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s.100

(62) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi , s.111

(63) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi  , s. 113

(64) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s.183

(65) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s.183

(66) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi , s.183

(67) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 183

(68) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi , s. 275

(69) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 275

(70) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 261

(71) EL Vasat, Nisan 1998, A Öcalan'la röportaj          

(72) EL Vasat, Nisan 1998, A Öcalan'la röportaj

(73) EL Vasat, Nisan 1998, A Öcalan'la röportaj

(75) EL Vasat, Nisan 1998, A Öcalan'ın röportaj

(76)  Abdullah Öcalan,Savunma, Kürt Sorununda Demokratik

       Çözüm Bildirgesi, s.143

(77) Serxwebûn, Haziran, 1996, s. 6

(78) Serxwebûn, Haziran, A.Öcalan, Merkez Yönetim ve

        Sorunlarımız, 1996,s. 7

(79) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi,s. 329

(80) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi,s. 252

(81) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi. s. 286

(82) Serxwebûn, Kasım,1996, s. 7

(83) Serxwebûn, Nisan, Abdullah Öcalan, Nasıl Savaşmalı,

        1996, s. 25.)

 (84) Mahir Sayın, Erkeği Öldürmek. Abdullah Öcalan Ne

        Diyor, s, 66-67

(85) Serxwebûn. sayı, 55, s, 4

(86) M.Karasungur Yoldaşın Anısına. s.18

(87) Devrimin Dili ve Eylemi. s, 252

(88) Dördüncü kongre kararlarından.

(89) Serxwebûn, sayı, 51, s, 9

(90) Abdullah Öcalan’ın sözlü savunmasından.

(91)  Abdullah Öcalan, Kürt Sorununda Demokratik Çözüm

         Bildirgesi, s. 96 –97

(92) Serxwebûn, sayı 49, s. 6

(93) Abdullah Öcalan’ın sözlü savunmasından.

(94) Abdullah Öcalan, Savunma, Kürt Sorununda Demokratik

        Çözüm Bildirgesi, s.162-163

(95) Abdullah Öcalan, Savunma,Kürt Sorununda Demokratik

        Çözüm Bildirgesi, s. 158-159

(96) A.Öcalan, 12 Eylül Faşizmi ve PKK direnişi,s.

(97) Abdullah Öclan’ın sözlü savunmasından

(98) Weşanên Serxwebûn, Kürdistanda Zorun Rolü, s.173

(99) Abdullah Öcalan’ın sözlü savunmasından.

(100) Serxwebûn, Temmuz, 1996, s.14

(101) Serxwebûn, sayı,194, s.14

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

YEREL SEÇİMLER ÜZERİNE

  YEREL SEÇİMLER ÜZERİNE       Türkiye’de son yirmi yılda oluşan koşullarda yerel seçimlerle genel seçimler arasında bir fark kalmadı.  Aslı...