27 Aralık 2007 Perşembe

BAKI KARER/Tablolar
















DEĞİŞİM

    Demirel’in cumhurbaşkanlığı süresinin uzatılması için yürütülen girişimler bir sonuç vermedi. Aslında yağmacı elitiz politikanın sürdürülüp sürdürülmeyeceği konusunda bir yol ayrımına gelinmişti. Ekonomik ve siyasal gelişmelerin kurallarıyla yürütülüp yürütülmeyeceği konusunda bir karar verilmesi zorunluluğu doğmuştu. Demokratik ve özgürlükçü olmayan sistemin zorla ayakta tutulamayacağı artık görülmüştü. Demirel’in Çankaya süresinin uzatılmaması, çağı yakalamaya yönelik maratonun ön hazırlık evresi olarak değerlendirmek için henüz erken. Ama yine de önemli bir adım atıldı.

    Bir ölçüde Ecevit’in de desteğini alan Demirel’in takımı, mevcut düzenin devamı için elinden gelen çabayı yürüttü. Ecevit’in ortaya sergilediği tavır bilinen ‘idare etme’ taktiğidir. Türkiye’de sosyal demokrasinin atılımcı, radikal değişikliklerden yana olmayan, hep sağla uzlaşma içinde kalmayı yeğleyen teslimiyet tavrı en açık biçimde Ecevit tarafından sergilendi. DSP tarafından takınılan tutum, aşağı yukarı 1978-79’larda cunta tehlikesine ve sağ teröre teslim olma anlayışıyla özdeş bir tutumdu. Ecevit, 28 Şubattan sonra kurulan Mesut Yılmaz hükümetinin düşürülmesiyle azınlık hükümet kurmasına fırsat tanıyan ve seçimlerden birinci parti olarak çıkmasına yardımcı olan Demirel’in Cumhur Başkanlığı süresinin uzatılmasını desteklemekle, adeta vefa borcunu ödemek istercesine soygunculuğun sürmesine onay vermiş oldu.

    Cunta ve Özal döneminde türeyen, Demirel döneminde savaş vurgunculuğuyla tekelleşen ama özünde tabela holdingleri takımı gözyaşı dökmeye başladı. Bilinen bu çevreler elli yıldır devleti yağmalayan ve yağmaladıklarını Amerika’da, Avrupa’da har vurup harman savuran kesimlerdi. Bunlar yıllardır halkı soyup soğana çeviren, en ufak yatırımda, üretimde bulunmayan, devletten yağmaladıkları nakit paralarla gününü gün etmeye alışmışlardı. Bunlar, bir avuç elit için “modernleşme” ve yağma özgürlüğü isteyen, içinden çıktığı toplumdan utanan, hatta Londra’nın, Paris’in ve Newyork’un otel lobilerinde milliyetini belirtmekten utanç duyan, Pakistan ve Hindistan’da ekonomik ve siyasal gelişmelere damgasını vuran soytarıların benzerleriydi.

    Basın ve yayının ağırlıklı bir kesimi de Demirel’in borazanlığını üstlendi. Çankaya’dan ayrılışını Cumhuriyetin geleceğiyle özdeşleştirdi. Demirel’den sonra tufandır yaygarasını bastı. Yağma ortamında nemalanan basın ve yayın öylesine bir hava estirdi ki, gerçekten yağmaya yıllarca karşı çıkmış çevreleri bile etki altına aldı. Öylesine suni gündemler yarattılar ki, halk neyin ne olduğunu adeta şaşırdı. Çünkü yıllardır hırsızlığın ve yağmanın borazanlığını üstlenmişti. Haber peşinde koşma yerine ihale takip ediyorlardı artık. Birçok gazeteci, muhabir fazla para veren patron takipçiliğini meslek haline getirmişti. Gerçekleri kamuoyuna sergileyen basın ve yayın çalışanı değil, belirli aile reislerinin, tarikat şeyhlerinin buyrukları doğrultusunda kalem oynatan gazete yazarlığı ve proğram yapımcılığı meşru hale getirilmişti. Birçok basın ve yayın kuruluşu, yarattığı köçekleri meydana salarak, tüm Türkiye’yi çal oynasın, vur patlasın misali eğlenen hayaller dünyasının bir ülkesi gibi gösterip, bir avuç hırsız ve vurguncuyu korumanın muhafızlığına soyunmuştu. Basın ve yayın alanında yaşanılan dejenerasyonun önüne henüz geçilmiş değil, halen bu süreç devam etmektedir. Ama onca yürütülen uğraşlara karşın Demirel’in süresi uzatılmadı.

    Sürenin uzatılmaması Türkiye’de bir dönemin başlangıcıdır. Cumhuriyet’in ilan edilişi nasıl ulus devlete, dolayısıyla sanayi toplumuna geçiş çabasının başlangıcı ise, Demirel ve şürekasının geri plana atılışı da yeni yüzyılı yakalamanın, yani bilgi toplumuna ulaşmanın bir çabasıdır. Şimdi sorun, yirminci yüzyılı geriden takip eden Türkiye’nin, yirmi birinci yüzyılı geriden takip etmesinin önüne nasıl bir ekonomik ve siyasal yapılanmayla geçileceğidir. Tartışmalar, çözüm yolları arayışı bu noktadan hareketle başlatılırsa, gelecek umut verici olur.

    Demirel ve takımı durup dururken ortaya çıkmadı, uzun yıllardan bu yana devlet yönetim anlayışının sentezidir. Demirel’in yaptığı, tek şeflik ve Demokrat Parti’nin yağma dönemlerinin mirasını devletin en üst düzeyinden en alt düzeyine kadar kurumlaştırmasıdır. 12 Eylül Cuntası ve Özal bu kurumlaşmaya hizmet edecek alt yapıyı hazırlayan geçiş döneminin aktörleridir. Bu anlamda Demirel’in son on yıllık pratiğini değerlendirirken, tek şeflik dönemi ve ellili yılların Demokrat Parti iktidarını bir tarafa atamayız. Demirel bu her iki dönemin bir sentezidir ve bu sentezden doğan anlayışın örgütlü hale getirilişidir. Demirel’i yağma politikasının üçüncü ve son halka olarak değerlendirmek de mümkündür. Her ne kadar ANAP ve bugünkü DYP bu anlayışı bölüşme ve devamını sağlama için kavga veriyorlarsa da, hiçbir zaman Demirel kadar başarılı olmayacakları bir gerçektir.

    Tek şeflik dönemi halka üstten bakan, halkı küçümseyen, fildişi kuleleri içinde düzenlenen toplantılarla memleket sorunlarına çözümler getirdiğine inanan, silahlı, külahlı, bol selamlı düzenlenen törenlerle halka gözdağı veren bir anlayışın ürünüdür. Tek şeflik dönemi, Devlet-ü Âliye’nin “menfaatleri” uğruna yıllarca kendini halktan soyutlayıp, sistemi kapalı bir kara kutu haline getirmiştir. Atatürkçülüğün bir sömürü aracı, yani devlet olanaklarını yağmalamada perde haline getirilmesi bu aşamada yaygınlaşmıştır. Kemalizm adına hareket edenlerin önemli bir kesimi İstanbul’un, Ankara’nın lüks salonlarında partiler ve festler düzenleyip hiç anlamadıkları Mozart’ı, Bethowen’i dinlerlerken, sokaktan geçenleri ‘baldırı çıplak’ olarak görmüşlerdir. Atatürkçülüğün şaşmaz savunuculuğunu! yaptığını iddia eden bu bilinen çıkar çevrelerinin Anadolu’da örgütlendiklerine, halkın çıkarlarını dile getiren bir  faaliyet geliştirdiklerine, yolsuzluğa, hırsızlığa karşı kitlesel bir protesto örgütlediklerine kimse şahit olmamıştır. Bunlar İttihat ve Terakki’den kalma saray erkanlığını terk etmeye bir türlü yanaşmamışlardır. Ülkemizin emperyalist güçlere pazarlanmasına karşı dikildikleri görülmemiştir. Tam tersi, karşı çıkanlara “katli vaciptir” diye fermanlar yazmışlardır. Osmanlı dönemine özgü tarikat örgütlenmesini taklit edenlerin irticaya ve her türden gericiliğe karşı mücadelede ciddi olamayacağı bir gerçektir.

    Sorunları kısa yoldan halletmenin yöntemini cuntacılık oynamada görmüşlerdir. Yaşadıkları vitrin daraldıkça, çözümü, daha sık kılıca sarılmada görme alışkanlığını bir türlü bırakamamışlardır. Son dönemlerde bazı demokrat çevrelerin sınrlı da olsa Anadolu’ya açılmalarını, bu bilinen klasikleşmiş kesim hazmedememekte. Hatta demokrasiden bahsedenleri, çağın ihtiyaçlarına göre devletin yeniden yapılandırılması yönündeki çabaları halen alaycı bakışlarla seyretmektedirler. Her zamanki alışkanlıklarıyla “günümüz gelir” bekleyişi içindeler. Ama artık bugünden sonra bekledikleri günün gelmeyeceğini de hesaplıyor olmaları gerekir.

Bugün Kemalist geçinen bu tür çevrelerin ikiyüzlülüklerini kavramak için iflas etmiş bankaların, tabela holdinglerin danışman ve yönetim kurullarının listelerine bakmak yeterlidir. ‘Devletin sahibi benim’ diyen bu anlayış, emperyalist güçlerle işbirliği içinde hırsız, çapulcu, her zaman diktatörlük heveslisi bir kesimin sürekli diri tutulması yönündeki çabalarından halen geri durmuş değildir.

    Tek şefliğin devlet yönetim anlayışı, Demokrat Parti’yi ortaya çıkarmış ve iktidar yapmıştır. Celal Bayar-Adnan Menderes ikilisi, devlet olanaklarını sadece bürokrasi arasında bölüştürmekle yetinmemiş bürokrasi dışında kendilerine yakın gördükleri aile ve bireylerle de bölüştürme sürecini başlatmışlardır. Hırsızlık ve yağmadan pay alanların sayısını çoğaltarak Demokrat Parti’ye sosyal bir taban kazandırmaya yönelmişlerdir. “Her mahallede bir milyoner” yaratma projesi bu anlayışın ürünüdür. Bu aynı zamanda, emperyalist güçlerin çıkarlarına hizmet eden geniş pazar olanakları yaratma projesiydi. Tarım ve sanayi alanlarında halkın çıkarlarını gözeten uygulamalar değil, ABD’nin ekonomik ihtiyaçlarına göre şekillendirilmiş uygulamalar temel alınmaya başlanmıştı. Devlet olanakları bakanlar ve üst bürokratlar etrafında kümelenmiş birkaç aile ve gruplar arasında bölüşülüyordu. Türkiye, ABD’nin ikinci bir Kaliforniya eyaleti yapılmaya hazırlanıyordu.

    Demirel yönetiminin özellikle son on yılını bu her iki dönemden ayıran özelliği, talan ve yağma politikasını devlet yönetiminin merkezine oturtmanın yanısıra bahsedilen bu yalak kesimi uluslararası düzeye yükseltmesidir. Aynı zamanda bu kesimi finans, iç ve dış ticaret alanlarında tam egemen duruma getirmek için sahte savaş ortamını Türkiye’de egemen hale getirmesidir. Yani, sadece devletin elindeki olanakların paylaşımıyla değil, savaş vurgunculuğuyla büyümeyi temel almasıdır. Demirel yönetimi döneminde, otelcilik-turizmin ve yan alanlarıyla yatırımların sınırlandırılması, tarımda makinalaşmanın önüne geçilmesi ve sanayi alanında gelişmenin engellenmesi için olağanüstü çabalar yürütülmesi, ithalatçılığın teşvik edilmesi, tümüyle türeme burjuvaziyi egemen kılma isteminden kaynaklanmaktaydı. Bu nedenle hırsızlara, yankesicilere devlet nişanı verme bir alışkanlık haline getirilmişti. Neredeyse inşaatı bitmeyen tuvaletler bile devlet töreniyle açılır olmuştu. Tüm bu yönlü gayretler, savaş vurgunculuğunu örtülemenin, totaliter devlet anlayışını sürekli kılmanın çabalarıydı.

    Sahte savaş uygulamalarının devamına izin verilmemesi, aynı zamanda, Demirel yönetiminin de sonu oldu. Elbette yürütülmekte olan temizlik hareketinde sadece iç dinamikler değil, dış güçler de belirleyici olmuştur. Emperyalist kesimlerin de Türkiye’de sahte savaş uygulamalarının daha fazla devam etmemesinden yana tavır almalarının nedeni elbette çok farklı nedenlere dayanmaktadır. Kimse Türkiye’nin kara kaşına ve gözüne heves değildir. Alınan bu tavrın altında emperyalizmin döneme özgü çıkarları yatmaktadır. Nasıl ki bir dönem uygulamaya konulan “yeşil hat” projesi emperyalist güçlerin çıkarlarına hizmet etmişse bugün de rüşvetten ve yolsuzluktan arınmış devlet örgütlenmesine sahip Türkiye çıkarlarına gelmektedir. Emperyalist sermaye rahat ve daha geniş tabana yayılabilmesi için “düzen” ve “istikrar” istemektedir. Globalist anlayış kısa zamanda daha fazla kâr peşinde koşmaktadır. Bunun için de ihtimal dahilinde de olsa birtakım engellerle karşılaşma riskini daha başından ortadan kaldırmak istemektedir.

    Bugüne kadar ki uygulamalara baktığımızda memurlar, alt bürokratlar ve bazı iş adamları yakalanmakta, fakat hırsızlığın arkasında duran siyasal güçler korunmaktadır. Tedbirlerin kalıcı hale getirilmesi için ciddi bir idari yapılanmanın içine girilmemektedir. Bu da ister istemez yeni kuşkuların doğmasını getirmektedir. Demirel’in tasfiye edilmesiyle doğan boşluğu ANAP ve benzeri güçlerce doldurulmak istenmesi yönünde algılanmaktadır. Gelişmelere bir de bu açıdan bakıldığında, şu anda yürütülmekte olan operasyonların uluslararası tekellerin ekonomik çıkarlarına cevap verecek “istikrar”ın sağlanması için yapıldığını ve bunu halkın sosyal yaşamının iyileşmesi yönünde kullanılmasının engelleneceğini iddia edenlerin de az olmadığını söylemek gerekir.

    Ülkemizin nerdeyse yüz milyarı aşan pazar olanaklarının emperyalist tekellere kısa yoldan daha kolayca aktarılmasını sağlayacak düzenlemeler değil, halkımızın refah düzeyini çağın yaşam koşullarına uyarlayacak sistemin inşası gereklidir. Hırsızlığın ve vurgunculuğun uluslararası tekellere devredilmesi daha derin bunalımların ortaya çıkmasına hizmet etmekten başka bir işe yaramayacağı ortadadır. 

    Yolsuzluklara ve hırsızlıklara karşı tavır alış uluslararası tekellerin de istek ve talimatları doğrultusunda değil, gerçekten demokratik ve kalkınmış bir Türkiye yaratmayı amaçlayacak doğrultuda bağımsız inisiyatif kullanılarak yapılırsa, doğru ve kalıcı sonuçlara ulaşma sansı daha yüksek olacaktır. Açlık sınırında yaşam sürdürmeye zorlanmış yığınlar bundan tam anlamıyla emin değildir. Türkiye İMF tarafından teslim alınmıştır. Duyunu Umumiye ve Sevr’den de beter “Niyet Mektubu” adı altında anlaşmalar imzalanmıştır. Üstelik bu seferki anlaşma metinleri silah gücüyle dayatılmamış, Devlet-ü Aliye’nin başında olanlar tarafından gönüllü hazırlanmış ve imzalanmıştır. Sonuçları gelecekte hep birlikte göreceğiz. Ama soruna hangi açıdan bakacak olursak olalım, gelinen noktada mevcut yönetim, ‘yerlilerin’ temizlenmesini istese de engelleme olanağına sahip değildir.

    Demirel’in görev süresinin beş yıl daha uzatılmamasına tepkileri iki ana noktada toplamak mümkündür:

    Bunlardan birincisi, Demirel devrinin sona ermesiyle birlikte talan, daha doğrusu savaş ekonomisinden çıkarı olan kesimlerin tepkisi. Bunlar basın ve yayının da önemli bir bölümünü elinde bulundurdukları için ortalığı adeta toz dumana kattılar. Üstü açılacak karanlık dönemin altında kendilerinin çıkacağını bildikleri için uluslararası işbirlikçilerinin desteğiyle olmadık provokasyonlar geliştirdiler. Sosyal varlıklarını tehdit eden gelişmeleri mümkün olan en az zararla atlatmanın çabalarını yürüttüler. Çünkü bunlar, ekonomik güçlerini yüksek enflasyondan, ranttan, devletin yağmalanmasından alıyorlardı, dolayısıyla baskı ve şiddet politikasının üzerinde şekillenmişlerdi. Enflasyonun aşağıya çekilmesi, rant ekonomisinin bitirilişi, bu kesimlere önemli darbeler vuracağı biliniyordu. Bu nedenle zaman zaman askere oynamaktan da çekinmediler. ‘Demirel’siz Türkiye uluslararası alanda biter, içte de bölücüler, yıkıcılar devleti teslim alır’ türünden olmadık felaket senaryoları geliştirdiler. ‘Her tarafı düşmanlarla sarılı Türkiye’ fobisini egemen kılmaya çalıştılar.

    İkinci kategoride yer alanlar ise; Yeni seçilen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Türkiye Avrupa Birliğine ve genelde global ekonomiye teslim olur noktasından hareketle Demirel’in görevinde kalmasını istediler. Aslında bu kesim yolsuzluğa, köşe dönmeciliğe karşı tavır alanlar olmasına rağmen bilinen klasik “istikrar” dan dolayı önlerini göremez duruma gelmişlerdi. Türkiye’de derin devlet olgusunun anlamını ve işlevini yeterince kavramamış olduklarını gösterdiler. Ahmet Sezer’i verdiği birkaç demecinden hareketle geçiş döneminin bir insanı olduğunu görmek istemediler. Ahmet Necdet Sezer’in, demokratikleşmeyi, Avrupa Birliği içinde sağlama eğilimini fazlaca abarttılar. Demirel ve takımının işbaşından uzaklaştırılmasının, güçlü Türkiye’nin yaratılmasında gerçekten önemli bir adım olduğunu bilince çıkartamadılar. Demokratikleşme adına cup diye emperyalizmin kucağına oturmayı kabul eden ve üstelik “sol” olduğunu iddia eden kesimlere yönelemezken, Sezer’in AB yanlısı diye hedef seçilmesi garip kaçıyordu. Sezer AB yanlısı olabilir, ama bu hiçbir zaman yağmanın devamından yana olan kesimlerin çıkarlarıyla çakışacak biçimde hareket etmeyi gerektirmez. Şu anda önemli olan, ülkenin soygunculardan kurtulma çabası içinde bulunmasıdır. Son dönemde moda olan deyimle, ‘Türkiye bağırsaklarını temizliyor’. Barsak temizleme hareketinde iç dinamikler kadar dış güçlerin de etkili olduğunu kimse inkâr edemez. Ama ortada acilen çözümlenmesi gereken bir sorun vardır ve bu soruna ülkemizin daha fazla tahammülü yoktur. Hiçbir koşulda barsak temizleme hareketinin karşısında yer alınamaz. Sonuç olarak bu kesim, Demirel’in içi kof “Büyük Türkiye” sevdasına fazlaca kaptırmıştı kendini. Temizlik hareketi sürdükçe ve tahmin bile edemedikleri sonuçlarla karşılaştıklarında tutumlarından biraz geri adım attıklarını hissettirmeye başladılar.

    Sezer Anayasa Mahkemesi başkanlığı yapmış olmasına rağmen ideolojik ve politik yönleriyle pek tanınan biri değildir. Anayasa Mahkemesi’nin 37 ve 38 kuruluş yıldönümlerinde yaptığı konuşma aşağı yukarı ideolojik ve politik düşüncelerini ele vermektedir. Belli ki ABD’nin ortaya attığı uyduruk globalleşme politikasına ve AB’ne karşı olan biri değil. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin bulunduğu stratejik bölgenin avantajlarını, elindeki olanakları ve gücünü kullanmaya kalkıştığında büyük bir güç olarak varlık göstereceğini kabullenmeye pek yanaşan biri olmadığı anlaşılmakta. Ahmet Necdet Sezer daha çok bir ara dönemin, daha doğrusu Türkiye’yi sözde AB’ye hazırlama sürecinin Cumhur Başkanı da denile bilinir. Ama unutmamalıyız ki, AB ve ABD Türkiye üzerindeki çıkarları her zaman çatışmıştır ve çatışma halinde de kalacaktır. Türkiye ABD’ye girse bile, bu güçlerden biri diğerini Türkiye’den silip atamayacaktır. AB tamamen bitirilmiş ve teslim alınmış bir Türkiye’nin kabul edilmesini neredeyse şart koşmaktadır. ABD ise AB’ye karşı az da olsa ayakları üzerinde kalan ama kendisine sürekli muhtaç olan bir Türkiye’nin AB üyeliğini istemektedir. Çünkü böylece ABD çıkarlarının daha iyi korunacağını düşünmektedir. Son tahlilde her iki taraf da ayakları üzerine basan bir Türkiye’yi karşılarında görmek istemiyor. Bu durum gösteriyor ki, AB ile Türkiye’nin çıkarlarını çakışması oldukça zordur ve bu gidişle de pek çakışacağa benzememektedir. Gerek bazı işveren çevrelerde gerekse de halkta AB’ne karşı tepkinin güçlülüğü göz ardı edilemez. Süreç elleri ve ayakları bağlı, kayıtsız şartsız Avrupa’ya teslim olmak isteyenlerin lehine işlememektedir. Bu nedenle Sezer’in AB’ne girmede fazla bir rol oynayacağını söylemek pek abartılı olur. Aynı biçimde kısa vadede olmasa bile orta vadede Türkiye, ABD’nin de her istediğini yerine getiren bir ülke olmaktan çıkmaya aday bir konumdadır. Son dönem geliştirilen iç ve dış politikalar bunu alt yapısını hazırlamaktadır. Türkiye bugünkü atılımını sürdürürse ABD, AB, Rusya Federasyonu ve Çin arasında dengeli bir politikayla kendini güçlendirecektir. İsrail’e karşı alınan tavır ve Filistin’e açıktan destek verilmeye başlanması, Bağdat’a büyük elçi atanması, Balkan ülkeleriyle olan ilişkilerin düzeyi bunu açık örnekleridir.

    Bu noktada İMF ile olan ilişkilerle uluslararası alanda ABD ve AB’nin onaylamadığı siyasal yönelimler içine girilmesi bir çelişki olarak görüle bilinir. Doğrudur ve bu bir çelişkidir. Genel doğrulardan hareket edecek olursak, ekonomik alanda güçlü olan siyasal alanda da güçlüdür. IMF’nin Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde hareket edecek tüm direnç noktalarını yıkmaya çalıştığı bir gerçektir. Tarımda bitirilmiş bir Türkiye ne sanayisini geliştirebilir, ne de mali, sosyal, genelde ekonomik alanda ciddi bir atılım içine girebilir. Dayatılan özelleştirmeler ülkemizi can damarından vuracak özelleştirmelerdir. Yani hemen her alanda savunma reflekslerimizi yok etmeye çalıştıkları bir gerçektir. Alınan siyasal kararlar, tutarlı ekonomik kararlarla desteklenmezse sonuçta kalıcı olmayacaktır. Neredeyse gelenekselleşmiş çarpıklıklarla devam edilemeyeceği ortadadır. Özellikle son yirmi yıldır izlenen ekonomi politikayla sonuçta böyle bir noktaya gelineceği, yani İMF dayatmalarına teslim olunacağı belliydi. Her yıl onlarca milyar dolar soyulan bir devletin başını vuracağı başka bir duvar yoktur. IMF’nin bugüne kadar hiçbir ülkeyi kurtardığı gözükmemiştir ve Türkiye’yi de kurtaramayacaktır. Hükümetin en büyük hatası, IMF’nin de içinde bulunduğu zafiyeti görerek hareket etmemesi, “koalisyon istikrarı” adına dayatıcı olamamasıdır. TBMM yasama yetkisi dahi IMF’ye verilmiştir. Sadece hükümet değil, aynı zamanda muhalefette bu hakkın devredilmesini onaylamıştır. Tüm bunlara karşın hükümeti siyasal kararlarda biraz olsun cesaretli kılan, Filistin-İsrail çatışması, Irak’ta Saddam iktidarının devam etmesi, Bakü-Ceyhan boru hattı projesi ve en önemlisi de Türkiye ekonomisinin tümden iflası karşısında IMF’nin artık itibarını ve önemini tümden yitirme durumuyla karşı karşıya olmasıdır. Ama tüm bu nedenler geçici, dönemsel nedenlerdir. Bir ülkenin güçlü olması, iç ve dış politikada doğru stratejik hedeflerin saptanmasından, kendi ayakları üzerinde kalacak planlı ekonomik uygulamalardan geçer.

    Böylesine kritik bir dönemde devrimci demokratik örgütlenmelere büyük görevler düşmekte. Çeşitli meslek örgütlenmelerinden sendikalara kadar tüm devrimci demokratik örgütlenmeler İMF dayatmalarını tersyüz edecek asgari müşterekte birleşerek ortak eyleme geçebilmelidir. Hatta esnafları ve tarım kooperatiflerini de içine alacak biçimde cepheyi geliştirme sonuç alma oranını çok daha yüksek kılacaktır. Geçmişte bu dayanışmanın başarılı örnekleri sergilenmişti. İşçi sendikaları merkezi bir rol yüklenirse yine de olumlu sonuçlar alınmaması mümkün değildir. Ama bazı sendikalar adeta İş ve İşçi Bulma Kurumu rolünü benzemeyi her nedense bir görev olarak kabul etmekte. İşsizlere iş bulmanın çabasını yürütmektedir. İşsizliği aşağı çekme iktidarın sorunudur. Kaldı ki İMF dayatmaları başarılı olursa sendikalı işçilerin de büyük bir çoğunluğu işsiz kalmayla karşı karşıya kalacaktır. Zaten bugünden on binlerce işçi işten çıkarılmıştır. Bu politikanın devamı işçi sendikalarını giderek daha güçsüz kılmaya yöneliktir. Sendikalı işçilerin haklarını koruyamayan bir sendikanın işsizlere iş bulma gibi bir garipliğin içine düşemez. Elbette işsizliği aşağı çekmek için sendikalar da bir çaba içinde olmalı ama bunu İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun yükümlülükleri altına girerek değil. Sendikalı işçilerin iş güvenliği ve sosyal güvenceler vb. sorunları bile çözüm beklerken farklı noktalarda, adeta hükümetin uyguladığı İMF patentli politikaya şans tanıma gibi tavırlar içine girilmesi yadırgatıcıdır. Avrupa Birliği ile imzalanan tek taraflı gümrük birliği anlaşması karşısında takınılan vurdumduymaz tavır, AB aday üyeliği ve İMF dayatmaları sürecinde de devam ettirmektedirler. Yine sendikaların çalışanlar açısında olumsuz gidişe karşı destek isteyeceği tek yer, muhalefet diye anılan ve mecliste grubu bulunan partiler değildir. Zaten bunlardan biri, tamamen yüksek enflasyon koşullarının doğurduğu ve emperyalizmin “yeşil hat” projesinin bir ürünü olarak gürbüzleşen İslamcı sermayeye dayanmakta. Hatta İslamcı sermayenin yüzde doksanına varan bir kesimi tamamen kara parayla, yani yasadışı yollardan kazanılmış sermayeyle vücut bulmuştur. Diğeri ise, ülkede demokratik bir rejimin egemen olmasından çıkarı olmayan, devletin soyulmasını neredeyse gelenekselleştiren ve hırsızlığın örgütlü halde devam ettirilmesinde çıkarı olanlardır. Demirel ile yaşadıkları çelişki, geçici ve aynı kamplaşma içinde yer alanların paylaşımda içine düştükleri anlaşmazlıkların ürünüdür. Yoksa temelde herhangi bir farklılıkları yoktur. Enflasyon trendinin biraz aşağıya çekilmeye başlandığı günümüz koşullarında, bu her iki kanat da aslında ‘yer altına’ kaymış durumdadırlar. Yüksek enflasyon, yüksek faiz ve kağıt politikasının, yani yağma düzeninin devamı için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Devlet içinde sahip oldukları bürokratlar ve yine malum tabela holdingler aracılıyla dış güçlerden de destek alarak suni savaş koşullarını egemen kılmanın gayreti içindedirler. Bu kesimler öylesine acımasız davranmaktadır ki, PKK’ ye, Hizbullah’a ve zamanında sol adına ortaya çıkartılmış diğer bazı küçük terör gruplarına tekrar işbaşı yaptırmak için yoğun çabalar içindedirler. Bunların, son dönemlerde Avrupa ülkelerinin bazı istihbarat örgütleriyle yeniden yoğun faaliyetler içinde girdikleri bilinmekte. Bu nedenle “vatanın bütünlüğü ve birliğinden her zamankinden daha fazla dem vurur olmuşlardır. Sonuçta bunlardan İMF dayatmalarına ve emekçi yığınların yaşam koşullarının iyileştirilmesi için yardım bekleme ciddi bir sendikacılıkla bağdaşmaz. IMF’nin tüm çabasının Türkiye’yi yirmi birinci yüzyıl teknolojik gelişmesinin dışında tutuma olduğu artık bir sır değildir.

    Globalleşmeyle birlikte genelde sendikal hareketlerde bir zayıflama olduğu bir gerçektir. Bugün Avrupa ülkelerinde işçiler kazanmış oldukları hakları kaybetme süreci içine girmişleridir. Hatta sosyal yaşamlarında gerileme her geçen gün daha belirgin hale gelmektedir. Avrupa’da sosyal devlet anlayışı neredeyse yok olmaktadır. Sanayileşmiş ve nüfusun yoğun olduğu kentlerde sendikaların karşısına taşeron firmalar çıkarılmaktadır. Genelde böylesi olumsuz gelişmeler, Türkiye’de işçi sendikalarını olumsuz yönde etkilemediğini iddia edemeyiz. Ama Türkiye’nin hemen her yönüyle farklılıklar taşıdığını da göz ardı edemeyiz. Bizde halen örgütlenme özgürlüğü, işçinin iş ve sosyal güvencesi yoktur. Demokrasi, insan hak ve özgürlükleri alanında bir adım bile ileri gidilmemiştir.  Uğruna mücadele edilmesi gereken daha çok haklar vardır. Bugün GSMH’den toplumsal kesimlerin aldığı paylar arasındaki uçurum veya kişi başına düşen milli gelirin oranı dikkate alınırsa, sendikalara düşen görevler de kendiliğinden ortaya çıkar. Ekonomik alanda yaşanılan çarpıklık aynı zamanda hırsızlığın, vurgunculuğun da boyutunu göstermekte. “Verdimse ben verdim” anlayışının aynasıdır.

 

MAYIS 2000

BAKI KARER

Bölüm1                                                                                        01/12/ 2007

 

 

 

SÖZÜN BAŞLADIĞI NOKTADAYIZ

    Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, Apocuların estirdiği teröre karşı alınacak önlemler konusunda açıklama yaparken, ‘sözün bittiği noktadayız’ diyerek hükümetin duruşunda gelinen noktayı ifade etmeye çalıştı. Ama bana göre sözün bittiği noktada değil, tam tersine başladığı noktada olduğumuzdur. Türkiye bugüne kadar alınan ve bugünden sonra da alacağı tedbirlerle henüz sözünün bitmediğini tüm kararlılığıyla göstermek zorundadır. Söylemesi gerekenleri ya önümüzdeki kısa süreçte söyleyecek ya da hiçbir zaman söyleyemeyecek. Bugün söylenmesi gerekenler, ülkemizin en az elli yıllık geleceğini tayin etmede belirleyici rol oynayacaktır.  

    Dağlıca baskınının nasıl gerçekleştiğini teknik açıdan irdeliyecek değilim. PKK’nın gücünü ve çapını bilenler açısından bu bir muamma değildir. Zaten kaçırılan askerlerin geriye verilmesi sırasında yapılan tören her şeyin ispatıdır.

    Yani dönem bir paylaşım savaşı dönemidir. Bu paylaşım dinsel, mezhepsel, kültürel ve etnik farklılıklara dayandırılarak piyonlar aracılığıyla yapılmaktadır. Her ne kadar Bush ve Putin arada bir üçüncü dünya savaşından bahsediyor olsalar da, ben, birinci ve ikinci dünya savaşlarına benzer bir paylaşım savaşlarının içinde yaşadığımız çağda olacağına çok az ihtimal verenlerdenim. Balkanlarda, Orta Asya’da ve Orta Doğu’da olup bitenler geçmiştekileri aratmayacak cinten savaşlardır. Sadece yapılış biçimi farklıdır.

    Bugünkü paylaşım savaşının merkezini Ortadoğu ve Avrasya oluşturmakta. Yani petrol kaynaklarının yoğun olarak bulunduğu alanlar ve yakın çevreleri savaş alanlarıdır. Türkiye açısından sorun şu; geliştirilen bu saldırgan tavırlar karşısında geri adım mı atılacak yoksa karşı taaruza geçip bu paylaşım savaşından güçlenerek mi çıkacak? Bu dönemde boyun eğme ile başkaldırı arasında ikircikli bir politika içine girilmesinin büyük bir yıkımı getireceği açıkça ortadadır.

    Geçmişte içerde komünizm düşmanlığı dışarıda NATO şemsiyesi altında SSCB’ye karşı ileri karakol görevlerini yerine getirmekle yükümlü Türkiye için günümüzde artık böylesine basit iç ve dış politikalar yürütme çok gerilerde kalmıştır. Türkiye için her geçen gün iç ve dış politikalar yürütme çok daha çetrefelli hale gelmekte. İster istemez bu birçoklarının iddia ettiği gibi ülkemizin bölge ve dünya çapında önemini yitirdiği anlamına gelmemekte, tam tersine oynadığı ve oynayacağı rollerin önemini bir kat daha fazlalaştırmakta. Türkiye artık bölgesindeki gelişmelerde olduğu kadar uluslararası politik gelişmelerin yönünü tayin etmede rol oynayan baş aktörlerden biri konumundadır. Bu, birçok dezavantajlara karşın Türkiye’nin gücüne güç katan en önemli avantajlardan biridir aynı zamanda. Ortadoğuda ve Kafkaslarda ulusal çıkarlarımıza ters düşecek bir politikayı başta ABD olmak üzere hiç bir süper güç hayata uygulama gücüne sahip değildir.

    Elbette bizi bu konumumuzdan geri plana itmenin her türlü taktikleri ABD ve AB tarafından hayata geçirilmektedir. Bu güçler bizi ne kadar güçsüz düşürürlerse emperyalist planlarını da o kadar rahatça hayata geçirebilme fırsatına kavuşacaklardır. O nedenledir ki, birinci dünya savaşı döneminde Balkanlarda uyguladıkları taktiklerin neredeyse benzerini bu gün uygulamaya koymuşlardır. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın günümüz koşullarında başarılı olamayacakları bir gerçektir. ABD ve AB’nin ‘ılımlı islam’ ve demokrasi maskesi altında mezhep ve milliyet temelinde geliştirdikleri ırkçı tezler doğrultusunda ülkemizde kışkırtmaya çalıştıkları çatışma senaryoları boşa atılan salvolardan öteye gidememektedir. Gidememektedir çünkü tüm zaaflıklara karşın ekonomik, kültürel ve askeri vb. alanlarda alınan mesafeler onların çirkef amaçları önünde en büyük engelerdir. Emperyalizme karşı durma 20’li yılları aratmayacak düzeyde, üstelik daha bilinçli biçimde en geniş halk yığınlarında kendini bulmakta. Anadolu’da halkın emperyalizme karşı bu derece bilinçli karşı duruşunda rol oynayan en önemli neden halkın ABD saldırganlığını hemen yanıbaşında hissetmesidir. Bu duruş, tüm sınıf ve tabakaların ezici çoğunluğunda artık bir kültür haline gelmiştir. Bu aynı zamanda uluslaşma aşamasında geldiğimiz düzeyi de göstermektedir. Emperyalist güçlerin zorlandığı temel nokta da burasıdır.

    Yakın zamanda özellikle ABD‘nin ‘ılımlı islam’ teziyle demokratik gelişmelerin önü alınarak adeta despot, çağdışı bir devlet biçimi empoze edilmeye çalışıldı. Çok basit gibi gözüken başörtüsü sorunundan hareketle, halkımızı kamplara bölerek iç çatışmaya sürükleme senaryoları uygulanmaya koyuldu. Demokrasi türbana takılmaya çalışıldı. Oysa Anadolunun türban diye bir sorunu yoktu. Bu senaryo, arkadan gelecek mezhepsel ve etnik kökenli çatışmaların adeta bir önprovasıydı. Laik Cumhuriyetin ortaya çıkardığı tüm kazanımları şidettle, bir daha geri getirilemeyecek biçimde yok edip küçültülmüş kukla bir ikinci Suudi Arabistan yaratma projesiydi. Düşürülmüş bir Türkiye’den sonra Ortadoğu ve Kafkaslarda istedikleri düzenlemeyi yapma çok basitti. Bu noktada Anadolu, haçlı seferleri döneminde oynadığı rolü bir kez daha yüklenmiş durumdadır. Nato’nun genişletilmesinden Amerika’nın Doğu Avrupa ülkelerine askeri üsler konuşlandırmasına ve Irak’ın işgalinden sonra Suriye ve İran’ın tehdit edilmesine kadar tüm gelişmeler, Rusya’nın etkisizleştirilmesine yönelik olduğu kadar Türkiye’nin tehdit altında bulundurulmasına da hizmet etmektedir. Bunlara bağlı olarak, birçok Avrupa parlemontolarında ‘soykırım’ yasalarının çıkartılması da dikkate alınırsa, tüm bu gelişmelerin Türkiye’yi yeni bir Serve zorlamaya yönelik olduğu apaçık ortadadır.

    Bölgesel ve uluslararası çapta Türkiye’ye yönelik bunlar ve bunlara benzer daha bir çok uygulamalara bakarak hezeyan içine girmeye gerek yoktur. ‘Her tarafımız düşmanla çevrili’, ‘Türkün Türkten başka dostu yoktur’ benzeri feryat etmenin de bir anlamı yok. Dönem stratejik coğrafı konumumuzu dikkate alarak iç ve dış politikada, hemen her alanda uzun erimli doğru projeler geliştirme dönemidir. Uzun vadeli projelere bağlı akılcı taktiklerle hareket edildiği sürece emperyalist emeller rahatça boşa çıkartılacaktır. Şu anda durulan nokta, ülkemiz üzerinde oynanan oyunların boşuna çıkartıldığını göstermektedir. Unutmamalıyız ki, bu bir paylaşım savaşıdır. 

SSCB’nin dağılmasıyla ululararası alanda ortaya çıkan boşluğun verdiği sersemliği Türkiye geçte olsa atlatmıştır. Son dönemlerde hiçte alışık olmadığımız siyasal uygulamalar bunu göstermektedir. Bunlardan en önemlisi AKP ile Ordu arasındaki ilişkileri irdeleme sanıyorum yeterlidir. AKP hangi koşulların bir ürünü olarak iktidara geldi ayrı bir tartışma konusu. Ama üst üste hem de oylarını artırarak ikinci sefer iktidar oldu. Bunda sadece dış desteklerin beliryeci olduğunu iddia etmek tam bir safdillik olur. Bu anlayış, iç dinamikleri, dolayısıyla Türkiye’yi hiçe saymaktır. Yani kendi kendimizi inkȃr etmedir. Özellikle Özalla birlikte yaygınlaşan serbest pazar ilişkilerinin toplumda yolaçtığı ayrışmanın bir ürünü olarak değerlendirmek gerekir. AKP bu dönüşüm sürecinde sadece bir köprü görevini yüklenmiş durumdadır. Bu noktadan daha ileri bir aşamaya, yani kalıcı olup olmayacağı sosyal gelişmeleri algılamada göstereceği dönüşüm becerisine ve en önemlisi de salt inanaçla değil, bilinçle hareket etme evrimine ulaşıp ulaşmamasına bağlıdır. Ama Çankaya’ya bile çıkmış olmalarına karşın sergiledikleri davranış biçimleri ve birçok uygulamaları bir noktada takılıp kaldıklarını göstermektedir. Yani çağımızın gerektirdiği değişimde başarılı olamadıklarıdır. Babaannemin ‘çember’ ya da ‘yazma’ dediği başörtüsü endazesine takılıp kalacaklar. Kaldıki onlar başörtüsü olarak yazma değil, marjinal, yeni türeme ‘üst sınıf’a özgü bir nevi rozet kullanmaktalar.   

    Her şeye rağmen AKP bugün meşru bir hükümettir. Önümüzdeki yerel seçimlerde hem Doğuda hem Batıda ezici bir çoğunlukla başarısını sürdüreceğini sanıyorum. Gelişmeler bu yönü işaret etmektedir. Şimdi bu iktidardan rahatsız olan bazı çevreler, uzun vadeli politikalar geliştirme yerine, kısa yoldan iktidar olmanın taktilerini geliştirmektedir. Onlara göre en kestirme yol, Ordunun iktidara el koymasıdır. Bu ulusal çıkarlar adına tam bir felaket tellallığıdır. Geçmişlerini sorgulamaktan uzak bu çevreler, ülkenin bu noktaya gelişinde hiç payları yokmuşçasına davranmabilmektedirler. Bunları günümüzün ‘hami’sınıfı olarak adlandırıyorum.

    Aslında değişen ekonomik ve sosyal koşullar bu ‘tuzu kuru’ kesimin sınıfsal çıkarlarını altüst etmeye başlamıştır. Yıllardır Türkiye’de eş, dost, akraba ve arkadaş çevresini devletin her kademesine ‘hamiline’ yazılı direktiflerle atayarak devlet yönetiminde bulunan bu çevreler, birden bire ‘ulusal politikacı’ olup çıktılar. Bunlar Cumhuriyetin, laikliğin ve demokrasinin korunmasını halkla kaynaşarak, birlikte koruma yerine, orduya teslim etmeyi çıkarlarına daha uygun gördüler. Bir yandan laiklik ve Cumhuriyet diye yanıp tutuştular diğer yandan padişahın yerini aldılar. Anadolu halkını yıllardır küreğe ve sabana mahkum ederek, eğitimden yoksun bırakarak ‘vatan, millet, sakarya’ nutuklarıyla kolayca yöneteceklerini sandılar. Büyük şehirlerde yarattıkları gettolara üsten bakan bir kültür edindiler. En ufak üretimde bulunmayan bu kesim, yıllardır ekonominin sırtında bir kene gibi asılıp kaldı. Şimdi bu keneler yeterince kemirememekteler. Şaşkınlar; Kasımpaşalı Kasımpaşalı, Tuzlucalı Tuzlucalı olarak kalmalıydı. Beyoğlulu, Üsküdarlı, Büyük Adalalılar varken halen göçmen olarak gördükleri Kasımpaşalıların devlet yönetiminde işi ne... Aslında tepkileri her zamanki gibi Anadoluya.

Tüm çığırtkanlıklara karşın Ordu İktidara el koymadı, düşünce ve hareket biçimleriyle de darbe yapma gibi bir niyetinin olmadığını da gösterdi. Böylece emperyalizmin oynu bozuldu. Balkanlardan Avrasya’ya ve Ortadoğu’ya kadar geniş bir alanda paylaşımın yürütüldüğü bir dönemde Ordunun yönetime elkoyması demek, Türkiye’nin kaldıramayacağı kadar ağır iç çatışmaların içine sürüklenmeyi getireceğini görmemek için kör olmak gerekir. Bu da uluslararsı, özellikle de bölgesel gelişmelerden tümüyle safdışı edilme demektir. İşte bu noktada Türkiye, ABD ve AB tarafından dayatılan her türlü politikaya boyun eğme durumuyla karşıkarşıya kalabilir. Yani, geçmişte İngiliz emperyalizminin hayal ettiği Ankarayla sınırlı küçük Anadolu’nun gerçekleşmesi anlamına gelir. Kaldı ki, 12 Eylül faşist cuntasının uygulamalarını Laikliği ve Cumhuriyeti ne kadar tehlikeye düşürdüğünü, sınırlı demokrasiye bile tahammül edemeyip nasıl ayaklar altına aldığını gözardı edemeyiz. Bugünkü olumsuz gelişmeler, özellikle güçlenen islamcı akımlar kaynağını ve gücünü 12 Eylül cuntasından almıştır. Ordu yönetiminin bu gerçeklere gözünü kapayarak hareket etmesi beklenmemeliydi. Kaldı ki demokrasinin ve laik cumhuriyetin en geniş kitleler tarafından özümsenmesinin bir ölçütü de askeri bürokrasinin siyasette ağırlığını yitirmesiyle orantılıdır. Askeri bürokrasinin siyasette ağırlığını yitirmesi ise yaygınlaşan pazar eknomisine bağlı olarak burjuvalaşmanın, sermaye birikiminin yoğunluğuna bağlıdır. Günümüzde bu alanlarda alınanan mesafelerde hiçte küçümsenecek düzeyde değildir. Önümüzdeki süreçte siyasete müdahale radikal islamcı akımların alacağı boyutla orantılı bir hale gelmiştir. Belki zaman zaman sınırları hatırlatma biçiminde müdahalelerde bulunabilinir. Türkiyenin daha çok jeopolitik konumundan kaynaklanan bu durum, epeyce uzun bir süre daha devam edecektir. Bu müdahalelerin önümüzdeki süreçte 12 Mart ya da 12 Eylül benzeri darbelerle sonuçlanacak bir düzeye geleceğine ihtimal vermiyorum. Zaten halkla arasına mesafe koymuş laik bir cumhuriyetin salt ordunun korumasıyla ayakta kalacağı savları hiç bir zaman kabul görmedi. Laik bir cumhuriyet gelişen rafahla orantılı demokrasiyle bütünleştiği oranda esas olarak halk tarafından ayakta tutulur. Demokrasinin ve laik cumhuriyetin esas savunucusu ve bekçisi halktır. 1940’dan bu yana laiklik ve cumhuriyet bu günkü kadar halkla bütünleşme içine girmemişti, bu derece benimsenmemişti. Artık varolan ve gelecekte doğacak tehlikelere karşı halk, kendi darbesini yapacaktır. Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri de gelinen bu noktanın bilinciyle hareket etmektedir. Rejimin temel niteliklerini korumasını, ordunun siyasete darbe ile müdahalesinde değil, halkın ekonomik ve sosyal yaşam düzeyinin yükseltilmesinde ve buna paralel uluslararası dengeler dikkate alınarak bölgeye yönelik geliştirilecek uzun vadeli siyasal stratejilerde ve bunların kararlılıkla uygulanmasında aramalıyız. Türkiye elbette dünya politikada belirleyici rol aynayacak güçte değildir, ama bölgesel çapta çok rahatça belirleyici rol oynayabilir. Buradan hareketle, uluslararası politikaları etkileyecek ciddi bir konuma gelebilir. Zaten Irak’a yönelik tezkereyle birlikte yaşanan süreçte bunun bir kanıtıdır.

    ABD tarafından ileri sürülen ılımlı İslam yutturmacası izlenen akılcı taktiklerle etkisiz hale getirilmiştir. AKP’de iktidara geldiği ilk dönemlerdeki gibi salt ideolojik temelde hareket etmeyi terk ederek, Türkiye düzleminde siyaset yapmaya yönelmiştir. ‘Değiştik’ demelerinin bir nedeni de budur. Bu alana kaymaları için biraz da zorlanmışlardır. Hem ulusal birlik korundu hem de şeriatçı islamcı akımların yine islamcı kesilen bir taraf eliyle marjinal bir düzeye çekilmesi başarılmış olundu. Böylece Türkiye’ye zoraki giydirilmek istenen ılımlı İslam gömleği parçalandı, laiklik, Cumhuriyet ve demokrasi en geniş halk desteği ile daha bilenmiş halde yoluna devam edecek konuma geldi. Ilımlı veya ılımsız İslam projesi zaten Anadolu’nun ne tarihsel geçmişiyle ne kültürel yapısıyla ne de ekonomik gelişmişlik düzeyiyle bağdaşan bir projedir.

    Bugün keskin bıçak sırtında yürütülen politikayı anlamak için biraz da geçmişe bakmak gerekir. 27 Mayıs, sağın güçlenmesini ve giderek Ordu’nun Kemalist duruştan uzaklaşarak içte Amerikancı kanadın egemen hale gelmesini sağladı. 12 mart, 70’li yıllar boyunca kanlı iç çatışmalara ortam hazırladı. ‘Yeşil Hat’ projesinin uygulayıcısı 12 Eylül, Türkiye’yi çağ dışına atarak laikliği ve Cumhuriyeti yok olmanın eşiğine getirdi. 28 Mayıs, AKP’nin ortaya çıkmasını sağladı. Demek ki, direk müdahaleler çatışmayı getirmekte ve kan kaybına neden olmakta. Ordu AKP ile ilişkisini sürdürürken, geçmişin deneyimlerini dikkate alarak hareket etmektedir.  

    Devlet kurumlarının AKP ile uyum içinde hareket etmesinin başka açılardan da zorunluluğu vardır. Laiklik, Cumhuriyet elden gidiyor çığlıkları atan o bilinen çevreler, ortaya çıkardıkları yapı karşısında dehşete kapılmalarına hiçte gerek yok. Yıllardan bu yana yasadışı mülk edinmenin, hizmet elde etmenin, yine yasadışı yollardan sermaye sahibi olmanın yollarını açtılar. Şimdi AKP’yi varoşların partisi diye küçümsüyorlar. Peki, laikliğin tehlikede olduğunu iddia edenler gecekondulara gidip oy istiyorlar mı, istemiyorlar mı? İstiyorlar, hem de yalvarıyorlar. Kaldı ki AKP varoşlardan aldığı oy kadar sanayi işçisinden, memurdan ve köylüden de oy aldı. Ama asıl önemli olan varoşları kimin yarattığıdır. Evet, varoşların hemen hemen tümü zaten yasadışıdır. Yasadışı mülk edinmişler, yasadışı hizmet almışlar ve yasadışı iş edinerek para kazanmışlardır. Sonuçta sistemle bütünleştirilmeye çalışılmıştır. Oysa gecekondu demek yasadışılık demektir. Adam yıllar boyu çalışarak kazanılacak mülküyeti bir gecede elde ediyor, hem de bir çok kişinin yardımıyla. Bunun ismi hukukta örgütlü suçtur. Yani, devlet, örgütlü suçun yıllar boyu teşvikçisi konumundadır. Sonuçta örgütlü suç sistemin bir parçası haline gelmiş, meşrulaştırılmıştır. ‘Meşru’ hale gelmiş bu suç üzerinden politika yürütülmüştür, yürütülmeye de devam edilmektedir. Meşru yollardan kazanç elde etmemiş, bir anlamda vatandaş olmayan bu topluluktan laikliği, Cumhuriyeti savunmasını nasıl isteyebiliriz? Bugün toplumsal yapımızda ve değerlerimizde bir bozulma görüyorsak, ‘köşe dönmecilik’ ciddi bir problem haline gelmişse, sorunun kaynağını bir de bu nokta aramak zorundayız. Tarikat ve cemaatlerin yıllar boyu varoşlarda nasıl hayat buldukları bir muamma değildir. 12 Eylül’ün hayat buldurduğu, Özal’ın holdingleştirdiği islamcı sermaye dediğimiz sermaye, esas olarak buralarda gelişip güçlendi. Son dönemlerde ‘mahalle baskısı’ çığırtlanlığı yapılmakta. Mahalle baskısını ortadan kaldırmanın tek yöntemi, gecekondularda yaşamaya mahkum edilmiş toplulukları Cumhuriyetin bireyleri haline getirmekten geçer. Gecekondu bir aymazlık, ülkemizin yüzkarasıdır. Bu sorun çözüldüğü, dolayısıyla buralarda yaşayanlar vatandaş konumuna yükseldiği oranda mahalle baskısı diye bir sorun da kalmaz. Ekonomiyi armut, arpa, textile dayandırmaktan kurtulduğumuzda gecekondu sorunu kalmaz ve mahalle baskısı da tehlike olmaktan çıkar. Yani ulus-devletin önünde halen çözüm bekleyen önemli bir sorun vardır. İşte AKP’nin hemen alaşağı edilmesini isteyenler bu gerçeğe gözlerini kapamakta. Artık üstten yönlendirmelerle, açıkçası seçkinci takımının buyruklarıyla ulusal politika yürütmenin dönemi çoktan gerilerde kalmıştır. AKP, mahalle baskısı diye adlandırdığımız sosyal bir sorunu çatışmasız çözümlenmesinde önemli bir aracı rolü oynamakta. Uzun vadeli çıkarlarına ters düşse de bu rolü oynamak zorunda kalmıştır.  

    İçte bunlar ve benzeri daha bir çok sorunlardan bağımsız dış politika yürütme neredeyse olanaksız. İç politik alanda amaçlanan hedefler ister istemez dış politikayı etkilemekte. Bir okadar da uluslararası ve bölgesel çaptaki siyasal gelişmeler de iç politikadaki gelişmeleri etkilemektedir. Özellikle bölgesel alanda atılan ve daha atılacak her adımda iç dengelerin gözetilmesi gerekmektedir. Bu çok ciddi bir hassaslığı gerektirmekte. Ama ne olursa olsun, Türkiye, ABD emperyalizminin bölgeye yönelik projelerini, çıkarlarına en uygun biçimde işlevsiz hale getirmek zorundadır. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi Türkiye’ye rağmen uygulama alanı bulmamalıdır. Geçmişte cetvelle çizilmiş olsa da bu sınırlar korunmalı. Artık varolan sınırların, Ortadoğu’da ulusların bağımsızlığını ve iradesini belirleyen sınırlar olduğu gerçeğini kabul etmek zorundayız. Her şeye rağmen bölgesel bir güç olan Türkiye, tarihsel rolünü bu yönde kullanmalı. Harita değişikliği yönünde göstereceği en ufak bir zaafiyet, kısa ve orta vadede çıkarlarına uygun düşse de uzun vadede Türkiye’nin aleyhine işleyecektir. Bölgeden, Kafkasya’dan ve Balkanlar’dan teçrit olmuş, özellikle de Ortadoğu halklarının nefretini kazanmış olacağız. Sadece nefret edilen ülke konumuna düşmekle kalmayacağız, tekleştirildiğimiz için de düşürülmemiz çok daha kolay olacaktır. Evet, bir paylaşım savaşından bahsediyoruz: Paylaşım savaşında emperyalizme karşı dik duruş sergileme yeni topraklar edinme anlamında ele alınmamalı. Nesli tükenmekte ve çıkarları yaşadığımız bu süreçte epeyce sarsılan bazı çevreler, koşulları bir fırsat olarak değerlendirip Musul ve Kerkük’ü de almalıyız biçimde üst perdeden atmaktalar. ‘Gitmeliyiz, gitmeliyiz’ diye her gün bağırmaktalar. Halen büyük Osmanlı rüyasından uyanamamış bu çevreler, farzedelim ki gittiler, ne götürecekler, ne verecekler acaba? 85 yıldır Şırnak’a, Hakkari’ye Van’a bile gidilemediğinin farkında değiller sanıyorum. Doğu ve Güneydoğu’da kadınlar arasında okuma yazma oranını henüz yüzde ellileri bile bulmadığı ortada. Bırakalım bu bölgeleri, sanaayinin en gelişkin olduğu Marmara’da bile kadınlar arasında okuma yazma oranı halen %86 seyretmektedir. Yani bir anlamda Batı’ya dahi gidilememiştir. Hȃl böyleyken, kime hizmet ettikleri malum olan bu çevreler, kılıçlarını kuşanmışlar ha bire gidiyorlar... Bu nedenle de sürekli ölüm edebiyatı yapmaktalar. Ölüm edebiyatı köylü toplumlarına özgü, daha çok dinsel önyargılardan kaynaklanan bir alışkanlıktır. Yani aç toplumlarda midesi doymayan halkın midesini doymuş hissettirme terapisidir. Ama günümüzde bu terapilerin hiç bir işe yaramadığı ortadadır. ‘Vatan, bayrak için ölürüm’ edebiyatının egemen bir devletle bağdaşır hiç bir yanı yoktur. Egemen olduğunu iddia eden bir devletin halka olan sorumlulukları, görevleri vardır. Hemen her konuda vatan ve bayrağı öne sürerek ölümü öncelleştirirsen, vatanı ve bayrağı kim koruyacak? İnsanı koruyabildiğin, refah ve mutlu kılabildiğin oranda vatanını ve milletini savunabilirsin. Aç bırakılmış toplumlar her zaman emperyalizmin provakasyonlarına açık toplumlardır. Egemen devletlerde artık insan ögesi birincildir. Gelişmiş, yaşanılan çağın refah düzeyine ulaşmış halklar vatanını ve bayrağını bilinçlice savunabilir. Ölüm için değil, yaşam için çabaların önplana çıkarıldığı bir anlayışla hareket edilmesi gerekir. Aç ve sefil toplumların kaybedeceği, verebileceği bir şey yoktur, ama kalkınmış toplumların verebileceği ve direnmezse kaybedebilecği çok şeyler vardır. Türkiye bölgede belirleyicilik rolünü ikinci dünya savaşı öncesinden kalma devlet anlayışıyla değil, günümüzün modern devlet anlayışını önplana çıkararak hareket ederse oynayabilir.

    Bugün Türkiye’yi en yakından tehdit eden Büyük Ortadoğu Porojesi’sidir. Ne yazık ki, bu projeyi uygulama alanına sokacak eşgüdüm başkan yardımcılığında da Türkiye Cumhuriyeti Başbakanın olduğu söylenmekte. Kafkas, Orta Asya ve Ortadoğu halklarını tehdit eden böylesi bir proje içinde yer alan hükümet ister istemez yaşanılan süreçte belirleyici rol oynamamakta. Zaten AKP’yi sınırlayan da iç politik hesaplardan dolayı ABD ve AB ile kurmuş olduğu bu ve benzeri ilişkilerdir. Onlar bu ilişkileri ayakta kalma pahasına kurarken, uzun vadede hiçte amaçlarına hizmet etmemektedir. AKP’yi bu derece ikilem içine itikleyen neden de, sistemle bütünleşmeye karşı gösterdiği dirençtir. İşte bu noktada takiye güncelliğini yitirmemekte. Bizdenleştirirci eğiliminden geri durmadıkları için laikliği tartışır olmaktan çıkarmıyorlar. Halen ‘birey laik olmayabilir ama devlet olabilir’ benzeri tartışmaları inatla yürütmekteler. Bu bir anlamda açık kapı siyasetidir. Böylece karşı taraf diye nitelendirdikleri tarafa yönelik her an şiddet uygulayabileceklerini ima etmiş oluyorlar. Sonuçta, herkesi, istedikleri biçimde yorumladıkları ve belirledikleri kurallara uymaya zorlamayı, mecbur bırakmayı hedef olarak görmekteler. Bir anlamda saf ulus yaratmayla eş değerli kendilerine özgü saf ‘islam toplumu’ yaratma ilkesinden geri durmadıklarını göstermiş oluyorlar. Laikliğin dinde seçiçiliği, özgürlüğü içerdiği gerçeğini kabule yanaşmıyorlar. İşte İslamcı geçinen politik örgütlenmelerin işbirlikçi olmalarını zorunlu kılan nedenlerden biri de bu zoraki bizdenleştirici anlayışlarıdır. Bu anlayış ister istemez emperyalist güçlerin stratejilerine hizmet etmektedir. Bu noktada Osmanlı dönemimde ticaret ve mali alana hakim olan imtiyazlı azınlıklara ait tüccar ve esnaflarla tekke ve zaviyelerin işbirliği içinde nasıl hareket ettikleri unutulmamalıdır. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte bunların etkilerı giderek azaltılmıştı. Üretimde, ticarette ve mali alanlarda belirleyici rol oynamaktan çıkarılmıştı. AKP iktidarı döneminde yapılanlar ise geçmişte kalan bu ittifakı yeniden canladırmadır. Borsanın %70’i, bankaların neredeyse çoğunluğu ve stratejik kuruluşlar özelleştirmeler yoluyla yabancıların eline geçmiş durumda. Aynı biçimde tekke ve zaviyelere sermaya akışı başta olmak üzere her türlü kolaylık tanınarak yeniden palazlandırılmakta. Artık ‘kartım yeşil’ diyenlere ihalelerde öncelik tanınmakta. Yani tekke va zaviler yabancı sermaye ile örülerek holdingleşmekte. Böylece Türkiye’nin iç ve dış politikasına yön vermek isteyen ittifak sağlanmaya çalışılmakta. Ama bu süreci başlatanın da AKP olduğunu söyleyemeyiz. Özalla ivme kazandırılan bu sürece, Demirel ve Ecevit hükümetleri de müdahalede bulunmamışlardır.

    AKP bürokrasiye egemen olma avanatajını mahalle örgütlenmelerinin gücüyle birleştirerek kalıcı mevziler kazanacaklarını sanıyor. Ama bu mevzilerin kalıcı olacağına inanmıyorum. Elde ettikleri mevzileri iktidarlarıyla sınırlı kalmaya mahkumdur. Bu birlikler amaç birliğinden daha çok çıkar birliğine dönüşmüş durumdadır. Artık namazların başlangıç duası ‘yarabbim bana milyarlar ver’, bitiş duası da ‘spor bir araba istiyorum’ olmuş.

    Tüm bu olumsuzlıklara rağmen bu dönem AKP hükümetiyle aşılmak zorundadır. İçinde yaşadığımız koşullarda her iradi zorlama Türkiyeyi bulunduğu pozisyondan hemen her açıdan daha geriye itikleyecektir. Önemli olan, devletin sonuçta ulusal çıkarlardan taviz vermeyecek biçimde hareket etmesidir. Günümüzde bölgesel çıkarlarımızdan geri adım atmayacak biçimde hareket etmenin anahtarını Irak politikası oluşturmaktadır. Irak’a yönelik geliştirilecek doğru straji taktikler Ortadoğu genelinde Balkanlarda ve Kafkaslarda        Türkiye’ye büyük açılımlar kazandıracaktır.

    Bir çok kesim ABD’nin Irak’ta zor durumda olduğunu, bataklığa girdiğini iddia etmektedir. Aslında gelişmelere bakıldığında gerçekler hiçte böyle değildir. ABD Irak’ta ne bataklığa batmıştır ne de fırsatını bulur bulmaz geri çekilecektir. Kabul etmekte zorlanıyoruz ama gerçek odur ki, ABD artık Irak’ta kalıcı olacaktır. İleri tarihlerde bir kısım askeri birliklerini geri çekmesi Irak’ı denetlemeyeceği anlamına gelmemelidir. Irak’ı elde bulundurma, tüm Ortadoğu’nun kontrol altında tutulmasıyla sınırlı kalmamakta aynı zamanda AB’nin denetlenmesi ve Rusya’nın da bir ölçüde etkisizleştirilmesi anlamına gelmekte.

    Irak’ta zaten ABD işgaline karşı ulusal bir direnme yoktur. Ufukta ulusal direnişin sergileneceğine dair bir işarette yoktur. Direk işgalci güç askerlerine karşı yapılan eylemler çok cılız ve bunların etkileri de piyonlar aracılığıyla organize edilen mezhep çatışmalarıyla yok edilmekte. Zaten ulusal birliği olmayan, zamanında Osmanlıya karşı masa başında zoraki yaratılmış bir ülkedir. Bu nedenle mezhepsel ve milliyet temelinde bir süre daha belki gevşek federasyon biçiminde sözde varlığını sürdürecektir. Bu durum ABD’ye nefes aldıran ve üstün konumda tutan önemli bir etkendir. Buradan hareketle bölge ülkelerine karşı çıkarlarına uygun biçimde operasyonlar geliştirmekte ve yeniden bir  düzenlemeye doğru gitmektedir. Irak’tan başlayarak Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Mısır’ı kapsayacak biçimde bir Şii hattı çizmeye çalışmaktadır. Belki bir yüzyıl daha sürecek çatışmalar zincirinin alt yapısının hazırlığı içinde. Mezhepsel temelde bölünmüş bir Ortadoğu  kendi içinde çatışmalı hale getirilerek yönetilmesi daha da kolaylaşaçaktır. Yani bu gün Irak’ta görülen istikrarsızlık emperyalist güçler açısında istikrarlılık anlamına gelmektedir. İstikrarsızlık diye tarif edilen durum, işgalci konumunda bulunan güç açısından hedefe ulaşmada kullanılan taktikdir.

    Ama ABD’nin hedeflerine ulaşmasında çok ciddi engeller vardır. Lübnan’nın Hıristiyan, Sunni ve Şii mezhepleri temel alınarak bölünmesi, öbür yandan İran’ın ve bir ölçüde de Suriyenin güçlenmesi anlamına gelmektedir. Bölgedeki diğer ülkelerin bölünmesi ise tek süper gücün kaldıramayacağı kadar karmaşık siyasal sonuçlara yol açaçaktır. Bu nedenle de Suriye ve İran ilk etapta hedef konumundadırlar. Hem mezhepsel temelde yeni devletler ortaya çıkartılacak hem de özellikle İran etkisizleştirecek sihirli bir formül henüz bulunmuş değil. ABD bu nedenle İran’a karşı savaş çığlıkları atmakta, tehdit etmekte. Irak’tan sonra Suriye’nin halen ayakta kalışı bir de bu engelden kaynaklanmakta. İran ise kolay yutulacak bir lokma değil. Bölgenin Türkiye’den sonra hem en köklü hem de en güçlü devleti konumunda. Ayrıca rejiminin özelliğinden dolayı gücü ülkesiyle sınırlı değil. Bölge ülkelerinde refahın ve demokrasinin gelişmesi İran’ın gücünü sınırlayacak en temel alternatiflerden biridir. Bu da ne Arap egemen güçlerinin ve ne de ABD’nin işine gelmekte. Demokrasinin ve ekonomik refahın gelişkin olduğu Ortadoğu, emperyalist güçlerin cirit atamayacağı Ortadoğu’dur. Bazı çevreler kȃrın çoğalan dünya nüfusuna göre silah üretimine dayandırma döneminin çoktan geçtiğini, bilgisayar ve cep telefonlarının üretimine orantılı olarak hesaplandığı bir dönemin başladığını, dolayısıyla geri kalmış ülkelerde refahın ve demokrasinin temel alındığını iddia etmekteler. Bu küresel ekonomi-politikanın yağmacı yüzünü maskelemektir. Ayrıca, bunlar, demokrasinin yük gemisiyle veya trenle ithal ya da ihraç edilen bir nesne olmadığı gerçeğini de bilmek zorundalar. Büyük patron havarilerinin yutturmacalarına bölge halkının karnı toktur. Türkiye’de bu düşünceyi savunanlar ABD’nin BOP’sini destekleyenlerdir. Bu nedenle de Türkiye’nin İran karşısında ABD ve İsrail’le ittifak içine girmesini istemektedirler. Bu çevreler geçmişin mandacı yanlıların iflah olmaz mirasçılarıdır.

    Demokrasi adına İran da en az dört veya beş parçaya bölünmeye çalışılmakta. Irak’tan sonra İran düşürülebilinirse Kafkas ve Orta asyaya da egemen olunacağının hesapları yapılmakta. Yenilgiye uğratılmış İran’dan sonra Suriye’nin fazla bir varlık gösteremeyeceği bilinmekte. Ama nereden bakarsak bakalım ABD’nin İran gibi bir gücü bölmeyi başarma olasalığı yoktur. ABD nükleer silah yapımını bahane ederek müdahalede bulunmaya çalışmakta, ama İran ne Irak ne Lübnan, ne de Suudi Arabistan’dır. Hangi nedeni bahane ederse etsin, ABD’nin İran’ı işgale kalkışması, Ortadoğu’da kendi varlığını sonladırmakla sınırlı kalmayacağı açıktır. Bunu nihayet anladığı içindir ki, AB ve Rusya’yı yanında görmek istemekte. En azından bunların da onayını alarak bir müdahale denemesi yapmanın yollarını aramakta. Rusyan’nın bu müdahalede bugün için bir çıkarı yok. AB ise mümkün olduğunca askeri destekten kaçınmakta, çözümü diplomasiyle sınırlandırmak istemekte. Çin ise şimdilik daha çok gelişmelerin seyrini takip etmekle yetinmekte.

    ABD çok iyi farkında ki, Türkiye kilit rol oynayan bir ülkedir. Bu nedenle de İrana karşı kışkırtmak için elinden gelen çabayı göstermekte. Başlatılacak bir savaşın uzun vadeli, içinde bir çok belirsizlikler taşıyan bir savaş olacağını bildiği için Türkiye’yi İran’a karşı bir üst olarak kullanmaya çalışmakta. Uzun vadede ise savaşın Türkiye İran arasında sürdürülmesini hedeflemekte. Böylece bir taşla iki kuş vuracağını zannetmekte. Sonuçta her iki ülke de güçten düşürüldükten sonra bölgede istediği biçimde sınırlar çizmenin önünde engeller kalmamış olacak. Bu konuda o kadar pervasız davranmakta ki, Türkiye’yi 1980lerin Irak’ı gibi her an kullanabileciği bir piyon olarak görmek istediğini açıkça belli etmekte.

    Artık ABD bir yol ayrımına gelmiş durumda. Putin’in Tahran ziyareti bir anlamda fitili ateşlemiştir. Doyısıyla Türkiye ulusal çıkaraları doğrultusunda aktif harekete geçmek zorunda kalmıştır. Birdenbire Kandil’in önplana çıkartılması bu nedenledir. Kısa süre önce herkesin bir El Kaide’si vardı, şimdilerde de herkesin bir PKK’sı var. Her kesim edindiği piyonuyla, siyasal tercihlerini göstermekte, daha doğrusu mevzilenmekteler. Piyonlar da verilen komutlara öylesine alışkınlar ki, maşallah! Eğil dedin mi eğiliyorlar, yat dedin mi yatıyorlar. Alışmış kudurmuştan beterdir diye boşuna söylememiş atalarımız. Bu konuda öylesine şartlandırılmışlar ki, verilen bu ve benzeri komutlara kayalıklar arasında olduğu kadar şehirlerin cadde ortalarında bile pervasızca harfiyen uymaktalar.

    Türkiye son çıkışıyla BOP’tan yana değil, karşısında tavır koymaktadır. ABD açıkçası Irak sınırları içinde tutulmaya çalışılmakta. Şu anda Irak’ta çıkış noktası bulmak isteyen emperyalist proje, yine bu alanda bitirilmelidir. Türkiye’nin ister anlaşmalı ister tek taraflı olarak Irak topraklarına yönelik düzenleyeceği askeri harekȃt, ABD’yi bölgede sınırlayacak ve değişik arayışlara mecbur bırakacaktır. Sorun, kimilerinin iddia ettiği gibi Kuzey Irak veya Kürt yönetimi değildir. Sorunu sadece Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi olarak ele alırsak, uzun vadeli hedeflerden uzaklaşmış oluruz ve bu da emperyalist güçlerin amacına hizmet eder. Türkiye kararlı davrandığı sürece daha fazla gerilememek adına ABD geri adım atacaktır. Böylece Türkiye’nin ulusal çıkarlarına darbe vuramayacak bir noktaya itiklenmiş olacaktır. Bu ise son tahlilde BOP’nin iflası anlamına gelir. Artık Irakta yarattığı istikrarsızlığı kendi açısından istikrar görme politikasından ümidini keserek fiili işgali sonlandırma noktasına gelecektir. ABD bu aşamadan itibaren Türkiyesiz İran’la karşı karşıya gelmiş olacak, dolayısıyla harekȃt imkȃnları sınırlanacak. AB’nin sınırlı desteğiyle ekonomik amborgolardan ve ileri aşamalarda bir kaç füze fırlatmadan ileri gidemeyecektir. Ama bu durumda da  İran, Pakistan, Afganistan, Irak ve Lübnan’a kadar geniş bir alanda ABD’ye karşı manevra yapma kabiliyeti daha da güçlenmiş olacaktır.

    Türkiye zaten son dönemlerde izlediği dış politikayla İran’a karşı aktif bir tavır içinde olmayacağını, iyi komşuluk ilişkilerini sürdürmede kararlı olduğunu göstermiştir. Yapılan enerji anlaşmaları, yatırımların karşılıklı geliştirilmesi yönünde atılan adımlar kararlı tavrın önemli göstergelerdir. Ayrıca Suriye ile kurulan ekonomik ve siyasal ilişkilerle de politik tavır pekiştirilmiştir. Yani Ortadoğu’nun ABD’nin arka bahçesi olmadığı, olamayacağı gösterilmiştir. Kandilli operasyoları da bu politikanın askersel alanla bütünleştirilmesini ifade etmektedir. ‘Operasyon’ adı altında veya herhangi başka nedene dayanarak Irak’a yönelik geliştirilecek her türlü askeri harekȃt aynı zamanda Kıbrıs üzerinden tavizler koparma politikasının da önüne set çekecektir. İşte bu anlamda söylenecek söz bir seferde değil kısa vadeli sürece yaygınlaştırılarak söylenmeli ve üstelik bunun maliyetide alınacak tavizlerle karşı tarafa ödettirilmeli. Sonuçta BOP Irak topraklarında erimeye mahkum edilmeli.

    Elbette İran‘ın bölgede mezhepsel faklılıkları kullanarak kendine nüfuz alanları yaratması ve nükleer silaha sahip olma girişimleri bölge dengeleri açısında Türkiye’nin çıkarlarıyla ters düşmekte. Ayrıca İsrailin de nükleer silaha sahip olduğu ve bunun da çıkarlarımızla bağdaşmadığı gözardı edilmemeli. İran’ın nükleer silaha sahip olma koşullarında bile bölgede yeniden dengeyi sağlayacak güçlü alternatiflere Türkiye sahiptir. Kaldı ki bölgenin dinamik güçleri, aralarında ortaya çıkacak sorunlara, birbirlerinin çıkarlarını dışlamayacak biçimde çözümler bulacak kadar deney ve tecrübeye sahiptirler. Sonuçta Türkiyenin bölgede kendini tekleştirecek her türlü politikaya karşı durma zorunluluğu vardır.

    Aslında Türkiye, ABD ve AB emperyalist güçlerinin bölgeye yönelik politikasını tümüyle boşa çıkartacak yeni bir atılım başlatma olanağına sahiptir. AB, Atlantik ötesinde NAFTA ve  İran olayına bir başka cepheden daha bakmak gerekir: İran sahip olmak istediği nükleer enerji ve silah alanlarında tamemen Rusya’ya bağımlı. Rusya’da bu ülkenin nükleer silaha sahip olması konusunda ciddi değildir. Daha doğrusu böylesi bir silaha sahip olmasını istemiyor. Çünkü İran’ın nükleer silaha sahip olma koşullarında dinsel ve mezhepsel argumanları kullanarak Avrasya’da etkinlik kurmaya çalışmayacağına dair elinde bir garanti yoktur. Bir de İran’da islamcı devlet yapılanmasının ne kadar süre daha ayakta kalacağını kestirememekte. Er veya geç bu ülke kabustan kurtulacaktır. Kurtulduğu noktada hangi taraftan yana tercihini kullanacağını bugünden kestirememektedir. Rusya’yı kaygılandıran diğer bir alternatif ise İran’ın nükleer silaha sahip olması koşullarında Türkiye’nin de böyle bir güce sahip olmak için arayışlar içinde olacağıdır. Bu durum ise Kremlin’in hiç işine gelmez.

    Körfez  İşbirliği  Konseyi üçgeninde sıkışıp kalmak istemiyorsa, daha fazla zaman kaybetmeden yönünü Doğu’ya çevirmesi gerekmektedir. Bölge ülkeleriyle bir yandan ticaret başta olmak üzere her alanda işbirliği ve dayanışma geliştirirken bir yandan da bu işbirliği ve dayanışmasını bir çatı altında toplayacak girişimlerde bulunarak kalıcı bir ticaret ortaklığına öncülük yapabilir. Elbette bunun güçlü sanayi, teknoloji ve finans gerektirdiği açıktır. Ama Türkiye bu konuda öncülük yapacak altyapıya sahiptir. Her alanda yapacağı hazırlıklarla ve atılımlarla kısa sürede böyle bir alternatifin şimdiden temellerini atabilir. Salt Türk cumhuriyetlerini kapsayacak ticari birlik uzun vadede fazla bir etki sağlamaz. Başlarda Türk cumhuriyetleriyle başlansa da giderek bu birlik İran ve Suriye’yi kapsamalı, Pakistan, Mısır ve Irak’la genişletilmeli. Siyasal ve askersel biriliği de hedefleyecek biçimde kurulması gereken bu ticari birlik, ne AB’yi ne ABD’yi ve ne de Rusya ile Çin’i karşısına almalı. Herbirine karşı aynı mesafede olmayı başarabilmelidir. Birini diğerine karşı tercih etme gibi bir yanlışlığa düşmemelidir. Her açıdan kendini çekim merkezi haline getirerek ekonomik ve sosyal yapılanmasını sağlamaya yönelmelidir. Avrasya ve Ortadoğu’nun dinsel, mezhepsel ve etnik çatışmalardan arındırılması tarihsel kültürel birikim ve değerleriyle barış içinde bir arada yaşaması ekonomik olanakların bir çatı altında seferber edilmesiyle mümkündür.

    Bu doğrultuda ortak bir irade sağlanabilinirse, emperyalist güçlerin bu bölge halklarının özgür iradesine gem vuran projeler geliştirmesinin önüne geçilebilinir. Talan alanları sınırlandırılan saldırgan güçler, sonuçta kendi içlerinde yayılma alanları yaratmaya zorlanmış olunacaktır. Türkiye’nin ABD’nin Doğu Avrupa’nın güvenliği ve genişletilmiş NATO gerekçeleriyle sulandırdığı, etkisizleştirdiği AB’ye girmek için çırpınması boşuna zaman kaybetmesidir. Artık AB’nin 70 milyonluk Türkiye’ye vereceği bir şey kalmamıştır. Anayasa referandumları göstermiştir ki, AB sonuçta dağılma sürecine girmiş bir birlik görünümü sergilemeye başlamıştır. Elbette kısa sürede dağılacağını iddia edemeyiz ama, ‘birlik’ adı altında her ülke çoktan başının çaresine bakmaya başlamıştır. Artık bütçe dengelerini tutturmakta, cari açıklarını belirlenen seviyenin altına çekmekte zorlanmaktalar. Yeterli yatırımlar yapılamamakta, her geçen gün işsizlik artmakta sosyal güvenlik alanındaki çöküş engellenememekte. Sınıflararası uçurumu dizginleyemez hale gelmiştir. İşsizler ve çalışan düşük ücretliler fakirleşmiştir. Teknolojik ve askeri alanlarda ABD’ye bağımlılık giderek artmakta. Bu sorunların yanında biraz da devletlerin sinsi destekleriyle ayrımcılık ve rasizim güçlenmekte. Avrupa’da güçlenen rasizm sadece göçmen nüfusa karşı halkın kendiliğinden bir tepkisi olarak görülmemeli.

    Türkiye AB’ye girme çabası yerine, bu ve benzeri gerçekleri görerek,Avrupa’ya verdiği göçten kaynaklanan gücünü harekete geçirmek için çaba göstermeli. Bu nüfusun ekonomik ve mali gücünü yapılandırmada ve yönlendirmede önemli roller oynayabilir. Siyasal yönetim henüz bunun bilincine varabilmiş değildir. Elindeki bu alternatifi harekete geçirerek Avrupa’nın bir çok konuda haksızca sıkıştırma taktiklerini bertaraf edeceği gibi, demokrasi anlayışlarındaki sahteliği de açığa çıkarmış olacaktır.

    Sonuçta Türkiye’nin şu anda askeri alanda yürüttüğü hazırlıkların etkileri Ortadoğu ile sınırlı kalmayacağı bellidir. Bu nedenledir ki, AB ikiyüzlü de olsa teröre destek çıkmayacağını aniden dillendirmeye başladı. Böylece aleyhine bozulmaya başlayan dengeleri bir noktada tutmaya çalışmakta. Sadece mesafenin daha fazla açılmaması için çaba yürütür konuma gelmiştir. Kararlı duruşuna süreklilik kazandırdığı ve dengeleri çok iyi hesap ederek ilerlediği sürece AB ve ABD artık atacakları adımlarda Türkiye’yi hesaba katmak zorunda kalmışlardır. Yani sözün bittiği değil, başladığı noktadayız.

 

*********

 

 

GLADİO BİTİRİLECEK

 

BÖLÜM 2

 

    Artık bu süreçte Kandilliye yer yoktur. Ümidini Kandilliye bağlamış, biraz ABD biraz da AB ipinde oynayan içte sivil görünümlü klaşinkoflu oluşum da sonladırılılacaktır. Baştan itibaren yolgeçen hanı olan bu oluşum, buraya kadar ömür sürdürebilirdi. Bunlar her ne kadar ‘Biz bir partiyiz’ diyorlarsa da partiden başka her şeye benzemektedirler. Birbirine en zıt çıkar uçlarının bir arada tutulduğu bir topluluk; kimi çalışmadan bir daira sahibi olmanın, kimi de toprak ağalığından burjuvalığa atlamanın çabası içinde. Bu topluluk içinde güçler dengesi hassas olduğu kadar da değişken. Kısa süreliğine de olsa azıcık ağır basan taraf diğer tarafın üzerinde en azgın diktatörlük uygulamakta. Birbirlerine karşı duydukları kin ve nefret zaman zaman en acımasız biçimiyle açığa çıkmakta. Buluştukları ortak tek nokta, köşedönmecilik uğruna halka karşı içledikleri suçlardır. Bu suç örgütlenmesinin iç ve dış bağlantıları da beklentileri doğrultusundadır; Kandilli’yi Amerika, içtekileri Alman-Fransız Lejyon karması yönlendiriyor. Kandilli’yi Alman-Lejyon ittikakı ele geçirmek için epey bir çaba gösterdi ama büyük abilerine karşı başarılı olamadı. Yönetimde iki-üç kişiyle temsil edilmeden öte geçemediğinden, birkaç alt birimle yetinmek zorunda kaldı.

    Gelinen noktada, ABD ve AB ipinde oynayan sivil görünümlü uzantı yorgun düştüğünü kabul etti. Akıllarınca ortamı boşluk olarak değerlendirip bir an evvel burjuvalaşacaklarını zanneden ağa takımı, bu işin o kadar kolay olmadığını sonuçta kabul etti. Birkaç metre karelik apartman dairesi peşinde koşanlar veya elindeki birkaç dönüm toprağını büyütmek isteyenler, daha doğrusu sınıf atlamayı hayal edenler de uzun bir süredir ekmek elden su gölden misali yaşamanın ‘tadını’ çıkardılar.

    Sivil görünümlü yapılanma gerek örgütlenmesinde gerekse de faaliyetlerinde Barzani’yi örnek aldı. Kuzey Irak’ın hızla burjuvalaşmaya yöneldiğini fark ederek kendilerinin de aynı yolla burjuvalaşabileceklerini, böylece Doğu ve Güney Doğu’nun efendisi olabileceklerini hesapladılar. Bu nedenle bir yandan yönetiminde bulundukları belediyelerin olanaklarından ve bir yandan da tehditlerle, santajlarla hiçte küçümsenmiyecek oranda mali güçe kavuştular. Bu konuda öylesine açgözlü davrandılar ki ağaların aşiretine mensup olmayanlar birtarafa, ağa kökeninden gelmeyenler örgütlenmenin eşiğine bile yaklaştırılmadı. Adeta kast sistemi uygulandı. Demokrasi ve barış yanlısı olduklarını iddia eden belediye başkanları ve milletvekillerinin sınıfsal kökenlerine bakılırsa, bu durum daha iyi anlaşılır. İnsan hakları, özgürlük, demokrasi yaygaralarıyla ağalar yine ağa, marabalar da maraba olarak kaldılar.

    Partinin ağaları öylesine acımasız davrandılar ki talanda en ufak bölüşüme şans tanımadılar. Yakın akrabalarından bir kısmını Kandilli’ye bir kısmını Avrupaya ve bir kısmını da terörün propaganda ve ajitasyonunu yapacak basın ve yayın alanlarına gönderdiler. 

    Çok sınırlı da olsa bazı istisnalar görmüyor değiliz. Kimden bahsettiğimi herkesin tahmin ediyor olması gerekir; İsmail Beşikçi. Beşikçi, PKK’den ayrılanları, genelde bu güruha karşı muhalefet edenleri karalamakla, hanlikle suçlamakla görevlendirildi. Öyle ki, PKK’nin derin devlet desteğinde katlettiği binlerce devrimciyi, yurtseveri hiç düşünmeden suçlamayı bir görev olarak kabul etti. Öbür yandan Karanlık güçlerin emrindeki PKK’ya ve Öcalan’a  övgüler yağdırdı, Öcalan’ın propaganda mekanizması olarak çalıştı, çalıştırıldı. Bu konuda kıralcıdan daha kıralcı kesilerek, bir değil, binlerce Kürtkıran Apo’nun ortaya çıkmasını savundu; ‘...Apo’ları çoğaltmak gerekir. Onlarca, yüzlerce Apo olmalıdır.“* “… Herkes Apo olmaya çalışmalıdır.“* “Bütün Apolara selamlar olsun!“ **  Hangi bilimsel araştırmalarla böylesi sonuçlar elde edildiği ayrı bir tartışma konusudur

    Bu tür unsurları bir istisna olarak değerlendirirsek, sonuçta, Doğu’nun Gladio’su nemalanacağı hiç bir alanı boş bırakmadı. Bu feodal örgütlemmenin yapısı ve ilişki ağları biraz incelenirse, böylesine ‘demokratik’ bir yapılanmayla karşılaşırız.

    Sadece belediyelerden değil, uyuşturucudan silah kaçakçılığından sınır ve insan ticaretine kadar uzanan birçok alanda elde edilen vurgunlarla burjuvalaşacaklarını ümit eden ağalar, hayal kırıklığına uğradılar. Barzani ailesinin tanıdığı imtiyazlar da yetmedi. Ekonomik ve ticari gelişmeleri salt silah ve baskıyla yönlendirilemeyeceğini kavrayamadılar. Ayrıca elde etikleri kapitali sevk ve idare edecek bilgi ve beceriden yoksundular. Bu nedenle de kurumlaşmadan kaçındılar. Kurumlaşma en azından bir  firma çatısı altında yasal sınırlar içinde vergi ödeyerek çalışmayı, elinde bulundurduğu kapitali yatırıma yöneltmeyi gerektiriyordu. Tüm bunlar süereç içinde aşiret yapısından kopmayı göze alma demekti. Hem aşiret yapısını koruyup hem de burjuvalaşma mümkün değildi. Bu nedenle korkak, ticari atılım yapacak cesatetten yoksun kaldılar. Ceplerine yerleştirdikleri günlük vurgunlarını akşam olduğunda binlikleri yüzlükleri birbirinden ayırmadan öte bir becerileri yoktu. Burjuvalaşmayı marka elbise giyip son model otomobillerle caddelerde gösterişte bulunmayla eşdeğerli gördüler.Ama öbür yandan, dönemin koşullarını değerlendirip burjuvalaşanlar piyasaya egemen oluyor,belli bir sermaye birikimi sağladıktan sonra da yatırımlarını daha emin ve alım gücü yüksek Batı’ya yönlendiriyordu.

    Pazar ilişkilerinin kendine has işleyiş kuralları sonucu toplumun tortusu haline gelmeyi bir türlü sindirememekteler.  Bu nedenledir ki, meclis içinde ve dışında en olmaz önerilerle bulundukları zeminden çıkış arayışı içindedirler. Ellerine tutuşturulan bildirilerle feodal tehditvari çıkışlarla korkularını gizlemeye çalışmaktalar. Ama korkunun acele faydası yok.

Zaten sürecin kendilerini dıştaladığını gördükleri için parti adına seçime girme cesaretini gösteremediler. Halkı temsil ettiğini iddia eden örgütlü hiç bir güç, böylesi bir taktiğe baş vurmaz. Seçimde baraj oranı bahane olarak gösterilemez. Başvurdukları taktikler, halktan destek bulamamanın kanıtlarıdır. Başından itibaren örgütlenme ve hareket etme tarzlarıyla emperyalist güçlerin uzantıları olduklarını netçe ortaya koydular.

    Halkın sorunlarını dile getirmeyen uğraşlarla zaman geçirmeyi adeta meslek edindiler. Onlar için yoksullukla ve işsizlikle mücadele diye bir sorun yok. Sendikalaşma, kadın hakları vb. sorunların çözümü yönünde en ufak plan ve proje geliştirmeyi akıllarından bile geçirmediler. En etkin oldukları alanlarda yüzlerce genç kız ve kadın töreye kurban giderken, parmaklarını bile oynatmadılar. Bırakın çözüm için çaba göstermeyi, görmemezlikten gelme daha çok işlerine geldi. Çünkü yaraya parmak basma dayandıkları alt yapının çöküşü anlamına geldiğini biliyorlardı. Ama efendileriyle uyum içinde hareket etmelerini sağlıyacak taktikler geliştirip uygulamada ne kadar başarılı olduklarını kabul etmek gerekir.

    Her alanda çözüm adına çözümsüzlüğü sürekli kılacak sihirli anahtarı bulmuşlardı; karanlıkların prensi ‘seruk’. Çünkü ‘seruk’ ‘derin’ güçlerle bağlantıyı oluşturan köprüydü. Seruk labirentlerin sesini, statükonun gücünü temsil ediyordu. Batıda laiklik ve Cumhuriyeti korumayı kendine maske edinmiş Gladio’nun Doğuda alt birimini temsil eden bu feodal örgütlenme artık bitirilecektir. Yani Gladyo’nun Türkiye genelinde bitirilmesi, en azından tehlike olmaktan çıkarılması için düğmeye basılmıştır. Kandillinin ve Kandilliye bağlı sivil uzantıların bititrilmesi Türkiye genelinde Gladio’nun bitirilmesi demektir.

 01/12/ 2007

Baki Karer   

*PKK Üzerine Düşünceler. S.115 

** PKK Üzerine Düşünceler. S.117


Hiç yorum yok:

ANLAMAK ZOR

  ANLAMAK ZOR Birkaç hafta önce, yüzer-gezer yatın adamı, eline sıkıştırılmış bir makale yayınladı. Makalede yıllar önceden değindiği ko...