13 Şubat 2017 Pazartesi

Cumhuriyet Halk Partisi'nin Hırçınlığı ve Referandum


Cumhuriyet Halk Partisi'nin Hırçınlığı ve Referandum - Baki Karer

    Anayasa değişikliği tasarısının Büyük Millet Meclisi'ne sunulmasıyla birlikte gazetelerin birinci sayfaları ve televizyon haberlerinin ilk sırasını milletvekilleri arasında yaşanan tepişmeler ve yumruklaşmalar almaya başladı. Gerek muhalefeti, gerekse de iktidar partisini destekleyen gazete ve televizyon kanalları kavgaları, yumruklaşmaları eleştirecek yere, çıkan olayları mizansenleştirerek aktarmayı yeğlediler. Hatta gazeteler ve televizyonlar destekledikleri tarafın attığı yumruk ve tekmenin ne kadar gerekli olduğunu anlatabilmek için siyasal gerekçeler! öne sürecek kadar gülünçleştiler. Parlamentodaki yakışıksız davranışları, sahip olduğumuz kültürün bir parçası olarak sunmaya çalıştılar.
    Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde anayasa maddeleri tartışılırken ve her bir maddenin oylanması sırasında CHP’nin neden karmaşa ortamı yaratmak için kavga arayışı içinde olduğunu anlamak gerçekten çok zor. Çünkü Kavgayı başlatan ve sürdüren CHP idi. Koltuk değneği durumunda olan HDP’nin verdiği desteği de hesaba katmak gerekir. Muhalefet ediyormuş gibi gözüken her iki kesimin, bu göstermelik eylem biçimlerinin halkta yankı bulacağını sanmıyorum. CHP’nin bu davranış biçimi, politik düzlemde ne oranda çıkışsız bir noktada olduğunun da göstergesidir. Bugüne kadar ciddi bir biçimde cunta anayasasının değiştirilmesi yönünde hangi çabalarda bulunmuştur? Yürüyüşler, mitingler, kitlesel toplantılar vs. düzenlediğine şahit olmadık. Bu konuda yürüteceği aktif, ısrarlı çabalarında toplumun çoğunluğunun desteğini alacağını bildiği halde, direniş içine girmemiştir. Oysa faşist cuntanın anayasasını değiştirmek için her kesimle mutabakat arayışının başını çekebilirdi.
    CHP’nin bu derece hırçınlaşmasının altında çok daha farklı nedenler yatmaktadır. Bu günkü yönetim bu nedenleri araştırıp açığa çıkarma cesaretini gösteremiyor. Giderek daralmasının sosyolojik yönden irdelemesini yapmaya kalkışsa, içine girdiği kısır döngüden çıkış noktasını da bulacak. Böylesi bir tutum içine girme cesaret ister; çünkü bu yönlü bir arayış içine girme bile örgüt yapısında çok ciddi alt üst oluşları beraberinde getirecek. Bunun bilincinde olmadıkları söylenemez. Aslında CHP’nin yaşadığı dram tüm Avrupa ülkeleri için de geçerlidir Fransa'da veya Bazı Avrupa ülkelerinde sosyal demokratların iktidar olması bizi yanıltmamalı..  Orta ve küçük burjuva kesimlerinde yaşanan kayganlık, işçi sınıfının ekonomik konumu sosyal demokrat partilerin tabanının daralmasına neden olmakta. Geçmişin köylü-işçi dayanışması yok. Yine orta sınıfın katmanları arasında ekonomik ve sosyal yaşamda geçmişin ciddi makas açıklığı giderek azalmakta. Avrupa ülkelerinde ne orta kesimler, ne de işçi sınıfı mülk edinmede ciddi bir sorunla karşılaşmamakta. Pazar ilişkileri içinde bir esnafın ticaret yaparken aldığı risklerle, bir işçinin daha fazla mülk edinmede aldığı riskler arasında fazla bir farklılık yoktur. Bu nedenle özellikle ekonomik alanda sosyal demokrat partilerin uygulamalarıyla liberal partilerin uygulamaları arasında ciddi uçurumlar bulunmamakta. Hatta sosyal demokratlarda giderek daha sağa kayışın gözükmediğini söyleyemeyiz. İşçi sınıfının yoğun olduğu merkezlerde liberal politikalar daha fazla destek bulmakta. Bugün Fransa ve Almanya başta olmak üzere, İsveç gibi ülkelerde bile Nazist örgütlenmelerin ciddi boyutlarda oy toplamaları ve bunların da sosyal demokrat cephede ciddi tepkiyle karşılaşmaması düşündürücüdür. Avrupa’da milliyetçiliğin yükselişe geçmesi demek savaş riskinin her zamankinden daha fazla artması anlamını taşır. Yaşlı kıtada Türk, İslam ve genelde yabancı düşmanlığının bu derece zirve yapması boşuna değildir. Üstelik Nazist örgütlenmelere desteğin daha çokta orta sınıfın iyi kazanan kesimlerinden gelmesi üzerinde bir kez daha düşünmek gerekir. Geçmişin ‘dazlak’ ve ‘fukara’ kesimlerinin milliyetçiliği ile bugünkü küreselleşme döneminin savaş çığırtkanlığı yapan milliyetçiliği aynı değildir. Eğer bu farklılığı göremezsek giderek karmaşıklaşan siyasal sorunlara da çözüm bulamayız.
    Özellikle küreselleşme döneminde Avrupa ülkeleri için geçerli ekonomik ve sosyal koşullar, aşağı yukarı Türkiye için de geçerlidir. Bu gün Türkiye'de de ağırlık basan yön zenginleşmedir.  Daha önceki dönemleri bir tarafa bırakalım, 80 ve 90’lı yılların içler acısı fakirlik tablosu kaybolmuştur. En ücra köylerde bile modern binalar yükselmekte ve içleri çağımıza uygun yaşam sürdürmeyi sağlayacak her türlü modern araç gereçlerle döşenmekte. Örneğin  Türkiye’de nüfusa göre ev sahibi olma oranı yüzde 67,3, yine motorlu taşıta sahip olmada dünya ülkeleri arasında 60’cı sırada bulunuyor; her dört kişiye bir taşıt düşüyor. 2006’da maddi yoksunluk oranı yüzde 60,4 iken 2012’de bu oran yüzde 20,4 düşmüş, bu oranın içinde renkli televizyon, otomobil ve telefona sahip olma da var. Tüm bu rakamlar hiç de yabana atılacak rakamlar değil. Çizelgenin yönünün zenginleşmeden yana olduğunu göstermekte.
    Artık uzun yıllardan bu yana Türkiye'de şehirde yaşayanlar kırsal kesimde yaşayanlardan daha çoktur.Yani köylülük nüfusun az bir kesimini teşkil etmekte; genel nüfus içinde köylülüğün oranı %24 civarında seyretmektedir. Özellikle doksanlı ve iki binli yıllarda yoğunlaşan kırdan kente göçle oluşan 'kenar mahalle'ler giderek kaybolmaya başlamıştır; hem ekonomik, hem de sosyal yaşam ve kültürel açıdan şehir merkezleriyle bütünleşme sürecine girmiştir. Geçmişte horlanan 'göçmenler' artık zenginlikte şehir merkezleriyle sadece yarışmamakta, aynı zamanda merkezlerde yoğunlaşmaya başlamıştır. Bu durum, ister istemez siyasal tercihlerde belirleyici rol oynamaktadır. Şeyh, ağa ve aşiret reisinin veya eskinin kasaba eşrafının tercihleri doğrultusunda oy kullanma dönemi çoktan sona erdi. Küreselleşme koşullarında pazar ilişkilerinin getirdiği çıkarlarla uyumlu siyasal tercihler yapılmakta. Yani nereden bakılırsa bakılsın, Cumhuriyet Halk Partisi'nin tabanı hemen her yönden giderek daralmakta. Bu derece hırçınlaşmasının bir nedeni de budur. Tüm bunlara bir de sınıf  mücadelesi içinden çıkmamış olması, sınıfın partisi olmaması eklenirse, bu gün içine girdiği çıkmaz daha iyi anlaşılır. Halen 'devlet kuran parti' olmaktan gurur duyan, Kürdü inkâr eden CHP, kaygan bir zemin üzerinde duruyor. 'Sosyal demokratım' demekle sosyal demokrat olamaz. Tüm bunlardan sonra geçmişini irdelemeye artık gerek yok. Anayasa değişikliğinin mecliste görüşülmesi sırasında ve şimdi de referandum sürecinde CHP'nin gösterdiği hırçınlık, siyasi arenada alternatif olabilecek strateji ve taktikler üretememesinin ürünüdür; halen köylülüğe ve eşrafa özlem duyan bir CHP vardır. 'İstemezük'lüğü de buradan kaynaklanmakta.


Referandum ve Taraflar


    Son yıllarda ateşli tartışmaların yaşandığı her dönemde 'toplum bölünüyor' veya 'toplum kutuplaşıyor' söylemleri ayyuka çıkarılmakta. Nedenini anlamak mümkün değil. Kutuplaşma söylemi, ortaya çıkan sorunları tartışmaktan kaçınmanın bir aracı haline dönüştürülmüştür. Bu tutum, bir yönüyle de 'sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış toplum' düşüncesinin fark ettirilmeden empoze edilmesidir. Ortada toplumun ayrışması veya kutuplaşması diye bir şey yok. Sorunların açık açık ortaya konulması ve üzerinde tartışılması gerekir. Zaman zaman sert ifadeler kullanılsa da, böylesi tartışmaların gerekliliği inkâr edilemez. Sonuç olarak referandumlar, toplumlarda kutuplaşmayı getirmez.

    Türkiye'de başkanlık sistemini getirmede diretenlerin başında Adalet ve Kalkınma Partisi gelmektedir. Bir süre sonra buna Milliyetçi Hareket Partisi de eklendi; bu iki partinin oylarıyla anayasa değişikliği referanduma götürülmekte. Bu iki partinin son genel seçimde aldıkları oy oranlarının, referanduma yansıyıp yansımayacağına dair tartışmalar sürüp gitmekte. Toplumun genelde başkanlık sisteminin ne olup olmadığı konusunda yeterli bilgiye sahip olduğundan pek emin değilim. Propaganda süreci, kitlelerin yeterli bilgiye sahip olmasında aracı rolü oynayabilir.
    Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilen anayasa değişikliği kısa bir süre sonra referanduma götürülecek. Evetçi ve Hayırcı cephe birbiriyle yarışacak.  Hayırcı cephe oldukça geniş yelpaze oluşturmakta; CHP, HDP-PKK, Vatan Partisi'inden Yeşil Sol'a kadar bir çok parti ve grup anayasa değişikliğine karşı bir çatı altında birleşmiş durumda. 'Ulusalcı' denilen bu kesim, 'imtiyazsız kaynaşmış kitle'ye ne kadar da özlem duymuş... Böylesi bir 'Hayır' cephesinin kurulmuş olması aynı zamanda ülkemizde siyasal gelişmelerde etkinlik gösterecek düzeyde devrimci sol cephenin olmadığının en bariz ispatıdır. Sol adına ortaya çıkmış bu parti ve gruplar, küreselleşme döneminde kendi içinde ayrışmaya uğramış klasik Kemalizmin varyantlarıdır; aynı potanın ilmekleridirler. Ama hakkını yememek için bu yelpazede HDP-PKK cenahını biraz farklı değerlendirmek gerekir; bunlar, 'Bonapartçı İmparatorluğun' muhafız alayı konumundadır; verilecek emirleri uygulamaya hazır ve nazır korumalar...

    Hayırcı cephenin en belirgin özelliği, Kürt / Kürdistan düşmanlığıdır. Anayasa değişikliğine karşı çıkarken, kitlelerde korku ve panik havası estirmekte; 'Eğer başkanlık gelirse, Kürtlere Özerklik verilecek' sloganını ön plana çıkarmaktalar. Türk halkında 'bölünme' fobi haline getirilirken Kürtler'de de, 'katliama uğrarsınız' korkusu yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Bu noktada şu soruyu sormakta yarar var; faşist cunta anayasasının devamından yana tavır koyma, Kürtler açısından daha fazla özgürlük ifade eder mi?

    'Ulusalcı Cephe'nin propaganda ve sorunu değerlendirme tarzına bakıldığında, kendi içinde tutarlılıktan uzak olduğu rahatça görülecektir. Anayasa değişikliğine 'Hayır' diyorlar ama şimdiki sistemin içinde barındırdığı çelişkileri dillendirmekten uzaklar ve üstelik bu çelişkileri nasıl gidereceklerine dair hiç bir çözüm yolu göstermemekteler. Örneğin cumhurbaşkanının mevcut yetkilerine ve halk tarafından seçilmesine bir itirazları yok. Ayrıca cumhurbaşkanlığının mevcut yetkilerle halk tarafından seçilmesinin getirdiği tezatlıklar tartışılmamakta; hukuki alt yapısı olmayan şimdiki sistem, meşru olarak kabul edilmekte.
Hayırcı cephenin öne sürdüğü bir argüman da, başkanlık sistemine geçişle birlikte diktatörlük kurulacağıdır. Bu sav, düz mantık yürütmekten başka bir şey değildir. O zaman sormak gerekir; Kenan Evren faşizmini üreten hangi sistemdir? Demek ki parlamenter sistem demokrasi için tam bir garantörlük sağlayamamakta. Parlementer sistem de kendi içinde diktatörlük  tehlikesini barındırmaktadır.

    Referandumda 'evetçi' kesimi oluşturan ağırlıklı olarak Adalet ve Kalkınma Partisi'dir. Milliyetçi Hareket Partisi'de aynı safta yer almakta. Adalet ve Kalkınma Partisi ağırlıklı olarak muhafazakâr tabanı temsil etmekte. Ama liberal ve Kemalist kesimlerden de oy almakta. On beş yıldan bu yana iktidar olmasına karşın henüz muhafazakâr bir çizgi üzerinde kurumlaşmış bir parti konumuna geldiği söylenemez. Halen gel-gitler yaşamakta; bu duruma neden de baştan cemaatçi kesimleri içine alacak biçimde örgütlenme tarzını seçmiş olmasıdır. Şu anda klasik muhafazakâr çizgi ile milliyetçi İslam çizgisi arasında bir arayış içinde. İktidar konumundayken parti olarak kurumlaşmasını sağlayamazsa, muhalefete düştüğünde örgütlenmesine istikrarlılık hiç kazandıramaz. Günümüzde çizgi tutturma ve istikrarlı örgütsel yapıya kavuşma demokrasiyi içselleştirmeyle bağlantılıdır. Önümüzdeki süreçte, özellikle de cumhurbaşkanlığını elinde bulundurduğu süreçte demokrasiyle arasını giderek açarsa, varlığını sürdürme olanağı yoktur. Demokratik uygulamalara direnen, gelişmiş bir demokrasiye geçişin karşısında set konumuna gelen AKP, ekonomik ve sosyal alanlarda tam anlamıyla başarısızlığa düşer. Özellikle ekonomik alanda başarısızlığa düşen hangi iktidar partisi olursa olsun, akıbeti ANAP ve Doğru Yol Partisi'nden farklı olamaz. Yani demokrasi alanında ne kadar ilerleme kaydedilirse o kadar da ekonomik ve sosyal alanlarda gelişme sağlanır.  Neo-liberal ekonomi politika uygulayıcısı iktidar partisinin bunun bilincinde olduğu kanısındayım.
   Sonuç olarak, düşünerek, tartışarak en doğru yolun bulunacağına olan umut kaybedilmemelidir. İçinde bulunduğumuz koşullarda Kürt halkı, 'Ulusalcı Cephe'nin çıkarları doğrultusunda at başı olarak kullanılma girişimlerine karşı tavır almalıdır.

12.02.2017
Baki Karer

21 Ocak 2017 Cumartesi

TAŞERONLARIN ENTRİKACILIĞI




TAŞERONLARIN ENTRİKACILIĞI



    Aslında  Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülmekte olan  Anayasa değişikliği üzerine görüşlerimi belirten bir yazı kaleme almaya başlamıştım. Ama internette bazı web sayfalarında gezinti yaparken, çok ilginç bir habere rastladım. Haber, sayın Mesut Barzani ile ilgiliydi; Barzani’nin istifa ettiğini iddia ediyordu. Gelişmeleri yakından takip ettiğim için çok şaşırdım. Haberi bir kez daha okuduğumda anladım ki, uydurma bir haber. Aslında haberden ziyade, makale biçiminde kaleme alınmış köşe yazısı. Ama ne olursa olsun, makale veya haber metni, kendi içinde bir yığın çelişkilerle dolu. Art niyetle kaleme alındığını anlamamak için tam bir aptal olmak gerekiyor. Sözcüklerin itina ile seçilmiş olmasına karşın, masa başında bir yerlerin talimatıyla kaleme alınan bir haber olduğu hemen anlaşılıyor; biraz geveleyerek önce istifa ettiği söyleniyor, sonra haber kaynağı olarak başka bir web gazetesi öne sürülüyor. Aslında yalan haberi veren kendisi. Yazıyı kaleme alanda, kendini açığa vurmanın verdiği dengesizlikleri fark etmeme mümkün değil.


    Mesut Barzani’nin Davos’a Dünya Ekonomik Forumu toplantılarına gitmeden önce haberin ortaya atılmasını, kimse bir rastlantıdan ibaret olduğunu söyleyemez. Çünkü Kürt Bölgesel Yönetimi başkanı olarak böyle bir toplantıya Mesut Barzani’nin davet edilmesi, çok önemli bir gelişmedir. Böylesine geniş çaplı uluslar arası bir toplantıda Kürdistan’ın temsil edilmesi bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Uzun, sabırlı, bir dizi tuzaklarla dolu bir mücadelenin ardından bu noktaya gelinmesi, verilen mücadelenin meyvelerinin toplanmasıdır. Kürdistan Bölgesel Yönetimi tarafından izlenen strateji ve taktiğin doğruluğunun bir sonucu olarak Davos’a gidilmiştir.

    Peki, Kürt halkının elde ettiği bu başarıdan kimler rahatsız olur? Böylesi anlarda verilecek klasik yanıtları hemen herkes tahmin eder. Hiçte öyle tahmin edilenler değil; bu sefer esas rahatsız olanlar, kendini ‘Kürt’ olarak tanımlayanlardır. Nasıl Kürtler’se... Şöyle ‘Kürtler’; ‘Kerkük Kürt şehri değildir, Irak’a aittir’ diyenler. Hatta bunlar bir aralar ‘Kerkük’te ‘Öz yönetim ilan edeceğiz’ diye yanıp tutuşmuştu. Dahası var, Kerkük’le yetinmeyip şimdilerde Şengal’de Kantonculuk peşinde koşmakta. İşte yalan istifa haberlerinin yaygınlık kazanması için hummalı faaliyet içinde bulunanlar, bunlardır. Ama haklarını yememek gerekir, bu sefer yalnız başlarına değillerdi; hem G. Kürdistan’ın içinden, hem de Haşdi Şabi’den müthiş destek aldılar. Daha Davos’a ayak basmadan Mesut Barzani’nin ayakları altından halıyı çekmek istediler.

    Hem Şengal’de oynanmak istenen provokasyonların, hem de Mesut Barzani hakkında verilen yalan haberlerin perde arkasında, Kürt Bölgesel Yönetimi’ne karşı darbe girişimlerinin bulunduğunu söylersek, hiçte abartmış olmayız. PKK’nin G.Kürdistan’da son dönemde bazılarıyla birlikte ittifak halinde bir takım girişimler içinde bulunması, dikkat çekicidir. Bu girişimler, bir yönüyle 15 Temmuz öncesi Türkiye’de yaşananlarla benzerlik içermektedir. Bir iktidarın uygulamalarını herkesin beğenmesi mümkün değildir, dolayısıyla iktidara karşı hoşnutsuzlukları dile getirme hakkını kimse kısıtlayamaz. Ama eleştiri hakkının arkasına sığınarak işi darbeciliğe götürme, kabul edilemez. Darbeci anlayışa hizmet eden ayak oyunlarıyla, eleştiri hakkı kesinlikle birbirine karıştırılmamalı. İşte, Mesut Barzani’nin daha Davos’a gitmeden yalan istifa haberlerini yaygınlaştırma, darbeci anlayışın kendini ele vermesinden başka bir şey değildir.

    Bu yalan haber; Kürt halkının kazanımlarını uluslar arası platformda yok göstermeyi amaçlamıştır. Ayrıca Kürdistan yönetimini gayrı meşru göstermeye çalışmıştır. Kim veya kimler adına bu oyunun tezgahlandığını artık herkes görmelidir. Bu girişimin baş aktörü, hiç kuşku yok ki İran’dır. İran’a taşeronluk yapan güçlerin başını çeken PKK, Kürt halkının kazanımlarını ‘hiçe’ indirgemeye kalkışmıştır.

    Kürdistan Bölgesel Yönetimi hemen her alanda yaptığı atılımlarla büyük başarıların altına imza atmıştır; Ortadoğu’nun belirgin olmayan koşullarına rağmen ekonomik ve askeri alanlarda çok ciddi adımlar atmış, toplumun refah düzeyini yükseltmede başarılı olmuştur. Her şeyden önce, Bölge’de yaşanan onca karmaşaya karşın, demokrasi alanında komşu ülkelere örnek olacak biçimde cesaretli uygulamalar içine girmiştir. Atılan bunlar ve benzeri adımlar sonucudur ki bölgesinde bir irade, güç olma konumuna yükselmiştir. Böylesi gelişmeler dikkate alınırsa, taşeronların asılsız haberlerden niçin medet umdukları kendiliğinden açığa çıkar. Bu taşeronlar, yalanlarla, dedikodularla Kürt halkını infiale sürükleyip, ortaya çıkacak kargaşa ortamında ulusal güçleri tasfiye etmeyi ummaktadır. Taşeronlar ne tür çabalar içinde bulunurlarsa bulunsunlar, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni, daha doğrusu ulusal güçleri tasfiye etmeye güçleri yetmeyecektir.
Baki Karer
21.01.2017

3 Ocak 2017 Salı

   

karerbaki.blogspot.com

Kanlı Yılbaşı

  

    Yeni yıl, Reina eğlence yerine yapılan silahlı ve bombalı baskınla kana bulandı. Sonuç; 39 ölü 69 yaralı. Çok korkunç, ürkütücü bir tablo. Kolay kolay unutulmayacak bir yılbaşı gecesi yaşamış olduk, hem de koca İstanbul’un göbeğinde. 

    Eskiden yılbaşı yaklaştığında giyeceğimiz yeni elbiselerimiz üzerine kafa yorardık. Hele komşularla birlikte kurulacak sofra telaşı vardı ki, zamanın nasıl geçtiğini bilmezdik. Saat 24.00’de yaklaştığında herkes, birbirini kucaklayacağı anı dört gözle beklerdi.  

    Peki şimdi ne oldu? Bu soruya çok yönlü yanıt verilebilinir; hoşgörüsüzlük, ötekileştirme, kimlik arayışı, cemaatleşme, vatandaşlıktan kulluğa doğru bir kırılma, gelir dağılımında eşitsizlik vb. bir çok nedeni sıralayabiliriz. Ama tüm bunlar ve daha bir çok nedenler, bir dizi katliamlar yapmayı haklı kılamaz. Bir ülkede aynı anda bir çok alanda kırılmalar yaşanıyorsa, yönetimi elinde bulunduranlar da düşünmeli. Sorunların üstesinden ‘Susun’ demekle gelinemeyeceğini görmeleri gerekir. Kim, hangi taraf, hangi konuda ne arayışı içinde ise, düşüncelerini açıkça, özgür bir ortamda dile getirmelidir. Sorunların örtülenmediği ortamlar en sağlıklı ortamlardır. Özgür tartışmalar, sağlıklı çözümleri de beraberinde getirir.  

   Her alanda birbirimize karşı giderek yoğunlaşan tahammülsüzlüğü saymakla bitiremeyiz. Örneğin Diyanet durup dururken toplumsal yapıda ötekileştirmeyi kışkırtacak vaazlar yapmayı neden yeğlemiştir? Bulunduğumuz bölgede acımasız savaşlar varken, farklı kesimlerin yaşam biçimlerini kısıtlamaya yönelik hutbelerin okutulmasını neye yorumlamak gerekir? Hele Türkiye gibi bir ülkede, her kesime İslami yaşam anlayışını dayatmaya kalkışma, zaten çatışmalı bir ortamı daha da kışkırtma değil midir? Yine bir gazetenin sürmanşetten yılbaşı kutlayanlara yönelik tehditte bulunması, bazılarının metropollerde yılbaşı ve Noel kutlamaları aleyhinde bildiri ve broşürler dağıtması, Noel Baba’nın kafasına silahların çekilmesi ve üstelik bu görüntülerin bir propaganda aracı olarak kullanılması, içinden çıkılmaz şiddet sarmalına doğru yol alışımızın işaretleridir. Bu gidişe  ‘Yeter artık’ demenin zamanı gelmiştir.  

    Her şiddet olayından sonra bolca demeçler vermeyle, çözümleyici bir noktaya ulaşamadığımız ortada. Hep dışarısı bizim içimizi karıştırmıyor; kendimiz de içimizi karıştırmak için hiçte az çaba göstermiyoruz. Dışarıdan birileri, Nazilli’nin bilmem ne caddesinde volta atanlara Noel Baba’nın başına silah dayayın demedi. Demek ki, içimizden birileri, bazı güçlerin hedeflerine ulaşmasını sağlayacak ortam hazırlamayı kendine görev edinmiş. 

    Sokaklarda yılbaşı kutlamaları aleyhine bildiri dağıtanlara ve Noel Baba’nın başına silah dayayanlara bakıldığında, irade sahibi olmadıklarını görmeme mümkün değil. Kapitalist ilişkilerin gelişmişlik düzeyi ile uyuşmayan basitleşmenin açık örneklerini oluşturmakta. Hamasi nutuklarla körleştirilerek sürüleştirilmiş kesimler olduğunu söylersek, daha doğru bir teşhiste bulunmuş oluruz. Geçmişte sekülerizm adına ‘kurtarıcılar’ peşine takılanlar, şimdide İslami değerler adına ‘kurtarıcılar’ aramaya koyulmuş durumda. Her iki tarafın ortak noktası, elit kesimler adına kişilik edinmeden feragat edilmesidir. Geçmişin toplum mühendisliğinden yakınanlar, şimdi farklı bir düzlemde toplum mühendisliği rolünü yüklenmiş durumdalar. Al birini vur ötekine...Ülkemizde bireyin ön plana çıkması, yurttaş düzeyine gelmesi, yani bireyin özne olması için daha çok zamana ihtiyaç var. 

Baki Karer 

3.01.2017 


30 Aralık 2016 Cuma

Ortadoğu Denkleminde Şengal




Ortadoğu Denkleminde Şengal 

   Politik alanda dünyanın en kaygan yeri Ortadoğu’dur. Bırakın yıllık, aylık değişimleri, günlük ve hatta saatlik değişimlerin sahnelendiği bu Bölge’de ayak üstü kalmanın zorluklarını herkes bilir. Ufak bir kıvılcım, hareketlilik, önceden kurulmuş dengeleri yerle bir edip yeni dengelerin oluşmasını sağlayabilir. Bu nedenle siyasetçi olarak ayakta kalma çok zordur. Kimin ne kadar kalıcı, ne zaman ve nasıl gideceği yönünde öngörüde bulunmanın hemen hemen imkansız olduğu bir bölgedir Ortadoğu. Şu günlerde yine en hareketli günlerini yaşamakta; daracık bir sahada birbiriyle kavga eden, yine birbiriyle ittifak yapan ülkeleri saymaya kalkışsak sayfalar tutar. Bu ülkelerin etrafında kümelenmiş paydaş grup ve örgütlenmeler ise, işin cabası. Bu kadar karmaşıklığı biraz sadeleştirecek olursak; bir tarafta Musul kenti ABD öncülüğünde İŞİD’den temizlenmeye çalışılıyor. Diğer tarafta ise Türkiye, İŞİD’e yönelik EL-Bab kasabasında operasyon yapmakta. Basit gibi gözüken bu iki operasyonun arka planını, dünyanın yeniden bölüşümü oluşturmakta. Her iki tarafın içinde taşıdığı değişkenliğe rağmen bu gün için iki ayrı noktada ortaya çıkan mevzilenmenin, dünya için ciddi tehlikeler içerdiğini söylemek mümkün.

    Şimdi herkes pür dikkat bir noktaya eğilmiş durumda; Şengal. Ortadoğu’da devler güreş tutarken, Şengal nereden çıktı ya da Şengal’in önemi ne? Evet, Bölge’de mevzilenmiş olanların devasa güçlerine bakıldığında, Şengal gibi küçük ve üstelikte az nüfusa sahip bir bölgenin üzerinde bunca kıyamet neden kopartılıyor? Bana kalırsa, Şengal, hem Bölge’nin geleceğine yön vermede, hem de G.Kürdistan’ın kaderini çizmede belirleyici diyebileceğim bir öneme sahiptir. Bu biraz da İkinci Dünya Savaşı yıllarında Stalin’in Satalingrad’da çizdiği hatta benzer. Hitler güçlerinin bu hattı geçmesi, Moskova açısından bir yenilgi olarak görülür. Şimdi bu noktada şunu söylemek gerekir; Şengal’de kaybeden kesin yenilgiye gidecek, kazanan taraf zaferini ilan edecek. Buradaki zafer sadece askeri açıdan değerlendirilmemeli. Şengal’de elde edilecek zafer, yıllardan bu yana iğne ucuyle elde edilen, kanla ve göz yaşı ile yoğrulmuş kazanımlarla bu günlere gelmiş Kürt Bölgesel Yönetimi’nin, geri dönüşü olmayacak biçimde toprağa daha bir kök salmasını sağlayacaktır. Ya zaferle taçlanacak tavizsiz bir tavır takınılır ya da arkadan saplanmış olan hançerle son nefesin çıkması beklenilir. G. Kürdistan halkı ve onun siyasal önderleri bu gerçeğin bilincinde olduğu kanısındayım.
    Şengal üzerine malum tartışmalar başını almış gidiyor. Tartışmayı başlatanın PKK olduğunu tekrar belirtmeye gerek yok. PKK orada ‘Çaycı Oğlan’, daha açık bir deyimle, Güney Kürdistan Yönetimini arkadan hançerleme görevini bir kere daha yüklenmiş durumda. Ama bu seferki ‘Çaycı Oğlan’cılık biraz farklı kesimlerce finanse edilmekte; arkasında daha çok İran’ın olduğu bilinmekte. ABD’yi de unutmamak gerekir. Ama ABD şimdilik daha çok ‘bekle gör’ taktiğiyle yetinmekte. Ağırlıklı olarak Kerkük petrollerinin pazarlanması konusunda Barzani yönetimine karşı kızgın. Ben birçoklarınca ‘Kürt Bölgesel Yönetimi ABD’yi temel ittifakçı güç olarak görmesi gerekir’ yönlü dillendirilen düşünceye katılmıyorum. Amerika’nın ne kadar güvenilmez ittifakçı bir güç olduğunu Kürt halkı tecrübelere dayanarak bilmektedir. İran’ın desteğini bildiği halde, PKK’nin Şengal’de sorun yaratmasına göz yummaktadır. PKK için yapılan son açıklamalar ciddiyetten uzaktır. ABD Bölge’de ittifak ilişkilerini ve nasıl hareket edeceğini biraz da ağzına burnuna bulaştırmış durumda; baştan, çıkış noktasında umduklarını bulamamanın verdiği şaşkınlığı üzerinden atmış değil henüz.
    PKK Kürt Bölgesel Yönetimi’ni Tahran-Bağdat arasına mahkum etmek için  son bir hamle başlatmış durumda. Başarılı olup olmayacağı Mesut Barzani ve hükümetin takınacağı dirençli tavra bağlı. Şu anda Kürt bölgesel Yönetimi Ortadoğu’ya verilmek istenen yani düzenlemede önemli bir rol oynamakta. Barzani ve ekibinin hemen her alanda yürüttüğü başarılı girişimler sonucu, G.Kürdistan merkezi rol oynayan bir konuma gelmiştir. Artık Kürdistan’ı es geçerek Ortadoğu’da politika yürütecek bir devlet yoktur. Süper güçlerin bile destek almak zorunda olduğu bir Kürdistan yönetimi sözkonusudur. Eğer Ortadoğu’da yeni sınırlar çizilecekse, Kürt Bölgesel Yönetimi’nin onaylayacağı sınırlar çizilecek. Elbette bu durumunun bir adım daha ileri boyutu Birleşmiş Milletler’dir. İşte PKK’nın ‘Brakujî’ masallarını ortaya atıp, bir çok çevreyi de ağına takmasının bir  nedeni de budur.
    Biraz uzun olacak ama bu noktada bazı tavırlar üzerine de durmak gerekecek. Şengal’de yaratılmak istenen fiili durumla birlikte ‘Brakuji’ tartışması başını almış gidiyor. Brakujiyi ağzına pelesenk etmiş olanlardan,  Kazan Deresi’nde bilerek ölüme gönderilen 2500 genç hakkında olumlu veya olumsuz tek bir kelime veya herhangi bir protesto işiten var mı?  Bırakalım Kazan Deresi’ni, daha dün denilecek bir zaman biriminde Şırnak’ta, Cizre’ de, Lice’de on bin gencin katline sebeb olanlar için, ‘15-16 yaşında çocukları ölüme sürüklemeyin’ diye bir çıkışta bulundular mı? Hatta bu on bin gencin bir çoğu arkadan kurşunlanarak katledildi. Demek on bin gencin ölüme götürülmesi karşısında sesini yükseltme cesareti gösteremeyenlerin, Şengal’de ‘Brakuji’ üzerine destanlar yazmaya kalkışmaları pek hayra alamet değil. Bir dost bana telefon açarak ‘Brakuji’ üzerine yazılmış bir makaleyi okuyup okumadığımı sordu. Bir süre sonra makaleyi okudum, makaleyi kaleme alan kişi ve efradı pek tanıdık; yıllardır ‘Derin Devlet’ denilen karanlık güçlerin emirinde faaliyet gösteren ve ‘Apocu gençlik Kürdistan’a izin vermez’ diye bağırıp çığıran Apocu müridin komutası altında çalışanmış. Bunlar aynı zamanda bir ekip. İşte ‘Brakuji’ tartışmalarını ayyuka çıkaranlar bunlar. Çok iyi tezgahlanmış, planlanmış sinsi bir oyun çevrilmekte. İyi niyetli düşünen bazılarını bile ağlarına takmaktadırlar. Sonuçta gerçekler tüm çıplaklığıyla görülecektir. Sosyal şöven örgütlenmelerin bir parçası olanlar, ne zamandan bu yana ‘Brakuji’ kavramına dahil edilmeye başlandı? Her neyse. Türkiye’de ‘Ulusalcı’ diye bilinen takımın alt basamağını oluşturanların, Şengal’de yaratmak istediği fiili durumda başarılı olacağını düşünmüyorum.
Baki Karer
30.12.2016
 

21 Aralık 2016 Çarşamba

Ankara’da Suikast


    karerbaki.blogspot.se

Ankara’da Suikast
 

    Bugün Rusya Federasyonu büyük elçisi Andrey Gennadiyeviç Karlov Ankara’da suikaste uğradı. Gelen haberlere bakılırsa hayatını kaybetmiş. Suikasti yapan Çevik Kuvvet polisi. Türkiye açısından çok ciddi bir gelişmedir bu. Bu suikastin amacı, iç dengeleri dizayn etmeden ziyade, uluslar arası dengeleri dizayn etmeye yönelik bir girişimdir.
    Özellikle 15 temmuz darbe girişiminden sonra Türkiye, gerek uluslar arası planda, gerekse de Ortadoğu genelinde siyasal alanda yeni atılımlar içine gireceğini belirtmişti. Bir çok alanda atılacak adımların hem Avrupa Birliği’nin hem de Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarlarına hizmet etmeyeceğini anıştıracak açıklamalar yapılmıştı. Türkiye’nin son bir kaç aydan bu yana attığı her adım, Batı Avrupa ve Amerika tarafından sıkı takip altındaydı. Uçak düşürülmesi olayından sonra iki ülke arasında esen soğuk rüzgar, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Moskova ziyaretiyle birlikte, yerini dostluk havasına terk etmişti. İki ülke arasında barış havasının egemen olması her iki ülkenin çıkarınaydı. Batı ambargosu karşında Rusya federasyonu rahat nefes alırken, Türkiye de hem ekonomik hem de siyasal açıdan sıkışık durumdan kurtulmuş oldu. Özellikle Irak ve Suriye’de ABD tarafından sıkıştırılan, sınırları içine hapsedilmeye başlanan Türkiye, nefes almaya başladı. Fırat kalkanı operasyonu, aslında ABD’ye karşı geliştirilen bir operasyondur. Bu operasyona karşı ABD ve Batı Avrupa’nın yanıtı çok sert oldu. Zaman zaman İŞID, zaman zaman da PKK kullanılarak Türkiye’ye siyasal dayatmalarda bulunuldu. Bombalarla kitlesel katliamlar yapılmaya başlandı. Bu noktada içten eskinin derin karanlık güçleri tekrar devreye sokuldu. Patlatılan bombalarla bir sonuç alınamayacağı anlaşılınca, suikast devreye sokuldu.
    Büyükelçi Karlov’un öldürülmesi Ortadoğu’daki, özelde de Suriye’deki gelişmelerden bağımsız değildir. Esad’a bağlı ordunun Halep’te tekrar kontrolü ele alması, aslında bir dönüm noktası teşkil eder. Suriye ordusu, Türkiye’nin rızası alınmadan Halep’te kontrolü sağlayamazdı. Halep’te tam kontrolün sağlanması ve Özgür Suriye Ordusu desteğinde Türk Ordusu’nun El-Bab’a dayanması, ABD ve Avrupa Birliği’nin dışlanması anlamına gelmektedir. Ağırlıklı olarak Amerika Birleşik Devleti’nin Musul politikasına karşı, Halep ve El-Bab’da bir misilleme yapılmış olundu. Amerika'nın başını çektiği 64 ülkeden oluşan cephe, Musul’a bir türlü giremiyor. ‘Giremiyor’ değil, girdikten sonra saha üzerinde yapılacak parsellemede anlaşamadıkları için  Musul’dan İŞİD atılmak istenmiyor. Türkiye ve Rusya’nın dışlanma koşullarında ABD ve diğer Batılı güçler eğer Musul'a girerse, Türkiye de EL-Bab’a girecek ve Musul-Halep hattını oluşturmaya çalışacak. Elbette bu durum, ABD’nin işine gelmemekte.
    ABD ve B. Avrupa, bu misillemenin çemberi genişletildiği anda, kendileri için ciddi tehlikelerin ortaya çıkacağını fark ettiler. Nitekim Rusya, Türkiye ve İran arasında yarın yapılacak toplantı, bahsedilen çemberin genişleyeceği anlamını taşımaktadır. Batılı güçlerin Ortadoğu’da istedikleri gibi hareket etmelerini engellemede, bu girişimin önemli bir adım oluşturacağını söylemek mümkündür. İşte tam da bu noktada, Rusya’nın Ankara büyükelçisi suikaste uğradı. Ne ilginçtir ki ilk tepki gösteren de, Amerika Birleşik Devletleri’nin Ankara büyükelçisi oldu. Katilin bağlantıları da dikkate alınırsa, gösterilen tepkinin anlamı daha bir önem kazanır.
    Gelinen noktada, yani Karlov’un suikaste uğramasıyla birlikte ok yaydan çıkmıştır. Artık Türkiye, ABD tarafından gelecek zorlamalarla 15 temmuz öncesi konumuna getirilemez. Irak’ta ve Suriye’de ağırlıklı olarak Rusya ile hareket edecektir. Ama yine de ABD’yi sert yöntemlerle veya tümden karşısına almaktan çekinecektir. Ortadoğu’da denge politikasından ziyade, bir adım ileride Rusya ile birlikte hareket etmeyi sürdürecektir. Batılı güçlerin Türkiye üzerinden daha ileri gitmeleri savaşı göze almaları anlamına gelir. Özelliklede Suriye nedeniyle ne ABD’nin, ne de Rusya’nın bir savaşa kalkışması çok uzak ihtimaldir. Şu sıralar sıkça dünya savaşından bahsedilmekte. Günümüz koşullarında iki süper güç arasında ortaya çıkacak dolaylı çatışmaların, dünya savaşına neden olacağını düşünmüyorum. Bunun için bir çok neden var; bu dönemde iki süper güç arasında yapılacak savaşın, konvansiyonel silahlarla sınırlı kalmayacağını bilmek gerekir. Bir de günümüzde müttefiklik anlayışı değişmiştir. Her ülke kendi çıkarlarını ön planda tutacaktır. Her hangi bir ülke yönetimi, müttefik olduğu bir başka ülke için savaşa girmeyi göze alması için halkına hangi argümanları ileri sürecektir? Değişen toplumsal ilişkiler, yönetimlerin böylesi kararlar almasını engelleyecek konumdadır. Bu gün NATO sadece kağıt üzerindedir. Ne Türkiye, ne de Almanya veya Fransa ABD için Rusya ve Çin'le savaşı göze almaz. Aynı durum Rusya’ya yakın gözüken ülkeler için de geçerlidir. Günümüz koşullarında iki süper gücün etrafında kümelenecek ülkeler arasında ortaya çıkacak bir savaş, bir çok ülkenin yok olmasını getirmeyeceğinin garantisi yoktur. 1910’lu, 1940’lı yılların savaş metotları artık çok gerilerde kalmıştır. Bu nedenle müttefiklik veya birbirini destekleme bir noktaya kadardır. Bu gerçekler bilindiği içindir ki çıkarları çatışan ülkeler, birbirine  karşı ulaklarla, bazen de ekonomik ambargolarla sonuç almaya çalışmaktalar.

BAKİ KARER

19.12.2016

 

7 Şubat 2016 Pazar

KÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ


 
 
 

 

KÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ

 

    Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir. Bu konu tüm yönleriyle irdelenmesi gerekir. Bu tartışma,  önümüzdeki süreçte, Kürt halkının geleceğini tayin etmede önemli rol oynayacaktır. Ulusal bilinç denildiğinde ilk akla gelen, bir halkın kendini tanıması ve tanımlamasıdır. Bir halk kendini ne kadar iyi tanıyorsa, sahip olduğu özelliklerini ne oranda açığa koyuyorsa o oranda  ulusal bilincini ortaya koyuyor demektir. Ulusal bilinci toplumsal bilincin bir parçası olarak ele almamak gerekir, tersine toplumsal şekillenmeyi sağlayan bir bütün olarak görmek gerekir. Ama, toplumsal bilinci nasıl ki sınıflar üstü görmüyorsak, ulusal bilinci de sınıflar üstü göremeyiz.

    Bu gün Kürtler'de ulusal bilinç üzerine hiç tartışma yürütülmediğini söyleyemem. Ama sıkça da ulusal bilinç yanlış zeminlerde tartışılıyor. Tartışmaların önemli bir kısmı, ulusal sorunun ya da ulusal bilincin burjuvazinin gericileşmesiyle birlikte halkın sorunu olmaktan çıktığı yönünde. Bu bakış açısı daha çok Türk solunun şöven bakış açısıdır. Sorun tartışılırken, Türk solunun klasik değer yargılarıyla sosyalist düşünce birbirine karıştırılmamalı. Kürt Milliyetçisi olarak tanımlanan diğer tarafın önemli bir kesimi de, sosyalizmin ulusal sorunu ve de ulusal bilinci tümden inkâr ettiğini ileri sürmekte. Her iki anlayışta bana göre yanlıştır; sosyalizm ezilen halkların sorununu ve ulusal bilinci inkar etmez, tam tresine sahiplenir. Milliyetçilik de çoğu zaman bazı kesimlerce anlamsız hale getirilmeye çalışılmakta. Bir taraftan 'Milliyeçiyim, Kürt milliyetçisiyim' denilmekte, öbür taraftan ulusal bilincin işaret ettiği merkezden uzak durmaya özen gösterilmekte. Nasıl bir milliyetçiliktir pek anlaşılmaz daha doğrusu. Aynı durum 'sosyalistim' diyen bazı çevreler için de geçerlidir. Oysa ezilen ulusun hem milliyetçisinin, hem de sosyalistinin ortak çekim merkezi olmalıdır. Bu merkez tektir, yani günümüz dünyasında her ulus için geçerli çekim merkezi, Kürtler için de geçerli olmalı. Bu çekim merkezini ister devlet, ister bağımsızlık olarak tanımla. Mutlaklaştırmaktan bahsetmiyorum, önemli olan ana hedefin belirlenmesidir. Her şeyden önce özgür iradenin sergileneceği ortamın sağlanmasıdır.  Ayrılığa veya birliğe karar verecek tek bir güç vardır, o da, halktır, halkın özgür iradesidir. Bugün G. Kürdistan'da yaşanan süreç tam da budur; halkın özgür iradesinin tecelli edeceği ortam sağlanmıştır.

    Siyasal, kültürel, zihinsel vb. her düzlemde, toplumu toplum yapan tüm alanlarda ortak tepki koyulmasını sağlamada belirleyici tek nokta etrafında birleşilmediği sürece, yeterli ulusal bilinçten bahsedilemez. Ezilen ulusun bireyi kendini ne kadar ulusun bir parçası olarak görürse o kadar da toplumsal bilince ulaşmış olur. Bu ana hedef, bireylerin düşünce, eylem ve davranış biçimini belirleyen bir konumda olmalı, yani bireylerin yaşam biçimine yön vermelidir.

    Kürdistan'da ulusal bilincin istenilen düzeyde olmamasının bir çok sebebleri vardır. Bunların en belli başlıcası bölünmüşlük ve egemen güçlerin ezici çoğunluğunun kendini ulusun bir parçası olarak görmemesidir. Buna bir de Kuzey Kürdistan'da Türk egemen güçlerinin asimileyi temel alan politikası eklenmelidir. Gerek Fars, gerekse de Arap egemenliğinin olduğu Kürdistan parçalarında toplumu toplum yapan alanlarda tahribatlar yapılmış olmasına karşın, ulusal bilincin gelişmesinde belirleyici rol oynayan dilde ciddi tahribat yaratmada pek bir başarı sağlanmamıştır. O bölgelerde dil, günlük yaşamın bir parçası olmaya devam edebilmiştir. Ama aynı durum Kuzey için tartışmalıdır. Oysa dil, ulusal bilincin geliştirilmesinde ve yaygınlaştırılmasında belirleyici rol oynar.

    Bugün Güney Kürdistan'da, ulusal bilinç daha güçlü ve yaygındır. Bağımsızlık ilan edilmemesine rağmen, bağımsız devletten farklı hareket tarzı izlememektedir. Bu durum toplumun hem her katmanında, hem de toplumsal yaşantının her alanında ulusal bilinci yükseltmeyi sağlamakta. Doğu Kürdistan'da ağır baskı ve şiddet politikasına rağmen ulusal bilinç güçlenmektedir. Bu her iki parçada ileriye yönelik ciddi adımlar atılmasına karşılık Rojava'da kantonculuk ve Kuzey'de belediye meclisi yetkilerinin genişletilmesi oynu oynanmaktadır. Yani Rojava ve Kuzey Kürdistan'da egemenlere hizmet eden, daha doğrusu, egemenlerce yazılmış senaryonun figuranlığı yapılmaktadır.

    Bugün PKK-HDP ile içinde yaşadığımız yüzyılda Kürt halkının yakaladığı fırsatlar yokedilmek istenmektedir. Şu anda PKK aracılığıyla izlenen strateji budur. Göç yoluyla nüfus planlamasından tutun da, pazar olanaklarının yerle bir edilmesi ve sermaye birikimine yol açacak her girişimin önlenmeye çalışılması, bu nedenledir. Bu politika, içte Kemalist kanatla işbirliği içinde gerçekleştirilmekte. İzlenen bu stratejinin elbette dış bağlantıları da vardır. Bunca Kürdün Batı'ya niçin göç ettirildiği ve halen de ettirilmeye çalışıldığı, yeterince tartışılmamakta. Belediye meclisi yetkilerinin arttırılması bahanesiyle Kürt halkına karşı kırım yapan PKK, Kürtlüğü, Kürdün ulusal bilincini bitirmeye çalışmakta. ‘Gelmişkirem', 'gitmişkirem'lerin yuvalandığı bir yapılanma olan PKK, ulusal bilinçin istenilen düzeye ulaşmasının önünde ciddi bir engeldir. Türk etnik kimliğe ait olan PKK-HDP, Kürt ulusunun tarihten gelme karakteristik özelliklerini yok etmenin adıdır aynı zamanda.

   

Baki Karer

3.10.2015         

6 Şubat 2016 Cumartesi

2015’i geride bırakırken Ortadoğu ve Kürdistan
 
Şöyle bir geriye bakıp geçmiş bir yılı, 2015 yılını değerlendirdiğimizde Kürt halkının neler kazandığını ve neler kaybettiğini rahatlıkla görebiliriz. Çok değil, 90’lı hatta 2000’li yılların başlarında ‘Kürt’ ve ‘Kürdistan’ denildiğinde, iç çatışma haberlerinin ağırlıkta olduğunu görebiliriz. Bu iç çatışmalar, Kürt halkını içten içe yiyip bitiren en temel faktörlerden biriydi.
Geçmişte kalan bu iç çatışmaların yerini artık siyasal rekabet almıştır. Çelişkilerin siyasal düzlemde ifade edilmeye başlanması elbette olumludur. Toplumsal yapıdaki tüm eğilimlerin, düşüncelerini hemen her alanda ileri sürmesi kadar doğal bir şey olamaz. Böylesine rekabetlerin, toplumsal yapıyı daha ileriye taşıyacağı kesindir. Farklı düşüncelerin tartışılmasının engellenmesi, egemen güçlere karşı kavganın anlamsız hale getirilmesi demektir. Yani bu biçimde hareket tarzı toplumda umutsuzluğu, kendine güvensizliği yaygınlaştıracağı gibi, özgür olmanın anlamsız olduğunu farklı bir biçimde ifade etmeye hizmet eder aynı zamanda. Geçmişin kanlı hesaplaşmalarının yerini, siyasal alanda boy gösteren rekabetlerin almasından rahatsız olanları, artık farklı kategoride değerlendirmek gerekir.
GÜNEY KÜRDİSTAN’IN ÖNEMİ
 
Kürdistan’ın 2015’te neler kazandığını ve kaybettiğini elbette tartışmak gerekir. Böylesi tartışmalar, gelecekte yapılması gerekenlerin ana hatlarıyla belirginleşmesine yardımcı olur. İçinde bulunduğumuz koşullarda Kürdistan’ın bugünü ve geleceği tartışılırken, merkeze Güney Kürdistan’ı koymak gerekir. Güney Kürdistan’ın uzun bir mücadele tarihi vardır. 20. yüzyılın başından itibaren, kısa süreli durgunluk dönemlerini saymazsak, ‘sürekli’ diyebileceğimiz ayaklanmalarla yoğrulmuş bir bölgedir. Yürütülen yoğun mücadelenin ürünleri artık toplanmaya başlanmıştır.
Önümüzdeki süreçte, Kürdistan ve Kürt halkını ileri noktalara taşıyacak muhtemel siyasal gelişmelere damgasını vuracak olan Güney Kürdistan, aynı zamanda, Bölge’de baş gösterecek köklü değişimlerde önemli rol oynayacak bir konumdadır. Siyasal açıdan bu sorumluluğu üstlenen güç, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’dir. Bu nedenle Kürdistan’ın diğer bölgeleri Güney’in halkını ve Kürdistan Federe Devleti’ni desteklemelidir. Güney Kürdistan bütün bir ulusun dik duruşunu sağlacak bir eşiktir, duvarıdır. Yılların mücadele birikimiyle örülmüş bu duvarı siper edinme Kürt halkının temel görevi olmalıdır.
Güney Kürdistan’ın bu noktaya gelmesine katkıda bulunan gelişmelere bakmakta yarar var. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte pazarların yeniden bölüşümü gündemleşmiştir. Dünya jandarmalığını ele alan Amerika Birleşik Devletleri, enerji kaynaklarını ve bu kaynakların dünya pazarlarına sevk edileceği yolları kontrol etmenin kavgasına girişti. Irak’ın ve Afganistan’ın işgal edilmesi bu nedenledir. ABD bunu yaparken en yakın müttefiklerini, Batı Avrupa’yı bile dışlamıştır. Saddam rejiminin yıkılması Kürt halkı için muazzam bir fırsat yaratmıştır.
 
ORTADOĞU VE ABD
 
Giderek Mısır, Libya ve Tunus’ta Baas türü rejimler yıkılınca, bunu fırsat bilen ABD, 20. yüzyılın başında Büyük Biritanya’nın inisiyatifiyle çizilmiş sınırları, bir başka ismiyle Sykes-Picot Antlaşmas’ını geçersiz kılacak bir strateji geliştirmeye başladı. Bu stratejinin bölgeyi bir yüzyıl daha denetim altında tutmayı amaçladığını söyleyebiliriz. Bu nedenle de daha çok mezhepler temelinde Ortadoğu’nun yeniden bölüşümü çabaları içine girildi. Gelişmeler başlarda istedikleri gibi giderken, Suriye’de ciddi bir engelle karşılaşıldı. Suriye’de Baas ve Esad iktidarı tüm gücüyle direndi. ABD ve müttefikleri umduklarını bulamadı. Suriye’de başlayan iç savaş, kısa sürede mezhepler arası savaşa dönüştü. Günümüzde Yemen’den Lübnan’a kadar geniş bir bölge mezhepler ve dinler arası savaşa sahne olmaya devam etmekte.
Mezhepler arası savaşın kışkırtılmasında İran’ın da önemli oranda payı vardır. Dikkat edilirse, ABD, İran’ın bölgede etnik ve mezhepsel kışkırtmalarından hiç de rahatsız olmuyor ve bu gidişle de pek olacağa benzememektedir. Yani İran’ın bölgedeki hareket tarzı, ABD’nin işine gelmekte. Epeyce süredir İran üzerinde uygulanan ekonomik ambargonun birden bire kaldırılmasının bir nedeni de, uzun vadeli hesaplar için koltuk değneğe ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Hem böylece tahtaravallide Türkiye tek bırakılmadı; bölgedeki gelişmelerde rol oynayacak güçler arasında bir nevi denge sağlanmış oldu. İşte DEAŞ/IŞİD sorununu bir de bu açıdan tartışmak gerekir.
Bugün IŞİD’ın nasıl ortaya çıktığı ve kısa süre içinde bu kadar güçlü konuma nasıl geldiği tartışılmakta. El-Kaide’yi kim ortaya çıkmışsa, İŞİD’i de ortaya çıkartan, piyasaya süren o dur; El-Kaide gibi ABD patentlidir. IŞİD’in bir gecede organize olup sabahleyin kırk bin kişilik orduyu sahip olduğu tüm tçchizatlarıyla birlikte teslim aldığı masalına hiç kimse inanmaz. Binlerce fit yükseklikten yerdeki keçinin hangi ağıla girdiğini takip eden ABD’nin devasa istihbarat gücünü dikkate alırsak, IŞİD’den habersiz olduğu söylemi sadece bir kandırmacadan ibarettir.
Elindeki son model silah gücüne güvenerek bu örgütlenmenin şımarıklaşmış olması, sorunların çözümünde aşılamayacak oranda ciddi bir engel değildir. Esas engel; bugün gelinen noktada herkesin bir IŞİD’inin olmasıdır. Şu anda herkes IŞİD’de karşıymış gibi davranıyor ama hiç kimse de parmağını bile oynatmıyor. IŞİD, Ortadoğu’nun adeta nükleer güce sahip süper ülkesi gibi. Oysa gerçekler hiç de öyle değil; bu cani örgütlenmenin yok edilmesi, bölgenin bölüşüm kavgasıyla orantılıdır. Eğer bölüşümde anlaşma sağlanırsa, ömrü bir kaç günlüktür.
 
RUSYA’NIN DİRENCİ
 
Suriye’de savaşın uzamasının esas nedenlerinden biri de, Rusya Federasyonu’nun gösterdiği dirençtir. Türkiye, ABD ve bir bütün olarak Batı, Rusya’nın göstereceği tavırda yanılgıya düşmüşlerdir; Libya’da Kaddafi iktidarının yıkılışı karşısında takındığı tavrın bir benzerini, Suriye’de de göstereceği yanılgısı içine girilmiştir. Ayrıca Suriye’de Rusya Federasyonu’nun direnç göstermesinin bir nedeni de, genel paylaşımın bir parçası olarak Ukrayna üzerinden elde ettiği kazanımları, çizdiği geniş bir çemberde savunma hattı oluşturma çabasıdır. Rusya Federasyonu bu aşamadan sonra, hemen hemen her bölgede yürütülen bölüşümde aktif bir taraf olarak konumlandırmıştır kendini.
Batı Avrupa, Rusya ve bölgesel güçlerin, bölgenin yeniden bölüşümünde söz sahibi olmak istemeleri, durumu daha bir karmaşık hale getirmekte. Geçmişte olduğu gibi herhangi bir süper gücün tek başına veya birkaç süper gücün bir araya gelmesiyle ne bir bölgeye, ne de dünyaya yeniden biçim verme olanağı yoktur. Günümüz koşullarında yeni Yalta ve Potsdam’ların geçerli olacağı kanaatinde değilim.
6.02.2015 tarihinde ‘Ortadoğu’da Dönüşümün Sancıları’ başlıklı makalemde şöyle demiştim:
“Örneğin geçmişte Marshall Planı’nın en fazla savunuculuğunu yapan Türkiye ve İran’dı ama şimdi bunlar her istenileni itirazsız yerine getiren ülkeler konumundan çıkmışlardır. Yine Arjantin, Hindistan, Brezilya vb. ülkeler, bölgelerinde güç olma konumuna gelmişlerdir. Çin ise artık süper güç olmuştur ve giderek ekonomik olarak ABD’yi sollayacak bir düzeye gelmiştir. Yani ABD, liderliğini dayatmadan ziyade, liderliği kaptırmamanın kavgası içine düşmüştür diyebiliriz. Çin’in sanayileşmede katettiği aşama ve günümüz teknolojini pazarda hizmete sunma gücü elbette tartışılır. Ne olursa olsun, genel ve bölgesel güçlerin konumları değerlendirildiğinde, ABD ve Batı Avrupa’nın gelecekte hareket etmek için oluşturmaya çalıştıkları zeminin, hayal ettikleri kadar pürüzsüz olmayacağı gerçeği inkâr edilemez.”
İşte bu ve benzeri nedenlerle, günlük değişken denklemler ortamında Ortadoğu’nun barışçıl bir ortama kavuşma ihtimali, yakın bir gelecekte pek zayıftır.
Ayrıca, yaşadığımız coğrafyada peşpeşe çok sarsıcı gelişmeler oluyor. Bazen takip etmekte zorlanıyoruz. Çoğu zaman bazılarını unutuyoruz. Nereden bakılırsa bakılsın, IŞİD’in ortaya çıkış koşulları çok ilginçtir. İŞİD’in ortaya çıkışını değerlendirirken, bir başka noktaya daha dikkat çekmede yarar var: Kürdistan Bölgesel Yönetimi, önemli ölçüde Bağdat’tan bağımsız hareket ederek Türkiye ile enerji anlaşmaları imzaladı. Bu anlaşmalara, Erbil’in Türkiye’ye petrol satmasına en fazla tepki gösterenlerin başında, Amerika Birleşik Devletleri gelmekteydi. Hatta birçok Kürt çevresi bile Barzani’yi eleştirmişti bu tutumundan dolayı. Eleştirinin nedenini anlamak çok zor elbette. Erbil elindeki petrolü satmayıp da sabah kahvaltısında mı kullanacaktı? Sonuç olarak, Kürt Federe Yönetimi Bağdat’tan ekonomik olarak bağımsızlaşmaya yönelik adımlar atmaya başladığı bir dönemde, IŞİD’in Kürt halkının üzerine yürütülmesi pek tesadüf olarak görülmemesi gerekir. Yani IŞİD her ne kadar bölgenin genelini yeniden dizayn etmek için ortaya sürülmüşse de, özel olarak Erbil yönetimi de hedeflemiştir; en azından bağımsız hareket imkanlarından yoksun bırakılmaya çalışılmıştır. Ama istenilen sonuçlar alınamamıştır.
Bunca çelişkilerin ve savaşların yaşandığı ortamda Kürdistan Bölgesel Yönetimi, yaygınlaştırılmak istenen mezhep ve etnik kışkırtmaların dışında kalmayı bilmiştir; etnik ve mezhepler arasında çelişki ve çatışmaları önleyecek ciddi reformlar yapabilmiştir. En önemlisi de, Bağdat’la anlaşmazlık içinde olduğu sınır sorununu çözüme kavuşturmuştur. Bunlar, Kürdistan Bölgesel yönetimi açısından çok ciddi kazanımlardır. Gelinen bu noktada birlikte veya bağımsız yaşamaya karar verecek güç, halk ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’dir. Ortadoğu denkleminde artık Kürt halkı da vardır.
 
KUZEY VE BATI KÜRDİSTAN
 
Diğer bölgeleri de kısaca değerlendirecek olursak, Kuzey’de kanalizasyon ve hendek aşmakla meşgul olanlar, sonuçta Kemalist güçlerin nasıl ayak pası olduklarını saklayamaz hale gelmişlerdir. Hendek bitiminden sonra yeni bir evreye girilecek; Kürdi güçlerle Kemalistler arasında ayrışma daha da derinleşecektir.
Batı Kürdistan’a gelince, bugüne kadar Batı Kürdistan’da şöyle devrim oldu, böyle devrim oldu hikayeleri anlatıldı. Anlatılanların hiç birinin de aslı yoktur. Kobani’de devrim yaşanmamış, tam tersine ülkenin harabeye dönüştürülmesine seyirci kalınmıştır. Her zaman söyledim, Batı Kürdistan’da Kürt halkının dinamikleriyle oynanmamış olunsaydı, IŞİD saldırı yapmayı aklına bile getiremezdi. Orada Kürt toplumunu ayakta tutan tüm değerler, Esad’ın çıkarları doğrultusunda çok önceden yerle bir edilmişti.
Devrim yapıldı hikayeleri, seksenli ve doksanlı yıllarda Türkiye’de pazarlanan sigorta poliçeleri hikayeleridir. Batı Kürdistan gençleri, Esad’ın ve ABD’nin paralı askerleri haline getirilmiştir. Bu durum, bu bölge halkı için çok acıdır. Kobani başta olmak üzere diğer yörelerde, bayrağına saygısızlaşmayı görev bilen topluluk yaratılmıştır. Herkesin şu soruyu sorması gerekir;, devrim bu mudur?
30.01.2016
Baki Karer