Kürt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kürt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ocak 2023 Pazar

TÜRKİYE’DE SOL NEREYE GİDİYOR?


TÜRKİYE’DE SOL NEREYE GİDİYOR?

    Türkiye 12 Eylül faşist cuntasıyla birlikte hemen her alanda çok ciddi alt üst oluşlar içine girdi. Yaşanan köklü değişimlerden nasibini alanların başında sol cephede yer alan hareketler gelir. Türkiye’de günümüz koşullarında sol oluşumların, örgütlenmelerin geldiği noktayı sadece melodram olarak niteleyip geçemeyiz, çok daha öte bir konumdadırlar. Bu günkü solun konumu ve sahip olduğu özellikler tekrar tartışılmalıdır.

    Bizde sol oluşumları II.Meşrutiyet’le başlatanlar vardır, ama bu her zaman tartışmalı olmuştur. Solun nasıl tanımlanması gerektiğiyle ilgili bir durumdur bu. II.Meşrutiyet ilan edildiği dönemde Osmanlı İmparatorluğunda sınıf anlamında ne bir burjuvaziden ne de işçi sınıfından bahsedilebilinir. Küçük işletme sahipleri ve bu işletmelerde çalışan az sayıda işçiler vardır. ‘Vatan Savunması’ şiarı ile ortaya çıkan Jön Türk hareketiyle başlayan ve ulus faktörünü ön plana çıkaran milliyetçilerin örgütlenme çabaları vardır. Bu dönemde İmparatorluk içindeki bazı gayrı müslimlerin Rusya’da ortaya çıkan Narodnizm’den etkilendikleri görülür.

    Gerek Jön Türkler gerekse de 19’cu yy. başlarından itibaren İttihat ve Terakki ile birlikte tüm muhalefet kesimlerinin II.Abdülhamid’e karşı iktidar mücadelesi söz konusudur. Jön Türkler’le başlayan ve İttihat ve Terakki’nin kuruluşuyla giderek yoğunlaşan seküler yanı ağır basan bir muhalefetten bahsedilebilinir. Bu muhalefetin karakterini oluşturan ulus-devlet temelli oluşudur. Ayrıca İslam’ı bir tarafa bırakmazlar; Batı’dan ümit kesildikçe Doğu’ya yönelik ‘ümmet kurtarıcı’ rolünü de üstlenmeye kalkışırlar. Yani ‘halkçı’ söylemlerini ön plana çıkarmalarına karşın, İslam alemini tek bayrak altında örgütleme gayreti içine girmekten de geri durmamışlardır.

    Solun ortaya çıkışı veya aydınların sosyalizmle buluşması daha çok 1920’li yılların başlarında kendini gösterir. Düşünce olarak yaygınlaştırma, sosyalist toplum oluşturma çabaları bu yıllarda ortaya çıkar. 1960’lı yıllardan itibaren derinleşen sınıf mücadelesine bağlı olarak sol düşünce de kitleselleşmeye başlar. Artık sosyalist toplum oluşturma doğrultusunda ciddi mücadele içine girilmiştir.

    1960’lı yıllarda yaygınlaşmaya, kitleselleşmeye başlayan sol, özellikle küreselleşmenin hız kazandığı günümüz koşullarında ne yazık ki, bölük pörçük bir hale gelmiştir. Elbette bu bölünme ve parçalanmada 12 Eylül faşist cuntasının oynadığı rol önemlidir. Günümüz Türkiye’sinde solun varlığı tartışılır bir durumdadır. Kendini gurup, çevre veya parti diye nitelendiren sol çevreler, tamamen marjinalleşmiş, birkaç kişiyle sınırlı bir duruma düşmüştür. Türkiye’de solun ağırlıklı bir kesimi, küreselleşmeyi yönlendirenlerin egemen kıldığı politik esintiye kendini kaptırmış durumdadır. Bugün sol olduğunu iddia eden önemli bir kesimin strateji ve taktiğinin oluşmasında bahsettiğim bu esinti belirleyici rol oynar. Küreselleşme döneminde solun bu duruma düşmesi, başlı başına bir tartışma konusudur. Ama esas tartışmak istediğim Türkiye’de solun ağırlıklı bir kesiminin karakteristik özelliğidir.

    Bahsettiğim sol, özellikle 2023 seçim takvimi yaklaştıkça sahip olduğu tüm özelliklerini canhıraş gayretlerle ortaya koymakta ve Jön Türklerden miras aldıkları şiarla hareket etmektedir. Yarım ağızla hem sosyalizmi savunmaktalar hem de neo liberal ekonomi politika uygulayıcılar arasında tercih yapmada bir sakınca görmemekteler. Daha açık bir deyişle, liberalizmin  burjuva ideolojisi, sosyalizmin de işçi sınıfı ideolojisi olduğu unutulmakta. Ayrıca davranışları ve ileri sürdükleri düşünce tarzıyla sosyalizmin bir yaşam biçimi olduğunu inkâr etmekteler. Yani en gereksiz bahanelerle bin bir parçaya bölünmüş sol kesimin önemli bir bölümü, burjuva partilerinin strateji ve taktiklerinin arkasından sürüklenir hale gelmiştir. Bahaneleri de gayet basit; mevcut iktidara karşı olma! Bu arada karşısında oldukları gücün olanaklarından yararlanma fırsatçılığını da görmemek mümkün değil. Yani bir anlamda güce tapma derekesine düşme söz konusudur.

   Sol, kendini toplumda bir güç, alternatif haline getirmeye yönelik bir çaba içinde değildir. Yani sol kendini kitleselleştirecek, toplum içinde ağırlık merkezi haline getirecek bir mücadeleden yoksundur. Küresel koşullara özgü örgütlenmede yaratıcılık yoktur.  Her alanda olduğu gibi, siyasal alanda da başarılı olmanın bir ölçüsü, kendine güven duymadır. Günümüzde solda böylesi bir güvenden bahsedebilmek çok zor. Bu nedenle de oyun kurucu olamamakta ve anarko kapitalizm karşısında suskun kalınmakta. Sorun burjuva muhalefet çerçevesinde salt sandıkta oy kullanmaya indirgenmekte. Elbette solun önemli bir kesiminin böylesi bir düşünce tarzına sahip olmasının tarihi nedenleri vardır. Bizde ‘Muhafazakârım’ diyenlerin, sosyal demokrat veya ‘sol’ olduğunu söyleyenlerin de ayrıştığı yer, İttihat Terakki’dir. Bu nedenle Türkiye’de sol düşünce, önemli oranda İttihat Terakki’yi aşamamıştır. Jön Türklerin ‘Vatan yahut Silistre’sinde kalmıştır. Bu durumu bugüne tercüme edecek olursak, Kemalist çerçeveden öteye geçilememiştir. Bunun en belirgin örneklerini, PKK/HDP ile ilişki ve ittifak içinde olanlarda çok rahatlıkla görürüz. Çeşitli bahanelerle HDP ile ittifak geliştirenler, Kürt ve Kürdistan gerçeğinin inkârını temel alanlardır. Ucu bucağı olmayan dehlizlerde tapılacak güç arayanlardır.

2023.01.14

BAKİ KARER

 

   

10 Haziran 2019 Pazartesi

Pkk/Hdp’nin Neden Olduğu Bazı Gelişmeler Üzerine


      

 

Pkk/Hdp’nin Neden Olduğu Bazı Gelişmeler Üzerine
 

    Ülkemiz baş döndürücü hızla gelişen olaylara sahne oluyor. Arka arkaya gelişen olayların hızına yetişme bazen mümkün olmuyor. Aniden, neden ve nasıl ortaya çıktığı belli olmayan ‘ölüm oruçları’, yüzer-gezer yatta istirahat eden bayın mektubu, Kandile yönelik düzenlenen askeri operasyon ve bir diğer sorun İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinin yenilenme kararı başdöndürücü gelişmelerden sadece bir kaçı. Türkiye’de ortaya çıkan hemen her olay televizyonlarda, yazılı basında ve sosyal medyada yer buluyor; yorumlanıyor, tartışılıyor ve sonrada unutuluyor. Bu bir anlamda kısır döngüye neden olmakta. Tüm bunların toplumda ciddi oranda zihin yorgunluğuna ve hafıza kaybına yol açmayacağını söyleyemeyiz.

    Son dönemlerde özellikle PKK/HDP üzerine yapılan tartışmalar dikkate alındığında, hiçte küçümsenmeyecek bir çevrede kafa kargaşalığının halen devam ettiğine şahit oluyoruz. Yüz bin Kürt gencinin, binlerce çocuğun katili olan ve milyonlarca halkın göç etmesine neden olan, bundan da öte derin devletle birlikte fiilen planlayan PKK/HDP’nin Kürt/Kürdistan düşmanlığı tartışma konusu olmamalı. PKK’nın Kürt halkına karşı düşman olup olmadığı tartışma konusu yapılıyorsa, Kürdün varlığı ve yokluğu tartışma konusu yapılıyor demektir. Bu da içinden çıkılmaz kısır döngüyü ifade eder. İşte PKK ve dayandığı güçlerin de beklentileri budur. Yani toplumda zihin yorgunluğu ve hafıza kaybını sürekli kılmadır. Örneğin son dönemlerde Kürt halkını, adına ‘ölüm oruçları’ dedikleri senaryo ile meşgul etmiş olmalarının bir nedeni de budur. Şimdi bahsedilen ‘ölüm oruçları’ niye başladı ve neden bitti bilen var mı? Hayır. Ortadoğu’da bunca karmaşanın yaşandığı bir dönemde halka karşı tuzaklanmış ‘açlık grevi’ üzerine tartışmalar yapılıyor mu? Yine hayır. 2012 de olup bitenler nasıl unutulmuşsa, 200 gün sürdürülmüş olan ölüm orucu oyunu da unutulup gidecek. Ama bir süre sonra karanlık dehlizlerde fırlatılacak işaret fişeğiyle birlikte, bir kez daha aynı tuzağın kurulmayacağının garantisini kimse veremez.

    ‘Ölüm orucu’ üzerine ve sonrasında yayımlanan İmralı sakininin mektubu hakkında çok yazıldı çizildi. Tartışmaya devam etmede yarar olduğu kanısındayım. Önemli; çünkü Kürt halkı PKK-HDP maşasıyla içten örülmüş bir cehalet cephesiyle savaşmak zorunda bırakılıyor. Cehaletle savaşım hiçte kolay değildir. Cephede silahlı savaşımdan on kat daha zordur. Cemaat anlayışı ve buna bağlı olarak müritlik ilişkisi tüm toplumda egemen kılınmak isteniyor. Özenle seçilen dil, davranış ve düşünce biçimleri tam anlamıyla cemaatlerle uyum içindedir. Böylesine örgütlenme biçiminin temel alınmasının bir nedeni de bu güne kadar halka dayatılmış olan asimilasyon politikasının Kürt toplumunda egemen kılınmasını sağlamak içindir. Asimilasyon, kendini inkâr, artık dıştan bir zorlamaya gerek kalmadan içten örgütlenmeyle yapılmakta ve giderek tüm toplumda gönüllülüğe dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Dikkat edilirse, PKK/HDP tabanında öğrenme koşullanmayla sınırlandırılmıştır. ‘Parti’ denildiğinde İtaat,‘seruk’ denildiğinde intihar, ‘politika’ denildiğinde Türkleşme anlaşılmaktadır. Hatta Amara denildiğinde ne anlaşıldığını burada açıkça ifade etmek istemiyorum. İşte tüm bunlar öğrenme adına koşullanmanın doğurduğu sonuçlardır. Bu bir anlamda Kürt toplumunu belleksiz bırakmanın çabalarıdır. Belleğini yitirmiş bir toplumun değerleriyle oynama kolaydır. Belleği yitirilmiş toplumlar aynı zamanda tarihi geçmişlerinden koparılmış toplumlardır. Tarihinden uzaklaştırılmış toplumların dinamikleri de yok denilecek kadar azdır. Belleği yitirilmiş toplum, bireyleri arasında sosyal iletişim organlarını kaybetmiş toplumdur. Bellek yitirildiğinde nesilden nesile aktarılacak gerçekler de kalmaz. İşte 2019 un sözüm ona ölüm oruçlarını tartışırken 2012’nin ‘ölüm orucları’ hatırlanmıyorsa, halen ‘HDP Kürt patisi mi, değil mi?’ tartışması yapılıyorsa, toplumsal hafızanın birileri tarafından veya bazı odaklarca yıpratılmadığını söyleyemeyiz.

    PKK/HDP’nin ne olduğunu anlamak için dilini, dili kullanma biçimini irdeleme yeter. Dil ile düşünce arasında tam bir bağlantı vardır. Düşüncelerimizi dille aktarmaya çalışırız. Dili kullanma biçimi, aynı zamanda düşüncelerimizin temel niteliklerini de açığa vurur. Apoculuğun dili adeta ‘tanrının kazandırdıkları’ ile sınırlıdır. Çünkü mağara dili ancak bu kadar olur; ölüm ve cesetle başlanır, kanla nara atılır, silahla havaya ne idüğü belirsiz şekiller çizilir, ‘seruk’a itaat için eller havaya kaldırılır, ‘şahadet’le sonlanır. Dil kullanımı ve düşünce belirtme bunlarla sınırlıdır. İroni ve zihin jimnastiği tarihin ilk çağı kadar uzaktır bunlara. Apoculuk, PKK, HDP, YPG adına ne derseniz deyin, bunlar, ya sözcüklere farklı anlamlar yükleyerek ya da güvensizliği ifade edecek kelimelerle kendini tanımlamaya çalışır. Başkasını anlamak için dil kullanmayı bilmezler, bilemezler de. Mağara dili ve düşüncesi bu kadar olur. İşte bu kısır döngüden, onların belirlediği tartışma zemininden uzaklaşma her Kürdün temel hedefi olmalı. Örneğin mali sermayenin aldığı boyut veya küreselleşmenin her boyutta tartışılması daha doğru olur kanısındayım. Küreselleşmenin Kürt  toplumuna yansımaları; getirileri ve götürüleri, özellikle de Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne olan etkileri ve bu etkilerin gelecekte doğuracağı muhtemel sonuçlar üzerine tartışmalar daha ufuk açıcı olur. Türkçü, asimilasyoncu cephenin belirlediği sahadan ancak bu şekilde uzaklaşmış oluruz. Elbette bu yaklaşım, Kürt halkı için yararlı olacak güncel politik tartışmalardan uzak durma anlamına gelmez. Nereden bakarsak bakalım, PKK/HDP son tahlilde bir cemaatçiliktir; öğrenme yetileri ödülle koşullandırılmış müritler topluluğudur.  Buna en son örnekte İmralı’dan kaleme alınarak yayımlanmış mektuptur. Mektupta kullanılan dil önemli olduğu kadar yayımlanış biçimi de orta veya uzun vadede muhtemel değişimlerin işaretini vermekte. Mektup bu açıdan önemli. 

    Bir kaç kelimesi hariç, bu mektubu okuyan kim olursa olsun amirlerin, daha doğrusu ‘yüksek mertebeden’ birinin yol göstericiliğinde kaleme alındığını hemen anlar. Toplumun zihninde uyandıracağı yankılar aşağı yukarı hesaplanarak kaleme alınmış. Başkasının kapısında bir tas kuru fasulye uğruna bağlı kalmaya razı olmanın utanmazlığı mektubun her satırında sırıtıyor. Bu kadar da değil; bağlı olunan ipin giderek daha da kısaltıldığı da belirtilmekte, kamuoyuna duyurulmaktadır. Sanıyorum, urganın bağlı olduğu yer, bölüşülmüş bir  mekanda duran birden fazla demirden halka. Her halka bir erki temsil etmekte. Ama bu sefer bir farkla; halkalar arası uyum, yani ister erkler, ister güçler diyelim, aralarında bir konsensus sağlama isteği gözükmekte.

    24 haziran 2018 seçimleriyle aslında bir nevi devlet başkanlığı sistemine geçiş temel alınmıştı. Şu ana kadar geçen sürede sergilenen pratiklere bakıldığında, devlet başkanlığı sistemiyle pek de uyumlu olduğunu söyleyemeyiz. Adeta eski parlamenter sistem devam ettiriliyor. Bunun bir çok nedeni var; MHP’nin AKP ile ittifakı, AKP’nin geçmişe oranla azalan oy potansiyeli, 2023 seçimlerinin bu günden düşünülmesi vb. bir çok argüman ortaya koyabiliriz. Ama ortada bir gerçek var; o da, hem iktidarın, hem de merkez güçlerin veya buna biraz da görünmeyen güçlerin birbirlerine epeyce yaklaştıklarını, bir çok noktada anlaştıklarını söyleyebiliriz. Bu anlamda İmralı sakini el değiştirmiş durumda ama yeni sahibi O’nu fazla uzağa götürmeyi şimdilik çıkarına pek uygun görmemekte. İşte yayımlanan mektup bu anlamda önemlidir. Bu noktada bir konsept sorunu gündemleşmekte. Bunu ‘sınır konsepti’ veya ‘güvenlik konsepti’ olarak telaffuz edebiliriz. Hatırlayalım, ABD Kandil’in ağalarından bazılarını yakalama kararı çıkarttığında, eski istihbaratçı İsmail Hakkı Pekin hemen duruma müdahale etti ve Kandil ağalarının ABD’ye yakalatılmaması ve İran aracılığıyla veya başka biçimlerde koruma altına alınması gerektiğini belirtti. O dönem çıktığı tüm televizyon proğramlarında bunu açıkça belirtti. Yine, eğer bunlar yakalanırsa, Türkiye’nin ‘güvenlik konsepti’ni tümüyle değiştirmek zorunda kalacağını söyledi. Bu çok önemli bir söylem olmasına karşın yeterince tartışılmadı. İşte uyduruk açlık grevleriyle birlikte Kandil’e doğru başlatılan askeri harekatın devam ettiği bir süreçte İmralı’dan gelen mektup, aynı zamanda ‘güvenlik konsepti’ olarak adlandırılan alanda bir değişikliğe gidileceğinin işaretlerini vermekte. Mektubun ortak imzayla yayımlanmasının bir nedeni de budur. Mektuba imza atan diğerleri kimler ve neyi temsil ediyorlar! başlı başına tartışma konusu. Neyse.. Bana kalırsa, uygulamaya konulacak yeni konseptin tüm detayları üzerinde henüz karar verilmiş değil. Bu nedenle, Kandil’e kadar gidilse de, PKK’nın yönetimine şimdilik karışmayacaklar. Belki de Kandil’e varmadan belli bir mesafede duraklayacaklar. Adamlarını tavsiye etmeden yeni ‘emniyet kemeri’ proğramlarını denemeye koyup sonuçları üzerinde konsensusa varmaya çalışacaklar.    

    Yürütülen askeri harekata çok büyük atıflarda bulunmaya gerek yok. Kandil’de herhangi bir güç dirense de düzenli bir ordu karşısında ancak iki saat dayanır. Sonra direnecek kim var? Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin topraklarında ön akıncı güç görevini yüklenmiş hain bir yapılanma söz konusudur. Tartışmalar yapılırken ona buna hizmet eden işbirlikçi yapılanmanın özellikleri unutulmakta. Bazen tartışmalara bakıyorum, yok ‘gerilla’ şöyle yapar, yok ‘gerilla’ böyle yapar yönlü sözümona strateji ve taktikler verenler var. Bir kez daha söylüyorum, 1984’de orada burada patlatılan silahlar bugünkü hainliği yaygınlaştırmak için patlatılan silahlardı. PKK’nin her şeyi çöpe atması Öcalan’ın İmralıya misafir edilmesiyle başlamamıştır. Gerilla uydurması Küçüklerin, derin devletin uydurmasıdır. PKK gerillacılık değil, çapulculuk yapmıştır. Bu yapıda hiç bir zaman gerillacılık örgütlenmemiştir. ‘Serhildanlar’da aynı biçimde uydurmadır. Küçük ve bileşenlerinin eseridir. Kürt halkının tüm dinamiklerini imha, içten bitirme eylemleridir. PKK’nin patlattığı her mermi, Kürtlerin yıkımı olmuştur, olmaya da devam etmektedir. İçinde en ufak Kürtlük olan hiç kimse, bunun aksini iddia edemez. ‘Bindik bir alamete gedeyoz kıyamete’ misali bir çok çevre, ‘gerilla’ deyip durdu. Bir çok çevrenin bu deyimi gayet bilinçsizce veya ağız alışkanlığından kullandığını da kabul etmek gerekir. ‘Hafızamızla oynuyorlar’ derken kastettiğim işte bunlardır. 

     Şimdi bu seremoniye son verilmek istenmekte. Gerillacılık oynayanlar tasfiye edilmek istenirken, oynatanlar da hizaya sokulmaya çalışılmakta. Türkiye’nin ulaştığı ekonomik, askeri ve siyasal seviyesinin yanısıra, Ortadoğu”nun ve dünyanın bugünkü konjonktüründe oldukça yıpranmış bir maşaya pek gerek görülmemekte. Daha doğrusu şu anda iktidar olan kanat bu duruma son vermek istemekte. Ama diğer güçler bu çözüme yaklaşmamakta. Çözüme yaklaşmayan tarafı ağırlıklı olarak CHP temsil etmekte. Derin devletin legal alanda öncülüğünü CHP yüklenmiş durumda. Yani CHP ‘70’li yıllarda bulduğum çözümü çöpe attırmam’ diyerek inadını sürdürüyor. PKK/HDP ile ittifak yapması bu anlamda boşuna değildir. Ama CHP ve ortakları, eninde sonunda yeni dönemin koşullarına entegre olmak zorunda kalacaktır. Bekleyip göreceğiz, önümüzdeki süreç çok gelişmelere gebedir.

9.06.2019

Baki Karer

 

9 Ocak 2019 Çarşamba

12 HAZİRAN SEÇİMLERİ


2011 seçimleri üzerine yazdığım bu makaleyi şimdi yayınlıyorum. Bir nebze de olsa şu anda içinde bulunduğumuz ortama ışık tutacağını düşünüyorum.

12 HAZİRAN SEÇİMLERİ
                   

    12 haziran seçimleri sonuçlandı. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin birinci parti olarak mecliste yerini alacağına ve tekrar hükümet kuracağına hemen hemen kesin gözüyle bakılmaktaydı. Nitekim yüzde elliye yakın oy oranı ile üçüncü sefer hükümet kuracak. Arka arkaya kazanılan her üç seçimde de oylarını artırarak iktidar olma durumu söz konusudur.
   Cumhuriyet Halk Partisi, yönetim değişikliğine rağmen, bu seçimde de yenilgi almıştır. Milletvekillerini çoğaltarak gelmesi, yenilgi almadığı anlamına gelmez. Yüzde %35 veya üstünde bir oy oranı almış olsaydı, bir başarıdan söz edilmiş olunurdu. Ama böyle olmadı. CHP’nin seçim propagandası ve vaadleri 1970’li yılların Necmettin Erbakan ve Süleyman Demirel’in seçim propagandası ve vaadlerin benzeri durumundaydı. Bu nedenle halka güven vermekten çok uzaktı.
    CHP, demokrasiyi genişletmeyi, güçlendirmeyi temel alan güçlerle hareket etme yerine, karanlık güçlerle birlikteliği seçmesi, Baasçı sistemde çakılıp kalmasını sağlamıştır. Tercih ettiği zemininin getirilerine itiraz etme hakkı yoktur.
   Yaşanan kaset olayları Milliyetçi Hareket Partisi’nin oylarını yarım veya bir puan aşağıya çekmiştir. Kaset olayı, MHP’yi bir tür cezalandırmak için ortaya atılmıştır. Geçmişte iktidar partisinin getirdiği anayasa değişikliklerine onay vermesi dikkate alınarak, AKP ile arasına mesafe koymaya zorlanmıştır. Bu bir anlamda da MHP’yi yeniden şekillendirme çabalarıydı. Milliyetçi Hareket Partisi AKP’ye karşı, CHP-DTP paraleline çekilmeye çalışılmıştır. Yani örtülü bir seçim ittifakı yapılmıştır. Bu seçim ittifakının bir nedeni de, AKP’nin birinci parti olarak çıkmasını engellemeden ziyade, tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde etmesini önlemeye yönelikti. Aynı zamanda yeni bir anayasa yapılması için yürütülen çabaların önü alınmaya çalışıldı. Masa başında yapılan hesapların önemli oranda tutmadığını söyleyebiliriz; hükümet partisi tek başına anayasayı değiştirecek çoğunluğu elde edemedi, ama tek başına hükümeti kuracak çoğunluğu elde etti. Şimdi Adalet ve Kalkınma Partisi hükümet kuracak.
    CHP ve ittifakçı güçleri, iktidara karşı çeşitli bahaneler uydurarak,en geniş emekçi yığınların istemlerinin tersine, meşru olmayan bir zeminde, artık hiç bir kamuflaja gerek duymadan darbecilik oynamaya başlamıştır. CHP yine halkın eğilimlerini hiçe sayan elit bir havuz içinde, çıkış yolları arama çabası içinde. Bu sefer, geçmişten biraz farklı oluşu, arkasına 'gitmişkirem, gelmişkirem'lerden oluşan şalvarlı davulcu ve zurnacıları da almış olmasıdır. Cuntalar karşısında diz çökmeyi alışkanlık hale getirmiş olan yargının bir kısmının desteğinde, Meclisi protesto ederek bir takım dayatmalarda bulunacağını zannetmekte. Ama bana göre, tarihinin en çıkmaz labirentine girmiştir. Girdiği bu labirente, yakayı ele vermeden nasıl kurtulur bilemem. İnsiyatifi hemen hemen tümüyle AKP’ye kaptırmıştır. CHP’nin başını çektiği protesto, bu anlamda biraz da şaşkınlığın, ne yapacağını bilememenin protestosudur. Ama sonuçta, tüm takım ve edavatıyla birlikte tıpış tıpış meclisin yolunu tutmak zorunda. Hepsi de meclise gelecek ve ceylan derili koltuklarına oturarak, başlarını sallayıp maaşlarını alacaklar. Ara seçim, yeniden genel seçim alternatifini zorlamaları karşısında, ya bir kaç kişiyle temsil edilme ya da tümden meclis dışında kalmaları yüksek ihtimaldir. Bunu göze alacaklarını sanmıyorum. Bu nedenle, ‘Yaylalar, yaylar’ türküsünün yüksek tonla söylenişi ne kadar korkutucu ise, yaptıkları iç savaş çığırtkanlıkları da o kadar korkutucudur.
   AKP’yi, bugüne kadar, gizli planlarını adım adım uygulamakla suçlayan CHP, şimdi kendisi karanlık planlarını sinsice uygulamaya koymuştur. Karanlık planlarının ilk parçası iç savaş çığırtkanlığıyla Silivri’yi boşatma ve arkasından darbeyle iktidara gelmedir. Bunun için halkın yıllardır şikayet ettiği ve bu güne kadar değiştirilmesi için en ufak bir girişimde bulunmadığı hukuk sisteminde, elit bir kesime özgü değişiklikler istemekte. Hatta kişilere özgü yasa değişikliği isteyecek kadar pervasız davranmaktadır. Dikkat edilirse, bu konuda, demokrasiyi temel alan genel bir hukuk reformu istememektedir. Halk, kanun devletinin yumruğu altında yıllardır ezilirken ses seda yoktu. Kim olursa olsun, elbette sorgusuz sualsiz bir insanın uzun yıllar  tutuklu olarak hapis yatması demokratik anlayışla bağdaşmaz. Ayrıca, AKP iktidarının Ergenakon davası çerçevesinde yaptığı tutuklamaları, provakasyon odaklarını dağıtma yönünde ve dolayısıyla, demokrasinin önünü açıcı tarzda yapmadığı da bilinen bir gerçek. Ama bugün tartışılan sorun, hiçte bu değil.
    CHP ve ittifakçılarını bu derece ürküten telaşlandıran  nedenleri, yine bu partinin geçmişinde aramak gerekir. Çünkü geçmişin alışkanlıkları üzerine provokasyonlar geliştirmeye çalışmakta. Aslında Tek Şeflik dönemi irdelendiğinde tipik Mısır’ın Hüsnü Mübarek ve Tunus’un Bin Ali iktidarı karşımıza çıkar. Dış ilişkilerde İngiltere’nin çıkarları doğrultusunda hareket edilmiştir. Sermaye birikimi ve yatırımlar temel alınmamış, halktan toplanan vergiler, elit bir kesimin lüks yaşaması için harcanmıştır. Laiklik ve modernlik adına İngiliz kültürü egemen kılınmaya çalışılmıştır. Ordu ise İngiliz hayranıdır. 1940’lı yılların sonlarına doğru ise ABD’nin hegemonyasına geçmiştir. Hemen her açıdan ABD’ye bağımlı hale gelmiştir. Ordu, ABD’nin bir kolordusu konumuna çekilmiştir. Çok partili sisteme geçilmeden bunun temellerinin de yine CHP tarafından atıldığı inkâr edilemez.Menderes ve Bayar ikilisinin yaptığı, hazırlanan zeminde hızlı adımlarla ilerlemedir.
    Ama bugün ne iç, ne de uluslararası koşullar, CHP ve yandaşlarının istediği doğrultuda seyretmiyor ve bu tür örgütlenmeleri dıştalıyor. Özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yıkılan diktatörlükler CHP’yi oldukça tedirgin etmiştir. Bu ülkelerde sekülerizmin önünün açılması ve ister emperyalist güçlerin müdahalesi ile, isterse halkın iradesiyle oluşacak iktidar biçimlerinde, Baas türü örgütlenmelerin yerinin olmayacağını bilmekte. Bu gelişmelerin, Türkiye toplumuna şu veya bu biçimde yansımadığını düşünmek mümkün değil. Diğer yandan, Ortadoğu’daki siyasal gelişmeler, AKP’nin önünü açmış, Türkiye için daha geniş pazar olanakları yaratmıştır. İster istemez, bu, hükümetin ekonomik ve mali kaynaklarını arttıran bir nedendir. İşte CHP’nin bir korkusu da bu noktadan kaynaklanmakta. Halen Asya ve Afrika’ya sırtını dönmüş, Avrupa Birliği’nin ve Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarları için çırpınan ve kendi yurttaşını bu çıkarlar için pazarlayan bir anlayışta inat etmektedirler.
    CHP bireyi temel alan temel hak ve özgürlükler için mi yoksa tekdüze toplumlar yaratmayı amaçlayan kanunlar yapmak için mi çırpınmakta? Çıkış noktası olarak Silivriyi temel aldığına göre, sonuçta bireyleri cemaatle sınırlamak istediği ortada. O zaman, niçin ve kime karşı eylem yapmakta? Eğer CHP, içinde yaşadığımız çağın koşullarına uygun demokratik bir anayasa  yapmak için çıkış yapmış olsaydı, kimsenin bir diyeceği olmazdı. Onbinlerle ifade edilen faili meçhul cinayetlerin, örneğin JİTEM’in araştırılıp ortaya çıkartılması için en ufak bir çaba yürütmüyor. Türkiye’de kolluk kuvvetleri ve işbirlikçileri PKK ile ortaklaşa katliamlara varan cinayetler işlenmiştir. Demokrat, sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir örgütlenmenin asıl görevi, böylesi karanlık cinayetleri açıklığa kavuşturmak için mücadele verme olmalıydı. Karanlık ilişkilerin, cinayet ve vurgunların açıklığa kavuşturulduğu oranda, gerçek demokrasi inşa edilir. Sonuç olarak geçmişi unuturmak, geçmişle yüzleşmekten kaçınmak için ayak oyunlarına başvurulmakta. Yeni baştan korku ve panik atmosferini egemen kılmaya çalışmakta. Bunun için de uzun süreden bu yana çadırtamış olan "Doğu" ayağını yeniden kurmaya çalışmakta. Oynunu bilinen "Doğu" ayağı ile oynamaya başlaması, amacını ortaya koyan en açık delildir. Ama çabası beyhude. Türkiye’nin içinde bulunduğu bugünkü ekonomik ve sosyal koşullarda, hızla farklılaşan ve ayrışmaya başlamış olan Batı elitinin, Kürtten devşirme ağa ve malum yeni türeme marabalarla kurduğu birlik, amacına ulaşamayacaktır. Kürt geçinen ağalar aracılığıyla bazı müritlerin oylarına oynanmış olunması, CHP'yi istediği hedefe vardırmaz.Bu arada CHP'nin DTP ile kurduğu ittifak, sadece oy avcılığıyla sınırlı değildi,PKK'nin Güney Kürdistan'da geniş çaplı provakasyonlarıyla bağlantılı olmadığını kimse iddia edemez.
   Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ortaya çıkış sebepleri ve toplumsal ilişkiler ağı içindeki yerini irdeleme ayrı bir konu. Ama unutmayalım ki CHP ile temsil edilen Kemalist zihniyetin darbecilik oyunları, AKP'nin doğmasında ve de güçlenmesinde önemli roller oynamıştır. Bugüne kadar Orduya dayanan İstanbul elitinin yaptığı darbeler ve darbe tehditlerinin AKP'nin gelişip güçlenmesine olan katkılarını görmemezlikten gelemeyiz.
   AKP’nin ise Türkiye’de demokrasinin gelişip güçlenmesine ne oranda hevesli olup olmadığını önümüzdeki süreçte daha net göreceğiz. Sanayileşmeye, üretime dayalı toplumsal refahı geliştirmeyi temel alıp almaması niteliğini açığa çıkartacaktır. Ulufe dağıtımıyla toplumsal refahın ve bireysel özgürlüklerin geliştiği görülmemiştir. Sonuçta AKP, bilinen klasik muhafazakâr bir temelde mi ilerlemeyi seçecek yoksa salt dini değerlerle mi hareket edecek? AKP'nin madalyonun bir diğer yüzü olup olmayacağını bekleyip göreceğiz. Seçeceği yön, iddia ettiği çizgide kurumlaşıp kurumlaşamayacağını da belirleyecektir.

  BAKİ KARER

2011.07.10

7 Şubat 2016 Pazar

KÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ


 
 
 

 

KÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ

 

    Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir. Bu konu tüm yönleriyle irdelenmesi gerekir. Bu tartışma,  önümüzdeki süreçte, Kürt halkının geleceğini tayin etmede önemli rol oynayacaktır. Ulusal bilinç denildiğinde ilk akla gelen, bir halkın kendini tanıması ve tanımlamasıdır. Bir halk kendini ne kadar iyi tanıyorsa, sahip olduğu özelliklerini ne oranda açığa koyuyorsa o oranda  ulusal bilincini ortaya koyuyor demektir. Ulusal bilinci toplumsal bilincin bir parçası olarak ele almamak gerekir, tersine toplumsal şekillenmeyi sağlayan bir bütün olarak görmek gerekir. Ama, toplumsal bilinci nasıl ki sınıflar üstü görmüyorsak, ulusal bilinci de sınıflar üstü göremeyiz.

    Bu gün Kürtler'de ulusal bilinç üzerine hiç tartışma yürütülmediğini söyleyemem. Ama sıkça da ulusal bilinç yanlış zeminlerde tartışılıyor. Tartışmaların önemli bir kısmı, ulusal sorunun ya da ulusal bilincin burjuvazinin gericileşmesiyle birlikte halkın sorunu olmaktan çıktığı yönünde. Bu bakış açısı daha çok Türk solunun şöven bakış açısıdır. Sorun tartışılırken, Türk solunun klasik değer yargılarıyla sosyalist düşünce birbirine karıştırılmamalı. Kürt Milliyetçisi olarak tanımlanan diğer tarafın önemli bir kesimi de, sosyalizmin ulusal sorunu ve de ulusal bilinci tümden inkâr ettiğini ileri sürmekte. Her iki anlayışta bana göre yanlıştır; sosyalizm ezilen halkların sorununu ve ulusal bilinci inkar etmez, tam tresine sahiplenir. Milliyetçilik de çoğu zaman bazı kesimlerce anlamsız hale getirilmeye çalışılmakta. Bir taraftan 'Milliyeçiyim, Kürt milliyetçisiyim' denilmekte, öbür taraftan ulusal bilincin işaret ettiği merkezden uzak durmaya özen gösterilmekte. Nasıl bir milliyetçiliktir pek anlaşılmaz daha doğrusu. Aynı durum 'sosyalistim' diyen bazı çevreler için de geçerlidir. Oysa ezilen ulusun hem milliyetçisinin, hem de sosyalistinin ortak çekim merkezi olmalıdır. Bu merkez tektir, yani günümüz dünyasında her ulus için geçerli çekim merkezi, Kürtler için de geçerli olmalı. Bu çekim merkezini ister devlet, ister bağımsızlık olarak tanımla. Mutlaklaştırmaktan bahsetmiyorum, önemli olan ana hedefin belirlenmesidir. Her şeyden önce özgür iradenin sergileneceği ortamın sağlanmasıdır.  Ayrılığa veya birliğe karar verecek tek bir güç vardır, o da, halktır, halkın özgür iradesidir. Bugün G. Kürdistan'da yaşanan süreç tam da budur; halkın özgür iradesinin tecelli edeceği ortam sağlanmıştır.

    Siyasal, kültürel, zihinsel vb. her düzlemde, toplumu toplum yapan tüm alanlarda ortak tepki koyulmasını sağlamada belirleyici tek nokta etrafında birleşilmediği sürece, yeterli ulusal bilinçten bahsedilemez. Ezilen ulusun bireyi kendini ne kadar ulusun bir parçası olarak görürse o kadar da toplumsal bilince ulaşmış olur. Bu ana hedef, bireylerin düşünce, eylem ve davranış biçimini belirleyen bir konumda olmalı, yani bireylerin yaşam biçimine yön vermelidir.

    Kürdistan'da ulusal bilincin istenilen düzeyde olmamasının bir çok sebebleri vardır. Bunların en belli başlıcası bölünmüşlük ve egemen güçlerin ezici çoğunluğunun kendini ulusun bir parçası olarak görmemesidir. Buna bir de Kuzey Kürdistan'da Türk egemen güçlerinin asimileyi temel alan politikası eklenmelidir. Gerek Fars, gerekse de Arap egemenliğinin olduğu Kürdistan parçalarında toplumu toplum yapan alanlarda tahribatlar yapılmış olmasına karşın, ulusal bilincin gelişmesinde belirleyici rol oynayan dilde ciddi tahribat yaratmada pek bir başarı sağlanmamıştır. O bölgelerde dil, günlük yaşamın bir parçası olmaya devam edebilmiştir. Ama aynı durum Kuzey için tartışmalıdır. Oysa dil, ulusal bilincin geliştirilmesinde ve yaygınlaştırılmasında belirleyici rol oynar.

    Bugün Güney Kürdistan'da, ulusal bilinç daha güçlü ve yaygındır. Bağımsızlık ilan edilmemesine rağmen, bağımsız devletten farklı hareket tarzı izlememektedir. Bu durum toplumun hem her katmanında, hem de toplumsal yaşantının her alanında ulusal bilinci yükseltmeyi sağlamakta. Doğu Kürdistan'da ağır baskı ve şiddet politikasına rağmen ulusal bilinç güçlenmektedir. Bu her iki parçada ileriye yönelik ciddi adımlar atılmasına karşılık Rojava'da kantonculuk ve Kuzey'de belediye meclisi yetkilerinin genişletilmesi oynu oynanmaktadır. Yani Rojava ve Kuzey Kürdistan'da egemenlere hizmet eden, daha doğrusu, egemenlerce yazılmış senaryonun figuranlığı yapılmaktadır.

    Bugün PKK-HDP ile içinde yaşadığımız yüzyılda Kürt halkının yakaladığı fırsatlar yokedilmek istenmektedir. Şu anda PKK aracılığıyla izlenen strateji budur. Göç yoluyla nüfus planlamasından tutun da, pazar olanaklarının yerle bir edilmesi ve sermaye birikimine yol açacak her girişimin önlenmeye çalışılması, bu nedenledir. Bu politika, içte Kemalist kanatla işbirliği içinde gerçekleştirilmekte. İzlenen bu stratejinin elbette dış bağlantıları da vardır. Bunca Kürdün Batı'ya niçin göç ettirildiği ve halen de ettirilmeye çalışıldığı, yeterince tartışılmamakta. Belediye meclisi yetkilerinin arttırılması bahanesiyle Kürt halkına karşı kırım yapan PKK, Kürtlüğü, Kürdün ulusal bilincini bitirmeye çalışmakta. ‘Gelmişkirem', 'gitmişkirem'lerin yuvalandığı bir yapılanma olan PKK, ulusal bilinçin istenilen düzeye ulaşmasının önünde ciddi bir engeldir. Türk etnik kimliğe ait olan PKK-HDP, Kürt ulusunun tarihten gelme karakteristik özelliklerini yok etmenin adıdır aynı zamanda.

   

Baki Karer

3.10.2015         

19 Kasım 2014 Çarşamba

ORTADOĞU YOL AYRIMINDA

ORTADOĞU YOL AYRIMINDA

    Bölgede cetvelle çizilen sınırlar kalkmak üzere. Birinci dünya savaşı döneminin kudretli gücü Büyük Briritanya'nın, uzun vadeli hesaplar doğrultusunda Ortadoğu'da çizdiği sınırlar, günümüzde yaşanan sorunların esas kaynağını oluşturmakta. Bugünkü sınırlar çizilirken, temel alınan esas unsur, petrol kaynaklarıydı.
    Ortadoğu halklarının iradeleri dışında çizilen sınırlar, bugün, Bölge halkları tarafından kabul görmediğini biliyoruz. Ama bu noktada şu soru da akla gelmiyor değil; Bölge halkları özgür iradelerini gerçekten ne kadar kullanma olanağına sahipler? Irak'ta ve Suriye'de yaşananları dikkate alırsak, bu soruya doğru bir yanıt verebiliriz. Ya da soruyu daha farklı da sorabiliriz, halkların özgür iradelerini kullanmalarına yerel egemenler ve işbirliği içinde oldukları emperyalist güçler ne oranda seyirci kalacaklardır? Suriye'de uluslararası güçlerin müdahalesini bir tarfa bırakırsak, başlıbaşına Irak'ta ortaya çıkan IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) faktörü bu soruya yanıtı yeterince vermektedir. IŞİD'in ortaya çıkış koşulları ve bugün Ortadoğu'da sınırları değiştirmede aracı olarak kullanılması, başlıbaşına tartışma konusu.
    Ortadoğu'da kısa süre içinde bir çözüm beklenilmemeli. Amerika Birleşik Devletleri Irak'a askeri müdahalede bulunurken, uzun süreli karmaşa ortamının egemen olacağını biliyordu. Çıkarları, yarattığı belirsizliklerde gizlidir. Birçokları ABD'nin Irak'ta başarısız olduğunu, geri çekilmek zorunda kaldığını iddia etti. Aslında durum tam tersidir; Irak'a müdahale ile uzun vadeli çıkarlarını daha bir garantiye almıştır. ABD ve diğer emperyalist güçler için, Ortadoğu'da süreklileştirilecek mezhep ve azınlık çatışmaları hiçte sorun değildir. Bu çatışmalardan güç kaybına uğrayan ya da uğrayacak olan onlar değil, bölge halklarıdır.
                                  
Kanlı ve Uzun Süreli Mezhep Çatışmalarının Kapıları Aralanıyor.
    Ortadoğu'da her dönemde de kaygan, hatta günlük diyebileceğimiz değişken ilişkiler ağı mevcut olmuştur. Güçler dengesinin nerede, ne zaman  ve nasıl değişeceğinin hesabını yapma her zaman zor olmuştur. Arap dünyasında Baas iktidarlarının yıkılış sürecinde, bu durum kendini bir kez daha göstermiştir.
    Tunus'da başlayan değişim, Suriye'ye gelince çakılıp kalmıştır. Şam'ın şu veya bu düzeyde Bölge"nin Arap toplumlarında oynadığı rol, bir kez daha kendini göstermiş oldu. Özellikle Türkiye açısından bu dengeler tam anlamıyla hesaplanamamıştır. Bu hesap hatalarına bir neden de, Ortadoğu'da olup bitenlere karşı Türkiye'nin uzun yıllar kayıtsız kalmasından ziyade, Rusya alternafini dikkate almamasıdır. Ayrıca Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devleti'nin segiledikleri yaklaşımlara aşırı bel bağlanmasıdır. Türkiye'nin Suriye'de Baas diktatörlüğüne karşı tavır alışında eleştirilecek bir nokta yoktur, ama Esad iktidarını yıkmaya yönelik iç hesaplaşmaya direkt müdahil olması gerekmezdi. Ve şimdi sonuçlarıyla karşı karşıyadır. Suriye'de Baas diktatörlüğüne karşı mücadele mezhep kavgasına dönüşmüş durumda, buradan hareketle, Suriye, mezhep temelinde bölünme tehlikesiyle karşı karşıya. Buradaki mezhepsel bölünme giderek Irak'ı da olumsuz etkilemeye başlamıştır. Suriye'deki iç savaştan güç alan bir takım radikal İslamcı odaklar, Irak'ı da mezhepsel temelde bölmeye çalışmakta. Böylesine kanlı bir sürecin sadece Irak ve Suriye ile sınırlı kalacağı sanılmamalı; bu çatışmalar, giderek Lübnan, Ürdün ve Körfez ülkelerine de yayılmayacağını kimse garanti edemez. Irak'ta sürdürülen mezhepler arası savaş bölünme ile sonuçlanırsa, Ortadoğu ülkelerinin uzun vadeli kanlı iç çatışmalara sahne olması muhtemeldir.
Irak İç Savaşı 
    IŞİD'in ortaya çıkışıyla birlikte Irak'ta Arap toplumu, mevcut sınırı korumayı temel alan federal bir çözüme mi gidecek, yoksa Sunni ve Şii mezhepleri temelinde iki ayrı devlet biçiminde mi şekillenecek? Bu konuda kesin yargıya varmak için henüz erken. Ama şu bir gerçek; Irak artık eski düzenini devam ettiremeyecetir. Eğer her iki mezhebin de ayrı devletler biçiminde örgütlenmesiyle bir sonuca gidilirse, Bölge uzun süreli kanlı çatışmalara sahne olacaktır. Bu çatışmalı süreçte yerel aktörlerin yanısıra, uluslararası güçler de, özellikle ABD, B.Avrupa, Rusya ve Çin mevzilenmiş durumda. Tüm bu güçler Ortadoğu'da değişmesi muhtemel sınırlarda söz sahibi olmak istemekte.
    Ortadoğu'da çizilecek yeni sınırlarda İran ve Türkiye'de rollerini oynamanın çabası içindeler. Büyük güçler kartlarını oynarlarken, İran ve Türkiye'yi tümden saf dışı bırakma imkanına sahip değiller. Eskiden olsa yerel güçlere Mısır da eklenebilirdi ama artık Mısır'ın Arap dünyasını temsilen hareket etmesi pek olanaklı gözükmüyor. Mısır, Abdülfettah El Sisi darbesiyle bertaraf edilmiştir; dikte edilecek her şeye tabii olmaktan başka çıkış yolu yoktur. 
    IŞİD'in Suriye'den başlıyarak Irak'ta yarattığı fiili durum, aslında hem askeri, hem de kitle desteği gücünü aşan bir durumdur. Yine bu örgütün İslam anlayışı, Arap halkları tarafından kabul görmesi pek olanaklı değildir. Irak ve Suriye'de 'güçlü' konumda görünüyor olması bir takım yanılgılara neden olabilir. Irak'ta Sunni kesimde uzun süreli iktidarı elinde bulundurması hemen hemen imkansızdır. Şu anda sadece bir aracı, ya da köprü görevi yüklenmiş durumda.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi 
    Irak'ın mezhep temelinde bölünmesini tartışırken, Kürt ve Kürdistan sorunu penceresinden de bakmak gerekir. Hem IŞİD'in, hem de Bağdat'ın, federatif  çözümde anlaşmalarını sağlıyacak faktörlerden biri de, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'dir. Hem Sunni, hem de Şii kesimin yöneticileri, Erbil'in bağımsız hareket etmesini çıkarları açısında tehlike gördüklerini unutmamak gerekir.
    Bu süreçte, mezhep ve azınlık kavgaları içine düşmeden istikrarlı politika yürüten, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'dir. Irak iç savaşında en kârlı çıkan Kürtler olmuştur. Hem mezhepler arası çatışmaya müdahil olmamış, hem de Kerkük başta olmak üzere, Bağdat'la sorunlu olan bölgeleri ele geçirmiştir. Yani sorunu, bir anlamda çözmüştür. Geldiği bu noktadan geriye adım atması düşünülemez. Zaten Bağdat'ın savaşı göze alması pek olası değildir, kaldı ki, Kürtlere karşı savaş yapacak gücü de yoktur. Yani Irak içi dengeler açısından bakıldığında, bağımsızlığın önündeki engeller önemli oranda ortadan kalmıştır. Barzani ve KDP iç savaş sürecinde yürüttüğü başarılı politikayı eğer uluslararası planda da yürütebilirse, ekonomik, askeri ve siyasal alanlarda çok ileri düzeylerde başarılar elde etmesi mümkündür. Şu anda bölgesinde tek egemen güç haline gelmiştir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi, hangi tür çözümle sonuca gidileceğine karar verme gücüne ulaşmıştır. IŞID'in başlattığı yeni süreç, her şeyden önce seçim özgürlüğüne sahip olmasını daha bir güçlendirmiştir. Bağımsızlık, bu gün için daha çok uluslararası dengelerle ilintili bir noktaya gelmiştir. Özelikle ABD, Rusya ve Çin'in takınacağı tavırlar belirleyici olacaktır.

3 Ağostos 2014
Baki Karer