Yyazı
REFERANDUM VE MUHTEMEL SONUÇLARI
Referandumlar Gereklidir
16 Nisan 2017'de yapılan referandumla anayasanın 18 maddesi
değiştirildi. Halk tarafından kabul gören değişiklik sonucu, Cumhurbaşkanlığı
Hükümet Sistemi gelmiş oldu. Her ne kadar ismi böyleyse de, aslında başkanlık
sistemine geçilmiş oldu diyebiliriz. Belki Amerika Birleşik Devletleri benzeri
bir başkanlık sistemi değil ama yine de Türkiye koşullarında bir başkanlık
sistemidir. 12 Eylül cuntasının 82 anayasasıyla cumhurbaşkanlığına tanıdığı
yetkiler, 16 Nisan referandumuyla kabul edilen değişikliklerdeki yetkilerden
hiçte az değildir. Bu nedenle anayasa değişikliği üzerine aylardır estirilen
fırtınalara anlam verme oldukça zor.
Bu süreçte kendini 'demokrat olarak nitelendiren birçok kişi ve
çevre, sıkça halka danışılmasından
rahatsız olduklarını açıkça söylemekten çekinmedi. Türkiye'de halkın yeterince
eğitimli olmadığını, dolayısıyla seçme ve sorgulama yapamayacağını söyleyip durdular.
Nitekim aynı teraneyi, oylamanın hemen sonrasında, daha bir pervasızca
dillendirdiler. Bunlar otokrasi hayranı seçkinleridir; herkes bilir. Hatta daha
da ileri giderek, kısa aralıklarla halka gidilmesinin toplumda bölünmelere neden olacağını bile iddia
ettiler. Yani halk adına düşünenler olarak, halk adına akıl yürütebileceklerini
ve her türlü kararı verebileceklerini geveleyip durdular. Buyurgan, monarşist
olduklarını toplumda bölünme korkusuyla örtülemeye çalıştılar. Bu seçkinler
safında yer alan kendini 'sol' diye tanımlayanların olması, hiçte şaşırtıcı
değildi. Aslında bunlar, ataerkilliğin klasik tipolojileridir. Bir yandan
otoriterliğe karşı olduklarını söylediler, öbür yandan birey ve özgürlüğün
karşısına dikildiler. Hem ticaretten, hem de 'asillik'ten geri duramayan
beynamazlar...Girişimcilik ruhuna, cesarete sahip olmayan bu çevreler, kurulu
düzenin nimetleriyle yetinmeyi temel alan çevrelerdir. Çünkü kurulu düzenin
çöplüğünde didinme daha kolaylarına gelmekte. Referandum söz konusu olduğunda
tek akıl değil, birden fazla aklın kollektifliği gündemleşir. İşte halka
gidilmesinden bu nedenle korkuluyor. Oysa temel bir çok konuda referanduma
gidilmesi; bireye değer verilmesini, bireyin özgür olmasını sağlar, genel
anlamda toplumun özgürleşmesine katkıda bulunur. Toplum özgürleştikçe kendine
güveni artar, birey toplum arası ilişkilerin düzenlenmesinde olumlu rol oynar.
Hem bireyin, hem de genel olarak toplumun sorgulama, doğru yargılara ulaşma
yetisini geliştirir.
Referanduma karşı çıkma ayrı, ortaya çıkan sonucu eleştirme ayrıdır. Bunlar
birbirine karıştırılmamalıdır. Bunları dile getirmemin nedeni, despotluğa karşı
çıkma bahanesiyle son bir kaç ay içinde kimi çevrelerin ilericilik adına
sergilediği sefaleti göstermek içindir. Demokrasi salt başına ne
referandumlarla, ne de iktidar tayin eden seçimlerle izah edilir. Yani sadece
sandık, demokrasiyi tanımlamaz.
Neden Başkanlık Sistemi?
Aslında başkanlık sistemi tartışmaları yeni değil. Dikkat edilmesi
gereken nokta, başkanlık tartışmalarının Türkiye'de sermaye birikimiyle orantılı
olduğudur. Tartışmalar, özellikle Turgut Özal döneminde yoğunluk kazanmaya
başladı. Cumhurbaşkanı olduktan bir süre sonra, Süleyman Demirel'de başkanlık
sisteminin gerekli olduğunu savundu. Mecliste yeterli çoğunluğu bulamadıkları
için ciddi girişimler içinde olamadılar. Bunun esas nedenlerinden biri de,
askeri vesayetti. Ordunun siyasete müdahale gücü olduğu için geçmişte pek
üzerinde durulamadı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan meclisteki gücünü
hesaba katmanın yanı sıra, Milliyetçi Hareket Partisi'ni de yanına alarak
başkanlık sistemine geçişte ısrarcı oldu ve sonuçta da başardı. Bu arada
Cumhuriyet halk Partisi'nin durumuna değinecek olursak; CHP, son 20-25 yıllık süreci değerlendiremedi.
Üzerine sorumluluk almayan, şımartılmış zengin çocuğu rolünden sıyrılıp
olgunlaşmak için bir çaba yürütmedi;
oyun alanından diskalifiye olmasına rıza gösterdi. Şimdiki yakınması
sadece timsah gözyaşlarıdır.
Türkiye'nin başkanlık sisteminde ısrarcı oluşunun en önemli
sebeplerinden biri, küreselleşmedir. Bugün nüfusu seksen milyona dayanmış ve
bölgesinde ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda iddialı olacağını söyleyen
Türkiye, küreselleşme koşullarında kendine bir yer edinmeye çalışmaktadır. Bu
nedenle de parçalı parlamenter sistemden kurtulup, hızlı kararlar alan ve
uygulayan bir ülke konumuna gelmek istemekte. Getirilen sistemin güçler
ayrılığı ve dolayısıyla demokrasiyle ne oranda uyumlu olacağı başka bir
tartışma konusu. Bu noktada irdelenmesi gereken, küreselleşmenin Türkiye'yi bu
noktaya getirmesidir.
Küreselleşme esas olarak 90'lı yılların
başından itibaren, yani SSCB'nin dağılmasıyla birlikte tartışılır hale gelmeye
başladı. Sovyetlerin dağılması ve ortaya çıkan daha birçok ülkenin kapitalist
kalkınma modelini, yani kapitalist toplum inşasını temel almasıyla birlikte,
yeni bir dünya düzenine doğru yol alınmaya başlandı. SSCB'nin dağılması ve bir de Çin'in dünya pazarlarına açılması,
kapitalizme yeni bir şırınga, hatta bir süreliğine de olsa yaşanan krizlere çare
oldu. Uluslararası tekellere büyük imkanlar sundu. Sosyalizm adına hareket
edenler, her alanda özgürlükleri temsil etmeleri gerekirken, 'özgürlüklere'
yenilmiş oldu. Küreselleşme döneminin ekonomi politiğine öncülük eden
liberaller başarılı oldu. Kendini demokrat olarak nitelendiren kesim de, önemli
ölçüde liberalleri takip eder konuma geldi.
Sermayenin uluslararası hareket tarzı başlarda devletlerden bağımsız
olarak nitelendirilmişse de, aslında hiçte öyle değildi. Sanayileşmiş büyük
güçler, 'devleti küçültme' bahanesiyle bir süreliğine kenara çekilmiş gibi
gözükerek, yeni dünya düzeninin alacağı biçime göre kendilerini yeni baştan
yapılandırmaya yöneldiler. Ama geri kalmış ve kalkınmakta olan ülkelere ise,
devlet yapılandırmalarını zayıf düşürmek için 'devleti küçültme' politikasını
dayattılar. Bir dizi zıtlıkları içinde barındıran küreselleşme, bir süre sonra
şu veya bu boyutta, zaman zamanda beklemedikleri düzeyde uluslararasılaşmış
dirençle karşılaşmaya başladı. Çünkü sermaye güçleri sadece girdikleri yeni
pazarlarda acımasızca sömürü yapmadı, aynı acımasız sömürüyü kendi ülkelerinde
de yaptı. Bu durum, sınıf mücadelesinin yeni bir biçim almasına neden oldu.
Çünkü uluslararası sermaye eskisi gibi istihdam yaratmıyordu; hisse senetleri,
kur farkları, döviz, borsa ve spekülasyonlarla
paraya para kazandırıyordu. Burada çakılıp kalan küresel sermaye, tekrar
ulus devlete yönelmeye, çıkış noktaları olan merkezlere yönelmeye başladı. İşin
gerçeği; küresel sermaye, dünya ölçeğinde hareket ederken bağlı oldukları
devlet yapılanmalarından bağımsız hareket etmedi. Bu gerçek şimdilerde daha iyi
anlaşıldı. Dünya ölçeğindeki bu neo-liberal politikadan sonuçta sanayileşmiş
bir kaç güç kazançlı çıktı. İşte Avrupa Birliği, bugün bunun sıkıntılarını
yaşıyor; sermaye gücüyle başka devletlerin içine girmeyi kendine mübah gören
Büyük Britanya, başkaları içine girmeye başlayınca AB'den ayrılma kararı aldı.
Bu ayrılık, aynı zamanda uluslararası alanda, yeni bir mevzilenmeyi de
getirmektedir.
Bu gelişmeler ışığında Türkiye hem bölgesinde, hem de uluslararası
alanda rolünü etkin ve hızlı oynayabilmek için başkanlık sistemini tercih
yoluna gitti. Dünya ölçeğinde küreselleşmenin getireceği yeni dünya düzeninde
ortaya çıkacak mevzilenmede, yerini almanın başka çıkış yolunu bulamadı. Bir
adım ileri iki adım geri veya tersi hareket biçimleriyle yeni düzen er veya geç
kurulacak. Bu düzende birey, toplum, özgürlük, devlet, hatta kentleşme, hemen
her alan yeniden tanımlanacak.
Türkiye'nin böyle bir sistemi tercih etmesi, bugün olmasa da yakın
gelecekte üniter devlet yapılanmasında ister istemez gevşemeyi getirecektir. En
basitinden Ankara merkezli şehirleşme dönemi bitmiştir; bunu sürdürme bile
'zor' uygulamayı gerektirir hale gelmiştir. Örneğin üniter devlet yapısına daha
düne kadar sıkı sıkıya bağlı Fransa bile ipin ucunu gevşetmiştir. Yine
karşımızda İspanya örneği var, hatta bir süre
önce Büyük Britanya İskoçya'da referandumdan yana tavır koymak zorunda
kalmıştır. Peki, Türkiye, özellikle de bölgesinde etkin siyasal ve ekonomik güç
haline nasıl gelecek? Doksan yılı aşkın süreden bu yana devlet örgütlenmesine
damga vurmuş İttihat ve Terakki anlayışıyla bir yerlere gelemediğini, hatta
devlet yapısının kurumsallığını bile tartışılır olmaktan çıkartamadığını görmek
zorunda. Terakkici ideolojik yaklaşımların toplumu köylülükten kurtaramadığı
açık ortada. Geçmişte olan darbeleri bir tarafa bırakırsak, daha dün 15 Haziran
darbe girişimi bile 'bu devlet kimin devletidir?' diye sormamızı gerekli
kılıyor. Bu güne kadar varlığını sürdüren bu devlet, örgütlenmiş bir avuç elitin devletidir. Şimdi
buna son verilmek istenmekte; Kürdü yok sayan bir anlayışla ne Ortadoğu'da, ne
Balkanlar'da ve ne de Kafkaslar'da etkin rol oynayan bir ülke konumuna
gelinemeyeceği düşünülmekte. Kürdü yok sayan, daha düne kadar kullanılan her
Kürtçe kelime için para cezası kesen devlet geleneği terk edilmek zorunda.
Başarılı olup olmayacağını göreceğiz. Kürdistan aydınları ve siyasetçileri ise,
Türkiye'de devlet sisteminde ortaya çıkan değişikliği dikkate alarak, Ortadoğu
ve uluslararası dengeleri gözeten düşünce ve politikalar geliştirmelidir.
Küreselleşme koşullarında Avrupa ülkeleri Ortadoğu'da, Kafkaslar'da ve
Uzakdoğu'da yaşanan gelişmelere göre saflarını belirginleştiriyorlar. Nazi
akımlarının bu derece toplumda yer edinmeleri, olası savaş koşullarına toplumu
hazırlama girişimleridir. Dikkat edilirse, liberallerle, demokratlar arasında
neredeyse mesafe kalmamıştır. Bu durumu, liberaller ve sosyal demokratlar
'gelen yeni düzenin altında kaldılar' diye açıklamak, tam saflık olur.
Ortadoğu'da kanlı çarpışmalarla yeni sınırlar çizilmeye çalışılırken, Çin
denizinde ve Kuzey Buz denizinde yeniden bölüşüm için yeni mevziler kazılmakta.
İşte Türkiye'nin neo-liberal politikacıları bu mevzilenmede şimdiden yerlerini
almak istemektedirler.
Elbette başkanlık sistemine geçişte sadece bu tür gelişmelerin etkili
olduğunu söyleyemeyiz. İttihat ve Terakki'nin bir ürünü olan Kemalizmle klasik
dindar muhafazakar kesimin yüzyıllık hesaplaşması da sözkonusudur.
Baki karer
27.04.2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder