10 Temmuz 2025 Perşembe

ANLAMAK ZOR

 ANLAMAK ZOR

Birkaç hafta önce, yüzer-gezer yatın adamı, eline sıkıştırılmış bir makale yayınladı. Makalede yıllar önceden değindiği konuları yine tekrarlayıp durmuş; Bahsedilen makalede geçmiş ve bu günkü Kürt liderleri için söylediklerini bu kez farklı bir tanımlamayla dile getirmiş. Kürt liderlerine ‘Judenrat’ demiş. Öcalan’ın kişiliği düşünüldüğünde söylediklerinin şaşılacak bir yanı yok. Ama bazı kişi ve çevrelerin gösterdiği tutum oldukça şaşırtıcı. Bunlar, Kürt halkı ve liderleri için söyledikleri sanki yeniymiş gibi, ilk defa duymuşcasına tepki vererek oluşturulan atmosferin bulutu olmaya yöneldiler. Çoğu, Öcalan’ı yeni tanımışcasına konumunu ve bağlı olduğu çevreleri yeni keşfetmişcesine hareket etmeyi ve eleştirilerde bulunmayı tercih etti her nedense. Hatta kimileri kendini öylesine önplana çıkardı ki, tuhaf bir biçimde Öcalan’dan bir çimdik özeleştiri almaya bile rıza gösterdi. Öyle ki, PKK’nın belirlediği gündemin arkasından sürüklenme adeta geçer akçe haline getirildi. Hele hele ada mukiminin kulağına fısıldanan her sözü tartışarak, üzerinde durulması gereken zemini adeta unutma, kabul edilecek bir şey değil. Bilinenleri yeniden keşfetme çabası, enerjiyi boşa harcamak olur. Bu tavrın sürdürülmesi, boşa zaman harcama, yorgunluk ve özellikle de düşünsel planda üretimsiz hale gelme anlamını taşır.
George Orwell, Booster isimli bir gazeteyi, ‘politik-olmayan, etik-olmayan, edebi-olmayan, öğretici-olmayan, ilerici-olmayan, tutarlı-olmayan, çağdaş-olmayan’ biçimde tanımlar. PKK ve Dem’in kullandığı tüm propanda ve ajitasyon araçları için yukarıdaki tanımlamanın tam uygun olduğunu söyleyebiliriz. Şiddeti; cinayetleri, işkenceleri, kan ve göz yaşını olağan gösteren, küfür ve hakaretin her türlüsünü sıradanlaştıran propaganda aparatlarını sürekli hareket halinde tutan bir anlayışla karşı karşıyayız. Bütün bunlara rağmen, hâlâ PKK/DEM’in şu veya bu sorumlusuna mektuplar yazarak, koltuk dağneği olmaktan medet umanların canhıraş çırpınışlarına şahit oluyoruz.
Elbette herkes düşünce ve davranışlarında özgürdür; hiç kimseye düşünce ve davranış kalıpları sunulamaz. Ama sorun bu değil. Sorun, yüz bini aşkın insanın katilinden halen kurtarıcı rolü beklentisi içinde olmaları. Anlamak gerçekten zor.
Şu günlerde ‘silah bırakma’, ‘teröre son verme’ çabalarının mimarlığına soyunmaya kalkışan PKK ve Dem artıkları, kendi kendilerine övgüler yağdırıyorlar. Dilin kemiği yok nasılsa, at atabildiğin kadar! Önümüzdeki süreci zehirleyecek çok çirkef bir hareket tarzıdır bu. Onlarca yıldan bu yana silah kullanmaya karşı çıkan, işlenen cinayetlere ve taş altı etmelere karşı duran PKK/DEM dışı güçler değil miydi? Silah ve şiddettin dışındaki tüm çıkış yollarını kapatanlar şimdilerde ‘barış güvercini’ kesilmişler. Öyle ki yaptıkları her türlü çirkeflikleri neredeyse lirikleştirerek, hatta bir takım imgeler bile kullanarak toplum nezdinde kendilerine bir masumiyet karinesi çıkarmak istiyorlar. Bu konuda öylesine ileri gidiyorlar ki, metaforlar kullanarak dokunulmaz duvarlar, bir anlamda tabular yaratmaya yönelmekteler. Bunlar, kabul edilemez.
Pkk’nın kendini feshedip başka biçimlerde, yani farklı oluşumlar altında halkın içine karışması, elbette dikkate alınmalı. Sadece dikkate almakla kalınmayıp geçmişte halka yönelik cinayet ve katliamları her yönüyle işlenmeli. Hatta Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin egemenlik alanında işlediği suçların nedenleri üzerinde özellikle durulmalı. Kürt liderlerine ve halka yönelik küfür ve hakaretler hemen her alanda teşhir edilmeli. Ama sadece terör artıklarının kötülüklerini dile getirmekle yetinmenin, giderek gölgede kalma tehlikesini ortaya çıkartacağını da bilmek gerekir.
Küreselleşme yeni biçimler alıyor; dünya değişiyor, Orta Doğu değişiyor ve tüm bunlara bağlı olarak toplumsal yapıda ciddi değişimler ortaya çıkıyor.Bu kısa vadeli süreçte ve gelecekte PKK/DEM dışı muhalefet güçleri, terör artıklarıyla mücadelelerinde daha açık, net olmalı; topluma yol göstericilikte düşünce üreten bir noktaya gelmelidir.
10.07.2025
Baki Karer

28 Mayıs 2025 Çarşamba


TERÖRSÜZ TÜRKİYE

    Epeyce bir süreden beri ‘Terörsüz Türkiye’ sloganı hemen her alanda tartışılır bir noktaya geldi. Aklı başında olan herkesin bu slogana bir itirazı olacağını sanmıyorum. Bu sadece bir slogan değil, aynı zamanda ulaşılması gereken bir hedef, gerçekliktir. Şiddetin olmadığı, insan yaşamını, yani yaşatmayı temel alan girişimleri destekleme her insanın temel görevidir. İnsani düşünce ve davranış biçimi, kesinlikle tartışma konusu yapılamaz.

    Bizde bilerek, isteyerek terörü temel alan yapılanmalar her zaman olmuştur. Son 45-50 yıllık zaman dilimi bir çok gerçeğin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Gelinen aşamada, hem genelde hem de Orta Doğu çapında terör örgütlenmeleri kullanılarak yol alınamayacağı görülmüştür. Bu nedenle, PKK denilen kanlı örgüt, artık sonlandırılmak istenmekte. Bu konuda kararın kesinlik taşıdığını, içine girilen süreçten geri dönülmesinin oldukça zor olduğunu söyleyebiliriz.

    PKK ve sivil görünümlü bir dizi terör yapılanmaların sona erdirilmesi üzerine bunca tartışmaların yapılmasının asıl nedeni, bu örgütün bizzat Kürt halkına karşı katliamlar yapmış olmasından kaynaklanmaktadır. Öldürülen Kürt gençlerinin sayısı yüzbinlerle ifade ediliyor. Bunlardan on binlercesi iç infazlar yoluyla ortadan kaldırılmıştır. İnfaz ettikleri gençlerin hemen hemen hiç birinin mezarı bile bulunmamakta, cesetlere ‘taş altı’ dedikleri yöntemi uygulamışlardır. Öylesine gaddar, acımasızca uygulamalar içine girdiler ki, katlettikleri insanların bir çoğunu daha sonra ‘şehit’ ilan etme riyakârlığını gösterdiler. Yine PKK terörü sayesinde 4000 binden fazla köy boşaltılmış ve üç buçuk milyonu aşan insan metropollere göçe zorlanmıştır. Eğer bugün gerçekten toplumsal yapıda huzur ve gelecekte güvenli bir ortam oluşturulmak isteniyorsa, PKK’nin taş altı ettiği insanların mezarlarını göstermesi gerekir. Ayrıca Diyarbakır Anneleri’nin çocuklarına kavuşması en doğal haktır. Ailelerden kaçırdıkları çocukları sağ sağlim geri vermeliler.

 Neredeyse yarım asra yakın PKK terörünün vahameti bilindiği için10.03.2025 tarihli makalemde;‘(…)PKK’nin kendini fesh etmesi, silahlı teröre son vermesi, yine bazı eller aracılığıyla farklı bir kimlik altında, farklı hareket tarzlarıyla provokasyonlarına devam etmeyeceği anlamına gelmeyebilir. Bu konuda özellikle dikkatli olmak gerekir.’ yönlü bir uyarıda bulunmuştum. Nitekim Birden bire Ali Haydar Kaytan’ı ve Rıza Altun’u ‘şehit’ ilan etmede gecikmediler. Aslında hiç zaman kaybetmeden sergilen bu tavır, olası gelişmelere karşı bazı merkezlere göz kırpmadır.

    Baskılara dayanamadığını söyleyip, yaptığı işkenceleri ve katlettiği insanları açıklayacağını söyleyen Kaytan, zaten ölümünden çok önceleri akli dengesini tümüyle kaybetmişti. Aynı durumda olan Ali rıza Altun’un da özellikle Fransa’da yaptığı mali yolsuzluklar, Avrupa, Rusya ve Beyrut mafyalarıyla içli dışlı olmanın doğurduğu sakıncalar bahane edilerek ölüme terk edildi. Ayrıca Rıza Altun iki sefer örgütten kaçma girişiminde bulunmuştur. Bu her iki kişi de, Lolan’da ve Bekaa’da yüzlerce insana işkence yapmaktan ve kurşuna dizmekten suçludurlar. Bu kişilerin ve ekiplerinin uyguladıkları işkençe yöntemleri Auschwitz kapında dahi uygulanmamıştır. Bu her iki kişi de özellikle Dersim’li gençleri katletmiştir. PKK’nin iç infazlarda daha çok Dersim’lileri hedef alınmasının tarihi ve sosyolojik nedenleri vardır.

  Kaytan ve Altun şimdi adeta efsaneleştirilmeye çalışılmakta. Aslında bu yönlü girişimler tam anlamıyla geleceğe yönelik bir dizi provokasyonların ip uçlarını vermektedir. Aynı zamanda halkın aklıyla oynamadır. Kaytan’ın hiçbir teorik ve pratik gücü yoktur; iddia edildiği gibi hiçbir kitabın hazırlanmasında yer almamış ve yazdığı kitap da yoktur. Serxwebûn dergisinde zaman zaman zar zor kaleme aldığı birkaç makalesi vardır. Rıza Altun ise, bambaşka bir ucubedir; daha çok PKK’nın bilinen koltuk değnekçilerince abartılan ve reklamı yapılan biridir. Aslında 1978’in sonlarında örgütten atılmıştır. Yurt dışı serüveni başlayınca Öcalan tarafından tekrar örgüte alınmış, işkence yapmakla ve cinayetler işlemekle görevlendirilmiştir.

  Şimdi bu kişilerin sahip olduğu mezhep kullanılarak özellikle Dersim’de ciddi provokasyonlara hazırlık yapılmakta. Sunnileştirmenin ve müritleştirmenin bir aracı olarak kullanılmaktadır. Hem böylece iç infazlar yoluyla katlettikleri 15 bin insan unutturulmak istenmekte. Katilleri masum gösteren yol ve yöntemler denenmektedir. Önümüzdeki süreçte Dersim halkı, daha çok da gençler bu oyunlara alet olmamalı, her türlü tertibe karşı uyanık olmalı. Kitle psikolojisi temel alınarak halkta anlık infialler yaratıp, politikalarına taban bulmaya çalışacaklar. Yani her çeşit algı operasyonlarına karşı özellikle Dersim halkı uyanık olmalı.

27.05.2025

Baki Karer

23 Mayıs 2025 Cuma

 22 mayıs

PKK’nın katlettiğ ve ettirdiği 100.000 Kürt ile birlikte infaz ettiği binlerce Kürtyurtseveri biliniyor.Avrupa Devletleri tarafından korunan Kesire ve Baki Karer gibi yüzlerce “yaşayan ve gizlenen ölüler” var.Onlar da unutulmasın.

YANITIMDIR

    Sayın İbrahim Güçlü, PKK’yi ve sergilediği pratiği eleştirmeye çalışırken; elmayla armudu birbirine karıştırmışsınız. Bu tür sorunları çalakalem ele almaktan uzak durmanızı isterdim. Yaşanan süreci ve bu süreçte ortaya çıkan gelişmeleri burada uzun uzadıya irdeleyecek değilim. Niyetim her hangi bir konuda tartışma hiç değil. Uzun bir dönemden bu yana sizi koruyan ve halen de yanılmıyorsam pasaportunu taşıdığınız devlete ait ülkede kaldığım bir sır değil. Ben de sizin gibi o ülkeye 12 Eylül koşullarında gittim.

    Kesire’yi sahiplenmeniz, bir anlamda savunmanız elbette sizin tercihiniz. Ama sorun siyasal alanla ilgili tercihleriniz sözkonusu olduğunda, eleştiri hakkımı saklı tutarım. A.Öcalan’da PKK hakkında fesih kararı aldı ve uyguladı. Bu tutum, bir anlamda Öcalan’ın PKK’yı terk etmesi anlamını da taşır. Bahsettiğiniz anlamda, Kesire benzeri Öcalanı’da unutmamayı temel aldığınız zemin, tüm Kürt yurtseverlerce tartışılır bir durumdur. Böylesi bir zemin üzerinde durmada ısrarlı olacağınıza, inanmak istemiyorum.

    İkinci bir hususa daha değinmek istiyorum: Hiçbir zaman ‘yaşayan ve gizlenen ölü’ olmadım. Bunu siz de çok iyi biliyorsunuz. Derneklere, partilere üye olmadım, her hangi bir grup veya çevre ile kendimi ilişkilendirmedim. Böylesi bir hareket tarzını bahsettiğiniz biçimde sıfatlandırmanız sadece sizi bağlar. Ben öyle çok konuşup, hep kendini tekrarlayanlardan ve sonuçta ortaya değer koyamayanlardan uzak durmaya çalıştım. PKK ve pratiği üzerine yaklaşık 2500 sayfayı aşan yazılarım, makalelerim var. Çok iyi sonuçlar da aldığımı sanıyorum. Tabii bu benim takdirim…Yani sessiz sedasız yerimde oturmayı tercih etmedim. Her zaman her türlü haksızlığa ve kötülüğe karşı elimden geldiğince karşı koymaya çalıştım. Önemli olan karşı koyuştur, boyun eğmemedir. Tüm bunlardan hiç haberdar olmamış gibi davranmanızı anlamlandırma sadece bana düşen bir görev değildir. Sadece siz değil, sizin gibi yüzlerce, binlerce insan bana ulaştı, ulaşmaya devam ediyor ve istediği her konuyu da tartıştı, tartışıyor; bunların çığırtkanlığını yapmam.

22.052025

Baki Karer

 

8 Nisan 2025 Salı

 ORTA DOĞU’DA SAVAŞ ATMOSFERİNİN TÜRKİYE’YE YANSIMALARI

- 3-
Küreselleşme, toplumların ve ulusların sosyal yapısında ortaya çıkardığı olumlu sayılacak değişimler kadar olumsuz değişimlere de neden olmuştur. Üretim, tüketim ve üleşim alanlarında geçmiş dönemlerle kıyaslanmayacak kadar dengesizliklere yol açmıştır. Öyle ki; bir sınıfa ait olmanın, sınıf atlamanın kıstasları dahi değişmiştir. Toplumlarda herhangi bir sosyal sınıfa ait olmada, hatta bireyselleşmede bile farklı davranış ve düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunların her biri bu dönemde tartışmalara açık alanlardır.
Her ne kadar ülkeler arası sınırlar korunuyor olsa da dünya oldukça küçülmüştür. Ekonomik, kültürel, teknik, askeri vb. alanlarda ortaya çıkan her yeni gelişme şu veya bu boyutta tüm coğrafyalarda yankı buluyor. Bu nedenle dünyanın herhangi bir bölgesinde ortaya çıkan ekonomik zıtlaşmalar ve askeri çatışmalar sadece bölgeleriyle sınırlı kalmamakta. Hatta öylesine ilginç bir dönemde yaşıyoruz ki, bir soykırım hareketi bile kendine taraftar bulup sempati toplayabilmekte. Batı dünyası, Rusya Federasyonu’nun Ukrayna ile çatışma içine girmesini bir çok sorunu örtülemede bahane olarak kullanıyor. Esas sorun, küreselleşmenin ulaştığı boyuttur; bazı bölgeler şimdilik ciddi ve uzun süreli çatışmalara yol açmayacak biçimde yeniden dizayn ediliyor. Bu süreçte özellikle bölgesel düzeyde rol oynayacak güçlerle birlikte hareket edilmeye özen gösterilmekte. Yani kurulmak istenen dengelerde bölgesel güçlerin rol oynaması kabul görüyor. Süper güçler ve diğer sanayileşmiş ülkeler bir anlamda buna mecburdur. Bu tutum, yeni dönemin, yani birden fazla kutuplu dünya koşullarının bir gerçeğidir.
Yeni ticaret yollarının ve enerji kaynaklarının güvenliğinin salt süper güçlerce korunması pek mümkün görünmemektedir. Elbette küresel dönemde ortaya çıkan bu koşulların hem olumlu hem de olumsuz yönleri vardır. Çok kutupluluk bölgesel ve daha küçük ülkeler için bir takım sıkıntılar yaratsa bile bir çok alanda da daha özgür hareket etmelerine imkan vermektedir. Günümüz koşullarının ortaya çıkardığı çok kutupluluk, 1990’lar öncesi iki kutuplu dünya koşullarıyla karıştırılmamalı. İçinde bulunduğumuz sürecin çok kutupluluğu bir çok alanda alternatiflerin ve fırsatların çoğalması anlamına da gelmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Trump iktidarıyla birlikte baş döndürücü siyasal gelişmeler ortaya çıkıyor. Artık, ‘Batı Dünyası’ dediğimiz dünya, bir olmaktan, ortak amaçlar için hareket eden güç olmaktan çıkmış durumdadır. Açıkçası; fincan kırılmış, birbirlerine duydukları güven muazzam oranda sarsılmıştır. Herkes başının çaresine bakmak zorunda. Bu anlamda Avrupa Birliğini zor günler bekliyor. Eğer Avrupa Birliği ülkeleri beraberliğini koruyup kendine özgü güvenlik politikası geliştirebilirse, ABD, Rusya Federasyonu ve Çin karşısında direngen bir zemin üzerinde ayakta kalma ihtimali yüksektir; yani alternatif konuma gelmesini tümüyle dıştalamamak gerekir. Nereden bakarsak bakalım, 3-4 kutuplu ve bölgesel güçlerin de etkin olduğu dünya düzenine doğru ilerlenmekte. İşte bu durum, yani süper güçlerin ve bölgesel güçlerin birbiriyle olan her alandaki rekabeti, sınıf ve ulusal temelli mücadeleler için fırsatlar ortaya çıkarmaktadır. Demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin daha güçlü zeminler üzerinde yükselmesini sağlamaya elverişli bir sürece doğru evrilmeyi de beraberinde getirmektedir. Önümüzdeki süreçte, kapitalizmin küresel çapta daha da derinleşecek bunalımlarına şahit olacağımız açıktır.
PKK’nin Kendini Fesh Etmesi
Bu noktada bir parantez açarsak; bizde gerek Osmanlı, gerekse de Cumhuriyet döneminde her zaman devlet öncellenmiştir. Özellikle Cumhuriyet döneminde devlet, siyasette olduğu kadar toplumsal alanda da belirleyici olmuştur. Bağımsız aydınların sınırlı oluşu ve kitlesel protesto kültürü ve geleneğinin yeterli olmayışı, devletçi anlayışın ön plana çıkmasına neden olmuştur. Bu tutum ve davranış, salt gücün temel alınmasını getirdiği için milliyetçi söylemleri de egemen hale getirmiştir, Devlet-güç-milliyetçilik üçgeni arasına sıkıştırılmış toplumu dizayn etme her zaman kolay olmuştur. Hatta böylesi bir üçgene sıkıştırılmış toplumlarda patriyarkal otoriterlik egemen hale gelir. Böylesi anlayışlar, hemen her alanda toplumu geliştirici dinamiklerin ortaya çıkmasının önünde takoz oluşturur.
Güce dayanarak milliyetçi söylemlerde bulunma, kimlik siyasetini kaçınılmaz kılar. Bu anlamda kimlik siyaseti toplumsal yapıda kutuplaşmayı, ayrışmayı, hatta çatışmayı getirir. ‘Düşük yoğunluklu’ çatışmanın bunca yıl sürdürülmesini bir de bu çerçevede düşünmek gerekir. Bu yönlü bir hareket tarzı kimlerin işine yaramıştır? Bu tartışılmalı. Ayrıca toplumsal yapının iç dinamiklerini göz ardı eden bu davranış biçimi ya da zihniyet, toplumsal sorunların çözümsüzlüğünü temel alır. Nitekim bizde de artık yolun sonuna gelinmiştir. Hızla değişen dünya koşullarında salt güce dayanmakla gidilemeyeceği görülmüştür. Küresel sorunların geldiği nokta, özellikle de bölgesel düzeyde olup bitenler, terörle ve terörist yapılanmalar kullanılarak yol alınamayacağını ortaya koymaktadır. Bu perspektiften bakıldığında, PKK ve uyduruk kuruluşları kullanılan terör aracı olmaktan çıkarılmaya çalışılmaktadır. Şu veya bu biçimde yok edilecekleri açıktır.
Birkaç ay öncesinden buyana PKK’ye silah bıraktırma çabaları üzerine yoğun tartışmalar yürütülmekte. ‘Terörsüz Türkiye’ sloganıyla hareket etme neredeyse bir ilke haline getirilmiş durumda. Aklı başında olan hiç kimsenin buna itiraz edeceğini sanmıyorum. Böylesi bir girişimin akamete uğramasını isteyenler ancak çalışmadan yaşam sürdürenler, koltuk sevdalıları, daha açıkça söyleyecek olursak, terörün ortaya çıkardığı rant’dan pay alanlar olabilir. 12 Eylül cuntasının Kürt halkı üzerinde estirdiği terörün sürekli kılınmasında bir aracı olan PKK’nin bitirilmesi, yeni bir tarihsel dönemin başlangıcı anlamını taşır.
PKK, şiddeti temel alan örgütsel yapısını sonlandırabilir. Ama PKK’nin kendini fesh etmesi, silahlı teröre son vermesi, yine bazı eller aracılığıyla farklı bir kimlik altında, farklı hareket tarzlarıyla provokasyonlarına devam etmeyeceği anlamına gelmeyebilir. Bu konuda özellikle dikkatli olmak gerekir. Kırk yıldan bu yana müritleştirilmiş, yeterince Türkleştiğini iddia eden ve Türk olmaya özen gösteren kesimlerle DEM türü örgütsel yapılarını kalıcı hale getirmeye çalışacakları aşikârdır. Çünkü yıllardan bu yana kullanılarak alıklaştırılmış oldukları için, alışkanlıklarından geri duracaklarını pek sanmıyorum. Kaldı ki, son dönemde bu doğrultuda yoğun bir çaba içinde oldukları da görülüyor. Bu yönlü çabalarında, sahte solculuğu uğraş haline getirmiş İstanbul, Ankara menşeili nesli tükenmiş grupları da yanlarına alabileceklerini göz ardı etmemek gerekir.
Terörsüz bir ortamın egemen hale gelmesiyle birlikte, PKK/DEM cenahına karşı olan kesim için çok önemli zeminin oluşacağını görmek gerekir. PKK terörüne karşı muhalefetin toparlanıp doğru hamlelerle etkin hale gelecek bir çaba içine girmesi gerektiği gerçeği kendini dayatmaktadır. Bezginlik, yorgunluk zincirinin kırılması gerektiği düşüncesi herkesçe kabul edilir. Nüansları aşılamaz farklılıklar, engeller düzeyine yükselterek bireyselliği egemen hale getirmede diretme, meydanı kimliksizlere bırakma anlamını taşır.
10.03.2025
Baki Karer

Dilaver Eren

2 Şubat 2025 Pazar

 

 

ORTA DOĞU’DA SAVAŞ ATMOSFERİNİN TÜRKİYE’YE YANSIMALARI 

-2-

    Türkiye’deki baş döndürücü gelişmeler kadar, dünyanın bir çok yerinde de  hemen hemen aynı oranda baş döndürücü gelişmeler ortaya çıkıyor. Ekonomik, siyasi, askeri vb. her alanda derin bunalımların yaşanmadığı bölge yok gibi. Uzak Doğu’dan Afrika’ya, Orta Doğu’dan Avrupa kıtasına kadar tüm bölgelerde, ülkelerde harıl harıl savaşa hazırlıklar saklanamaz durumda. Yüzlerce milyar doları bulan silahlanma yarışı gayet doğal karşılanır hale geldi. Kim kime, niçin karşı duruş sergiliyor pek tartışılmıyor. Ortaya çıkan çelişki ve çatışmaları analiz etmeye bile gereksinim duyulmadan savaş tamtamları yükseliyor her alanda. Çok tehlikeli bir sürece doğru ilerlendiği artık tartışma götürmez bir gerçek. Bahsettiğimiz süreç, Amerika Birleşik Devletleri’nde Donald Trump’un başkan seçilmesiyle çok daha ciddi boyutlara ulaşmış durumda. ABD’nin ekonomik, siyasi ve askeri alanda geliştireceği her hareket tarzı, muhakkak ki, dünyanın geri kalan ülkelerinde şu veya bu boyutta etkili olacaktır.   

Batı Dünyasının Birliği Tartışmalı Hale Gelmiştir.

    ABD, genelde, batı dünyası içinde çelişkileri  ciddi  düzeyde kızıştıracağını dillendirmeye başladı. Yani Trump yönetimi, sadece Rusya Federasyonu ve Çin’le değil, Batı’Avrupa ülkeleriyle de boyutu tahmin edilemeyecek zıtlaşmalar veya restleşmeler içine girmekten çekinmeyeceğini açıktan ilan etti. Gümrük duvarlarını yükseltme tehditi bir yana, Kanada’ya şaka yollu ABD’nin eyaleti olma teklifi, hiçte sıradan yapılmış bir teklif olarak görülmemeli. Aslında bir tehdittir. Kanada’nın yıllardan bu yana süren iç çelişkilerine, Fransız-İngiliz ayrışmasının yeri geldiğinde tekrar önplana çıkma olasalığına vurgu yapılıyor. Kanada’nın seçilmesinin asıl nedeni, Avrupa’dır. Çünkü ABD gölgesinde gürbüzleşen Kanada, daha çok Avrupa, AB ile birlikte hareket eder. Kanada’ya karşı alınan tavır, önemli ölçüde Avrupa Birliği’ne  karşı da alınan tavır anlamına geliyor. Nitekim Kanada’yla başlayan tehdıt, hemen akabinde, Grönland adasına da yöneltildi. Trump iktidarı öncelikle Grönland’ı ‘satın alma’ niyetinde olduğunu açıkladı. Gelen tepkiler karşısında daha da sertleşerek ‘işgal etme’ tehditlerine başladı. ABD tehditlerini doğrudan harekete geçiremezse bile, Grönland üzerinde ‘özgür’ hareket edecek kolaylığa ulaşması mümkündür. Danimarka ve EU’nün bu konuda çatışmayı, hele hele savaşı göze alma ihtimali yok denecek kadar azdır. Çünkü korunmasını ve güvenliğini ABD’ye teslim etmiş bir Avrupa vardır. Özellikle Kanada ve Grönland’ın hedef seçilmesinin  en önemli nedenlerinden biri diğeri de; ABD’nin Kuzey Buz Denizi’ne, yani Artik bölgesine daha yakın olma isteğidir. Önümüzdeki birkaç yüzyılı kurtaracak gaz ve yer altı rezervlerinin bölüşüm kavgasında güçlü olmanın çabası içinde. Aynı zamanda kuzeyden Rusya Federasyonu’nu kuşatma isteği de var. Böylece kuzeyde zayıflatılan Moskova’nın Çin’le güç birliği yapma imkânı zayıflatılmış olacak.

    Ayrıca, Avrupa Birliği ülkelerinin çoğunluğu, Pentagon’un gücüne güvenerek Rusya-Ukrayna savaşını kızıştırması, sadece savunmada değil, diğer alanlarda da Amerika Birleşik Devletlerine bağımlı hale gelmelerini sağlamıştır. Trump dönemiyle birlikte  bu bağımlılığın sonuçları alınmaya başlanmıştır.

    Bu yönlü ilişki ve çelişkiler ister istemez NATO içinde de ayrışmaları getirmiştir. Avrupa Birliği’nin olanca savaş çığırtkanlığına rağmen, Nato içinde bile birlikte hareket etme olanağı pek kalmamıştır. Ne Fransa ve Almanya Türkiye için, ne de Macaristan ve İspanya  Almanya için savaşı göze alır. Pentegon mevcut konjektörün bilincindedir. Bu nedenle, Trump yönetimi hem Nato içinde, hem de ekonomik ve mali alanlarda Avrupa Birliğine adeta eyalet muamelesi yaklaşımını göstermektedir.

    Her şeye rağman Avrupa’nın oldukça zayıf bir güç olduğunu, Rusya Federasyonu Karşısında direnme imkânının hiç olmadığını iddia etme, hatalı bir tutumdur. Ama Avrupa’yı edilgen kılan bir çok etmen vardır; örneğin İtalya’da Kuzey-Güney çelişkisi, İspanya’da Katalonya, Fransa’da Korsika, Büyük Britanya’da İskoçya ve İrlanda sorunu vb. Ayrıca Batı-Güney zıtlaşması ve mezhep ayrılıklarını da hesaba katmak gerekir. Tüm bu sorunlara bir de, yükselen ırkçılığın toplumsal yapıda ortaya çıkardığı tahribatlar da eklenmeli. Bu tür sorunlar ve çelişkiler, ister istemez birlikte hareket etmeyi ve bir irade oluşturmayı engellemektedir.

Küreselleşme ve Bölgesel Güçler

    Küreselleşme dünya genelinde önemli değişimlere neden olmuştur. İki kutuplu dünya koşullarından çıkılmış ve bir çok direngi noktalarına sahip dünya düzenine geçilmeye başlanmıştır. ABD, Çin ve Rusya Federasyonu gibi süper güçler ne kadar ’zor’ araçlarına sahip olurlarsa olsunlar, küreselleşmenin yaygınlaşmasıyla birlikte tek başlarına karar verme güçlerini kaybetmiş durumdadırlar.

Artık dünya düzleminde Brezilya, Türkiye, Şili, Hindistan, Meksika ve Pakistan türü bölgesel güçlerin desteği olmaksızın istikrar oluşturma dönemi gerilerde kalmıştır. Bu ülkelere son dönemlerde aldığı ağır darbelerle, gelecekte ne olacağı pek belli olmayan İran’da eklenebilir.

    Bu noktada kısaca Türkiye’ye de değinmek gerekir. Trakya ve Girit’e ABD üslerinin kurulmasıyla birlikte Türkiye’ye Avrupa sınırları yeniden hatırlatıldı. Bu tavır, Türkiye’nin sadece Avrupa sınırları dışına değil, aynı zamanda Nato dışına da itilmiş olduğu anlamını taşır. Ama bu durum, bölgesel düzeyde söz sahibi olmadığı anlamına gelmez. Her şeye rağmen, Türkiye bu ‘dışlanmışlığı’ önemli oranda fırsata çevirmiş durumda. Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Orta Doğu’da, Afrika’da önemli ittifak ve dayanışmalar geliştirmiştir. Ticaret alanında Avrupa dışında yeni partnerler edinmeye başlamıştır.  Tartışılması gereken, mevcut ekonomik ve mali düzeyi ile bu kadar geniş alanda geliştirdiği ilişkileri nereye kadar götürebilir? Bu sorunun yanıtını bugünden verme pek olanaklı değil. Faiz-kur ve sıcak para kıskacında dönen bir ekonominin ne kadar sağlıklı olup olmadığı tartışma götürmez. Alt yapıya ve daha çokta savunmaya yapılan harcamalar bugünkü düzeyi ile devam ettiği sürece, Türkiye’de keskin ekonomik kırılmalar devam edecektir. Bir de buna, her iktidara gelenin kendi burjuvazisini yaratma çabası eklenirse, kırılmaların boyutları ve acımasızlığı kendini gösterir. Ayrıca hukuk, adalet, güçler ayrılığında yaşanan kargaşa, demokrasi ve özgürlükler alanında ortaya çıkan sorunların toplumsal yapımızda açtığı yaralar göz önünde bulundurulursa, durumun vahameti daha iyi kavranır. Unutulmamalı ki, son yüzyılın bir türlü aşılamayan sorunlarıdır bunlar.

Suriye’de iktidarın yıkılışı ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Bölgede oynadığı rol. 

    Suriye’de iktidarın yıkılışının Türkiye’nin bölge genelindeki hedeflerine hizmet ettiği açık; Suriye, Lübnan, Ürdün ve Mısır’a kadar uzanan alanda daha çokta Fransa’yı dıştalamayı temel alan bir strateji izleniyordu. Türkiye, Esad rejiminin yıkılması için yıllardır tüm imkânlarını seferber ettiğini hiçbir zaman saklamadı. Öte yandan, Rusya Federasyonu’nun Akdeniz’de askeri üstler edinmesinden rahatsız olduğunu da gizlemedi. Hele hele İran’ın oluşturduğu şii çemberi içinde kalmayı hiç kabullenmedi. Başlarda ABD ile Suriye üzerinde ittifak yapması da böylesi nedenlere dayanıyordu. Bu çabalara rağmen, Beşar Esad iktidarının yıkılmasında asıl belirleyici rolü İsrail oynamıştır. Gazze üzerinde İsrail’le karşı karşıya gelen Ankara, Suriye üzerinde doğal ittifakçı konumuna gelmiş durumdadır. Bir anlamda Suriye, İsrail ve ABD eliyle Türkiye’nin bohçasına bırakılmış oldu.

    Esad rejiminin yıkılmasından sonra Suriye’de zorlu bir sürecin kapısı da aralanmıştır. Türkiye’nin tek karar verici güç olmadığı ortada. ABD, Avrupa Birliği ve Körfez ülkeleri şu veya bu oranda etkili olmaya çalışacaktır. Şimdiden İktidarın oluşumu ve yönelimleri konusunda hemen herkes söz sahibi olmak istiyor. Buna keskin bıçak üzerinde yürütülen politika da diyebiliriz. Türkiye’nin, Suriye’de istikrarlı bir ortamın egemen hale gelmesinde belirleyici rol oynayıp oynamayacağını bekleyip göreceğiz. Bu alanın Beşir Esad yönetimi dönemindekine benzer şiddetli çatışmalar içine girme ihtimali pek azdır. Çünkü şiddetli ve sürekli hale gelecek çatışmalardan hiç bir tarafın çıkar elde etme imkânı yoktur. Suriye’de iç çatışmaları acımasız ve sürekli kılacak tek zayıf nokta, oluşmaya başlayan iktidarın İslami yapılanmayı temel alarak, Kürtleri, Nasturileri ve diğer dinlere mensup azınlıkları görmemezlikten gelmeye kalkışmasıdır.

    Suriye’de iktidarın biçimlenme sürecinde bir çokları, Pkk/Pyd’nin sorun olacağını, federatif veya Kantonsal bir yapının oluşacağı iddiasında bulunmakta. Hatta ABD ve AB’nin bu konuda sonuna kadar Pyd’ye diretmede bulunacağını ileri sürenler bile var. Bunların hemen hemen tümü hayalden öte bir anlam taşımamaktadır. Böylesi konularda doğru düşünceler ileri sürmek için Pkk/Dem’in  yönetimine ve sahip oldukları niteliklerin yanı sıra girdaplarda yürüttükleri politikanın sonuçlarına bakma yeterlidir. Aynı biçimde Pyd’nin de Suriye’de Arap aşiretlerinin çıkarlarına hizmet eden bir yapılanma olduğu gerçeği görülmeli. Geçmişte Esad rejimine yaptıkları sınır bekçiliğini, HTŞ iktidarı döneminde de sürdüreceklerini şimdiden beyan ettiler. Yani Şam’la ters düşecek herhangi bir çözüm peşinde olmayacaklarının garantisini vermiş durumdalar. Hemen hemen her söylemlerinde ‘Kürt kimliği’peşinde olmadıklarını açıkça söylemekteler. Böylesi koşullarda Pkk/Dem/Pyd hattının halen silahı ön planda tutma istemlerinin başka amaçlar içerdiği artık tartışma götürmez. Aslında Pyd’nin abartılmasının veya hedef gösterilmesinin nedenlerinden birisi de, Roj peşmerge güçlerinin dönüşünü engellemek içindir. Bu anlamda Pkk/Pyd, Roj peşmergelerine karşı tampon olarak kullanılmaktadır. Başından itibaren Esad yönetiminin ‘uç beyliği’ görevini yükümlenmiş Pyd olgusu kabul edilmezse, gerçek tablo ortaya çıkartılamaz. Olaya duygusal ve slogancı perspektiften bakmamak gerekir. Rojava’da olup bitenleri kavramakta zorluk çekilmemesi için, eleştirel düşünme temel alınmalı. Ezberci ve otoriter düşünce halkalarının dışına çıkan yaklaşım tarzı egemen kılınmalıdır.

    Şu günlerde herkes, Yüzer-Gezer Yat’tan ne haber gelecek diye müthiş bir bekleyiş içine girmiş durumdadır. Gelecek açıklamanın hiçbir değeri, dolayısıyla sürece hiçbir etkisi olmayacaktır. Olumlu bir beklenti içinde olanlar varsa, şimdiden onlara mutlu rüyalar... Gelişmelere bakılırsa, Kandil yönetimi İran’da konuşlanarak, ABD ve İsrail tarafından yapılması muhtemel dış müdahale koşullarında Rojhilat’da görev üstlenmenin beklentisi içinde olacak.

    Pkk ve Pyd hangi yöne giderse gitsin, önümüzdeki süreçte, Orta Doğu’da Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni dikkate almayan girişimlerin kalıcı başarılar elde etmesinin zemini kalmamıştır. 16 Ocak 2025’de Pyd’nin Mesut Barzani ile görüşmesinin bir nedeni de budur. Belli ki, değişen koşulların kimlerin lehine işlediğinin farkına varıp, bükemedikleri eli öpme ihtiyacı duydular. Pyd cenahının bu yaklaşımı, gelecekte entrikacı davranmayacakları anlamına gelmez.

    Ne olursa olsun, dünya genelinde olduğu gibi Orta Doğu da çok ciddi değişimlere gebedir.  

2.02.2025

Baki Karer


11 Ocak 2025 Cumartesi

ORTA DOĞU’DA SAVAŞ ATMOSFERİNİN TÜRKİYE’YE YANSIMALARI

 

ORTA DOĞU’DA SAVAŞ ATMOSFERİNİN TÜRKİYE’YE YANSIMALARI
-1-
Önce Büyük Millet Meclisi’nde Dem'lilerin sırtını sıvazlama misali el sıkışmasıyla başladı. Bir çokları gözlerine inanamadı; kimi gözlerini ovuşturmaya başladı, kimi gözlük numaralarının yeterli olmadığı sanısına kapıldı. Oysa Dem sıralarında el öpme yarışına girmenin kargaşalığı yaşanıyordu. Yani hizmetlerinden dolayı ’Yuvaya’ kabul edilişlerinin mutluluğu çehrelerine öylesine yansımıştı ki, sevinçten gözyaşı, salya sümük birbirine karışmıştı. Aradan çok geçmeden 15 Ekim’de Devlet Bahçeli esas sürprizini yaptı; malum bayın hizmet aşkını dillendirerek, "Terörün bittiğini, örgütünün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin" dedi ve noktayı koydu. Ama asıl şaşkınlık, 22 Ekim Milliyetçi Hareket Partisi Meclis Grup Toplantısı’nda yaşandı. Devlet Bahçeli, “Şayet terörist başının tecriti kaldırılırsa, gelsin DEM Parti grup toplantısında konuşsun, terörün bittiğini, örgütün lağvedildiğini ilan etsin.” dedi ve aynı zamanda önümüzdeki süreçte Orta Doğu politikasında izlenecek stratejiyi de belirlemiş oldu. Sadece bu kadar değil; son 50 yılın çok katmanlı örtüsü de böylelikle kaldırılmış oldu. Öcalan ve binbir şürekasının hangi ışık almaz diplerde yetiştirilip kullanıldığının ilanı yapıldı, yani resmen kabullenildi ve bundan böyle tabu olmaktan çıkartıldı. Bu yönüyle çok olumlu bir gelişme olduğunu kabul etmeliyiz. Asıl önemli olan da, bölge genelinde siyasi gelişmelerin ve silahlı çatışmaların aldığı boyutun, bu açıklamalara yol açmış olmasıdır.
Şu anda olup bitenleri kavrayabilmek için Orta Doğu, Avrupa, Çin Denizi ve Arktik bölgelerindeki siyasal ve askeri çatışmaların nedenlerine kısaca değinmekte yarar var. Yani dünya savaşına bile yol açma tehlikesi içeren bir süreç yaşanmakta. Türkiye de mevcut ve muhtemel gelişmelere yönelik bir tavır, duruş veya hazırlık içindedir. Özellikle bölge düzeyinde ortaya çıkabilecek askeri ve siyasi gelişmelerde belirleyici olmanın çabası içinde. Bir çok çelişki ve zıtlıkları içinde barındırsa da, hallaç pamuğu haline gelmiş kucağındaki İmralı misafirini alternatif haline getirme çabalarını, bu çerçevede düşünmek gerekir.
Bölgesel Çatışmaların Nedenleri
Küreselleşme ciddi bir tıkanıklığın içine düşmüş durumda. Uluslararası sermaye genelde kendine bir çıkış ve sürekliliğini devam ettirecek çözümler bulmak istiyor. Sermayenin merkez ülkelerinde her ne kadar demokrasiden, insan haklarından bahsediliyorsa da egemen oldukları pazarlardaki hükümranlıklarından geri adım atmak istemiyorlar. Onlar için demokrasi, insan hakları ve bu yönde oluşmuş kurumların ve sivil oluşumların hareket sahası, önemli ölçüde vahşi kapitalizmin kâr anlayışıyla sınırlandırılmıştır. Kapitalizm, buhranlı noktaya geldiğinde, Protestan geçmişini unutup çok rahat irrasyonelliğe yönelebilmektedir. Dünya savaşlarında yaşanmış yıkım tüm yönleriyle biliniyorken, emperyalizm, hükümranlığı temel alan uygulamalarından geri durmamaktadır. Bugün Orta Doğu’da ve diğer bölgelerde yaşanan çatışmalar ve savaşlar bu anlayışın bir ürünüdür. Yani genelde ve özellikle de Orta Doğu’da parya kapitalizmin yol açtığı buhranın sonuçları yaşanmakta. Enerji ve uluslararası ticaret yollarına sahip olma kavgası verilmekte; son tahlilde yeniden pazar bölüşümü sürecine girmiş durumdayız.
Sosyalist sistemin yıkılışı, Çin’in birtakım farklılıklar içerse de kapitalist sermayenin yoğunlaştığı bir merkez haline gelmesi, ister istemez pazarlarda kayganlığı daha da arttırmıştır. Sanayileşmiş ülkelerin sahip oldukları pazarlarda küreselleşmeyle birlikte yaşanan kayganlık kadar, bu ülkelerdeki çalışanların iş güvencelerinin giderek sınırlandırılması, saldırganlığın yayılmasının bir başka nedenidir. Bazı ülkeler arası ve bölgesel düzeydeki çatışmaların yaygınlık kazanmasını, bir de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Ukrayna-Rusya Federasyonu arasında devam eden çatışmaların pazar bölüşüm kavgası olmadığını kimse iddia edemez. Aynı biçimde şu anda devam eden İsrail-Hamas ve yine İsrail-Hizbullah arasındaki çatışmalar sadece İsrail’in daha fazla toprağa sahip olma isteminden kaynaklanmamakta. Yani, Avrupa’nın desteğiyle ABD öncülüğünde yeni ticaret yollarının açılması ve enerji yollarına tam anlamıyla egemen olma isteminin belirleyici payı var. Orta Doğu’daki bu gelişmelere bir de, Doğu Akdeniz’in yer altı zenginliklerinin bölüşüm çabaları eklenirse, mevcut askeri ve siyasal alandaki çatışmaların hedeflerini de kavramış oluruz.
Başta ABD olmak üzere Batı dünyasının belli başlı ülkelerince İsrail, Orta Doğu’da koçbaşı olarak kullanılmaktadır. İsrail, Gazze’yi önemli oranda ‘sorun’ olmaktan çıkarırken, Lübnan’da da Hizbullah’ı etkisiz hale getirmeye çalışmakta. Aslında İran’ın bölge genelinde dayanakları önemli oranda sınırlandırılmak istenmekte. Özellikle radikal İslami yapılar, Orta Doğu’ya özgü ortaya çıkmış veya çıkartılmış terörist oluşumlar adım adım tasfiye edilmekte. Sonuçta, tüm bu olup bitenler; kapitalist emperyalist sistemin çöküntüye doğru gitmeye başlayan küreselleşme politikasını kurtarmak için dünya pazarlarını yeniden bölüşmeye kalkışma çabasıdır. Bu noktada Amerika Birleşik Devletleri, öncü rol yüklenmiş durumdadır. Birinci Dünya Savaşı sonrası Büyük Britanya’nın oynadığı rolü, günümüz koşullarında Amerika Birleşik Devletleri’nin oynayıp oynayamayacağını önümüzdeki süreç ortaya çıkaracaktır. Orta Doğu’da mevcut sınırların değişip değişmeyeceğinin yanısıra, Artik ve Çin Denizi’nde yaşanan sorunlara yaklaşım tarzı önemlidir.
Milliyetçi Hareket Partisi’nin çağrısı
Herkesin dikkati Ukrayna-Rusya Federasyonu arasındaki çatışmalara odaklandığı bir anda, 7 Ekim 2023’de Gazze’nin hâkimi Hamas, İsrail’e saldırdı. Bu bir nevi savaş ilanının arkasında hangi aklın olduğu ve ne tür amaçlar taşıdığı ayrı bir tartışma konusu. Hamas’ın eylemini fırsat bilen İsrail, karşı taarruza geçerek Hamas’ı büyük oranda etkisiz hale getirdi. Gazze şu anda ağırlıklı olarak İsrail’in işgaline uğramış durumda. Aslında Filistin’nin bölünmüşlüğünü temsil eden Hamas, Filistin ulusunun çıkarlarına ters düşen olumsuz tavrını bir kez daha sergilemiş oldu. Bugünkü olup bitenlere baktığımızda, İsrail’in çıkarlarına hizmet edildiğine şahit olmaktayız. İsrail, devlet sınırlarını Filistin toprakları üzerinde daha da genişletmede sınır tanımamakta artık. En önemlisi de, batı dünyasının bu genişlemenin yanında yer almış olmasıdır. Öte yandan Rusya Federasyonu ve Çin de İsrail’in yeni toprak kazanımına karşı aktif bir yönelim içinde değil. Adeta suskunlar. Belki de, ABD ve Avrupa’nın Orta Doğu’da takılıp kalmasını, çıkarları açısından daha yararlı görüyor olabilirler.
Süper güçlerin bölgesel çıkar ve çelişkilerinden yararlanan İsrail, İran’ın güç kaybetmesini, hatta devlet olarak parçalanmasını istemekte. Bunun için elinden geleni ardına koymuyor. ABD ve Avrupa’yı da bu yönlü girişimlerine pratikte ortak etmenin çabası içinde. Suriye ise önemli ölçüde halledilmiş durumda. Tekrar ayağa kalkmasının uzun yılları alacağı ortada. Suriye üzerinde mezhepleri veya milliyetleri temel alan bölünmelerin ortaya çıkıp çıkmayacağı pek belli değil. ABD ve İsrail’in hareket tarzına bakılırsa, mevcut devlet sınırlarının korunmasından yana bir tavır var. Elbette bu noktada Rojava çok farklı bir zeminde ele alınmalı. Rojava’ya egemen olan yani Pkk/Pyd anlayışı, Kürt toplumunun önemli bir kesimini Esad’ın ve ABD’nin paralı askerleri durumuna getirmiştir. Şu anda Rojava’da sahneleri birbirinden kopuk bir tiyatro sergilenmektedir.
Bazı çevreler, İsrail’in, Gazze’den başlayarak G.Lübnan’ın Litani Nehri’nin doğusunu Golan’la bütünleştirip Rojava sınırlarına dayanacağını iddia etmekte. Bu Bir abartıdır. Bu durum yüz kiloluk bir gövdeye bin kiloluk kanat takmaya benzer. Yani İsrail’in bunu yapacak ne devlet gücü, ne askeri gücü, ne de nüfusu vardır. Bu kadar geniş, aynı zamanda sorunlu arazi parçası üzerinde denetim sağlama imkanı yoktur. ABD’nin aktif desteği olsa bile, İsrail’in böylesine ağır riskleri göze alacak kadar devlet aklından yoksun olduğu düşünülemez. Nitekim, Lübnan topraklarında Hizbullah güçlerine karşı tam bir başarı elde edememektedir. İlerlemede inat etmenin kendisine çok pahalıya mal olacağını görmüş durumda. Şu anda Lübnan’la, aslında Hizbullah'la ‘geçici’ denilse de ateşkes anlaşmasına razı olmuştur. Bu noktada biraz soluklanmak isteyen İsrail’in yeni hedefinin İran olacağı tartışılmakta. İran’a yapılacak bir saldırıya ABD’nin katılma ihtimali, Orta Doğu’ya bambaşka bir çehre kazandıracaktır. Gazze’den başlayan Lübnanı kapsayan ve Suriye’de Baas rejiminin yıkılmasına sebeb olmuş askeri ve siyasi gelişmelerin, Tahran’ı da içine alma olasılığına karşı Türkiye, tayakkuza geçmiş durumdadır. İşte Milliyetçi Hareket Partisi’nin çıkışını bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
MHP’nin çağrısı, uzun vadede Orta Doğu’da muhtemel gelişmelere karşı ‘Kürt kartına' oynamadır. Türkiye için önemli olan Musul-Halep hattıdır ve bu hattı oluşturmanın gayreti içindedir. Musul-Halep hattının dışındaki bölgelerde ABD’nin oynayacağı role karşı ciddi bir tavır yoktur. Türkiye’nin Pençe-Kilit operasyonu, bahsettiğim bu hat ile bağlantılıdır.
Kimileri, İsrail’in İran’ı ve Suriye’yi parçalara böleceğini düşünmekte. Her şeyden önce, İsrail tek başına karar verme gücüne sahip değildir. ABD ise, bu yönde bir hareket tarzı izlememekte; bugün için gücünü, bölge çapında denetim ve baskıyla sınırlama niyetinde. Suriye, Irak, Lübnan ve İran’da mevcut devlet sınırlarıyla oynama yönünde bir tavır sergilememektedir. Gerek bölgesel, gerekse de dünya düzleminde var olan güçler dengesinin, sınırlarla oynamayı ne kadar olanaklı kıldığı ayrı bir tartışma konusu. Ayrıca, uzun süreli savaş ve karmaşa, ticaret ve enerji yollarının güvenliğini tehlikeye atacaktır. Bu durum sanayileşmiş ülkelerin de ekonomilerini sarsacak önemli bir faktördür. Kapitalist-emperyalist sistem her zaman en yüksek kârı nasıl elde edeceğini düşünür. Ama Orta Doğu’da kimse keskin hatlarla belirlenmiş çerçeveler çizemez; her şey her an alt üst olabilir ve beklenmedik gelişmeler ortaya çıkabilir.
ABD’nin Büyük Orta Doğu projesinde başlarda çizdiği hedeflerle günümüz koşullarındaki hedefleri arasında önemli değişiklikler vardır. ABD, İran’ın kolunu kanadını kırdıktan, İsrail’le savaş yapma olanaklarını büyük oranda yok ettikten sonra, güçlerinin büyük bir bölümünü Bölge’den çekecekmiş gibi görülüyor. Ağırlıklı olarak izlenen strateji bu yöndedir. ABD’de iktidarı kazanan Trump’un, dünya pazarlarının yeniden bölüşüm kavgasında belirleyici olan alanlara döneceği iddiası, pek de yabana atılacak iddia değildir. Yani, Arktik ve Çin Deniz’inde güçlerini yoğunlaştırmaya çalışacak.
Tüm çelişki ve askersel çatışmalara karşın Orta Doğu ve Kafkaslar muhtemel bir dünya savaşının belirleyici alanları olmaktan uzaktır.
09.01.2025
Baki Karer

ANLAMAK ZOR

  ANLAMAK ZOR Birkaç hafta önce, yüzer-gezer yatın adamı, eline sıkıştırılmış bir makale yayınladı. Makalede yıllar önceden değindiği ko...