YUVAYA DÖNÜŞ
I-
BİR SERÜVENİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
1- YUVAYA DÖNÜŞÜN
BAŞLANGICI
2- KENYA’DA BİTEN
SERÜVEN
3- MUAMMA
ÇÖZÜLDÜ MÜ?
4- SURİYE KAFA TUTACAK
GÜÇTE MİYDİ?
5- GEÇİCİ
GÖREV ALANI
YUVAYA DÖNÜŞÜN
BAŞLANGICI
1998’in sonlarına doğru Türkiye’de
çok önemli bir gelişme yaşandı.
Abdullah Öcalan, ikinci vatanı Suriye’yi terketmek zorunda kaldı. Yıllar
boyu herkesin “Suriye’den çıkmaz, çıkartılamaz” dediği olayın gerçekleşmesine,
Türkiye’nin sert bir kaş-göz işareti yetmişti. Gerek holdingci basın-yayın,
gerekse de yetkili ağızlar tarafından yıllarca abartılıp büyütülen Öcalan,
oldukça şişirilmiş minderinden kovulmuştu. Sırtını yaslayarak göbeğini okşadığı
o çok rahat tahtını bir günde terkederek, rotasını istenilen yöne doğru
çevirmeye başlamıştı. Bu durum, olayı tüm yönleriyle kavramakta güçlük çeken
kamuoyunda tam bir şaşkınlıkla karşılandı. Herkes adeta küçük dilini yutmuştu.
Türkiye’nin gündemini 15 yıl boyu meşgul eden “mücadele” bir gün içinde
bitmişti.
Nasıl olmuştu?
Öyleyse bu kadar insan neden ölmüştü?
Bu kadar acı ve gözyaşının nedeni neydi?
Neden 15 yıl beklenilmişti?
Benzeri türden sorularla birlikte birtakım ufak tefek mırıldanmalar
olmuşsa da, şok çabuk atlatılmıştı. Kamran İnan’ın “Her olayın bir şimdisi
vardır. Bu olayın şimdisi de şimdidir” sözlerinde olduğu gibi, olay
kestirilip atılmıştı. Dibinin fazlaca kurcalanmasına izin verilmemişti.
Gerçi Türkiye’de devlet yönetim anlayışını bilenler ve A.Öcalan’ı
tanıyanlar açısından, olayın şaşılacak bir yanı yoktu. Her şey Cumhuriyetin 75.
yılına göre ayarlanmıştı. Öcalan da çok önceden sona yaklaştığının farkındaydı.
Bu nedenle 96’lardan itibaren tüm çabası, o kahrolası canını kurtarmaya
yönelikti. MED-TV’de Yalçın Küçük’le yaptığı sohbetlerde hep bir yerlere
göndermeler yapıyordu. Özellikle ordunun üst yönetiminden medet umuyordu.
Cumhuriyetin 75.yılında cezaevinde yatmak üzere Türkiye’ye gideceğini her
proğramda birkaç kez tekrarlayan Yalçın Küçük, devlet yetkililerine isimleriyle
hitap eden çağrılarda bulunuyor, “Apo iyidir, dikkat edin. Sonra daha
iyisini bulamazsınız” diyordu. Sonunun yaklaştığını hissettikçe bunalan A.
Öcalan, Yalçın Küçük’le yaptığı sohbetleri terapi seansları olarak kabul
ediyor, az da olsa rahatlıyordu. Seanslar sonrasında yeni bir “kükreme”
dönemine giriyordu. Belki de, Yalçın Küçük’ü canının garantisi gibi görüyordu.
Yalçın Küçük için, “Hayatta inanmazdım yanıma geleceğine, gördüğümde çok
şaşırdım” diyordu. Gösterdiği bu şaşkınlıkta son derece haklıydı. Çünkü
hemen her konuşma ve demecinde dile getirdiği gibi, “MİT’e dayandırarak” kurduğu
“devrimci Kürt partisi”yle günün birinde bu kadar “büyüyebileceği”ni aklından
bile geçirmiyordu. Öyle ki, bazı sol kesimler bile, Ortadoğu’da artık
A.Öcalansız bir çözümün olamayacağına neredeyse inanmaya başlamışlardı.
Oysa her şey tamamen planlıydı. Cumhuriyetin 75. yılı adeta yeniden
doğuş yılı olacaktı. Çünkü son kırk yılda uygulanan yanlış politikalarla daha
fazla gidilemeyeceği görülmeye başlanmıştı. Öyle ya, Kürt sorunu tarihi boyunca
Cumhuriyetin kanayan yarası, yumuşak karnıydı. Geçmişte sorunun çözümüne
ilişkin hatalı tüm yaklaşımlara karşın, son dönemlerde geliştirilen konsepler
“başarılı” olmuştu. Sıra Cumhuriyetin ne
kadar sağlam temellere oturtulmuş olduğunu bir kez daha kanıtlamaya gelmişti.
Buna uygun olarak Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in açıklamasını,
1 Ekim 1998’de Demirel’in mecliste, “sabrımız taşmıştır” biçiminde
Suriye’ye yönelik konuşması izliyordu. Hemen ardından bu konuşmalar,
Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun, “ilan edilmemiş bir savaş durumu var” sözleriyle
destekleniyordu. Çok geçmeden de Suriye sınırına yakın yerlerde tatbikatlara
başlanıyordu. Ama her nedense, yetkililer, varlığını savaş nedeni olarak
gördüğü A.Öcalan’ın Türkiye’ye iadesini değil, Suriye topraklarının dışına!
çıkartılmasını İstiyordu.
Oniki günlük bir aradan sonra 12 Ekim 1998’de Öcalan’ın Suriye
topraklarını terkettiği resmen açıklanıyordu. İşte Türkiye ve Öcalan arasında
aylarca sürecek olan kedi-fare kovalamacası bu tarihten itibaren başlıyordu. 20
Ekim’de Rusya’da olduğu söylenen Öcalan, 12 Kasım’da İtalya’da ortaya çıkıyordu.16
Ocak 1999’da İtalya’dan da ayrılmak zorunda kalan A.Öcalan’ın yeniden Rusya’ya
gittiği söyleniyor, Hollanda, Belçika, Yunanistan ve İskandinavya ülkeleri
üzerine söylentiler ortalıkta dolaşırken, 15 Şubat 1999’da Kenya’da ortaya
çıkıyordu.
A.Öcalan’ı Suriye’den direk alma yerine, beş ay boyu süren bir
kovalamaca tercih ediliyordu. Bir tercihten bahsediyorum, çünkü izlenilen bu
taktiğin arkasında, aslında ulaşılmak istenen başka hedeflerin olduğu pek
saklanmıyordu. Ülke genelinde tam bir çoşku atmosferi yaratılmıştı. Bunun
sarhoşluğundan olsa gerek, kimse olayı sorgulamaya yanaşmıyordu. Belki de,
“sihirli havayı bozarım” korkusuyla bu cesareti kimse kendinde bulamıyordu.
A.Öcalan’ın, bu süre boyunca gösterdiği tutum da bir o kadar ilginçti.
Daha düne kadar Suriye’deki ininden bolca atıp tutuyordu. Hatta kendisini
“çağımızın peygamberi” ve “savaş tanrısı” gibi görmeye bile başlamıştı. Kürt
halkı üzerinde estirdiği baskı ve terör kasırgasına rağmen, kendini utanmadan
“ulusal kurtuluş hareketi”nin lideri gibi lanse eden bu zat, aslında ihanetin
başı olduğunu saklayamaz olmuştu. Suriye’den çıktıktan sonra “savaş tanrısı”
olmayı bırakarak, yeni gelen bir “ilahi” ile birdenbire Petrus rolünü kendine
uygun görmüştü. Ortadoğu’da onun bunun dizine çökmenin Avrupa’da da geçerli
olacağını sanmıştı.
Oysa daha düne kadar herkesi ülkeden kaçmakla, topraklara sahip
çıkmamakla ve hinlikle suçluyordu. Ülkeye gittiği anda bir metre karelik bir
alandan bile milyonları ayağa kaldıracağinı iddia ediyordu;
“Ben
kendimi sizin gibi dağlara taşırma imkanı bulamam. Geniş halk yığınları içine
girme imkanım olmadı. Ama düşünün ufacık bir mevzide kolay kolay zapturapta
alınamaz yaşamımı buna yatırdığımda ne haldeyim.”(1)
Zapturapta alınamayacak kadar çılgın olduğunu söyleyen A.Öcalan, her
nedense o çokça bahsettiği “özgürlük dağları”na değil, Avrupa’ya kaçmayı
tercih etmişti. Çaldığı kapı, önderi
olduğunu iddia ettiği halkın değil, Avrupa ülkelerinin kapısıydı. Sahtekarlığı
daha iyi anlaşılmıştı. Savaşı, ölümü ve kanı hep başkaları için istemişti.
Avrupa ülkeleri ise A.Öcalan’ı duymak, görmek ya da dokunmak
istemiyordu. Yeryüzü adeta kendisine dar gelmişti. Şu koskoca dünyamızda
sığınabileceği küçük bir kara parçası
bile yoktu. Durumu böylesine kötüydü. İtalya’dayken siyasi iltica hakkı
vermiyorlar diye Avrupa’ya sitem ediyor, “dağdaki çobana verdikleri hakkı
benden esirgiyorlar” diye habire yakınıyor, gözyaşı döküyordu. Aslında bu
sözleriyle A. Öcalan çok önemli bir gerçeğin altını çiziyordu. Ogüne kadar
durumunu peygamberlerle, Tanrı’yla, Atatürk’le kıyaslayan Öcalan, birdenbire
kendisini dağdaki çobanla kıyaslamaya başlamıştı. Bu önemli bir adımdı. Çünkü
daha bir ay öncesine kadar öylesine “büyüktü” ki, yere göğe sığmıyordu.
Değerinin sıfır olduğunu nihayet anlamıştı. Avrupa, çobanı, A.Öcalan’ın üstünde
tutmuştu. Parayla tutulmuşlara uygulanan klasik geleneğin kıskacından
kurtulamamıştı. Sonraları mahkemede de konuyla ilgili olarak duyduğu acıyı
sıkça dile getirecekti. “Kullanıldım. Benim durumum örnektir, nereden nereye
geldiğimiz ortada.” diyerek, “bir hiç,
beş para etmezin teki” olduğunu
defalarca söyleyecekti.
KENYA’DA BİTEN
SERÜVEN
Kitlelere “ya şundadır, ya bunda” oyunu biçiminde yansıtılan
takip, 15 Şubat 1999 günü sona eriyordu. Uzunca bir süreyi kapsayan
kovalamacanın ardından, A.Öcalan’ın Kenya’da bir “operasyonla yakalanarak” Türkiye’ye getirildiği resmen
açıklanıyordu. Sorunla ilgili oyunun bir bölümü daha sahneye konuluyordu.
Türkiye’de halk olayı büyük bir çoşkuyla karşılıyordu. Milliyetçilik
duyguları alabildiğine kabarmıştı. Kahramanlık marşları kulakları çınlatıyordu.
Hedef ise yine Kürtlerdi. Kürtlerden
birçoğu sokak ortasında tartaklanıyor, dövülüyordu. Üstüne üstlük bütün bunlar
televizyon kameralarının önünde yapılıyordu. Sanki bazıları Kürt dövmeyi
kendisine verilmiş bir hak gibi görüyordu.
Bu arada Öcalan’ın yakalandıktan sonraki
ilk görüntüleri de televizyonlardan veriliyordu. A.Öcalan elleri ve gözleri
bağlı bir halde önce uçakta yaptığı açıklamalarla, sonra da iki bayrak
arasındaki zavallı görünümüyle kamuoyuna sunuluyordu. Uçakta yaptığı ilk
açıklama beklenilen yöndeydi;
“Ben
Türkiye’yi severim. Benim Annem de Türktür. Kuran hakkı için konuşuyorum. Ama
benim içime doğuyor ki, hizmet edeceğime inanıyorum.” (2 )
Korkunç derecede zavallılaşan, habire
kendisini acındırmaya çalışan Öcalan’ın bu görüntüsü, büyük çoğunluğu
şaşırtmıştı. En büyük hayal kırıklığına da, kendisine şu veya bu biçimde destek
veren kesimler uğramıştı. Öyle ya, “yakalanmadan” önceki Öcalan, onların
gözünde tam bir aslandı. Suriye’de bol keseden atıp tutuyor, Kürt halkına bolca
küfrediyor, her şeye, herkese karşı kükrüyordu. Direnmenin her alanında
kendisini örnek olarak veriyordu. Kimsenin ses çıkarmadığını gördükçe daha da
ileriye giderek peygamberler katına çıkıyor, günümüzün İsa’sı olduğunu iddia
ediyor, zaman zaman da tanrılaşıyordu. Öyleyse ne olmuştu? Kendini tanrısal bir
güç, yeni bir İsa olarak piyasaya süren
Öcalan, nasıl olmuştu da İsa’nın direncini gösterememişti? Halbuki bu konuda belli
bazı kesimlere öylesine güvence vermişti ki, Özgür Politika gazetesi sonucu
bekleme gereğini bile duymamıştı. Daha ilk günden büyük puntolarla işkence ve
direnişten sözetmeye başlamıştı. Ama çok geçmeden A.Öcalan kendilerini yalanlamış,
herhangi bir şekilde işkence görmediğini söylemişti. Bu durum karşısında ne
yapacaklarını şaşırmışlar, biraz da erken öten horozun akibetine uğramışlardı.
Öcalan; “İşkence yapabilirdiniz, ama yapmadınız” demişti.
Yani birbiri ardına ortaya atılan konseplerin uygulanmasında işlediği
hatalardan dolayı bile bir fiske yememişti. Alınan yeni virajdan sonra da,
bilinen işbirliğinin gönüllü bir neferi olmaya devam edeceğini beyan etmişti.
İşte tam da bu noktada, bir takım Kürt çevrelerinin gösterdiği yaklaşım son
derece ilginçti. Öcalan’ın tutumunu kendisine verilen ilaçların etkisine
bağladılar. Duydukları utancı ilaç bahanesini öne sürerek gizlemeye çalıştılar.
Zaten A. Öcalan’ın şahsında küçük düşürülmek istenen Kürtlerdi. Kürtler
arasında çöküntü, utanç ve kompleksi egemen kılmaktı. Bu konuda öylesine
başarılı olundu ki, o güne kadar Öcalan’a karşı olanlar bile, çeşitli
biçimlerde onurlarının kırıldığını dile getirerek, ona sahip çıkmaya
başladılar. Hatta bazıları “Kürtler’in haini olmaz” biçimindeki bir formülle çok
daha kötü bir duruma düştüler. Öcalan’ın “hain” ve “ajan” üretme makinası
olduğunu bir anda unuttular. Böylece bilmeden de olsa önder olarak gördükleri
Öcalan’a ihanet eder konuma düştüler. Yani “ne olursa olsun, ama yeterki Kürt
olsun” mantığıyla hareket ettiler. Elbette bu arada “bizim dolarlar, marklar
uçtu” diye tepinenler de vardı. Gözyaşlarını görünüşte Öcalan için, özünde
kaybolan paralar için akıtanların sayısı hiçte öyle az değildi.
Ezilen halklardaki milliyetçilik çoğu kez hoşgörüyle karşılanır. Ama
böylesi tavırların milliyetçilikle açıklanamayacağını da herkes bilir. Bunlar;
daha çok ilkel aşiret ilişkileri içinde kümelenmiş toplulukların
gösterebileceği tavırlardır. Aslında bu tür ilkel aşiret ilişkilerinin dışına
çıkmamış olanların “her şerde bir hayır vardır” mantığıyla hareket edip,
“hayırlı” bir beklenti içine girmeleri doğaldır. Oysa sonucun hayırlı olup
olmaması, doğru temellerde geliştirilecek çabalara bağlıydı. Her toplumda
olduğu gibi Kürtlerde de iyiler ve kötüler olacaktı. Yakın tarihin tanıklık
ettiği gibi; hem zorbalığa karşı direnenler, hem de hainler olacaktı. Bu
nedenle ortada duran bir ayıp varsa, bu ayıp Öcalan’a, bu ayıp onu baştan
itibaren besleyip büyüten karanlık odaklara aitti. Bu sefil yaratığı Kürt
halkının lideri gibi gösterme gayretlerine yamaklık ise, ayıbın da ötesinde
topluma yapılan en büyük kötülüktü. Emekçi yığınların çıkarları, A.Öcalan ve
ekibinin kirli oyunlarıyla halk arasına çizgi çekilmesinden geçiyor. Konumu
itibariyle o hiç bir zaman Kürtleri savunmamış, tersine en koyu Kürt
düşmanlığıyla piyasaya çıkmıştır. Onun Kürt halkıyla ilgili söyledikleri, bugün
olur olmaz her yerde Kürtlere karşı kullanılmaktadır. Geçmişin “kuyruklu Kürt”
ve benzeri söylemlerinin yerini, bugün Öcalan’ın söylemleri almıştır;
“Kürt kadın-erkek ilişkisinde ölmüştür.
Kürt bu ilişkide çirkinleşmiştir. Alçaktır, rezildir, köledir,
tutsaktır”(3) diyen
bir zat, bırakalım liderliği, Kürtlerin dostu bile olamaz.
Pınarcık, Taşdelen İkiyaka, Çevrimli, Bahçesaray ve Yavi’deki toplu
katliamların emrini veren bir zat, hiçbir zaman Kürtler adına savaştığını
söyleyemez.
600’ün üzerinde çocuğu, 500’ün üzerinde kadını, binlerce genci, yaşlıyı,
kısaca savunmasız insanları acımadan katlettiren biri, hiç bir şekilde Kürtleri
savunamaz.
Köy meydanlarında terör estirip, halkı yerinden yurdundan ederek göçe
zorlayan birinin savaşımı Kürtler için olamaz.
Kürt halkını haraca bağlayan, çocuklarını kaçıran, yürüttüğü kirli
savaşla milyonlarca dolara sahip olan birinin savaşımı, hiçbir zaman yokluğun
ve yoksulluğun pençesinde kıvranan Kürtlerin olamaz.
Onbeş yıl boyunca kirli bir savaşın yürütüldüğü doğrudur. Peki bu savaş
kimlerin savaşıydı? Açıklık bekleyen soru budur. Sonuçlarına baktığımızda
görüyoruz ki bu savaş, Kürt halkını katletmeye yemin edenlerin savaşıydı. Bu
savaş, işçinin, köylünün, tüm emekçi yığınların acımasız baskı ve sömürü
altında tutulmasına neden olanların savaşıydı. A.Öcalan’ın da içinde bulunduğu
kocaman bir rantçı kesimin türemesi, böyle bir savaşla mümkün olmuştur. İşte Kürtlerin adı kullanılarak yıllar boyu
sürdürülen savaş, bu rant kavgasından başka bir şey değildir.
MUAMMA ÇÖZÜLDÜ MÜ?
Peki bunca yıllık bir aradan sonra, A.Öcalan’ın Suriyeden çıkarılmasıyla
kitleler nezdinde bilmece çözüldü mü? Bu soruya “evet” cevabı vermek ne yazık
ki mümkün değil. Bu çıkışın biçimi ve zamanlamasıyla ilgili açıklığa kavuşması
gereken önemli soru işaretleri var.
Açıklık bekleyen birinci husus, A.Öcalan’ın mahkemede Suriye ile ilgili
olarak söyledikleridir. Öcalan diyor ki;
“Suriye
gizli servisi ile ilişkideydik. Bağlantıyı Mervan Zirki kurdu. Hafız Esad
değil, ama Cemil Esad’la temasım vardı. Suriye, PKK yerine kullanacağı bir
parti kurdurdu. Bu partinin başına da Mervan Zirki getirildi. PKK’nin tüm mal
varlıklarına el koydular. Orada kalsaydım sağ çıkamazdım”(4)
Bu açıklamalar okunduğunda soru işaretlerinin nerelerde olduğu kendiliğinden açığa çıkıyor. A.Öcalan henüz
Suriye’de iken PKK’nin mal varlığına el konulduğunu söylüyor. Ayrıca can
güvenliğinin olmadığından söz ediyor. Orada kalması durumunda, dikkat edelim,
kalması durumunda, her an öldürülebileceğini açıklıyor. Öyleyse, Öcalan ne
demek istiyor? Yani Türkiye kendisini ölümden mi kurtarmış oluyor? Peki o güne
kadar A.Öcalan’ın başını ezmekten bahseden Türkiye, işin ciddileştiği noktada
bunu neden istemiyor?
Daha önemlisi de, 5 Haziran 1999 tarihli Nokta dergisinde eski bir MİT
ajanı olan Mahir Kaynak’ın açıklamalarında ortaya çıkıyor. M.Kaynak
söyledikleriyle adeta Öcalan’ı doğruluyor. Kimliği aşikar olan bu kişinin
söylediklerini delil veya bir belge olarak kullanma gibi bir niyetim yok. Ama
Öcalan’ın, Mahir Kaynak’la geçmişte açık bir işbirliğine yöneldiği, kendisinden
bazı taktikler aldığı da bilinen bir gerçek. Üzerinde durduğu dengelerde zaman
zaman ortaya çıkan aksamaları telafi etmek isterken, açıktan bu adreslere
başvurmaktan çekinmemişti. “Ajanlığın utanılacak bir durum olmadığını,
kendisine saygı duyduğunu” televizyon ekranlarından üzerine basa basa
belirtmişti. Mesleki dayanışmadan olsa gerek, M.Kaynak’ı adeta yere göğe
sığdıramamıştı;
“Sayın
Kaynak’a geçmiş olsun diyorum ve görüşlerimde yanılmadığımı da söylüyorum.
Sayın Kaynak’ı onurlu buluyorum. Mahir, Türkiye’ nin onurudur.”(5)
Kuşkusuz bu övgüler boşuna değildi. Mahir Kaynak’la olan ilişkilerini,
kendi karanlık bağlantılarının çok daha ileri boyutlarda olduğunu vurgulamada
bir araç, hatta birçok çevreye karşı bir tehdit unsuru olarak kullanmayı da
ihmal etmiyordu. Mahir Kaynak, bu anlamda Med-TV’nin değişmez konuklarından ve
Öcalan’ın güven duyduğu yol arkadaşlarından biri olduğu için söyledikleri
önemlidir. Türkiye’nin cadde ve sokaklarında “gurur ” duyulanlardan zaten
geçilmiyor. Çetebaşları, mafyalar, hırsızlar, köşe dönücüler vb. “Türkiye’nin
gururu” olarak takdim ediliyor. Estirilen bu modaya epeyce katkılarda bulunan
Öcalan’ın da, Mahir Kaynak’a ilişkin duygularını dile getirmesi fazla şaşırtıcı
değildir.
Öcalan’ın böylesine gurur ve hayranlık duyduğu Mahir Kaynak şunları
söylüyor;
“Abdullah
Öcalan Suriye’den çıktıktan sonra gazeteciler bana kendisinin nerede
olabileceğini sordular. Benim verdiğim cevap aynen şöyleydi: ‘Öcalan, Avrupa’da
değil, Rusya’da değil, ABD’de değil. Amerikan nüfuz bölgesinde, ilginç bir
yerde. Duyunca şaşıracaksınız.’ Bu Kenya açısından iyi bir tarifti belki, ama
benim düşüncem öyle değildi. Ben Apo’nun Türkiye’de olduğunu düşünüyordum.Eninde
sonunda Türkiye’ye döneceğini biliyordum.”
“…..Ben Öcalan’ın kendisinin de Türkiye’ye gelmiş olabileceğini
düşünüyorum.”(6)
Oysa Türkiye, Abdullah Öcalan’ı almak için Suriye’den resmi bir talepte
bulunmamıştı. Buna rağmen Mahir Kaynak, A.Öcalan’ın Türkiye’ de olduğundan emin
bir tarzda konuşuyor. Senaryonun en önemli halkası budur. Acaba Öcalan,
Suriye’den başladığı yolculuğa İncirlik üzerinden mi çıkarılmıştı? Veya bu
seyahate çıkması için Türkiye’de elinden gelen olanağı sunanlar mı vardı?
ABD’nin buradaki rolü neydi? Yoksa söylenildiği gibi Öcalan, korsanca bir
yöntemle değil de, kendi isteğiyle mi gelmişti? Kenya’dan getirilirken uçakta
yapılan korsanlık gösterisi, sadece bir görüntüden mi ibaretti? Uçakta
kendisine “memlekete hoşgeldin” diyen kişiyi tanıdığını ve güven içinde
olduğunu her tavrıyla gösteriyordu. Bu kişi, Öcalan’ın yurtdışında güvenliğiyle
ilgilenen ve bağlantılarının merkezinde yer alan Genç Kemalistler denilen
örgütün derin devlet içinde görünmeyen şefi miydi?
İşin ilginç yanı, A.Öcalan’ın da mahkemede yaptığı açıklamaların Mahir
Kaynak’ı destekler yönde olması;
“Benim annem de Türkmendir. Türkçe konuşur.
Bu konuda yoğun çaba içindeyim. Ben tercihimi Türkiye lehine kullandım. Ben
ölsem de, kalsam da Türkiye’de olacağım. Türkiye’de insanlar bana saygıyla
yaklaştı. Ben de saygılı olacağım.”(7)
Dikkat edersek, “ben tercihimi Türkiye lehine yaptım” demesinden, sanki
önüne başka bazı tercihlerin de sunulduğu gibi bir sonuç çıkıyor. O halde
Öcalan, tercihi neden Türkiye’den yana yapıyor? Değişen ne vardı? Birdenbire
neden ölse de, kalsa da, o güne kadar sözümona aleyhine bol bol atıp tuttuğu
Türkiye’de olmak istiyor? Yine, son güne kadar hakkında hiçte olumlu
konuşmadığı, sürekli aşağıladığı anne- sinden
beklenmedik bir tarzda neden övgüyle bahsederek, Türk oluşuna ani dikkat
çekme gereğini duyuyor? Yoksa Öcalan, Kürt düşmanı oluşunu annesinin geldiği
kökene mi bağlamak istiyor? Türkiye’de son yıllarda esen milliyetçi havanın
çoşkusuna kapılarak sahip olduğu bu kökenden ötürü verilen görevleri başarıyla
yerine getirdiğini, bilinen efendilerine ihanet etmesinin mümkün olmadığını mı
izaha çalışıyor? Ya da rastgele bir seçimle ihanetçi olmadığını mı anıştırmak
istiyor?
Mahir Kaynak, Nokta dergisiyle yaptığı bu söyleşide oldukça ilginç olan
bir noktaya daha parmak basıyor; “Eğer deşifre olmasaydım, şu an Türkiye
solunun lideri olabilirdim” diyor. Acaba “deşifre” olmamış bir
Abdullah Öcalan’ın, sergilenen yığınca entrikalar sonucu “örgüt liderliğine”
yükseltilmesinden ve giderek “Kürtlerin lideri” gibi gösterilme
başarısından hareketle mi bunu söylüyor? Bu cümleler tesadüfen seçilmemiştir.
Tersine, sonuçları çok iyi hesaplanarak yapılmış bilinçli bir konuşmadır.
Aslında A.Öcalan’ın yıllardır oynadığı rol açığa vuruluyor. Yılların tecrübe
birikimine sahip Mahir Kaynak’ın direkt ifade etmekte zorlandığı çok şey,
açıklamada kullanılan diplomasi dilinde saklıdır.
A.Öcalan’ın gerek Ortadoğu’da, gerekse Avrupa’da geliştirdiği ilişkilere
baktığımızda, ilişkilerinin hep istihbarat örgütleriyle şekillendiğini
görüyoruz. Bu ilişki tarzının durup dururken seçildiği veya rastlantıların
ortaya çıkarttığı bir ilişki biçimi olduğu söylenemez. Bunu iddia edenler, ya
gerçekten iflah olmaz işbirlikçilerdir ya da gerçeklere gözlerini kapamış uyur
gezerlerdir. Çünkü yazdıklarımın hiçbiri herhangi bir iddiaya dayanmıyor.
Bunları bizzat A.Öcalan açıklıyor.
Söylediklerine baktığımızda bu alanda hayli marifetli olduğu ortaya
çıkıyor;
“SURİYE: Suriye gizli servisi ile ilişkideydik. Bağlantıyı Mervan
Zirki kurdu.
İRAN: İran gizli servisinde ‘Sait’ isimli bir kişi ile ilişkideydik.
Bu kişi ile örgüte alınacak silahların temininde anlaştık. Yardım gereğince biz
de Türkiye’deki ‘Hizbullah’ faaliyetlerine müdahale etmeyecektik.
YUNANİSTAN: Temsilcilik kurma karşılığında Türkiye’deki büyük
şehirlerde eylem yapmamızı istediler ve eğitim verdiler. ‘Dimitri’ isimli bir
gizli servis elemanı da 6 ay Botan bölgesinde kaldı.
ALMANYA,İNGİLTERE,FRANSA: Almanya kendi çizgisindeki Kürt örgütlerini
destekler. İngiltere’nin esas ilgi alanı Talabani’dir. ABD’ye bir anlaşma
imzalattılar. Bu anlaşmanın ilk kurbanı ben oldum Fransa desteklemekle birlikte
temkinli yaklaşır.
Almanya
Anayasa Koruma Örgütü’yle görüştüm
AMERİKA: PKK’den en uzak duran ülke. Ama politik olarak değerlendirip,
politika belirler. Sadece bir kez Irak’ta çalışmış eski bir büyükelçi geldi ve
mesajlarımı ileteceğini söyledi.”(8)
Liste uzayıp gidiyor…
Günümüzde Latin Amerika’dan, Afrika’ya ve Ortadoğu’ya kadar birçok
ülkeden sürgünde mücadele yürütmek zorunda kalan yığınlarca örgüt ve lider var.
Ama bunları Öcalan ve PKK ile karşılaştırmak olanaklı değildir. Bunlar, bir çok
ülkenin ya siyasal yönetimleriyle ya da devrimci, demokrat siyasal
örgütlenmeleriyle ilişkiler geliştirmişlerdir. Her iki ilişki biçimini; hem
hükümetlerle, hem de demokratik kitle örgütleriyle dayanışma başarısını
gösterenler de çoktur. Bahsettiğimiz devrimci-demokrat örgütlenmelerin tümü de,
siyasal temelde geliştirdikleri ilişkilerle uluslararası sahada kendilerini
göstermektedirler.
Abdullah Öcalan’ın yedi değil, onyedi kocalı Hürmüz olduğu böylece açığa
çıkıyor. Nereye giderse gitsin, ilk işi, çeşitli istihbarat odaklarıyla ilişki
geliştirmek oluyor. Elbette hiç kimse kara gözlerine vurulduğu için ilişkiye
girmiyor. Herkes işine gelen bir yaklaşım gösteriyor. Yani çıkarlar konuşuyor.
A.Öcalan ve PKK’nin hangi sorumlusu, hangi ülkenin bir bakanıyla veya
bir siyasal yetkilisiyle görüşmüştür? Hangi ülkenin işçi sendikalarıyla ve siyasal partileriyle
ilişki kurmuş, ortak bir bildiri veya deklarasyon yayınlamıştır? Gösterilemez.
Çünkü bir provakasyon hareketidir. Dolayısıyla her provokasyon hareketi gibi
istihbarat örgütleriyle ilişkiyi temel almıştır. Nitekim Abdullah Öcalan’ın
ilişkileri, kendi ağzından itiraflarda da görüldüğü gibi, hep bu türdendir.
Hemen her ülkenin istihbarat örgütleri önünde diz çöküş vardır. Elbette bunlar,
ayrıntılarıyla düşünülüp taşınılarak geliştirilen taktiklerdir. Kürt halkını
aşağılamaya ve bitirmeye yönelik ilişki ağları temel alınmıştır. Öcalan’ın
ağzından çizilen tablo çirkin ve iğrenç bir tablodur. Baştan sona emekçi
yığınlara karşı düşmanlıklarla doludur. İstihbarat örgütlerini temel alan
ilişki ağları, ne zamandan beri siyasal ilişkilerin yerini almıştır? PKK’ cılar
ve Öcalan bir de buna izah getirebilse iyi olur. Hiç olmazsa kamuoyu,
diplomasinin yeni bir türü üzerinde bilgi sahibi! olurdu.
A.Öcalan,“Yekiti ve KDP, ABD’yle bir anlaşma imzaladılar ve bu
anlaşmanın ilk kurbanı ben oldum” derken, güç odaklarıyla oynaşma- nın
hazırladığı kötü sonu anlatıyor. Zaten başka türlü olması da bek- lenemezdi.
Arkasına Kürt halkının kin ve nefretini toplamış, uluslararası platformda terör
örgütü ve şaibeli olarak tanınmış, önüne gelen herkesle oynaşan birinin
varacağı son, elbette hazin olacaktı. Çünkü karanlık güç odaklarıyla
fingirdeşmeyi kendine meslek edinmiş piyonların rütbelerini belirleyen
koşullardır. Kullanılmalarını gerektiren koşullar ortadan kalkmışsa, geçmiş
hizmetlerine bakılmaksızın çöp tenekesine atılırlar. Nitekim Avrupa’da son kez
açık arttırma yoluyla tanıtıma sunulan Öcalan,
eskimiş bir papuç misali tanıtım salonuna bile kabul edilmemiştir. Avrupa
kamuoyundan en küçük bir destek görmemesinde garipsenecek hiçbir yan yoktur.
Roma’ya gelmesiyle huzuru kaçan İtalyan halkının protestosunu anında
geliştirmesi, Öcalan’ı bir süre daha aktif bir biçimde kullanmak isteyenleri
bile şaşırtmıştı. Aynı şekilde diğer ülkelerin kamuoyları da Öcalan’ı ne
duymak, ne de gör- mek istemişti.
Avrupa kamuoyu “lideri” bu şekilde dışlarken, Türkiye kamuoyunda da
durum farklı değildi. Halkın tüm çabası, Öcalan’ın bir an önce hak- ettiği
cezayı bulması yönündeydi. Beklenildiği üzere, tavır alanların başını, uğruna
savaştığını iddia ettiği Kürtler çekiyordu. Kürtler, O’nun karanlık odaklarla
birlikte yıllarca kendilerine kan kusturan bir hain olduğunu biliyordu. Bu
nedenle Öcalan provokasyonlarının durduruluşunu sevinçle karşıladılar. Ama
halkın duyduğu sevinç, biraz da kuşkuyla karışık bir sevinçti. Kuşkuyla karışık
sevinç diyorum, çünkü üzerlerinde uzun yıllardır ve hem de kanlı biçimde
oyun içinde oyunlar oynanmıştı. Öcalan’ın bilerek, yeni bir plan üzerinde anlaşma
sonucu Türkiye’ye geldiği düşüncesi, Kürt halkında da egemendi. Bu nedenle yeni
oyunların tezgahlanmasından çekiniyorlardı.PKK’nin 19’cu kuruluş yıldönümünde
MED-TV’de Öcalan’ın yaptığı konuşma henüz unutulmamıştı. Bu konuşmasında,
durumunun oldukça tehlikede olduğunu, başta ordu olmak üzere devletin çeşitli
kurumları tarafından kurtarılması gerektiği yönünde birtakım uyarılarda
bulunuyordu;
“Ciddi
bir çözüme adım atanlarla da; devlet içinde de olabilir, bilmem ta istihbarat
içinde de olabilir, ordu içinde de olabilir” (9)
Bu sözler, Öcalan’ın başından itibaren
istihbarat örgütleriyle hareket ettiğinin ve onlara her koşulda duyduğu güvenin
ifadesiydi. Canını onlara teslim etmişti. Kendilerinden posasını kurtarabilecek uygun bir yol bulmalarını istiyordu.
Biraz da tüm istihbarat örgütlerini orduyla birlikte hareket etmeleri gerektiği
konusunda uyarıyordu. Bu nedenle Çevik Paşa’ya övgüler yağdırıyordu;
“Amerikanın güç vereceği eğilim, getireceği çözüm; Çevik Bir paşa
etrafında ve Kürt çözümünü de az çok bağrında taşıyan…biraz da odur. Orta Asya
boyutuna kadar kapsamlı bir çözüm projesini tartışıyorlar bunlar.” (10)
Burada Çevik Bir şahsında “az çok”la bahsettiği “Kürt çözümü”, özünde
canıyla ilgili olarak yaptığı pazarlıktan başka bir şey değildi. İster general,
isterse başbakan olsun, sorunların çözümü hiçbir zaman bireysel temelde ele
alınmaz. Eğer bir devletten bahsediliyorsa, bu devletin bir çok kurumlardan
ibaret hiyerarşik bir yapıya sahip olduğu da biliniyor demektir. Yani ortada güçler
ayrılığı denilen bir olay vardır. Askeri diktatörlüklerde bile güçler ayrılığı
tümüyle bir tarafa bı- rakılarak sorunların çözümü sağlanamaz. O halde Öcalan,
neden tek tek kişilere çağrı yapma gereğini duyuyordu? PKK yönetimi ile devlet
yönetimini birbirine karıştırdığını sanmıyorum. Üstelik devlet erkine yaptığı
çağrılarla kalmıyor, durumunun aciliyetini bildirmek için panik halinde
Clinton’a bile haberler göndermeye
başlıyordu;
“Ben
o zaman bir Amerikalı gazeteciye söyledim. Clinton’a dedik siz bir şeyler
söylermisiniz? (11)
Bir gladyo hareketinin başı olarak isteklerinin ne kadarı, nasıl iletilmiştir
orasını Öcalan bilir. Ama söylediklerinin iletileceğinden eminmiş gibi
konuşuyordu. Yaşamı için riske hiç oynamadığı belliydi. Aynı anda birçok alternatifi
harekete geçirmeye çalışıyordu. İstihbarat örgütlerine, orduya ve Amerika’ya
kurtarılması için harekete geçmelerini söylerken, dağarcığında satabileceği
daha birçok şeylerinin olduğunu da hatırlatmadan geçemiyordu. Bu nedenle de
K.Irak’taki siyasal güçlere veryansın ediyordu. Bunların siyasal muhatap olarak
kabul edilmesinin Türkiye’nin aleyhine olacağını vurgulayıp duruyordu. Sayısı
epeyce kabarık istihbarat örgütlerinin kapılarında boynundaki tasmayla
gösterdiği sadakati hatırlatırken, bununla ilgili garantiler de veriyordu;
“KDP yedi kocalı Hürmüz gibidir. Sahibi çok.. Bir sahibi de Amerika
oluyor, güvenilmez. YNK…fazla Amerika’yla oynayamaz, Türkiye’yle oynaması zor.
Barzani Amerika’yla oynuyor. PKK üzerinde bazı görüş alış verişleri sanırım
yapılıyor. Benim vardığım şey,gelişmeler de bunu doğruluyor.” (12)
Uzun izahlara hâlâ gerek var mı? Artık Amerika’nın da kendisini ciddiye
alabilecek pazarlıklara başladığını ima ediyor. Bu nedenle gereken operasyonun
daha fazla geciktirilmeden devreye sokulmasının işaretlerini veriyordu. Yani
Amerikan yeşil kartına çoktan sahip olan bir Öcalan’ın varlığından
bahsediyordu. Demek ki, Amerika’nın Lübnan Konsolosluğu’yla düzenli görüşmeler
meyvesini vermeye başlamıştı. A. Öcalan, CIA’nın 1960’lı yıllardan itibaren tüm
NATO ülkeleri içinde işbirlikçileriyle örgütlediği gladyo ekibinin sadece bir
üyesi değildi. Aynı zamanda etrafında sağladığı oluşumla ve pratikleriyle,
ekibi de aşarak CIA ile direkt bağlantılar oluşturmuş ve her alanda güven veren
bir ajan durumuna gelmişti. Türkiye’yi niçin seçtiği şimdi daha iyi açığa
çıkıyor.
Ama bilinen kanallar aracılığıyla ABD ile sürdürülen ilişkiler ve alınan
güvenceler, ne olursa olsun Öcalan’ı sakinleştirmeye yetmiyordu. Bu arada sıkça
Yalçın Küçük’ün psikolojik terapi seanslarına katılma ihtiyacı duyuyordu.
Korku ve panik içinde olan bir ruh hastasının terapisti, istediği tedavi
yöntemini uygulamakta özgürdür. Yalçın Küçük’te şok tedavi yöntemini uygun
buluyordu. Hastayı geçici de olsa ayakta tutmanın, sakinleştirmenin başka
yöntemleri üzerinde uğraşmayı pek gerekli görmüyordu. Çünkü hastanın eğilimini,
zaaflarını çok iyi biliyordu. Hastanın konumu dikkate alındığında, uyguladığı
şok tedavi yönteminin yerinde olduğu söylenebilir;
“Ancak bir süre kalıcı olarak gelecek bir iktidar, ister askeriye, ister
sivil olsun-ama ben askeriyenin gelmesini istemem (Bu kadarcık ‘basit’ jesti de fazla dallandırıp
budaklandırmaya gerek yok… Aydın Üzerine
Tezler’in yeni bir cildinde ortaya sürülmüş tez de olabilir. BN)-ama asker
gelirse, bu işi çözme ihtimali yüksektir !” (13)
Aldığı bu tedavi sonucunda A.Öcalan, 17 Şubat’a kadar bekleme sabırlılığını
göstermiş ve sağ salim olarak ulaşması gereken yere ulaşmıştı. Avrupa’ya
geldiğinde, Türkiye’ye güvenlik içinde gitmesini sağlayacak altyapı çok önceden
hazırlanmıştı. Öcalan’ı telaşa düşüren, sadece, her hainde varolan korku ve
tedirginlikti.
Bu anlamda PKK’nin Avrupa’da karanlık
ilişkilerini açığa çıkarmada yardımcı olacak bazı olayları vurgulamadan
geçemeyeceğim. Öcalan’ın Kenya’dan “paketleniş” operasyonu sonrasında,
özellikle Ali Haydar Kaytan’ın, Kani Yılmaz ve daha birkaç kişiyle birlikte
apar topar Kuzey Irak’a postalanması önemliydi. Bu kişilerle ortaya çıkan
olaylar arasındaki bağlantının çözüme kavuşturulması gerekir. Acaba nelerin
üstü kapatılmak istenmişti? Ayrıca, Öcalan’ın Kenya’da korumasını üstle-
nenlerden üç kişi kimin adamlarıydı? Özellikle Öcalan’ın bu üç ismin seçiminde
diretmesi sadece rastlantı mıydı? Kesinlikle hayır. Öyleyse bu kişiler, Öcalan’la
kimler arasında ilişkiyi sürekli kılmakla görevlendirilmişlerdi?
Öcalan Avrupa’da uçakla seyahat merakını giderirken, uçağın her
konakladığı yeri gecikmeli de olsa bir eski öğretmeni aracılığıyla başkalarına
bildiren kimdi? Bu şahıs, PKK’den ayrıldığı taktirde vereceği haberler
karşılığında yayınlayacağı bildirinin altına kendisiyle birlikte kimin imza
atmasını şart koşmuştu? Yine aynı şahıs, PKK’den ayrılma koşulunu neden bir
başka şahısın imzasına bağlamıştı? İşin ilginç yanı, bahsettiğim bu zat, aynı
tutum içine 1992’de de girmişti. Belli aralıklarla ayrılacağını söyleyen bu
şahıs, faaliyetlerine hâlâ “gönüllü” olarak devam ediyor mu? Eğer ediyorsa,
bunun hangi ülkenin istihbarat örgütü adına çalıştığı neden açıklanmıyor?
Ayrıca, halen PKK-MK’de olupta “komutanlık” yapan biri, Almanya’ da bulunan yakın akrabaları
aracılığıyla kimlerle ilişki içindeydi? Bu şahıs ile, PKK’den ayrılmayı ortak
bildiri yayınlama şartına bağlayan şahıs arasındaki ilişkilerin durumu nedir?
Bu sahışlar veya ekip, Türkiye’de aynı zamanda başka hangi ülkenin hesabına
çalışmaktadır?
Bitmedi. Bir şahıs daha var ki, bu
şahsın uzun yıllardan bu yana iki ülke
istihbarat örgütünün hizmetinde olduğu biliniyordu. Buna rağmen bizzat Abdullah
Öcalan tarafından ve 90’lı yıllardan buyana “tam yetki” ile donatılmıştır. Daha
sonra aynı şahsın sorumluluğuna verilmiş ekipten bir kişi aracı olarak
kullanılmaya kalkışılarak, PKK’den ayrılmış olanlardan birkaç kişi, Öcalan’ın
kurduğu bir tuzakla Avrupa ülkelerinden birinin polisine yakalatılmak
istenmiştir. Bu kişi halen Avrupa’ da faliyetlerine devam etmektedir. Bu
kişinin gerçek kimliği ise sadece Öcalan tarafından bilinmekte. Hatta tüm
uğraşlara rağmen hangi ülkenin vatandaşı olduğu dahi bir muamma olmaktan
çıkmamıştır. Yine bu şahsın PKK merkez komitesinden iki kişiyle birlikte
örgütlenme konusunda ortak kararlar almak için bir Avrupa ülkesinin istihbarat
örgütüyle sürekli toplantılar yaptıkları söyleniyor. Hatta toplantıda PKK’nin,
Avrupa, K.Irak ve Türkiye’de oluşturulacağı birimlerde bu ülkenin temsilciler
bulundurması yönünde kararlar alındığı iddia ediliyor. Karşılığında ise PKK’den
ayrılanların bir grup olarak ortaya çıkmalarının ve Öcalan aleyhinde propaganda
yapmalarının engellenmesi sözü alınıyor. Verilen yardımların sadece bu kadarla
sınırlı olmadığını tahmin etmek güç değildir. Nitekim bu kararlar doğrultusunda
ayrılanlardan birkaç kişi bulundukları ülkede tutuklanmış ve tüm hukuk
kuralları çiğnenerek iki buçuk yıl ceza istemiyle yargılanmışlardır. PKK’nin
Avrupa’da devrimciler üzerinde baskı ve şiddet politikasını sürdürmede birçok
ülkenin istihbarat birimlerinin aktif desteği gözardı edilmemelidir.
Tüm bunlardan sonra, Apocuların nasıl ve kimlerden destek alarak
cinayetler işledikleri biraz daha aydınlanıyor. Sadece bu kadar değil; bunlar
ve benzeri daha birçok ilişki ağları, Öcalan’ın, kısa bir süre için de olsa,
Avrupa’da da ne kadar emin ellerde görev yaptığını ortaya koyuyor.
SURİYE KAFA TUTACAK
GÜÇTE MİYDİ?
Suriye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal koşullar gözönüne
alındığında Türkiye’ye kafa tutacak bir durumunun olmadığı görülür. Suriye
zaten İsrail’le sürekli savaş hali durumundadır. Yıllardan beri Lübnan gibi bir
külfeti omuzlarında taşımaktan yorulmuştur. Ekonomik, siyasal ve askeri bakımdan
güçsüzdür. Hele hele SSCB’nin yıkılmasından sonra hem daha güçsüzleşmiş, hem de
yalnızlaşmıştır. Her ne kadar bir Arap ülkesi ise de, aralarındaki
çelişkilerden ötürü bu ülkelerin birlikte hareket ettikleri pek sık
görülmemiştir.
Ayrıca GAP projesiyle Suriye, her zamankinden daha fazla Türkiye’ ye
muhtaç hale gelmiştir. İçinde yığınlarca sorunun üstesinden gelmek için
gösterdiği çabalar biryana, başında İsrail gibi bir kılıcın sallandığı Suriye
yönetimi, bir de Türkiye’ye kafa tutup başına yeni bir bela daha almayı
istemezdi.Yani neresinden bakılırsa bakılsın, Suriye, Türkiye’yi karşısına
alacak güçten dün de yoksundu, bügün de yoksundur. Türkiye’nin isteği
karşısında hiç diretmeden A.Öcalan’ı bir hafta içinde yolculaması da bunun
göstergesidir.
A.Öcalan’ın bunca yıldır Şam’da kalmasına gösterilen en önemli gerekçeleden
biri, Suriye’nin Sovyetler Birliği ile olan ilişkileriydi. Bu gerekçenin sırf
kamuoyunu yanıltmak için ileri sürüldüğü apaçık ortadadır. Bu iddianın 80’lı
yıllar için bir an geçerli olduğunu kabul etsek bile, 90’lı yıllar için geçerli
olduğunu savunmak tamamen artniyet taşır. Kaldı ki geçmişte de SSCB ve diğer
Varşova Paktı ülkelerinin politikalarına bakıldığında terör örgütlerini
desteklemedikleri görülür. Hele hele PKK’yi kesinlikle kabul etmedikleri
biliniyor. PKK’yi her zaman istihbarat örgütlerinin, özellikle de CIA’nın
paravana bir örgütü olarak görmüşlerdir. Nitekim Bulgaristan Kominist
Partisi’nin bir yetkilisinin A. Öcalan için, “yönü CIA’ya dönük biri olduğunu
sanıyoruz” demesi, durup dururken yapılan bir tespit değildir. Benzer
tavrı, Çekoslavakya Komünist Partisi de
göstermiştir. Yine 1982’de Yaser Arafat’la görüşmek için olağanüstü çabalar
yürüten Abdullah Öcalan’ın, El-Fetih’in Beyrut’taki sorumlusu Salah ve Beyrut’un
güneyinde bulunan kamplarının komutanı tarafından azarlandığı biliniyor. Salah
ve bu komutan, “şu ana kadar kimlerle görüşüp görüşmediğin bizler için önemli
değildir, seni tanımıyoruz ve tanımayız da” diyerek, Öcalan’ı odanın kapısından
içeri bile almamışlardır. Ayrıntılarına girmeden gösterdiğimiz bu örnekler,
aslında Sovyet’lerin Öcalan ve PKK’ ye karşı olan tavrına da yeterince açıklık
kazandırıyor.
Elbette ülkelerin istihbarat örgütleri arasında her zaman oyunlar
oynanır. Oyun içinde oyunlar tezgahlanır. Bunda yadırganacak bir yan yoktur. Bu
bazen sergilenen oyunlara kayıtsız kalınarak, bazen de aktörlerden biri olarak
yapılır. Bir ülkenin istihbarat örgütünün geliştirdiği eylem planı, bazen bir
başka ülkenin istihbarat örgütünün işlerini kolaylaştırır, stratejik veya
geçici siyasal amaçlarına hizmet edebilir. 1993’den sonra Kafkaslar’da ve Orta
Asya’da Türk cumhuriyetlerine karşı geliştirilen darbe girişimleri bunun son
açık örnekleridir. Sovyetler de, PKK ve Suriye arasındaki ilişkilerde kayıtsız
kalmakla yetinmeyi uygun bulmuştur. Kaldı ki, Türkiye’nin Öcalan ve PKK için
Suriye’ye yaptığı ve yapacağı baskılar karşısında, Sovyetler Birliği’nin
savaştan yana tavır almayacağını, bu ülkenin Ortadoğu ve Kürt politikasını
yakından takip etmiş olanlar çok iyi bilir. Yani bahsedilen süre içinde
Sovyetler Birliğinin tavrı, Suriye’nin yerel çapta geliştirdiği politikaya
müdahale etmemekle sınırlıdır. Uzun yıllar boyunca Ortadoğu’da kurulmuş hassas
dengeler vardı ve bu dengelerin korunmasında her iki sistemin de çıkarları
vardı. Bu dengeler iki sistem arasında bir uzlaşma sonucu korunuyordu. Yani
Türkiye 1998’de koyduğu tavrı SSCB’ nin yaşadığı 1980’li yıllarda koymuş olsaydı, aynı sonuçla karşılaşacaktı.
Bunlar gün gibi ortada olan gerçeklerdir. İleri sürülen Sovyet engelinin ne
kadar tutarsız ve samimiyetten uzak olduğu açıktır.
Bütün bu nedenlerden dolayı diyebiliriz ki, A.Öcalan, Suriye’de bizzat
derin devlet denilen güçler tarafından kollanmış, orada kalmasına izin
verilmiştir. Bu güçler istediği için burada uzun yıllar yaşamıştır. Suriye
istihbarat örgütlerinin ve birçok askeri birimlerinin adeta kalbura benzediğini
de unutmamak gerekir. Zaten kendisi tarafından yapılan anlatımlara baktığımızda
yurtdışına çıkışının karanlık güçlerce planlandığı anlaşılıyor. Öcalan
yurtdışına çıkarken kararı bir günde ve örgütünden kimseye haber vermeden
aldığını söylüyor. Öte yandan derin devletle ilgili öyle yorumlar yapıyor ki,
bir yerlerle olan ilintileri ve yurtdışında yerine getirmek zorunda olduğu
görevleri hakkında ipuçları veriyor. Öncelikle Maraş katliamından, Hilvan ve
Siverek olaylarıyla başlattığı bir “gerilla savaşı”ndan, sıkıyönetimden ve 12
Eylül’ün ayak seslerinden bahsediyor. Bu dönemde doğal olarak örgütlerin geri
çekilerek Ortadoğu’ya yöneldiklerini anlatıyor. Başlangıçta sol güçlere karşı
Lübnan’ da nasıl zorlu bir mücadele yürüttüğünü dile getiriyor, ardından bu
mücadeleyi adım adım K.Irak’a nasıl ve neden kaydırdığını izah ediyor.
Çizdiği yol ve mücadele tarzıyla A.Öcalan, devrimci güçlerle boğuştuğunu
her fırsatta belirtmekten gurur duyuyor.
GEÇİCİ GÖREV ALANI
A.Öcalan, Suriye macerasının ardından Avrupa’ya boşuna transfer
edilmemişti. Burada da yarı açık, yarı kapalı olarak son görevlerini yerine
getirmek için kolları sıvamıştı. Etrafında şakşakçılar da vardı. Cumhuriyetin
75’ci yıldönümünde Türkiye bir kez daha güç gösterisinde bulunuyordu. ABD ile
stratejik işbirliğinin tüm nimetlerini Avrupa’nın önüne sergiliyordu. ABD ise
Türkiye gibi güçlü bir ortakla, Avrupa üzerinde politik ağırlığını bir kez daha
kanıtlıyordu. ABD-Türkiye ittifakı planlanan hedeflere ulaşıyordu.
Ulaşılan hedefler nelerdi;
Herşeyden önce ABD, Avrupa’da politikasına karşı duran sivri uçları bu
sayede bastırmıştı. Burada ilk akla gelen isimler, İtalya ve Almanya’ydı.
Öcalan’ın İtalya’ya gelişi daha çok da Almanya’yı rahatsız etmişti. Almanya,
A.Öcalan’ı İnterpol kırmızı bülteniyle aradığı halde, el altından PKK’ye destek
vermişti. Öcalan’ı almayı redderek kendi yasalarına dahi ters düşen Almanya,
zor duruma düşmüştü. Demokrasinin hukuk kurallarını ayaklar altına almıştı.
Türkiye’ye ikide bir hukuk, insan hakları ve demokrasi dersi veremeyecek konuma
itilmişti. Hepsinden önemlisi de PKK’yi görünüşte terörist ilan ettiği açığa
çıkartılmıştı. Ortadoğu politikasında kullandığı Kürt ve İslam kozu elinden
alınmıştı.
İtalya ise Öcalan’ı bahane ederek Avrupa Birliği’nin desteğini alacağını
ummuştu. Bu sayede Ortadoğu politikasında Türkiye’yi ve dolayısıyla da ABD’yi
sıkıştıracağını sanmıştı. Ama başta Türkiye kamuoyunun gösterdiği şiddetli
tepki olmak üzere, başka bazı etkenler yaptığı hesapların pazardan geri
dönmesine neden olmuştu. İtalya çabucak dıştalanmış, tutumunda bir başına
kalmıştı. Bu, yeni kurulmuş sol eğilimli hükümete, çizilen çerçevenin dışına çıkmaması
için yapılmış bir uyarıydı. Ayrıca Türkiye kamuoyunun her alanda geliştirdiği
protestolar karşısında büyük maddi zararlara uğramış, şoktan kurtulmanın yolunu
sonuçta geri adım atmakta bulmuştu. İtalya bir bakıma Ortadoğu ve Kürt
politikasındaki tecrübesizliğinin cezasını çekmişti. Kullanmak istediği silahın
çürük olduğunu geç de olsa fark etmişti.
Öte yandan, çıkışlarıyla Avrupa’nın “haşarı çocuğu” olarak adlandırılan
Yunanistan da, Öcalan’ın buraya yaptığı seferle hizaya getirilmişti. O güne kadar
başarıyla oynadığı Avrupa’nın “şımarık çocuğu” olma rolünü, bundan sonra olur
olmaz oynayamayacağı kendisine hatırlatılmıştı. Öyle ki, Yunanistan neyi nereye
koyacağını şaşırmıştı. Her an terörist bir devlet olarak ilan edilme
tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Elinde tuttuğu kızgın maşayı kısa sürede
atmak zorunda olduğunu an- lamıştı.
Rusya’ya da aynı şekilde “haddi” bildirilmişti. A.Öcalan’ı kabul
etmemesine rağmen günlerce baskı altında tutulmuştu. Türkiye’nin Balkanlar,
Kafkaslar’da ve Ortadoğu’da oynadığı rolle, gelecekte oynayacağı rolün önemi
böylece kabul ettirilmişti. Sonuçta ABD istediği düzenlemeyi başarmıştı. Yerine
oturtulan köşe direklerinin üzerine geçirilen kirişlerin uzunluğu ise
Balkanlar’dan, Kafkaslar’a ve Ortadoğu’ ya kadar uzanıyordu.
İşler bunlarla da bitmiyordu: ABD’nin bu bölgelere yönelik politikasının
saç ayaklarından birini oluşturan Türkiye-İsrail işbirliği, Avrupa Birliği’ne
kabul ettirilmişti. Bu işbirliği o güne kadar yüksek sesle olmasa da, Avrupa
tarafından eleştirilmişti. Böylece Türkiye, Avrupa’ya pazar gücünü, stratejik
önemini ve askeri gücünü bir kez daha deklare etmişti. Ve herşeyden önemlisi,
Avrupa nezdinde Kürt sorunu bitirilmişti. Bu ne anlama geliyordu? Bu; Lozan’ın
tüm Avrupa’ya bir kez daha deklere edilmesi demekti. Avrupa Birliği artık
alttan alta, çekingen ve ürkek de olsa isteklerini kabul ettirmek için ikide
bir Türkiye’yi sınırlarıyla tehdit edemeyecekti. Böylece Avrupa’nın ikiyüzlü
tutumu açığa çıkarılmıştı; Kürtleri emperyalist amaçları için bir koz olarak
kullandıklarını kabul etmek zorunda kalmışlardı. Öcalan’ın durumunu bilmelerine
karşın gık bile diyememişlerdi. Diyemezlerdi de. Çünkü yıllardan bu yana
oluşmuş diplomasi geleneğini bozmaları mümkün de- ğildi.
ABD’nin politikası zaten bellidir. Geçmişte daha çok iki super güç
arasında görülen hegomonya savaşı, SSCB’nin yıkılmasından sonra ABD ve Avrupa
arasındaki bir mücadeleye dönüşmüştür. Avrupa artık eskisi gibi ABD’yi
dinlememekte, kendisini başı çeken güçlerden biri olarak görmek istemektedir. Bu anlamda,
A.Öcalan’a Avrupa’ya yaptırılan “tarihi sefer”, ABD’nin çok işine yaramıştı.
Eline geçen fırsatı hem çok iyi kullanmış, hem de Türkiye ile bunu ustaca
kamufle etmesini bilmişti.
II-
RANT KAVGASININ NEDEN VE SONUÇLARI
1- 15 YIL GEREKLİ MİYDİ?
2- DIŞ ETKENLERİN ROLÜ
3- SERHİLDANLAR
YUTTURMACASI
4- ABARTILAN KİMLİK
SORUNU
5- 15 YIL SONRA NELER
DEĞİŞTİ?
15 YIL GEREKLİ MİYDİ?
Bugünkü sonuçlarına baktığımız zaman, bu soruya olumlu yanıt vermekten
başka çıkış yolu yoktur. Ekonomik ve siyasal alanlarda, askeri örgütlenmede ulaşılan düzeye bakıldığında,
geçen sürenin getirilerinin kimlere yaradığı konusunda hemen herkes
hemfikirdir. Demokrasinin gelişmediği, yurttaşlık haklarını arama geleneğinin
bulunmadığı ülkelerde devleti birtakım entrikalarla yönetmek kolaydır. Kendi
içinde bazı riskler taşısa da, devlet yönetiminde bulunmak ve politika yürütmek
pek o kadar zor değildir. Bunu yaşadığımız sürecin bizzat kendisi göstermiştir.
Bu noktada Apocu takımın aktif hizmetleri
sonucu ulaşılan hedeflerin belli başlıcalarını biraz daha açmakta fayda var.
Süreç neler getirip, neler götürmüştür? Kimin işine ne kadar yaramıştır?
Ulaşılan hedefler, aynı zamanda Öcalan ve takımının da aynasıdır. Aynaya
bakmaktan korkmak, gerçeklerden kaçış olur.
Başta A.Öcalan olmak üzere Apocu takımın estirdiği provokasyon ortamı,
her şeyden önce Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yaramıştır. Çağa uygun gelişkin
teknolojiye önemli ölçüde bu sayede ulaşılmıştır dersek, sanırım bir gerçeği
abartmış olmayız. Bu konuda hiçte küçümsenmeyecek bir yol alındığını, ordunun
donanım ve eğitim açısından bugün dünyanın en iyi orduları arasında
sayılmasından anlıyoruz. Bunun böyle olduğunu yetkili kesimlerden de duyuyoruz.
Üst rütbeli subaylar, “Ordumuz savaşı PKK’yle öğrendi” diyorlar.
Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak verdiği bir demeçte bu
ger- çeğin altını çiziyor;
“Türk silahlı kuvvetleri bölgedeki düşük yoğunluklu çatışma nedeniyle
büyük tecrübe kazandı. Hiçbir komşumuza bizimle çatışmasını tavsiye etmem” (14)
Apocular’ın 84 provokasyonu, silahlanmaya alabildiğine hız veril-
mesinin ana gerekçelerinden biriydi. Tatbikatlar ve sınır ötesi operasyonlar
yoluyla modern ve yeni silahlar kullanıma koyulurken, gereken eğitim gerçeğe
yakın “savaş” koşulları yaratılarak sağlanıyordu. Bu alanda çoğu kez,
traji-komik durumlar yaşanmıştı. Bir yandan “bir avuç terörist” denilmiş, öte
yandan adeta bir ordu “cepheye” sürülmüştü. Bu çelişki karşısında zaman zaman
kamuoyu nezdinde zor durumlara da düşülmüştü. Oysa önemli olan, Genel Kurmay
Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak’ın sözlerinden de anlaşılacağı gibi
orduyu eğitmekti. Çünkü PKK’nin niteliği ve özelliği belliydi. PKK sadece bir
görünümdü. Özünde amaç; hem orduyu eğitmek, hem de K. Irak’ın önünü tutmaktı.
Bu bölgede hemen her konuda söz sahibi olacak bir güç konumuna gelmekti. Bu
nedenle tavır, gerek ülke içi, gerekse uluslararası gelişmelerin seyrine göre
değişebiliyordu. Zaman zaman Apocular imha ediliyor, zaman zaman da dağ
başlarında, mağara kovuklarında kalmalarına adeta göz yumuluyordu. Zaten
Türkiye’ nin son 15 yıllık durumuyla ilgili kitap ve araştırmalar
okunduğunda bu çelişkiyi görmek hep
mümkün. Bir çok yazar ve gazeteci, helikopterlerin K.Irak’da PKK’lileri çoğu
kez görmemezlikten geldiğinden, boş alanları bombaladıklarından bahsediyor.
Apocu provokasyonların işaret ettiği hedeflerden biri, K.Irak’la ilgiliydi.
İran-Irak savaşı ve Körfez krizi sonrasında Saddam’ın bu alanda etinlik kuracak
güçten yoksun oluşu, Türkiye’nin bu bölgeyle ilgili kaygılarını giderek
arttırmış, buraya müdahale etmenin yollarını arayışa itmişti. PKK ise tam bu
noktada başlattığı provokasyonlarıyla, devrimci-demokrat muhalefetin ezilmesi
için köprü görevini oynamaya hazır olduğunu bildirmişti. PKK sayesinde bölgeye
sayısız seferler düzenlenmiş, sonuçta Türkiye’nin onay vermediği bir çözümün
Irak üzerinde hayata geçirme olanağının bulunmadığı, uluslararası planda kabul
görmüştür. Bugün Türkiye, K.Irak üzerinde kendi bölgesiymiş gibi rahat ve
iddialı konuşmaktadır. Bu ne anlama geliyor? Bu günümüz koşullarında aynı
zamanda, K.Irak sorunu Türkiye’ nin de onaylayacağı bir tarzda çözümlenmedikçe,
“PKK sorunu”nun bitmeyeceği anlamına geliyor. Çünkü PKK, Türkiye’de yapay bir
sorundur. Bunun için Abdullah Öcalan’ın İmralı’da misafir edilmesi, PKK’nin
bitirilmesinde fazlaca bir anlam ifade etmiyor. Tersine, bölgeye yönelik
niyetlerin gerçekleşmesinde daha aktif bir rol oynacağını ifade ediyor.
K.Irak’ta yeni bir oluşumun sağlanmak istendiği bir anda, Öcalan’ın
İmralı’dan yaptığı çağrı ilginçtir. Öcalan, PKK’ lilere geri çekilme emri
veriyor. Üstüne üstlük bunu artık Suriye’den değil, İmralı’dan yapıyor.
İnsanların konuşma, yazma, herhangi bir olumsuzluğu protesto etme olanaklarının
çok kısıtlı olduğu ülkemizde, 30.000 insanın ölümünden sorumlu tutulan
A.Öcalan, habire konuşuyor. Neredeyse PKK’yı İmralı’dan yönetiyor. Strateji ve
taktikler geliştirmede fazla sıkıntılı olmadığı görülüyor. Herkes de biliyor
ki, pratikte olsun ya da olmasın, böyle bir çağrının hadef gösterdiği nokta,
Kuzey Irak’tır. Kaldı ki, PKK’nin geriye çekebileceği fazla bir adamı da yok.
Ama önemli olan yine ortalığı karıştırmaktır. A.Öcalan hâlâ dostlar
alış-verişte görsün misali içi kağıt dolu bir fileyi orta yerde sallıyor. Çünkü
bağlı olduğu çevreler içi boş da olsa bu fileye ihtiyaç duyuyor. Nitekim
açıklamasının hemen ardından, “PKK’liler silahlarıyla birlikte Kuzey Irak’a
çekiliyorlar” yaygarası kopmaya başladı. Hatta konuşlandıkları yerlerin
isimleri ve koordinat- larının dahi bilindiği söylendi. Doğal olarak kafalara
şu soru takılıyor; madem ki gidecekleri yer tam biliniyor, o halde neden
sınırda tedbir alınmıyor da PKK’lilerin sınırı geçmelerine izin veriliyor? Bir
yandan çakıl taşı bile vermemekle öğünülürken, öte yandan sınırların böylesine
yolgeçen hanına dönüştürülmesi düşündürücü değil midir? Süper güçlerden
Rusya’ya ve gerektiğinde Avrupa’ya kafa
tutacak kadar güçlü olduklarını iddia edenlerin sınır güvenliğini sağlamada
böylesine aciz bir druma düşeceklerine inanmak oldukça zor. Ama mesele bu
değil. Mesele, bilinen ninnilerle halkı biraz daha uyutabilmektir. Nasıl ki,
“terörle mücadele” adı altında halkı 15 yıl boyu uyuttularsa, benzer bir yolla
bu süreyi biraz daha uzatmak istiyorlar. Türkiye’de toplum bu ninniye
alıştırıldı. Gerçi zaman zaman sıkıntılar da hissedildi. O durumda da plağın
arka yüzü çevrildi, ama ninninin içeriği hiç değişmedi; PKK ve terör.
Nitekim A.Öcalan’ın İmralı’dan yaptığı çağrının ardından hemen sınır
ötesi operasyonlara başlandı. Ama nedense tek bir PKK’ liye yine rastlanamadı!
Sanki yer yarılmıştı da içine girmişlerdi.
Olur olmaz kullanılan bu taktiğin suyu çoktan çıkmaya başladı. Artık
“her yanımız düşmanlarla dolu” marşını dinlemek insanları sıkıyor.Türkiye’ de
birileri de ısrarla ve inatla aynı marşı çalmaya devam ediyor. Bu suyu çıkmış
taktiğe daha ne kadar başvurulacak onu bilemeyiz. Ama görünen odur ki, bir süre
daha böyle gidilecek. Bunu biraz da Irak’ta yaşanan rejim sorunu tayin
edecektir.
15 yıllık “düşük yoğunluklu çatışma”nın bir
başka önemli hedefi,Türkiye’deki ilerici demokratik mücadeleyi geriletmek,
Anadolu’nun zengin mozaik yapısını tanınmaz hale getirmek, Kürt halkını
kendisine yabancılaştırmaktı. PKK burada da elinden geleni ardına koymamıştır.
Daha önceki askeri darbelerin ardından görülen devrimci, demokratik yükselişin
12 Eylül sonrasında daha farklı geliştiğine tanık oluyoruz. Eskiden Türk-Kürt
kardeşliği temelinde ortaya çıkan mücadele, bu kez tam tersine alabildiğine
gelişen bir Kürt-Türk ayrımıyla boğuşmak zorunda kalıyor. Kürtler Türklere
güvenmiyordu. Türkler de Kürtler’e kuşkuyla bakıyordu. Çifte baskı altında yerinden
yurdundan edilen Kürtler, Batı’nın kentlerinde artık eskisi gibi sempatiyle
değil, ayrımcılıkla karşılaşıyordu. Bırakın iş bulmayı, kiralık ev bulmada bile
zorlanıyorlardı. Fabrikalarda, okullarda, sokaklarda kısaca hayatın her
alanında ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeye başlıyorlardı. Neden? Çünkü
bir yandan Türk milliyetçiliği alabildiğine geliştirilmeye çalışılırken, öte
yandan Kürt halkı her şeyin sorumlusu gibi gösterilmişti. Sanki yabancı işgal
ordularıyla savaşılıyormuş gibi bir hava yaratılmış, milliyetçilik
körüklenmişti. Oysa bu “çatışma” ortamının acı bedelini en fazla ödeyenler de
Kürtler olmuştu. 30.000 insanın ölümünden bahsediliyordu. Resmi açıklamalara
göre bunların 25.000’i zaten Kürttü. Geriye kalanların asker ve polis olduğu
söyleniyordu ama belki bunların da önemli bir kesimi Kürttü. Çünkü Türkiye’de
kökenine bakılmaksızın herkes askere alınıyor. Bu konuda resmileşmiş herhangi
bir istatistik yoktur. Önümüzdeki süreçte açıklığa kavuşacağına inanmak da zor.
Öte yandan, Türkiye’de uygulanan bu haksız politikaya itiraz edenler,
peşin hükümle PKK’li olarak lanse ediliyor, içeri tıkılıyordu. En küçük bir
demokratik talep hemen terörizmle damgalanıyordu. İnsanların can güvenliği
yoktu. Sokağa çıktığında ölmemek adeta tesadüfe kalmıştı. Çeteler ortalığı
kasıp kavuruyor, kirli savaştaki rant kavgasıyla Türkiye uçuruma
sürükleniyordu. Aydınlar, sanatçılar, yazarlar, işadamları sokak ortasında
vuruluyor, önemli bir kesimi de içeri tıkılıyordu. Çetin Emeç, Uğur Mumcu ve
daha birçok cinayetlerle olayların
üzerine cesaretle gidenler korkutulmak isteniyordu. Kısaca, çeteler, derin
devlet ve PKK’nin işbirliğiyle Türkiye, kimin elinin kimin cebinde olduğu belli
olmayan bir dönemden geçiyordu. Türk olsun, Kürt olsun çoğu faili mechul
cinayette PKK önemli roller oynuyor, ya direkt cina-yetin sorumlusu olarak
ortaya çıkıyor veya diğer kesimlerden katillerin koruyuculuğuna soyunuyordu.
Hatta bu dönemde işlenecek cinayetler üzerine islamcı odaklarla ortak bir plan
geliştirdiği de bilinmekte.
Kirli savaşın bir diğer amacı; vur kaç ekonomisiyle tekelci sermayenin
gücüne güç katmaktı. Tekelci sermaye son on yıl içinde öylesine
güçlendirilmişti ki, devleti yönetir hale getirilmişti. “Bölücülük”, “vatan,
millet ve Sakarya” sloganları altında kirli savaştan büyük vurgunlar
vuruluyordu. Burjuvazi, emekçi yığınlar üzerindeki sömürüsünü katmerleştirerek
sürdürürken, kendi içindeki çelişkilerin üzerini de bu yolla kapatmaya
çalışıyordu.Hız,en kontrollsüz bir biçimde büyümeye ve sermaye birikimine
verilmişti. “Vatanı koruma”nın yükü ise yine yoksul halka bindirilmişti. Emekçi
yığınlar açlığın eşiğine her gün biraz daha yaklaştıkça, burjuvazi gücüne güç
katmanın mutluluğunu yaşıyordu. Türkiye, sanal savaş naralarıyla Balkanlar’da,
Kafkaslar’da ve Ortadoğu’da Amerika’nın sacayağı haline getirilmişti. Yarattığı
milliyetçi çoşkuyla hegomonyacı duyguları kabaran burjuvazi, adım adım bu
alanlar üzerinde oynarken, bu bölgelerde “ben de varım, bensiz çözümü aklınızın
ucundan bile geçirmeyin” diyecek kadar büyümüş, güçlenmişti.
DIŞ ETKENLERİN ROLÜ
Elbette Öcalan ve PKK olayının 15 yıl gibi uzun bir süre devam etti-
rilmesinin altında yatan nedenler sadece bu kadarla sınırlı değildi. SSCB’nin
dağılmasıyla birlikte Balkanlar ve Kafkaslar’da ortaya çıkan gelişmeler de en
az diğer nedenler kadar önemliydi. Bu bölgelerde ortaya çıkan gelişmeler,
Türkiye’yi nasıl etkilemişti? Yine, bu bölgelerde halledilmiş gözüyle bakılan
azınlık ve milliyet sorunlarının, Kürtler’deki kimlik sorununa yansımaları var
mıydı? A.Öcalan ve PKK’nin bu yan- sımaya karşı set çekmede oynadığı rol neydi?
Bu sorulara verilecek yanıtlar, 15 yıllık bir süreye neden ihtiyaç duyulduğunun
bir başka açıdan izahı olacaktır.
Kafkaslar’da ve Balkanlar’da ortaya çıkan gelişmeler karşısında Batı
Avrupa’nın bile şaşkınlığa sürüklendiği söylenebilir. Batı Avrupa,
milliyetçiliğin toplumların gelişmesinde oynadığı rolü çoktan aşmış ve
uluslaşmasını tamamlamış, sınır sorunlarını halletmiş, milliyet ve mezhep
farklılıkları gibi sorunlarını büyük oranda çözümlemiştir. Ama gelişmiş
endüstri ve sermaye gücüne rağmen, Balkanlar ve Kafkaslar’ daki dalgalanmalar
karşısında başlangıçta gözle görülür bir tereddüt geçirmiştir. Batı Avrupa’nın
kararsızlığı, ortaya çıkan milliyetçilikle siyasal hareket tarzını nasıl
bütünleştireceği noktasında düğümleniyordu? Geçmişte Asya, Afrika ve
Ortadoğu’ya dayattıkları ulus-devlet modelinde mi ısrar edeceklerdi, yoksa ortaya
çıkan her ayrılma eğilimine destek mi vereceklerdi? Bir yol ayrımına
gelinmişti. Güç ve deneyimlerini kullanarak Kafkaslardaki bağımsızlık
hareketlerini desteklediler. Bu destekte rol oynayan esas neden, gelecekteki
stratejik çıkarlarıydı. Balkanlar’daki parçalanmaları ise stratejik önemine
göre desteklediler veya geçici uykuya bırakarak halletmeye çalıştılar. Geçmişte
daha çok Ortadoğu’ya dayattıkları modeli Balkanlaşma şiarını önplana çıkartarak
yapmak istediylerse de bunda pek başarılı olamadılar.
SSCB’nin yıkılışıyla birlikte Balkanlar’da ve Kafkaslar’da ortaya çı- kan
milliyetçi kasırgadan Kürt halkının etkilenmemesi düşünülemezdi. Türkiye’de,
Kürt halkı üzerindeki asimilasyon politikası birçok engellerin yanısıra
Sovyetler döneminde Erivan’ın kültür alanında yaptığı faaliyetlere ve Barzani
hareketinin yıllarca geliştirdiği direnişe takılıyordu. Dolayısıyla Balkan ve
Kafkaslar’da gelişen milliyetçi dalgalanmarın boyutları dikkate alındığında,
ister istemez bu ayaklanmaların Kürt halkına yansımaları çok daha geniş boyutlu
olacaktı. Türkiye de yaşa- nan şaşkınlığın nedenlerinden biri buydu. Beklenilmeyen
taraftan gelen rüzgâra hazırlıksız yakalanılmıştı.
Türkiye bu bölgelerdeki gelişmeler karşısında sarsıntıya uğrayan
ülkelerin başında geliyordu. Ayrıca bu bölgeler ve Ortadoğu üzerinde
birbirleriyle rekabet içinde olan emperyalist güçlerin faaliyetleri paniğe
yolaçmıştı. Bu panik farklı kültürleri hazmedememekten kaynaklanıyordu. Aslında
demokrasi tüm kurum ve kurallarıyla işlerlik kazanmış olsaydı bu tür gelişmeler
karşısında böylesi bir çelişkiyi yaşamayacaktı.
Demokrasisi hâlâ kör topal yürüyordu. Üstelik bu konuda fazla bir çaba
da harcanmıyor, demokrasiyi geliştirmemekte ayak diretiliyordu. Bu tutum ve
anlayışla gelişmeler karşısında tutarlı bir tavır sergileyebilmek mümkün
değildi. Cumhuriyetten buyana inkâr edilen Kürt sorunu beklenmedik bir anda ve
farklı bir zeminde kendini dayatmıştı. Mevcut konumuyla ciddiye alınmama
korkusunu sürekli içinde taşıyordu. Kaldı ki, milliyetçiliğin geliştiği
Kafkaslar ve Balkanlar’da halklar birbirlerini inkâr etmiyordu. Oysa, Türkiye
yıllardan beri Kürtlerin varlığını bile kabul etmemişti.
Bu durum karşısında kafalar, herzamanki gibi en kolaycı çözümler
üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştı. Bu “yaratıcı” kafalara göre dünya dönüyordu
ama Kürt meselesi gündemleştiğinde herşey duruyordu. Yeni çözümler bulmak
gerekiyordu.
Bulunan temel çözüm biçimlerine gelince;
Birincisi; Kafkaslar’da kabaran Türk milliyetçiliğini olduğu gibi
Anadolu’ya yaymaktı.
İkincisi; Öcalan ve PKK provokasyonunu mümkün olduğunca geniş çaplı
kılmak ve bundan sonuna kadar yararlanmaktı.
Bir yandan Avrupa Topluluğuna girmek için can atar gibi bir görünüm
verilirken, bir yandan da toplumda milliyetçi duygu ve düşünceleri
geliştirmenin çabası veriliyordu. Aslında bu dönemde Türkiye, Avrupa Birliği’ne
girmede kesinlikle samimi değildi. Avrupa’nın kabul etmemesinden ziyade,
kendisini henüz hazırlıklı görmüyordu. Çünkü Paris ve Köpenhag kriterlerinin ne
anlama geldiği çok iyi biliniyordu. Aday olun- duğu taktirde Köpenhag kararları
doğrultusunda uygulamalara geçilmesi zorunluydu.Ertelenmesi için herhangi bir
bahane gösterilemezdi.
Demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesi de her zamanki gibi “erken”
bulunuyordu. Yani bilinen mantıkla, toplumun aydınlanması, demokrasi ve insan
haklarının geliştirilmesi “Türkiye’ye özgü demokrasi” bahanasiyle sakıncalı
görülüyordu. Onca yıldır uygulandığı iddia edilen serbest pazar ekonomisine
rağmen, “halka neyin, ne zaman gerekip gerekmediğini yönetim bilir” anlayışı
henüz sürüyordu. Elbette bu mantık ve anlayışın devam ettirilmesinde rol
oynayan esas nedenlerden biri, Kürt sorunuydu. Bu soruna istenilen doğrultuda
yön verecek bir güce ulaşılamadığı sürece, Avrupa Birliğine girme sakıncalı
bulu- nuyordu.
Bu nedenle Kafkas ve Balkanlar’daki milliyetçi gelişmelere paralel
olarak Anadolu’nun dörtbir köşesinde adeta yeniden bir Türk kimliği arayışı
içine giriliyordu. Türk milliyetçiliği en ilkel biçimlerle ve tamemen çağdışı
bir anlayışla açığa vuruluyordu. Artık “ne mutlu Türküm diyene” sloganı dahi
yeterli görünmeyip, “ne mutlu Türk olana” sloganı önplana çıkarılmıştı. Gelişmemiş
ve uluslaşma sürecini tamamlayamamış olmanın tüm kompleksleri kendisini
gösteriyordu. Bin yılların Anadolu mozaiği, acımasız yöntemlerle yokedilmek
isteniyordu. Modern çağın gelişmelerine tipik bir köylü zihniyetiyle karşı
duruluyordu. Olmadık kahramanlık hikayeleri ve yine olmadık kahramanlar yaratılmıştı.
Sokaklar artık “Büyük Türkler”den geçilmez olmuştu. Oysa bu türden ilkellikler
ne Kafkaslarda, ne de Balkanlar’da görülmüştü. Bir Gürcüden, bir Ermeniden, bir
Kürtden doğma adeta suç unsuru haline gelmişti. Türk olmayan milliyetlerden
doğmama ise insanların elinde değildi. Tüm halklar için geçerli bu durum,
Anadolu için daha bir anlamlıydı. Anadolunun bin yıllık önlenemeyen bir gerçeği
ve özellikle de ayrıcalığıydı. İşte kitleler böylesi akıl almaz paradokslarla
karşıkarşıya bırakılmıştı. Bir dönem Ermeni-Yezidi-Kurmanç üçlüsü ile ve zaman
zaman da alevilerle sunniler arasında oynanan oyunlar, bu yıllarda tekrar
sahneye konulmuştu.
Ama bu sefer oyunlar sadece Doğu ile
sınırlı bırakılmamış, nere- deyse Türkiye çapında oynanmaya başlanmıştı.
Karadeniz ve Akdeniz’ de geliştirilen provokasyonlar bunun açık örnekleriydi.
Akdeniz ve Karadeniz’de alevilerin yoğunlukla yaşadığı bölgeler, hiçte tesadüfi
seçilmiş bölgeler değildi. Balkanlar ve Kafkaslar’daki milliyetçi ve dinsel
ayrılıkçılığın bu bölgelere yansımasının önü, bu provokasyonlarla alınmak
istenmişti. Uygulanan; zayıf yönetimlerin korku salma politikasıydı. Farklı
kültürleri ve farklı mezhep gruplarını zorla bastırma taktikleriydi. Çete,
mafya, PKK ve bunların devlet içinde yuvalanmış siyasal destekçileri ülkemizi
tapulu arazisi haline getirmişlerdi. PKK’ nin ikide bir “Karadeniz”, “Akdeniz”
dosyaları açması, derin devletin bilgisi ve işbirliği dahilindeydi.
Bu dönemin tipik özelliği; bir yandan olmadık sinsi planlarla kitleler-
de Türk-İslam ideolojisini geliştirme, öte yandan da cumhuriyeti koruma adına
baskı ve şiddet politikasının dozunu alabildiğine arttırma olarak
özetlenebilir. Kemalizm ve laiklik zırhı arkasına sığınılarak devleti koruma
adına, zaten bir türlü yükseltilemeyen demokrasi ve özgürlüklerin çatısı
durmadan aşağıya çekiliyordu. Oysa, cumhuriyeti korumanın yolunun demokratik hak ve
özgürlükleri geliştirmekten geçtiği çok iyi biliniyordu. Egemen güçler bol bol
cumhuriyet savunuculuğu yaparken, sözbirliği etmişcesine demokrasiyi
genişletmenin gerekliliği üzerinde durmamayı temel almışlardı. Çünkü gelişmiş
demokratik bir ortamda, çapulculuğu sürdürme olanağı yoktu. Demokrasi, insan
hakları ve özgürlüklerden yoksun kılınmış kalaslar üzerinde duran bir
cumhuriyet işlerine daha çok geliyordu. Kemalizm ile ümmet toplum anlayışını
çakıştırmaya yönelik faaliyetler başka türlü yürütülemezdi. Dolayısıyla solun
başında balyoz hiç eksik edilmiyor, devrimci-demokrat kitle örgütlenmelerinin
haksızlığa karşı her çıkışı şiddetle bastırılıyordu. Aydınlar üzerinde acımasız
bir terör estiriliyordu. Düşünme, düşündüklerini kaleme alma suçların en büyüğü
sayılıyordu. Teröre karışmayanlar neredeyse potansiyel suçlu kabul edilmişti.
Bu nedenle de, bu dönemde faili meçhul cinayetlere kurban giden aydınların
sayısı oldukça yüksekti. Bunlar ve benzeri uygulamalar; korkak, bencil,
gelişmeler karşısında bağımsız insiyatif koymaktan uzak, korunmacılığa alışmış
bir burjuvazinin sergileyebileceği
tavırlardı.
İşte böylesi bir geçiş döneminde PKK’ye ihtiyaç vardı. PKK, yığınların
dikkatlerini dağıtmanın, egemen güçlerin çirkefliklerini örtülemenin, hak arama
ve düşünce özgürlüğünü bastırmanın bulunmaz bir aracıydı. Milli gelirin
kişibaşına dağılımının 3000 dolar olduğu toplumlarda bu tür acımasız
entrikaların çevrilmesi, dolayısıyla anti-demokratik uygulamaların ciddi
engellerle karşılaşmaması pek şaşırtıcı olmasa gerek.
Egemen güçlerin izlediği seyre bağlı olarak PKK’nin de eşzamanlı bir
biçimde aynı taktikleri ve yöntemleri izlemesi beklenen bir durumdu. Abdullah
Öcalan, SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte artık sosyalizm maskesini bir tarafa
bırakıyor, yerine islamcı maskeyi takıyordu. İslamcı fırtınaların hızına kapılarak
hemen tüm konuşmalarında ve demeçlerinde islamcı düşünceyi işlemeye başlamıştı.
90’lı yılların başından itibaren güdümlü birçok islamcı grup PKK’nin yedeğine
verilmişti. Sosyalizmi eleştirilip
yerden yere vuran A.Öcalan, kendisini son peygamber olarak ilan etmeyi de ihmal
etmiyordu. Hatta zaman zaman peygamberlikle yetinmeyi az buluyor, tanrılığa
kadar yükseliyordu. Bunu müritlerine onaylatmaktaysa hiç
zorlanmıyordu;
“Hiç bir felsefi tanımlama veya teorik
yargı, tek başına Abdullah Öcalan’ı tümüyle kendi kapsamına alacak bir
genişliğe sahip değildir. (…) bunun anlaşılması için ise, deyim yerindeyse
insanın bugünkü sistem çerçevesi dahilinde oluşmak zorunda bırakılmış bir
anlama gücü yetmemektedir. (…) Başkan Apo’nun gerçeği, sadece onun sözle dile
getirdiği teorik literatürün toplamı bir gerçek olmaktan son derece uzaktır ve
bu türden bir yargı olayın anlaşılmasında eksiklik yaratmaktan da öteye,
oldukça yanılgılı sonuçlara götürecektir.(…) Onun tanrısal bir güç olarak
değerlendirilmesinin en başlıca bir sebebi de,onun anlaşılmasının zorluğundan
kaynaklanmaktadır.”(15)
Böylesine anlaşılmaz saçmalıkları aktarmak zorunda kalışımız elbette hoş
bir durum değil. Ama ıslam gizemciliği adına Apocu kafaların nasıl bir mantık
silsilesine sahip olduklarını anlamak açısından iyi bir örnektir. Gerek yerel,
gerekse genel seçimlerde islamcı parti ve gruplarla işbirliğine niçin
gittikleri şimdi daha kolay anlaşılıyor. Hatta bazı adaylar için para karşılığı
oy avcılığı yaptıkları da biliniyor.
Sadece islamcılığın değil, Türk milliyetçiliğinin alabildiğine pohpohlandığı
dönemlerde A.Öcalan ve PKK’nin de aynı şekilde milliyetçi propaganda ve
ajitasyona hız verdiğini görüyoruz;
“Türk boy beyleri Ortadoğu’ya yönelişlerinde ve sınıflı toplumda mesafe
alışlarında -ki bu feodelleşmedir- görüyoruz ki, başkalarının topraklarını
işgal etmek kadar, insanlarını ve tabii ki kadınını da köleleş- tiriyorlar.
Halihazırda halen etkilendiğimiz dünya, oluşan kişilik bunun sonucudur. Kadının
bir meta konusu haline getirilmesinde Türklerin Ortadoğuya yayılmasının çok
ciddi bir rolü vardır…”(16)
Azgınca geliştirilen Türk milliyetçiliğine paralel olarak A.Öcalan da
sahte Kürt milliyetçiliği yapmış, halklar arası düşmanlıkları körüklemek için
elinden geleni ardına koymamıştır. Kürt kadının ezilmişliğini ve çağımızda hak
ettiği yere gelememiş olmasını, Türk halkının varlığına bağlayacak kadar
dengesizleşmiştir. Sadece Kürt kadınının değil, genelde kadınlar üzerindeki
baskıyı tarihi süreç içindeki üretim ilişkilerinden ve sosyal gelişmelerden
bağımsızlaştırarak, Türkler’in Anadolu’ ya yerleşmesine bağlayacak kadar
zırvalamıştır. Elbette bunları durup dururken ortaya atmamıştır. Onun tüm
çabası, egemen güçlerin dönemlere göre geliştirdiği konseptleri, aldığı
sorumluluk düzeyinde harfiyen uygulamak olmuştur. Buradaki görevi de Türk
milliyetçiliğini tamı tamına taklit etmekti. Daha doğru bir deyişle, Türk
milliyetçiliğinin Doğu’da yaygılmaşmasına hizmet ederek, Kürt kimliğinin
bastırılmasına yardımcı olmaktı.
Demokrasinin geliştiği ülkelere baktığımızda toplumun sorgulayıcı
olduğunu görüyoruz. Amerika’da Buch ve İngiltere’de Margaret Theatcher
hükümetleri, Körfez savaşında birkaç asker kayıbıyla sınırlı kaldıkları halde,
sırf savaş yanlısı tutum takındıklarından dolayı iktidarlarından oldular.
Ülkemizde ise insanlar bırakalım hesap sormayı,
küçümsenmeyecek bir kesim marşlar eşliğinde savaş kışkırtıcılığına alkış
tutmuştur. Bu durum, yerine oturmamış, uluslaşmasını henüz tamamlayamamış
toplumlara özgüdür. Yani toplumun sanayileşmesiyle, kalkınmışlık ve eğitim
düzeyi ile ilintilidir. Orta öğrenimi bitirmiş gençliğin yarısına yakın
sayılacak bir bölümü İmam Hatip okullarından mezundur. Aktif olan işgücünün
neredeyse yüzde seksenine yakın bir kesimi ilkokul diplomalıdır. Lise mezunları
içinde üniversiteye devam edenlerin oranı henüz yüzde yirminin altındadır.
Mesleki eğitim hiçe sayılmıştır. Halk her türlü sosyal güvenceden uzak, asgari
ücretin altında, günlük ekmek parasına çalışmaya mahkum edilmiştir. Böyle bir
toplumda şiddetin kutsanır hale getirilmesine şaşmamak gerekir. Nitekim, azgın
ulusal milliyetçilik, daha çok emekçi sınıfların lumpen kesimlerinde etkili
olmuştur. Türkiye’de 1980’lerden buyana köylülüğün içinde bulunduğu durum ve
göçlerden dolayı büyük kentlerin kenar mahallelerinde yoğunlaşan nüfusun ekonomik
ve sosyal koşulları düşünülürse, bu tarz bir milliyetçiliğin gelişip güçlenmesi
doğaldır.
Birçok alanda çağdışı koşulların egemen olduğu ülkemizde, PKK gibi bir
maşanın ortaya çıkıp kitleler üzerinde terör estirmesi kolaydır. PKK’nin bir
dönem için yerine getirdiği yükümlülüklerin doğurduğu sonuçlar bilince
çıkartılırsa, niteliği de çok iyi kavranır. Bugün PKK torbasının ağzı büzülmeye
başlanmıştır, sıkılması ise daha çok Kuzey Irak’ taki gelişmelere ve derin devlet
diye ifade edilen güç odaklarının devlet içinden tamemen sökülüp atılmasına,
yani siyasi erkte ayrışmanın netleşmesine bağlıdır.
İşte saydığımız bütün bu nedenlerden ötürü egemen güçlerin 15 yıl gibi
uzun bir süreye ihtiyacı vardı. A.Öcalan ve PKK’nin sunduğu hizmetler sayesinde
bu sürenin en iyi biçimde değerlendirildiği söylenebilir.
SERHİLDANLAR
YUTTURMACASI
Serbest pazar uygulamalarına geçilmesiyle birlikte yoğunlaşan sınır
ticareti yeni gelişmelerin habercisi olma özelliğini taşıyordu. Yine, K.
Irak’ta yürütülen mücadelenin olası etkileri, egemen kesimleri düşündürmeye
başlamıştı. Gerçi bu yönlü tedbirler çok önceden alınmıştı ama alınan bu
tedbirlerin derinleştirilerek sürdürülmesi gerekiyordu. Bahsettiğimiz bu
tedbirlerin önemli halkalarından birini oluşturan PKK, 90’lı yılların başından
itibaren bir de bu yönlü hizmetler vermeye başlamıştı. Şırnak, Cizre, Nuseybin
vb. yörelerde sınır ticaretinin yoğunlaşması ve bu ticari ilişkilerin
sürdürülmesi süreci içinde K.Irak’tan muhtemel etkileşim, PKK’nin devreye girmesiyle engellenmişti. Yani ortaya çıkması
muhtemel bir kimlik sorunu arayışının
önü daha başlamadan alınmıştı. PKK’nin “serhildanlar” diye yutturmaya çalıştığı
şey, aslında derin devletin bilinçli uygulamalarından başka birşey değildi. Amaç; hem K.Irak’tan muhtemel bir etkileşimi
engellemek, hem de bu süreç içinde sınır ticaretine çete ve mafyanın egemen
olmasını sağlamaktı. Nitekim bu konuda 92’den itibaren büyük başarı sağlanmış,
geçimini sınır ticaretiyle sağlayan kesimler haraca bağlanmıştı. Derin devletle
işbirliği halinde bu pastadan önemli pay alanlardan biri de PKK, yani Abdullah
Öcalan olmuştu. Aynı zamanda bu süreç içinde yatırımcı burjuvazinin gelişmesi engellenmiş
ve talancılığın egemen kılınması bizzat PKK aracılığla başarılmıştı. Abdullah
Öcalan’ın, yörenin büyük feodal beyleriyle, aşiret reisleriyle ve mafya
liderleriyle yürüttüğü görüşmeler sonucunda sınır kapıları bölüşülmüştü.
“Serhildanlar”, bahsettiğimiz bir de bu karanlık ilişkileri örtülemede
kullanılan araçtı. 18 Nisan 1998 seçim sonuçları da “halk hareketi” diye yutturulmaya
kalkışılan olayların kimler tarafında düzenlendiğini açık biçimde
göstermektedir. “Kale” olarak nitelenen birçok kaza ve beldede MHP, birinci
parti durumuna yükselmiştir.
Aynı oyunlar kısa bir dönem için Karadeniz’de de yürürlüğe konulmak
istenmişti. PKK’nin “Karadeniz Dosyası”
açtığı dönem, bölge halkının büyük çalkantılar içinde bulunduğu bir döneme denk
gelmekteydi. Özellikle kırsal kesimde sisteme karşı gelişen bir muhalefet vardı.
Halk bir yandan ürünlerine yüksek taban fiyatlar isterken, bir yandan da
devlete sattığı ürünlerin parasını alabilmenin mücadelesini vermekteydi. Diğer
alanlarda olduğu gibi işsizlik, yoksulluk ve göç bölgenin en büyük sorunuydu.
Köylülerin sattığı ürünler, banka ve kooperatiflerden aldıkları kredilerin
faizlerine yetmiyordu. 60-70’li yılların köşebaşı faizcileri ve vurguncuları,
ipotekçileri işbaşına geçmişti. Küçük işletmeler ve esnaf arka arkaya kepengler
indirmeye başlamıştı. Hükümet sorumluları bölgeye seyahat edemez hale gelmişti.
Halk geniş katılımlı protesto ve mitinglerle sesini duyurmaya hazırlanıyordu.
68-70 dönemi adeta yeniden gelmek üzereydi. Ayrıca ekonomik ve sosyal
koşullardan kaynaklanan sorunlar, kısa sürede halledilecek sorunlar değildi.
Derin devlet bu durumdan yararlanmak için kolları sıvamakta gecikmemişti. Emirlerine amade olan PKK, her yerde olduğu
gibi Karadeniz’de de imdadlarına yetişmişti. İki-üç çapulcusuyla Karadeniz’de
olduğunu hergün TV ekranlarından duyurmaya başlamıştı. Bu arada Gürcü-Laz,
Gürcü-Türk ve alevi-sunni vb. yapay çelişkiler de sürekli körükleniyordu. Bu
yolla Kafkaslar, Rusya Federasyonu ve Avrupa’ya yönelik ticaret yolları
tutulmak istenmişti. Geliştirilmek istenen provokasyonlar, mafyanın, çetelerin
ve bu arada A.Öcalan’ın daha büyük kârlar ve kazançlar sağlamasına yarayacaktı.
Amaçları uzun süreli bir provokasyon geliştirmekti ama başaramadılar. Karadeniz
tamamen farklı bir yapıdaydı. Bölge hassas dengeler üzerine kurulmuştu. Yöre
halkının uyanıklığı ve siyasal gelişmelerin farklı boyutlar kazanması sonucu,
bölgede geliştirilmek istenen provokasyonların önü erkenden alınmıştı.
Uygulanan yöntemler başka ülkelerde toplumun altüst oluşuna neden olacak
kadar tehlikeli yöntemlerdi. Öyleyse derin devletin bu kadar geniş çember
içinde hareket etmesine aktif tavır neden alınmamıştı ? Açık ki, egemen güçler, PKK ve Abdullah Öcalan aracılığıyla siyasal
hedeflerine ulaşmayı amaçlarlarken asıl güvendikleri şey, Kürtler’in bir kimlik
arayışı içinde olmamalarıydı. Daha başka bir ifadeyle, kimliğini bulmuş bir
toplumla karşı karşıya olmadıklarının bilincindeydiler. Toplumun kimlik
arayışından çok, daha iyi bir sosyal yaşam peşinde koştuğunu çok iyi
biliyorlardı. Aydınların da toplumu etkileme gücünün oldukça sınırlı olduğunu
bilmek için kâhin olmaya gerek yoktu. Serbest pazar ekonomisine geçildiğinden
bu yana özellikle sosyolojik araştırmalara hız verilmesi boşuna değildi.
Bunları söylerken, Kürtler’in tamamen bu yönlü çabaların dışında kaldığı
elbette iddia edilemez. Örneğin; yaygın bir okuyucu kitlesi olmamasına karşın,
bilinen bu çabalar sonucunda yayınlanan Kürtçe kitaplar artmıştır. Kürtçe
kasetler çoğalmıştır. Televizyonlarda hiç çekinilmeden ”ben Kürdüm” denilmeye
başlanmıştır. Eskiden bırakalım televizyon ekranında, Batı’nın her hangi bir
şehrine gidildiğinde bile ”Kürdüm” demekten korkulurdu. Şalvar veya puşuyla pek
fazla gezilmezdi. Bunlar aşağılanmanın bir gerekçesi olarak görülürdü. Kimilerince
basit gözükse de, bu tür aşamalar bir halkın kimlik mücadelesinde önemli
noktalardır. Örnekler çoğaltılabilinir. Ama tüm bunlara rağmen, Kürtler kimlik
için mücadele eder konumda değildi. Çabalar, her bölgede olduğu gibi daha çok
ekonomik ve sosyal sorunları aşma çabalarıydı.
Yeri gelmişken sorunu biraz daha açmakta yarar var.
ABARTILAN KİMLİK
SORUNU
Derin devlet desteğinde Öcalan ve takımı ellerine tutuşturulan projeleri
hayata geçirmeye çalışırken, herşeye rağmen karşılaştıkları ciddi sorunlar da
vardı. Hedeflerine ulaşmak için uyguladıkları yöntemlerin bir çok noktada ters
tepişi sözkonusuydu. Özal’ın tek başına iktidar olduğu dönemde, hızlı ve
kontrolsüz bir biçimde uygulamaya koyduğu serbest pazar ekonomisi, Doğu ve
Güneydoğu’da daha yıkıcı bir hâl almıştı. Yoksulluk ve sefalet Batı’ya oranla daha
yaygın bir hal- deydi. Bütün bunlara rağmen, milliyetçi duygular ve kimlik
arayışının yerini farklılıkların yontulması almıştı. Bunda gerek yoğun biçimde
Batı’ya göçün getirdiği olanakların, gerekse de aydınlanma ve bilinç düzeyinin
daha çok orta sınıflar arasında gelişmesinin rolü vardı. Ayrıca PKK’nin topluma
yönelik terör politikasında Türk milliyetçiliğinin propaganda ve ajitasyon
yöntemlerini temel almasının da önemli etkileri olmuştu.
Aynı döneme denk gelecek biçimde, 80’li yıllar boyu geliştirilen serbest
pazar uygulamaları, etkisini, daha net biçimde 90’lı yıllarda vermeye
başlamıştı. Ulaşım, eğitim, haberleşme ve ticaret alanlarında yaşanan
gelişmeler, Kürt toplumunun da dünyaya açılmasını sağlamıştı. Bu anlamda
Balkanlar’da ve Kafkaslar’da esen milliyetçi rüzgârların, kendisini, aynı
biçimde Türkiye üzerinde göstermesi mümkün değildi. Türkiye’de bunun etkisini
azaltacak ciddi sosyal gelişmeler vardı.
Aynı döneme denk düşecek biçimde Kürtçe gazeteler, kitaplar yayınlanıyor,
Kürtçe türküler serbestçe söyleniyordu. Kürtçe basılan kitaplar, gazeteler ve
kasetler sayı olarak artmıştı ama satış oranları oldukça düşüktü. Hatta
maliyetlerini karşılamaktan dahi uzaktı. Kürtçe basın ve yayın alanında
karşılaşılan bu durum, aslında şaşırtıcı değildi. Durumu sadece baskı ve korku
nedenleriyle açıklama, sorunu en ucuz bir yöntemle savuşturmadır. Elbette
Kürtçenin eğitim-öğretim dili olarak kullanılmaması ve yasak olması bir
nedendir, ama bunu her türlü gelişmenin önünde tek başına belirleyici olarak
görme de yanlıştır.
Yine Doğu’dan Batı’ya milyonları bulan bir göç dalgası yaşanmıştı. Ama
aynı dönemde büyük kentlere iç bölgelerden de büyük göçler vardı. Doğu’dan
gelen göçlerle iç bölgelerden gelen göçler büyük kentlerde aynı kaderi
paylaşmaktaydı. Paylaşılan da, yoksulluk ve sefaletti. Sanayideki gelişmeyle
orantısız yaşanan göçün zaten paylaşacağı pek fazla bir şey yoktu. Çünkü göçler
gelişen sanayinin kat kat üstündeydi. Böylesi koşullarda Kürtlerin kimlik
arayışı peşinde koşmaları beklenemezdi. Nitekim Batı’ya göç eden Kürtler
arasında kimlik arayışına yönelik bir gelişme de yaşanmamıştı. Buna rağmen
PKK’yi Türkiye’de olan biten tüm olumsuzlukların kaynağı olarak tanımlama,
egemen çevrelerin işine geliyordu. Böylece ezilen emekçi yığınların her eylemi,
demokrasinin geliştirilmesi için yürütülen her çaba daha kolayca boşa
çıkarılıyordu. PKK, egemen güçlerin elinde, devrimci demokratik mücadeleye
karşı kullanılan sihirli bir değnek gibiydi. Egemen güçler açısından yönetim
adeta sorunsuz hale getirilmişti. Yönetime gerekli olan “dikensiz gül bahçesi”
Öcalan ve güruhu tarafından yaratılmıştı. Böylece en önemli görevlerinden
birini daha başarıyla yerine getirmişlerdi.
Orta sınıfların da Kürt sorunu diye bir sorunlarının olduğu söylenemez.
Aydınlanma, bilinç ve kültür bakımından gelişkin olanlar da bu kesimlerdi.
Sorunu bu biçimiyle önplana çıkarmaya çalışanlara zaten olumlu bir gözle
bakılmıyordu. Bu kesimlerin içinde yer alan bürokratlar, esnaflar, küçük
üreticiler vb. ekonomik zorluklar içinde çırpınıp, günlük yaşamını devam
ettirmenin çabasını veriyordu. Ayrıca, dünyadaki gelişmeleri izledikce kimlik
arayışından çok, daha iyi bir sosyal yaşam çabasına yöneliyordu. Biraz
palazlanmış durumda olanlar ise, daha fazla kazanmanın ve çağa uygun modern
yaşantı sağlamanın peşinde koşuyordu.
Gelişmekte olan burjuvazi ise daha fazla kâr etmeyi, büyümeyi, holdingleşmeyi
hedef olarak önüne koymuştu. Bölgede büyümeye ve gelişmeye başlayan
burjuvalaşma artık direkt Avrupayla ilişki içine girmişti. Bu anlamda ne “alt”
ne de “üst” kimlik diye bir sorunları yoktu.
Egemen güçlerden feodallere gelince; bunların eskiden bu yana olan tavır
ve anlayışlarında hiç bir değişiklik olmamıştı. Bu kesimin verdiği tek kavga
hızla burjuvalaşma arzusundan başka birşey değildi. Bütün çabaları; serbest
pazarın sunduğu olanakları devlet ve bürokrasiyle olan bağlantılarıyla
birleştirerek bir an evvel burjuvalaşmaktı.
Feodallerin önemli bir çoğunluğu, paralarıyla şehirlerde ev satın alarak
sadece keyfe bakan feodaller olmaktan çıkmıştı. Banka kredileriyle beslenmede
fazla zorluk çekmediklerinden, sanayi yatırımlarına, işletmelere el atarak veya
Batı’da ortaklıklar kurarak burjuvalaşıyorlardı. Böylesi bir geçişle sanayici
olup olmayacakları ayrı bir tartışma konusudur. Ama kabul etmek gerekir ki,
Avrupa anlamında bir burjuvalaşma da hayalciliktir.
Yoğunlaşan kapitalist ilişkiler içinde Hakkari, Şırnak ve Van gibi
geçmişin en katı feodal ve aşiret ilişkilerinin hüküm sürdüğü bölgelerde bile
ekonomik ve sosyal alanlarda çok ileri gelişmeler ortaya çıkmıştı. Artık
bölgede kırsal kesime kadar rock ve pop müziği dinlenir hale gelmişti. Katı
feodal gelenekler önemli oranda aşınmaya başlamıştı. Bunun yanısıra, serbest
pazar uygulamalarıyla birlikte aşiret ilişkilerinin de geçmişten daha yoğun bir
tarzda çözüleceği umulmuştu ama bir ölçüde tersi oldu. Çünkü PKK’nin halk
üzerinde geliştirdiği terör karşısında aşiretler varlıklarını ve çıkarlarını
ayakta tutacak arayışlar içine girmişlerdi. Bu da daha çok aşiretler halinde
köy koruculuğuna yönelme olarak kendini göstermişti. Köy koruculuğu ister istemez
toplumun aşiretsel bölünmüşlüğünü pekiştiren bir etkiydi. Korucu aşiretler,
devlet tarafından sağlanan ekonomik olanaklarla daha iyi bir sosyal yaşam
düzeyine ulaşıyor, ama diğer taraftan toplumun gelişmesinin önünde engel olan
aşiretsel yapının da ayakta kalmasını sağlıyordu. Bölünmüş bir toplumda ciddi
bir kimlik kavgasının olmayacağı açıktır. Böylece iki zıt çelişki bir arada
yaşandı diyebiliriz.
Bölgede 80’ler sonrası pazar ilişkileri doğal seyrinde gelişmiş olsaydı
aşiretlerin çözülmesi hem daha hızlı seyredecekti, hem de daha bilinçli kimlik
arayışı içine girilecekti. Ama PKK böylesine çelişkili bir sürecin gelişmesine
neden olduğundan, toplumun çağ dışı aşiret ilişkileriyle bölünmesini
pekiştirmiş oldu. ANAP’ın tek başına iktidar olmasıyla başlayan bahsettiğimiz
bu süreç, PKK engeline takılmamış olsaydı, belki çok daha farklı, ileriye
yönelik sonuçlara yol açacaktı. Her
şeyden önemlisi, özelde işçi sınıfı, genelde sivil toplum hareketleri daha
ileri düzeylerde seyredecekti. Dolayısıyla egemen güçler de kolay yönetilen bir
toplumla karşı karşıya olmayacaklardı. Ama A. Öcalan ve PKK provokasyonları
sürecin yönünü sürekli egemen güç- lerin lehine tutmayı başarmıştı. 24 Ocak
kararları nasıl cuntayla uygulamaya konulmuşsa, sonuçlarının toplanması da PKK
sayesinde olanaklı hale gelmişti.
Bu arada aydınların durumuna değinmekte de fayda var. Aydınlar adeta
apansız yakalanmıştı. Önemli bir kesimi hâlâ sömürge teorileri üzerinde kafa yorarken,
bir kısmı da “alt kimlik” tanınması gibi ne olduğu belli olmayan uğraşlar
içindeydi. Özellikle alt kimlik sorununa büyük kent aydınlarının bir kısmı da
katılmıştı. Diğer bir kesimi ise PKK’nin niteliğini, işlevini çok iyi bilmesine
karşın çok ciddi yanılgılara düşerek, “bunları kullanarak belki birşeyler
koparırız” sevdasına düşmüştü. Bu aydınların içinde, Öcalan’ın ajanlığı ve
provokatörlüğü konusunda geçmişte mangalda kül bırakmayanların bulunması, bir
başka renk cümbüşüydü. Akıllarınca kulanmaya kalkıştılar ama, kimi kime karşı
kullandıkları üzerinde hiç kafa yorma zahmetine katlanmadılar.
Denilebilinir ki aydınlar,Türkiye’de 80’li ve 90’lı yılarda ortaya çıkan
her alandaki değişimleri, özellikle SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte ortaya çıkan
uluslararası gelişmeleri yeterince kavramaktan uzak kaldılar. Sonuçta
potansiyel bir güç konumuna gelemediler. Önemli bir kısmı DEP’te olduğu gibi,
PKK’ nin provokasyonuna gelerek egemen güçlerce tam zamanında kullanıldılar ve
tamemen saf dışı bırakıldılar. Türkiye’de egemen güçlerin estirdiği terörü
herhalde yeterli bulmamış olacaklar ki, PKK aracılığıyla büyük tekelci güçlerin
sosyal demokrasiyi ve sol’u tasfiye politikasının aleti oldular.
Zaten aydınları yanlış
düşüncelere sürükleyen nedenlerin başında, DEP ve daha sonra HADEP’in durumu
geliyordu. Bu partilerin Doğu ve Güneydoğu’da az da olsa oy toplaması
yanılgıların asıl kaynağı oldu. Oysa bu durum toplumun beklenilen doğrultuda
bir kimlik arayışı içine girdiğini göstermiyordu. Gerçekte, kontrolsüz geliştirilen
serbest pazar politikasının getirdiği açlık ve sefaletten etkilenen kesimlerin
sis- teme duyduğu tepkiyi ifade ediyordu. Dikkat edilirse, bu partilerin oy
topladığı bölgeler, kişi başına milli gelirin en az olduğu bölgelerdir. Yani; yoksulluğa ve sefalete itilen, kapitalist
üretimle yeterince ilişki içine girememiş kesimlerin terkedilmişliğini
hatırlama durumu vardır. Bu da daha çok içe kapanmayı ve yöresinden çıkışlara
destek vermeyi getir- miştir. Ayrıca, biraz da şark kurnazlığıyla Kürtlüğünü
hatırlatırsa devletten bir şeyler kopartacağına inanarak geliştirilen bir
hareket tarzı vardır. Toprağa bağlı küçük üreticiliğin, köylülüğün tipik
özellikleri sergilenmiştir. Yoksa bilinçli kimliğini vurgulayan, milliyet
farkını gözeterek eşit haklara sahip olmak için kullanılan oylar değildir.
Peki kimlik olayını önplanda tutarak oy kullanan yok muydu? Açıkça
söylemek gerekirse, bunların oranı yüzde bir bile değildir. Çeşitli biçimlerde
devletin kolluk kuvvetlerince baskıya uğramış, çocukları ve yakınları
hapishanelerde olan aileler bile,
bilinçten uzak, daha çok kin alma duygusuyla DEP ve HADEP’e oy vermiştir.
DEP’e ve HADEP’e oy verilmesinin altında yatan bazı başka ne- denler
daha vardı. Bunların başında hem direkt devletin, hem de PKK’ nin baskılarından
bunalmış kesimlerin üçüncü bir yol arayışı içinde olmaları geliyordu.
Milyonları bulan Kürt göçüne rağmen azda olsa Batı’da oy toplamaları yine yapılan bu baskılara karşı duyulan serzeniştir.
Ayrıca bizzat egemen güçlerin şöven politikalarından ve propagandalarından
bıkan kesimlerden bir kısmı da son seçimlerde HADEP’e oy vermiştir. Bu da
kitlelerce geliştirilen bir protesto biçiminden başka birşey değildir.
Bu her iki partinin de konjoktörü değerlendirmeden uzak oluşları kitlelere
mal olmalarını engellemiştir. Bugün HADEP halkın verdiği mesajları almaktan,
halkın nabzını tutmaktan çok uzak olduğunu her yönüyle göstermiştir. PKK’yi oy
toplamanın aracı olarak görme gibi büyük bir yanılgının içine düşmüştür. Kendi
ayakları üzerinde durabilecek bir örgütlenmeden yoksundur. PKK’ye, yani teröre
bulaşmamış aydınlar sırf düşüncelerinden dolayı hapishanelere tıkılırken, yine
yasal sınırlar içinde hareket eden bazı Kürt partileri kapatılılırken, HADEP
biraz düşünmek zorundaydı. Kaldı ki bu, demokratlığın da bir ölçütüdür. Derin
devletle ve uluslararası istihbarat örgütleriyle fingirdeşen PKK ile olan
işbirliği üzerine kafa yorma zahmetine katlanmalıydı. Adı sıkça PKK’yle
anılmasına rağmen kendisine tanınan ayrıcalığın nedenleri üzerinde durmalıydı.
Derin devletin çıkarı, demokrasi ve insan haklarının önündeki engellerin
kaldırılmasından, çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bir düzeye getirilmesinden
geçmiyor. Varlık nedeni, baskı ve şiddet politikasının sürekli kılınmasına
dayanıyor. HADEP’in ömrünün uzatılmasındaki sır işte budur. Bu nedenle,
Abdullah Öcalan’ın ifadesi ve mahkemedeki itiraflarına rağmen HADEP hakkında herhangi
bir hukuki işlem yapılmamasını normal karşılamak gerekir. Çünkü PKK-HADEP
ilişkilerinin devamı, Türkiye’de demokratik gelişmelerin önüne oturtulmuş bir
tampon olarak kullanılmaktadır. Bunun için PKK’ye ve yardımcılarına meydanlar
serbest bırakılmış, bilinçli bir politikayla çoğu kez güçlenmelerine göz
yumulmuştur. Bu politikanın nereye kadar sürdürüleceğini önümüzdeki süreçte
ortaya çıkacak siyasal gelişmelerin yönü tayin edecektir. Ayrıca HADEP
önümüzdeki süreçte PKK külfetinden kurtulmak için her hangi bir çaba gösterecek mi? Böyle bir
çaba içine girmeye cesaret edebilecek mi, edemeyecek mi? Bunlar önemlidir. HADEP’in
kendi kendisiyle hesaplaşıp hesaplaşmaması geleceğini de tayin edecektir.
15 YIL SONRA NELER
DEĞİŞTİ?
1996’ya gelindiğinde egemen güçler artık eski yöntemlerle gidile-
meyeceğini kavramışlardı. SSCB’nin yıkılışından sonra ortaya çıkan boşluklar
önemli oranda giderilmiş, genelde yeni dengeler oluşturulmuştu. Gelinen
noktada, özellikle de Yugoslavya üzerinde istenilen düzenlemeler büyük oranda
sonuca ulaştırılmıştı. Aynı biçimde Kafkaslar’ da birtakım sorunlara rağmen
stabilize olmaya yönelmişti. Ortaya çıkan
yeni ülkelerin iktidarlarını güçlendirme ve bu ülke pazarlarını dünyaya açma
zamanı artık gelmişti. ABD ve B.Avrupanın yapacağı girişimlere karşı aktif
tavır geliştirme gücünden Rusya Federasyonu yoksun kılınmıştı. Rusya,
uluslararası banka ve finans kuruluşlarına çoktan bağımlı hale gelmişti. Ekonomisini,
Dünya Bankası ve IMF olmaksızın ayakta tutamaz durumdaydı. Aynı zamanda gücünü
zorlayan ulusal azınlık problemleriye uğraşmaktan nefes alamıyordu.
Kafkaslar’da ortaya çıkan gelişmeler, bir anlamda da ulus-devlet
modelinin sorgulanmasıydı. Gürcistan, Azerbaycan ve diğer Türk cumhuriyetleri
bağımsız devletler biçiminde ortaya çıkmışlardı ama bir yığın farklı milliyet
ve azınlık sorunlarıyla da uğraşmak zorundaydılar. Çözüm yine de B.Arupa’nın
bulmuş olduğu ulus-devlet modelinde aranıyordu. Oysa bu, Avrupa’da bile artık
sorgulanmaya başlanmıştı. Yeni dünya dengeleri içinde ve globalleşme
koşullarında Balkanlar’da ve Kafkaslar’da dayatılan modelin ne oranda
çözümleyici bir faktör olacağı ister istemez tartışma götürüyordu. Buralarda
ortaya çıkan ulus-devletlerin azınlıklara karşı tutum ve davranışları
Türkiye’den çok farklıydı. Bu devletlere egemen olan uluslar, diğer azınlık ve
milliyetlerin varlığını inkâr etmiyorlardı ama, devlette eşit haklara sahip
olmalarını da kabullenemiyorlardı. Bu tutum ve anlayış, ister istemez egemen
ulus milliyetçiliğini körüklediği kadar, azınlık milliyetçiliğini de kızıştırırıyor
ve yaygınlaştırıyordu.
Gelişen serbest pazar ilişkileri, ulaşım ve
haberleşme teknolojisi karşısında din, bir üst kimlik olarak birleştirici bir
etki gösteremez olmuştu. Dini ilişkiler, eskiden sömürgelerde görüldüğü gibi
ayaklanmalarda başlıbaşına katalizör görevi görmekten çıkmıştı. Hatta azınlıkların
ve milliyetlerin kimlik arayışında önemli bir faktör olma özelliğini de
kaybetmişti. Yani aynı dine sahip olmasına karşın farklı kimlik ve farklı
ulusal özellikler taşıyan toplumlarda din, birleştirici bir rol oynayamıyordu.
Her halk, kimliğini ve ulusal özelliğini din faktörünün önüne çıkarmıştı.
“Kardeşiz, dindaşız, ama sen biraz geride kal” anlayışına karşı çıkılıyordu.
Bunun yerini milliyetler temelinde her konuda eşitlik anlayışı almıştı.
İşte, Türkiye’nin büyük boyutlarda yaşadığı istikrarsızlığın bir nedeni
de, bu tür gelişmelerdi. Egemen güçler SSCB’nin yıkılışıyla birlikte en telaşlı
günlerini yaşıyorlardı. Akılcı, çağa yaraşır demokratik çerçevede çözümler
üretme yerine, bilinen klasik yöntemlere başvurarak dönemi atlatma çabası içine
girmişlerdi. Oysa Anadolu’nun yapısı, tarihi geçmişi ve olanakları dikkate alındığında,
paniğe kapılmaya hiçte gerek yoktu. Kafkaslarda ve Orta Asya’daki Türk
cumhuriyetlerinde ortaya çıkan yaygın Türk milliyetçiliğini Anadolu’ya
yaygınlaştırmak Türkiye’ye yapılan en büyük kötülüktü. Ülkemizin tarihten gelme
mozaik yapısına darbe vurulmuştu.
Bu dönemde özellikle de Kürt milliyetçiliğinin gelişme tehlikesinin
önüne geçmek için egemen ulus milliyetçiliğinin körüklenmesi dikkat çekiciydi.
İlk başlarda islami temelde yapılan bu milliyetçilik, 90’lı yılların
ortalarından itibaren ağırlıklı olarak Türk milliyetçiliğine dönüştürülmüştü.
Çünkü Özal’ın kontrolsüz serbest pazar uygulamalarıyla korkunç bir sosyal
adaletsizlik geliştirilmiş, toplumda yoksullaşma had safhaya varmıştı. Dini
temeldeki milliyetçilik giderek bir sosyal temele oturmaya başlamıştı. Bu
gelişmeyi belli sınırlar içinde tutma ise olanaklı gözükmüyordu. Bunlar giderek
rejimi ve Cumhuriyeti tehdit eder hale gelmişti. Bir zamanlar ortaya çıkan boşluğu kapatmak için ileri
sürülmüş olan bu alternatif, kullananların da temellerini oymaya başlamıştı.
Gelecek tehlikenin bu yönünü kırabilmek için bu kez Türk milliyetçiliği temel
alınmaya başlanmıştı.
1996’ya gelindiğinde dış ve iç gelişmeler biraz daha berraklaşmaya
başlamıştı. Türkiye başlangıçtaki şoku yavaş yavaş atlatmış, globalleşmenin
sendrumundan kurtulmuştu.
Bilindiği gibi Türkiye’yi istikrarsızlığın içine iten önemli
nedenlerden biri, Kafkasya’da
Ermenistan’ın ortaya çıkışı ve bu ülkeye ABD’nin sergilediği yaklaşımdı.
ABD’nin Ermenistan’a yaklaşımı, İsrail’e yaklaşımıyla hemen hemen eşdeğerliydi.
Ortadoğu’da İsrail’e, Kafkaslarda Ermenistan’a dayanarak dengeler oluşturmak
istemişti. Hatta ABD, Karabağ sorununda Ermenistan işgalci güç konumunda
olmasına karşın, Azerbaycan’a karşı tavır almıştı ve bu tavrı ambargoya kadar
götürmüştü.
ABD böyle bir strateji geliştirirken, stratejisinin saç ayağını
K.Irak’ta kurduracağı bir Kürt devletiyle tamamlamayı düşünüyordu. Ama ABD iki
noktada yanılgıya düşmüştü;
Birinci yanılgısı; K.Irak’ta Kürt halkının ABD’ye karşı olan güvensizliğinin
boyutlarını değerlendirememişti.
İkinci yanılgısı; Türkiye’nin gücünü ve geliştireceği taktikleri gözardı
etmişti.
Çünkü 1974’de Barzani’nin “pat” metodu ile yenilgiye uğratılması, henüz
unutulmuş değildi. Körfez savaşından sonra Kürt halkı yine yalnız bırakılmış,
Saddam’ın insafına terk edilmişti. Ne ABD, ne Avrupa ve Türkiye Irak’ta iktidar
değişikliğinden yana değildi. İktidar değişikliği, bu ülkenin birkaç parçaya
bölünmesi anlamına geliyordu. Bu durumda Ortadoğu’da köşetaşlarının tümüyle
yerinden oynaması demekti. Hiçbir tarafta bu külfeti kaldıracak, daha doğrusu,
riski göze alacak gücü kendinde görmüyordu. Kısaca, Kürt halkının yeni bir yenilgi
süreci yaşamasının esas mimarı, sonuçta ABD olmuştu. Halkın bunları unutması
mümkün değildi. Geçmişten deneyimler edinmiş olan güçler, özellikle de KDP,
böyle bir planın parçası olmaya hiçte niyetli değildi. Çünkü uzun vadede Türkiye’ye
rağmen bu planın gerçekleşeceğine pek ihtimal vermiyordu. Beğenelim ya da
beğenmeyelim KDP bu konuda gereken en tutarlı tavrı sergilemiş, maceracı bir
tutum içine girmemiştir. Daha sonraki süreçte yaşanan gelişmeler de bu tutumun
doğruluğunu kanıtlamıştır.
1996’dan itibaren gerek Balkanlar’da gerekse Kafkaslar’da belli bir
düzen sağlanmıştı. Bu bölgelerde istenen dengeler ortaya çıkmıştı. B.Avrupa ve
ABD, kurulan bu dengeler arasında Türkiye’nin öneminden bir şey kaybetmediğini
tekrar keşfetmişti. Özellikle Ortadoğu’da, Kafkaslar’da ve Balkanlar’da
dengeleri Türkiyesiz sağlamanın olanaksız olduğunu görmüşlerdi. En önemlisi de,
ABD ve diğer emperyalist güçlerce 1980 12 Eylül cuntasıyla ülkemize dayatılan,
Turgut Özal iktidarı boyunca uygulama alanı genişletilen ve son olarak Doğru
Yol Partisi-Refah Partisi’yle ürünleri son kez toplanan konsep
bırakılmıştı.
Öte yandan Türkiye’de arayış içinde olmaktan çıkmış, dünya genelinde
oluşmuş dengeler içinde artık devlet çıkarları doğrultusunda yerini tayin
etmeye başlamıştı. Buna uygun strateji ve taktikler geliştirmiş, daha çokta
Balkanlar’da ve Kafkaslar’da söz sahibi olma istemi yönünde ağırlığını
koymuştu. Ayrıca uluslarası alanda etkili olmanın yolunun içte demokratik
refomları yapmaktan geçtiğini görmüştü. Soğuk savaş dönemine özgü klasik
entrikacı yöntemlerle söz sahibi olunamayacağını farketmişti.
Ekonomik ve sosyal alanda ise, insafsız sömürü ve baskı politikası artık gidebileceği son
sınıra varmıştı. Egemen güçler, kitlelerin üzerine bu tarzda daha fazla
gidilmesinin kendileri için tehlikeler
yaratacağını görmeye başlamışlardı. DYP ve RP koalisyonu döneminde
halkın geliştirdiği muhalefetin boyutlarını çok iyi hesaplamak zorundaydılar.
28 şubat kararları görünürde irticaya karşı alınmış kararlar olarak gözükse de,
aslında halkın sömürü, baskı ve kokuşmuş düzene karşı başkaldırısını bir
noktada dizginleme hareketiydi. Egemen güçler, kitlelerin tepkisinin sadece
irticaya karşı koymakla sınırlı olmadığını görmüşlerdi. İşçiler, memurlar,
köylüler ve gençlik, protestolarını her geçen gün daha yükseltir hale gelmişti.
Kaldı ki, gelinen noktada artık burjuvazi uzun yıllar boyu dizginsiz
geliştirdiği sömürüyle oldukça palazlanmış, devleti yönlendirecek düzeye
gelmişti. Tekelci burjuvazi ulaştığı sermaye ve sanayi gücüyle bunu
başaracağına inanıyordu. Artık demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin
geliştirilmesi için ciddi çözüm projeleri sunmaya başlamıştı. Yaşanan siyasal
istikrarsızlığı, ulaştığı sermaye gücü açısından uygun bulmuyordu. Açıkcası;
baskı, işkence, PKK provoskayonları ve yüksek enflasyon politikası artık gücüne
güç katmıyordu. Sermaye istikrar istiyordu. Hele hele çağdışı gerici, irticacı güçlerin
daha fazla kullanılmasının rejimin geleceği açısından tehlikeler doğuracağı
düşüncesi egemen olmaya başlamıştı.
Geçen 15 yıl içinde ordu da yenilenmiş, sadece ülke içinde değil, ülke
dışında da verilecek görevlere hazır bir durumda olduğunu kanıtlamıştı. Yani
savunma açısından da bölgenin en güçlü ordusu örgütlendirilmişti. Gelişen yeni
savunma teknolojilerini zamanında alacak ve kullanacak, hatta bir takım
silahları üretecek konuma gelmişti. Bu süre içinde dünyanın onuncu büyük
silahlı gücü konumuna geldiği gözardı edilemez.
İşte, gerek uluslararası alanda, gerekse içte bu yönlü atılımlar katedildikten
sonra, PKK ve Abdullah Öcalan için hüküm de verilmiş oldu. Aslında Abdullah
Öcalan’ın sonu 28 Şubat kararlarıyla hazırlanmıştır. Öcalan provokasyonlarının
ülke içinde devamına gerek görülmemiştir. Kullanılan herkese yapılan, Öcalan’a da
yapılmış, sonuçta “tutuklanmıştır.”
III-
PKK BİR PROVOKASYON HAREKETİDİR
1-PROVOKASYONLARIN İDEOLOJİK
KAMUFLAJI
2- PROVOKASYONLARA HAZIR BİR
ÖRGÜTSEL
YAPI
3- APOCU TABANIN ÖZELLİKLERİ
4- ÖCALAN KÖLELİĞİ
5- 1984 PROVOKASYONU VE
AMAÇLARI
6- PKK-DERİN DEVLET
İLİŞKİSİ
PROVOKASYONLARIN
İDEOLOJİK KAMUFLAJI
“Eğer bir ülkede önderlik edecek sınıflar
rollerini oynayamıyor, tersine büyük bir ihanet içinde bulunuyorlarsa ve hele
bu ülke Kürdistan gibi uzun sömürgecilik yıllarının tahribatı içinde
bulunuyorsa, sonuç kaçınılmaz olarak böyle olacaktır.” (17)
Abdullah Öcalan toplumsal koşulların
gösterdiği birtakım çağdışı özellikleri dikkate alarak, bir avuç “kahramanın”
ne tür zorluklar olursa olsun herşeyin üstesinden gelebileceği anlayışını
yerleştirmekle işe başlamıştır. Tabanında düz mantığı veya bir başka deyişle,
Aristo mantığını egemen kılmaya ve bu doğrultuda sorunlar üzerine düşünmeye
yöneltmiştir. Toplumun tarihini, geçirdiği siyasi ve sosyal evreleri, içinde
bulunulan ekonomik ve siyasi koşulları irdelemeye gerek duymamıştır. Varolan
koşullarda sınıfların mevzilenmesi ve bu mevzilenmeden doğan ittifaklar
politikasını vb.sorunları diyalektik bir bütünlük içinde ele alma ve sonuçlar
çıkarma gibi bir sorunu hiçbir zaman olmamıştır. Karanlık odakların talimat ve
düşünce yapısıyla hareket zorunluluğu bulunanların bu tür yaklaşımlar
sergilemesi gayet doğaldır. Elbette karşı devrimci güçler ve onların ajanları
yükümlülüklerini gereği gibi yerine getirebilmek için, açık kimliklerini
kullanmayıp maskeli yüzleriyle hareket edeceklerdi. Bu nedenle yüzlerine ya bir
sol ideoloji ya da islami kılıf geçireceklerdi. A.Öcalan’a sol içinde hareket
edebileceği bir kılıf giydirilmiştir.
A.Öcalan oyunlarını oynayacağı tabanının özelliklerini belirledikten
sonra, bu tabanı kimlere karşı nasıl yönlendireceğinin yöntemlerini de çok
netçe ortaya koymuştur. Ulaşılmak istenen hedefe göre biçimlendirilmiş bir
güruh ve bu güruha uygun hedefler gayet açık sergilenmiştir. Yani, amaca göre
kullanılacak araçlar da belirlenmiştir. Belirlenen hedef; emekçi yığınlar başta
olmak üzere, istisnasız tüm sınıflara ve topluma karşı beslenecek düşmanlık ve
imha politikasıdır. Kürdü, Kürt kimliğini yoketme amaçlanmıştır.
Toplumdaki tüm sınıf ve tabakaları ekonomik, siyasi, sosyal, kültü- rel
gelişmelerden bağımsız kaf dağının bilmem neresinde göstermeye kalkışmak,
sadece safdillikle ya da yetersiz teorik düzeyle açıklanamaz. Belli ekonomik ve
sosyal koşullar altında sınıf ve tabakaların mevzilenişleri vardır. Konumlarına
aldırmaksızın, tümünü bir anda “ihanetçi” niteleyerek yokedilmeleri gereken
düşmanlar olarak göstermek, gerçekte, bir toplumu tarihten silme anlayışının
açık ifadesidir. Çok ilginçtir ki bu anlayış, işçi sınıfı adına öne
sürülmüştür. A.Öcalan ve güruhu hem işçi sınıfı adına hareket ettiklerini iddia
etmiş, hem de kinci bir yaklaşımla işçi sınıfını hain ve ihanetçi olarak suçlayabilmiştir.
Bu anlayış bile başlıbaşına bu güruhun niteliklerinin kavranması için
yeterlidir.
İşçi sınıfı ve müttefiklerinin mücadelesi bir zaman dilimiyle sınırlandırılamaz.
Şu tarihte örgütlenme başlatılır, şu tarihte mücadele geliştirilir ve şu tarihte
sonuçlandırılır diye bir şablom yoktur. Örgütlenme ve mücadele bir süreç
sorunudur. Bu süreçte başarılar
sağlanabildiği gibi, yenilgiler de alınabilinir. Demokrasi ve özgürlükler
sorununa “sabah erken kalkan darbe yapar” anlayışıyla yaklaşılamaz. Kaldı ki
bir Kürt toplumu varsa, her toplumda olduğu gibi burada da çıkarı en geniş
demokrasiden yana olan sınıf ve tabakalar, şu veya bu düzeyde rolünü
oynayacaktır. Bu Apocuların iradesi dışında gelişen bir durumdur.
Sorunu bir başka cepheden ele alacak olursak: Apocu baylar hem işçi
sınıfını önderi olduğunu iddia ediyorlar, hem de işçi sınıfının kendisi için
bir sınıf olmadığını ve hatta ihanetci olduğunu söylüyorlar. Yani kendi
kendileriyle çok açık bir çelişkiye düşüyorlar. Bu tür çelişkilerin altında
yatan esas neden ise, “acaba anlaşıldım mı?” korkusudur.
Başvurulan taktik, tipik bir provokatör taktiğidir. Toplumda infial yaratma,
özellikle sahip olduğu tabanda ümitsizliği yayma ve bunlara paralel olarak
“eyvah gittik, yetişmezsek herşey bitecek” psikolojisini egemen kılma, Apocu
hareket tarzının ilk basamağını oluşturuyor. Nitekim, bu politikalarını
pekiştirmek için bir adım daha ileri gidiyorlar ve gerçeklerin günışığına
çıkmasını engellemenin bir yolu olarak akıl almaz bir belirlemede daha bulunuyorlar;
“Gazetenin(...)ancak sömürgeci kültürle haşır-neşir olmuş çok sınırlı
bir kesime sesleneceği ve böylece kitleler içinde amaçlanan devrimci siyasal
ajitasjonu yeterince yapamayacağı açıktır” (18)
İnsan yukarıdaki paragafı okuduğunda, acaba Kürt halkı Ekvator ormanlarında
yaşayıpta 80’li yıllarda keşfedilmiş bir halk gurubu mu diye sormadan edemiyor.
Kürt halkında okuma ve yazma oranının düşük olduğu bir gerçek. Ama bu bir bütün
olarak analfabet oldukları anlamına da gelmiyor. Bölgede günlük gazete
satışları çok büyük boyutlarda olmamasına karşın, pek küçümsenecek oranda da
değildir. Eğer daha yüksek trajlarda seyretmiyorsa, bunun en önemli
nedenlerinden biri yaşanan ekonomik krizdir. Halkın her gün gazete alacak maddi
gücü yoktur. Kaldı ki İç Anadolu’da gazete okuma oranının, bu bölgeden daha
yüksek olduğu da söylenemez. Yani sorun, Türkiye genelinde yaşanan bir
sorundur. Ayrıca Türkiye’deki Kürtler’in okuma-yazma, genel sosyal yaşam düzeyi
ve aydınlanma oranı İran ve Irakta’ taki Kürtlerle karşılaştırılamayacak kadar
yüksektir. Düşünen hiçbir beyin, gazetenin, Kürt halkının aydınlaması yönünüde
herhangi bir rol oynayamayacağını iddia edemez. Bu başta işçi sınıfı olmak
üzere, tüm toplumu hain ilan eden anlayışla bağlantılıdır. Yani mantık, “tüm
sınıflar zaten haindir, dolayısıyla yokedilecek bir toplum için gazete de
oldukça lükstür” biçiminde kuruluyor. Emekçi yığınların çıkarları için hareket
etmeyi temel almış bir devrimci anlayış, hiçbir zaman toplumun aydınlanmasını
bilinmeyen bir zamana erteleyemez. Gazetenin aydınlanma ve biliçlenmenin en
önemli araçlarından biri olduğunu bilir. Ancak müritler tekkesi, daha doğrusu
ümmet toplumu örgütlemeyi hedefleyenler veya günlük çıkarlar uğruna maymun
iştahlı çete hareketi geliştirmeyi esas alanlar, böyle bir araca karşı tavır
alırlar. Çünkü bu tür kesimlerin en büyük düşmanı, toplumun aydınlanmasıdır.
Toplumda bilinç ve kültür düzeyinin yükselmesinin kendi intiharları anlamına
geldiğinin çok iyi farkındadırlar.
Apocuların düşünce ve eylem biçimlerine bakıldığında, gazetenin
oynayacağı rolü yadsımaları hiçte garip değildir. Açık ki Apoculuk, bilinçle,
düşünceyle hareket eden bir toplum değil, salt inançla hareket eden bir toplum
arzuluyor. İnançla hareket edilen koşullarda, oyunlarını rahatlıkla tezgahlama
olanaklarına kavuşacaklarını çok iyi biliyorlar. Kör ve bilinçsiz bırakılan bir
topluluğu istenilen amaçlar doğrultusunda kullanma, hiç tartışmaya gerek yok
ki, çok kolaydır. İrdeleme, sorgulama, açıkcası düşünme gücü elinden
alınmıştır. Apocu tabanın durumu da tamı tamına budur.Toplumu tanımalarına
fırsat verilmemiş, kahramanlık hikayeleriyle beyinleri yıkanmış, okuduğunu
anlayacak güçten ve bilinçten yoksun
serseri mayınlar haline getirilmişlerdir.
İşçi sınıfının kendisi için bir sınıf olmasının, birkaç kişiyi bir araya
getirip aralarında birtakım görev bölümü yapmayla eşdeğerli olmadını herkes
bilir. Ciddi bir sorunu, böylesi bir derekeye çekmeye kalkı- şanları salt
lumpenlikle veya sınıfdışı kalmışların oluşturduğu toplulukla nitelendirerek
geçiştirmek mümkün değildir.
PROVOKASYONLARA HAZIR
BİR ÖRGÜTSEL YAPI
Apocuların bu hareket tarzını daha başlarda temel almalarının iki önemli
nedeni vardır;
Birincisi; aydınlanmanın
önününe set çekerek düşünmeyi ve bilinçlenmeyi engellemek
İkincisi; etrafındakileri önce içinden çıktığı topluma, sonrada kişinin
kendisine düşman etmek.
Bu aşamalardan sonra geriye kör bırakılmış, halkına karşı kin ve
nefretle doldurulmuş bir topluluğu karanlık amaçları için görev başına sürme
kalıyor;
“...Silahlı mücadele içinde belli ölçüde yoğrulan, örgütlerini ve halkı
geliştirip birliğe götüren, başarılı faaliyetleriyle düşmanın sert baskı,
pasifikasyon ve işkence ortamını yırtan, devrimci şiddeti geliştirerek halkı
ajanlardan, işkencecilerden ayıklayan bir parti, tüm bunları başarrmasını bilen
bir parti artık mücadelenin daha ileri bir aşamasına geçecek ve gerillayı
gündeme alacaktır.” (19)
“Ajanlara ve işkencecilere yönelen silahlı
propaganda, bu iki gücü etkisiz kıldığı oranda halk kitlelerini siyasal
bilinçlenme ve örgütlenme içine çekecektir.” (20)
Bu şekilde düşünmeden yoksun bırakılmış, feodal duyguları ve davranış
biçimleri okşanmış bir bileşkeye, geri toplumsal yapıdan kaynaklanan dinsel
etkileri de kullanarak yapay hedefler gösterme ve harekete geçirme artık zor
değildir. Emekçi yığınların çıkarları adına temel alınan hedefler çok dikkat
çekicidir. Yıllardır jandarma, polis, ağa baskısına uğramış, sürekli korku,
ürkeklik ve en önemlisi de geleceği için kaygı duyan eğitimsiz ve bilinçsiz
insanlar, gösterilen bu hedeflere yönelmekle amaçlarına çok rahatça
ulaşabileceklerini sanmaktadırlar. Burada önemli olan, Öcalan ve ekibinin
karanlık amaçlarını gerçekleştirirlerken tabanın içinde bulunduğu olumsuzluklar
veya zayıflıklar üzerinde taktikler geliştirdiklerini açıktan dile
getirmeleridir.
Eğer eski çağlarda insan aklının çözüm getiremediği noktada üre- tilmeye
başlanan hurafelerden bahsetmiyor da, şu anda varolan Kürt halkından
bahsediyorsak, her halk gibi Kürt halkı da belli bir ekonomik ve sosyal yapı
içinde yaşam sürdürmektedir. Bu toplumsal yapının değişimi iradi kararlarla
sağlanamaz. Hele hele birkaç ajan ve provokatörün ortadan kaldırılmasıyla
toplumsal yapıda istenilen değişme hiç mi hiç sağlanamaz. Eğer demokrasi ve
özgürlük sorunlarını halletme bu kadar basit, birkaç vuruş hamlesiyle
çözümlenebilseydi, günümüzde demokrasilerin egemen olmadığı ülkeler kalmazdı.
Doğal olarak biz bugün, her türlü diktatörlüğe ve emperyalizme karşı mücadele
yöntemlerini tartışmıyor olacaktık. Kim ki bir halkın özgürlük sorununu birkaç
ajanın temizlenmesi olayına indirgiyorsa, o iflah olmaz bir hain, artniyetli ve
bir provokatördür. Bu tutum öncü gücü hiçe sayıp, bir kaç “akıllının” yel
değirmenlerine saldırmasıyla her şeyi halledeceğine inanan anlayışla
eşdeğerdedir. Açıktır ki, böylesi anlayışların sahiplerinin, başta öncü güç
olmak üzere tüm emekçi yığınlara karşı korkunç bir terör uygulamaya yönelmeleri
kaçınılmazdır.
Kör bir terör, kör bir şiddet politikası Apoculuğun varlık nedenidir.
Üstelik böylesi bir ihaneti mitler yaratarak yapmaya kalkıyorlar. Mevcut
toplumsal yapı, üretim güçleri ve ilişkileri ayakta kaldığı müddetçe,
bahsedilen türden “ayıklama”larla yapılacak tek şey, provokasyondur. Çünkü
ayıklananların yerine yenileri gelecek, bu tepkiye karşı belki de daha güçlü
karşı refleksler oluşturulacaktır. Sonuçta emekçi yığınların üzerindeki sömürü
ve baskının daha katmerli hale gelişine yardım edilmiş olunacaktır. Yani
buyrulan yöntem, karşı devrimi örgütlendirmeden başka bir şey değildir.
Hedefler bu şekilde belirlendikten sonra, ilkel, eğitimsiz, feodal özelliklerlerden
arınmamış köylü tabanın en ufak bir sorgulama ihtiyacı duymadan, gösterilen her
noktaya körce saldırmaktan çekinmeyeceği açıktır. En sinsi bir biçimde dini
motiflerle donatılan taban, verilen her emri şeyhin, aşiret reisinin veya bir
beyin verdiği emirler kabul edecek, doğal olarak kendini de bunları uygulamakla
yükümlü bir mürit göre- cektir. Abdullah Öcalan’ın böylesi tekil hedefler
göstermesi boşuna değildir. Hedefleri; cahil köylüğün feodal duyguları,
pisikolojik yapısı, topluma dar bakış tarzı vb. tüm ayrıntıları dikkate alarak
belirlemiştir. Bir kişinin çok basit bir biçimde imha edeceği hedefleri
seçmiştir. Cahil bir köylü, hele hele
biraz da dini duygularla yoğrulmuşsa, böylesi bir eylemden, daha doğrusu
“ayıklama”dan sonra, kendisini tam bir “kahraman” ve “yenilmez” olarak görüyor. İnançlar ve kutsal davalar
uğruna şartlandırılmış kafalar için yapılacak bir eylemin nedeni, niçini ve
doğuracağı sonuçlar hiç önemli değildir. Mürit, “eceliyle ölüm olayını
murdarlık, haram olarak değerlendirdiği…” için şeyhinin verdiği emirleri,
sorgulanmadan yerine getirilmesi gereken emirler olarak görüyor. Tabanını bu
şekilde cehaletin girdabında boğmak Apocu hareket tarzının ikinci basamağını
oluşturuyor.
Apocu hareket tarzının üçüncü basamağı; İşçi sınıfı başta olmak üzere
tüm toplum üzerinde şiddet estirerek, emekçi yığınların demokratik hak ve
özgürlükler mücadelesinin hedefini saptırmak olarak özet- lenebilir.
Abdullah Öcalan ve PKK tüm bunları ellerine verilmiş bir plan çer-
çevesinde pratikte adım adım hayata geçirmiştir. Emekçi yığınların çıkarlarına
hizmet edecek araç ve olanaklardan yararlanmanın gerek- mediğine inanan Apocu
baylar, çok yönlü bir mücadele yürütmenin önüne nasıl ket vuracaklarını da
açıkca dile getiriyorlar;
“…‘daha çok okul, yol, daha çok eğitim olanağı, ana dilde eğitim’ gibi
ekonomik-akademik amaçlar uğruna sömürgeci parlamentoculuk ve seçimcilik
mücadelesi içine giren bir gücün, oluşturacağı örgütler de ancak “sömürgeci yasallık” içindeki dernekler
olabilir. Ve bunlara da gerçek anlamda siyasal bir örgüt, bu örgütlerin
mücadelesine de siyasal bir mücadele denilemez.” (21)
Bir halkın çıkarları uğruna mücadele yürüttüğünü iddia eden hangi
devrimci siyasal hareket, sorunların çözümüne böylesine önyargılı yaklaşabilir?
İşçi sınıfı hareketleri, baskı ve sömürüye karşı mücadele sürecinde kesinlikle
kendini tek bir alternatifle sınırlamaz. Amaca hizmet edecek birçok alternatifi
aynı anda kullanma yolunu seçer. Hiç bir taktik ve strateji masa başının ürünü
olmaz, tersine somut koşulların ürünü olarak ortaya çıkar. Öncü gücün rolü ve
önemi zaten bu noktada gündemleşir. Öncü güç, içinde bulunduğu somut koşulları
bilince çıkartarak, doğru strateji ve taktikleri bulup yerinde ve zamanında başarılı
bir biçimde pratiğe geçirebilirse öncü güç olur.
Daha iyi bir yaşam için demokrasi ve özgürlük kavgası verenler, sorunu
bu biçimde kavrarlar. Siyasi ve sosyal gelişmeleri, çok ciddi bir eylem olan
iktidar mücadelesini tekdüze ve bayağı ele almazlar. Sınıf savaşımında
olabildiğince karmaşık olan sorunları salt bir alternatifle, hele hele salt bir
şiddet politikası olarak sunmak provokatörlere özgü bir durumdur.
Apocular halkı harekete geçirme adına, tüm halk düşmanlarıyla omuz omuza
şiddet politikasının geliştirilmesi gerektiğini savunuyorlar. Egemen güçlerin
halk üzerinde baskı ve sömürüsünü halkın harekete geçmesi için yeterli
görmüyorlar. Yani, egemen güçlerin yığınları terörize etme politikasının bir
parçası olduklarını söylüyorlar. Terör ve şiddet politikasıyla siyasal mücadele
verildiği nerede görülmüştür? Siyasal mücadelelerde gazete, dernek,sendikalar
ve parlamento dahil halkın çıkarlarına hizmet edecek her türlü olanaklar en
akıllı biçimde kullanılmıştır. Yine yol, su, elektirik, mümkün olduğunca daha
fazla iş sahası, daha fazla okul vb. için mücadele edilmiştir. İşsiz tek bir
kişinin, okuma-yazma bilmeyen tek bireyin kalmaması için kavga yapma, kitleleri
bu doğrultuda sevk etme devrimci demokratların başta gelen görevleri
arasındadır. Bunlardan kaçınma, ezilen emekçi yığınlardan yana olmamadır.
Düzenin tüm boşluklarını, yetersizliklerini, yolsuzluklarını, çirkefliklerini
sergileyerek kitlelerin harekete geçmesini sağlama devrimcilerin hareket
noktalarından birini oluşturur. Emekçi yığınlar adına hareket ettiğini söyleyen
hiçbir güç, mücadele için böylesi olanakları, araçları kullanmayı reddetmez,
edemezde. Burada da Apocu hareket tarzının dördüncü basamağı devreye giriyor.
Dördüncü basamak; Emekçi yığınların özlemini duyduğu demokratik açılım
ve insanca yaşam istemini terörle bastırmaktır. Bunun için Kürt halkını ortaçağ
karanlığı içinde tutmayı amaçlayan ve toplumu terörize etmeye yönelik hedefler
seçmişlerdir.
Bugün gelinen noktada bile bazı çevreler, PKK ve Abdullah Öcalan’ı
değerlendirirken, “terörist bir hareket olduğu için egemen güçlere dolaylı
hizmet sunmaktadır” biçiminde ele almaktadır. Bu oldukça bayatsımış bir
iddiadır. Eylemleriyle sonuçta bujuvaziye hizmet eden örgütlerle, ta başından
itibaren belli bir plan ve proğram çerçevesinde bizzat egemen güçler tarafından
kurulup yönlendirilen örgütlenme arasında önemli farklılıklar vardır. Terör
örgütleri eylem ve faaliyetleriyle devrimci demokratik mücadeleye dolaylı
darbeler vururlar. Abdullah Öcalan ise, solu, direkt silahlı temelde bitirmeyi
amaçlamıştır. Bu anlamda, maceracı terör hareketiyle bir ajan hareket
arasındaki fark çok açıktır. Abdullah Öcalan, Türkiye’de derin devlet
tarafından hazırlanmış bir projeyi hayata geçirmek için kolları sıvayan gönüllü
neferlerden biridir. Kaldı ki, tüm devrimci hareketleri silahlı temelde yoketmeyi
hedefleyen projenin sol cepheden uygulayıcısı olduğunu çok daha sonraları kendisi de iftiharla söylemiş ve bu sözleri
ifade tutanağına da geçmiştir;
“….benim sağ-sol çatışması içerisinde klasik bir solcu olarak kabul
edilmem veyahut ta klasik kürtçü olarak kabul edilmem doğru değildir.” (22)
PKK ve Abdullah Öcalan’ın, böyle bir projenin ürünü olduğu hiç bir zaman
unutulmamalıdır. Bugün mahkemede resmi kayıtlara geçen niyetlerini geçmişte de
çeşitli vesilelerle sıkça dile getirmişti;
“Tasfiyeci
sol’un şefleri ve itirafcıların elebaşıları ne kadar estetik amaliyat geçirirse
geçirsinler ve dünyanın öbür ucuna, Amerika’ya da gitseler ellerimizi
yakalarından bırakmayacak, mutlaka çekip hak ettikleri cezayı vereceğiz” (23)
Abdullah Öcalan, kimlere karşı öfke
duyduğunu hem benzer sözlerle, hem de pratiğiyle göstermiştir. Hızını alamayıp
dünyanın öbür ucuna kadar kovalamak istediği güçler solculardı. 1984’lerde de
patlatılacak silahların karşı devrimci hedeflere hizmet edeceğini açıktan ilan
ediyordu. Onu bu kadar cesaretli kılan elbette derin devlet denilen odakların
gücüydü. Derin devletten ve bunların uluslararası bağlantılarından güç alanlar,
devrimcilere karşı böylesine pervasızca konuşur, işlemek istediği cinayetleri
önceden açıkça ilan edebilirler.
1984 provokasyonu bu anlamda önemlidir. Halk adına sözümona bir
mücadelenin başlangıcı olarak nitelendirdikleri bu eylemin özü ve biçimi çok
iyi incelenmelidir. A.Öcalan ve PKK’ye bakışta birçoklarını yanılgıya düşüren
bu eylemin asıl anlamı bilince çıkarılmalıdır. 1984’te yapılanlar, cuntanın bir
dönem için üstlendiği görevlerin sol maskeyle sürdürülmesinden başka birşey
değildir. 1984 provokasyonu; cuntacıların, baskı ve terörden çıkarı olan
sermaye odaklarının, demokratik bir ortamın oluşması için mücadele veren
güçlerin başında demoklesin kılıcı gibi sallanmalarını sürekli kılan bir
provokasyondur. Diğer bir yönüyle, Türkiye’de devrimci demokratik mücadeleyi
uluslarası planda terör hareketi olarak yansıtarak, demokratikleşmenin önünü
tıkayan karanlık güçlere haklılık kazandırmayı amaçlayan bir provokasyondur.
Abdullah Öcalan’ın gerek ayrılanlara, gerekse de ilerici demokrat tüm
örgütlenmelere karşı Avrupa’da cinayetler işlemesi bu nedenledir. Hatta daha
sonraları Palme cinayetine adının karışması bile başlı başına irdelenmesi
gereken bir konudur. Özellikle Avrupa’da karanlık odakların kolluk kuvetleriyle açıktan ortaklaşa
cinayetler işlemekten çekinmedikleri giderek günyüzüne çıkmıştır. Dikkat
edersek, dönemin devrimci, demokrat hiç bir siyasal oluşumu hedef dışı
bırakılmamıştır. Hem Türkiye’de, hem de Kuzey Irak’taki devrimci demokrat
güçleri aynı anda yoketmekle yükümlü olduklarını çoğu kez gizlememişlerdir.
Bunun için hem Türkiye’de derin devlet diye ifade edilen güçlerle, hem de
Avrupa ve Ortadoğu’daki karanlık odaklarla hareket edilmiştir. Abdullah Öcalan,
bahsedilen güçlerle ortak hareket etmekten övünç duyduğunu her fırsatta dile
getirmiştir. Karanlık güçlerden aldığı destekle hedef aldığı kesimlerin
listelerini dahi yayınlamaktan çekinmemiştir;
“Ama tüm bunlardan uzaklaştığınız ve birer 12 Eylül solu olarak
karşımıza çıktığınız gerçeği bugün her dürüst insan tarafından daha iyi görülmektedir. “Partizan”
yönetici kliğinden, Hamburk “Dev-İşçi” böylesi bir konumda yaşadığınız gün gibi
ortada değil mi?”(24)
“Sosyal-şöven, revizyonist-reformist bu güçlerin, KUKM'nin çıkmazlarını derinleştirmeleri izah etmeye
çalıştıklarımızla da sınırlı değildir. IKP, yanına aldığı KUK, Peşeng (PPKK),
Sami Abdurahman gibi örgüt ve kişiler vasıtasıyla, TKP de TKPS, Peşeng (PPKK)
örgütlerle kurduğu “Sol Birlik” bünyesinde, modern giysili
“sosyalistlik, devrimci-demokratlık” yaftasının yapıştırıldığı, aşınan klasik
işbirlikçilik yerine yeni işbirlikçi bir Kürt akımını KUKM'ne dayatmaktır” (25)
“Cephenin diğer bir gücü olan TKEP, sekterlik ve darlığının sonucu
olarak boyun eğmeciliğe
saplandı ve kendini TKP'ye kiraladı. (26)
“...KYB ve gerekse, KDP'nin yeniden örgütlenmesi olan 'Geçici Komite'
tarafından, geçmişin dersleri yeterince özümsenmemiştir. Her ne kadar geçmişten
ders çıkardıklarını söylemektelerse de, aynı tarihsel ve sosyal tahlil ve otonomiciliği ile meşhur olan aynı
proğram ile yola çıkmış, eski biçimlerde, yani yine, fırsatlardan
yararlanarak, iki sömürgeci devlet arasındaki çelişkilere dayanarak eylem
geliştirmeye çalışmışlardır...” (27)
Yok etmek istediği devrimci demokrat örgütlenmelerin listesi uza- dıkça
uzuyor. Ülkede işçi sınıfından köylüsüne, esnafından memuruna ve aydınlara
kadar tüm bir toplumu terör altında ezmek isteyen bir hareketin ilk etapta
yöneleceği kesimler elbette bunlar olacaktır. Ayrıca cinayetlerle
şekillendirdiği tabanını, devrimci, demokrat örgütlenmelere yöneltmede zorluk
da çekmeyecektir. Bu nedenledir ki, A.Öcalan karanlık amaçlarının önünde engel
olarak gördüğü tüm devrimci örgütlenmelere karşı “Kürdistan halkının büyük
kin ve öfkesini boşaltmasını bileceğiz.”(28) diyerek kükrüyordu. Bunları
yaparken kendisini halk ve ülke yerine koyması ise yeni bir şey değildi.
APOCU TABANIN
ÖZELLİKLERİ
Yüzyılların aşiret kavgaları geleneği içinde yoğrulmuş cahil köylü tabanın
biraz da dini duyguları okşandığında, bir anlık dolduruşa getirilerek istenilen
her hedefe yöneltme kolaydır. Aşiret kavgalarının yirminci yüzyılın sonuna
yaklaştığımız bu günlerde bile devam edişi, Kürt toplumunda adeta gelenek
haline dönüşmüş, neredeyse kanıksanır olmuştur. Bu kavgalar, Kürt toplumunda karşılıklı
olarak birbirine duyulan kin ve nefretin asıl kaynaklarından birini
oluşturmaktadır. Hâlâ aşiretler arasında
birbirine pusu kurarak intikamların alındığı, 20-30 yıllık kan davalarının
hüküm sürdüğü, zaman zaman kan parası adı altında kızların evlenlendirildiği
bir toplumsal yapı hüküm sürüyor. Buradan hareketle ortaya çıkartılan köylü örgütlenmesine
gösterilen hedefler, Abdullah Öcalan ve destekçileri tarafından gayet
bilinçlice seçilmiştir. Yani PKK ve Abdullah Öcalan, ilkel yapıdan çıkmış bir çok
insanın kin ve nefretini iyiye ve güzele karşı akıttığı bir kanal durumundadır.
Öcalan ve ekibi, ölüm olaylarını, kırsal kökenli veya sınıf dışı kalmış
unsurları harekete geçirmenin bir aracı olarak görüyor. Bu tür olaylar, 1984
provokasyonu öncesinde ve hemen sonrasında oldukça çarpıcı ve sıkça
kullanılmıştır. Hitap tarzı aynı zamanda sınıf dışı kalmış unsurların veya
kenar mahalle sokaklarında çapulculuk yapan çetelerin pisikolojik ve ruhsal
durumlarına göre belirlenmiştir. Bu tarz özellikle seçilmiştir. Çünkü içinde
yaşadığımız toplumsal koşullarda çapulcuların hiçbir sosyal güvencesi yoktur.
Sahip oldukları tek güvence, yaptıkları her kriminal olay karşısında birbirine
daha fazla kenetlenmedir. Yaşamlarını başka türlü sürdürme olanakları yoktur.
Korku ve isyankârlığı aynı anda yaşarlar. Bir bakıma içgüdü haline gelmiş olan
ama kaba, ilkel isyancılıkla örtülenmeye çalışılan aslında bu korkudur. Bu
onların aynı zamanda en büyük zaafıdır. Bu zayıflık onları birbirlerine
bağladığı kadar, hiç beklenmedik anlarda çok rahat birbirine de düşürür. Yani,
isyankârlıkları korkularının verdiği istemdışı tepkiyle sınırlıdır. Toplum
tarafından tamamen dıştalanmışlardır. Sistem ise rehabilitasyona alınmalarını
gerekli görmemektedir. Tam bir boşluk içindedirler. Bu nedenle kaybolan her arkadaşlarının
arkasından bir yandan intikam yeminleri ederler, bir yandan da ağıtlar
yakarlar. Sürekli bir ikilem içindedirler. Abdullah Öcalan ve bağlı olduğu
derin devlet, tabanın bu özelliklerine uygun şırıngalar vermeye özen göstermiştir.
İşte ölüm olaylarının hangi temelde kullanıldığına açık bir örnek;
“Onlar, halkın ve partinin dışında başka bir ölümü anlamsız buldular.
(...) Böyle olacağız ve bundan başka çaremizin olmadığına her zamankinden daha
fazla inanıyoruz(...)Çatışmadan, kendi eceliyle ölüm olayını murdarlık haram
olarak değerlendirdiği, doğal ölüm olayını adeta küçümsediği yörenin bir evladı
olarak (...)en çok verim sunacakları gencecik yaşlarında akıttıkları kanlarıyla
direniş tarihimize ve beynimize nakşettiler.” (29)
Dikkat edilirse kullanılan üslup rastgele seçilmiş bir üslup değildir.
Hem cahil kalmış köylü tabana, hem de kırdan kente göç etmiş ama sınıf dışı
özellikler gösteren kesime hitap etmektedir. Hemen her konuşma, dağıtılan
bildiriler, basılan broşürler vs. dolduruşa getirmeyi amaçlayan dinsel
motiflerle süslenmiştir. Halkı, devrimcileri, demokratları katletmenin cennet
kapılarını açmakla eşdeğerli olacağına tabanı inandırıyorlar. Her geçen gün
yoksullaşan, ekonomik baskılardan nefes alamaz hale gelen toplumsal kesimlerin
dine bir kurtarıcı gibi daha sıkı sarılmaları beklenilen bir durumdur. Bu
duruma gelişmemiş ülkelerde, işsizliğe geçici de olsa “çözüm” getirmenin bir
aracı olarak bakılır. Apocular da egemen güçlerin yamakçıları olduğu için dini
motifleri, hurafeleri vb. çağdışı her şeyi insanları düşünmeden yoksun kılma
doğrultusunda kullanmaktadır. Demokrasi ve özgürlükler adına hareket ettiğini
söyleyenlerin, yığınları köleleştirmenin çabasını verdiği nerede görülmüştür?
İşte Apocuların ikiyüzlülüğünü sergileyen, egemen güçler hesabına çalışan
figuranlar olduklarını gösteren açık kanıtlardan biri de, bu tür düşünce ve
pratikleridir.
ÖCALAN KÖLELİĞİ
1984 provokasyonu, Kürt milliyetçiliğiyle karışık islami düşünce ve
duygularla yoğrulmuş kır kökenli ve sınıf dışı kalmış kesimlerden bir milis
hareketi örgütlendirilmesine yolaçmıştır.
A.Öcalan, mahalle kabadayılarının ilkel yanlarına, feodal duygularına
seslenirken, aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmemiş, tabanına karşı
oldukça tehtidkâr davranmıştır. Metropol kentlerin kenar mahallelerinde soygun
ve hırsızlıkla geçimini sağlayan genç çete gruplarının anlayışını aynen Öcalan’da
da görmek mümkün. Bu gruplarda kendi içlerinde gasp edilenleri bölüştürme ve
birbirlerini mahallenin halkına karşı koruma anlayışı ve buna uygun davranış
biçimleri vardır. Bu çete gruplarında hiç kimse tek başına hareket edemez, kollektif
karar mekanizması zaten hayal bile edilemez. Nerede, ne zaman ne yapılacağı
şefin ihtiyacına ve çıkarına göre belirlenir. Şefe bağlılıkta kusur da
affedilmez. PKK de kendi içinde aynı
anlayış ve davranış biçimini geliştirmiştir. A.Öcalan tek ve dokunulmazdır.
Diğerleri ise canı bile kendisine ait olmayan “mülkiyetsiz”lerdir;
“...Burada bulunan topluluk içinde hiç kimsenin üzerinde istediği gibi
tasarufta bulunabileceği kendine has ne bir canı vardır, ne de kendine özgü bir
niyeti olabilir. ...hiç bir militan kendi varlığı üzerinde bir mülkiyet hakkına
sahip değildir. Hiç bir militan 'bu can benim canımdır' diyebilecek durumda
olamaz, olmamalıdır.
Böyle bir tutumda ısrar eden kişide mülkiyet
duyguları gelişiyor demektir.” (30)
“Fakat Kürdistan gerçekliğine aynı yaklaşımla yöneldiğimizde, yaşamın
kutsallığı değerini yitirmektedir. Çünkü gelişmenin doğal seyrinden çıkarıldığı
Kürdistan'da, işlerin toplumsal ve tarihsel diyalektik içinde izahı son derece
güçleşmekte (sözle dile getirilen
teorik literatürün! anlamı bu olsa gerek, BN.) ve yaşam fazla bir anlam
ihtiva etmemektedir.” (31)
Vurgulanan bu mantıkla ne tür yönelimler
içine girileceğini kestirmek hiçte zor değildir. Her şeyden önce bir kişinin
veya bir kurumun bir başka kişinin yaşamı üzerinde söz sahibi olmasına kölelik
denilir. Bir kişinin yaşam hakkı üzerinde bir başka kişinin ipoteği kabul edilemez.
Öcalan günümüz koşullarında Roma’nın köle beylerini aratmayacak bir tarzda
konuşmaktadır. Kişiler üzerinde mülkiyet hakkının olduğunu iddia edebiliyor.
“Öcalan köleliği” biçiminde de adlandıracağımız bu kölelik sistemi, tamemen
mafyavari yöntemlerle sağlanmıştır. İnsanlar önce cinayet, esrar-eroin, insan kaçakçılığı
vb. yollarla insanlıkdışı ilişkiler içine çekilmiştir. Böylece üzerlerinde her
türlü baskıyı kurabilmenin koşulları yaratılmıştır. Bundan sonra da kölelikten
başka çıkış yollarının olmadığı kendilerine anlatılmıştır. Bu duruma düşmüş
kişinin canının, düşüncesinin ve hatta gidermek zorunda olduğu günlük temel
ihtiyaçlarının bile Öcalan tarafından belirlenmesi artık işten bile değildir.
İstediği gibi asar, keser ve kullanır.
İstKöleliğe çağrı metninde seçilen üslup da rastgele seçilmemiştir. Batman,
Siirt, Bingöl, Bitlis ve Muş bölgelerinin daha çok kırsal kesimlerindeki
tarikat şeyhlerinin müritlerine sesleniş tarzıdır.Yaşam hakkına en edepsizce saldırı vardır. Yaşamın değeri
ve gerekliliği hiçe sayılıyor. Bunun hiçe sayıldığı noktada her türlü vahşilik
kolaylıkla sergilebilinir. Çünkü insanlık değerlerinin korunması ve
geliştirilmesi yaşama verilen değerle orantılıdır.
Bu tür köleci anlayışlar, toplumumuzda bir başkalarını daha çağrıştırmaktadır.
Özellikle son yirmi yılda her sokak başında rastladığımız “vatan kurtaran
aslanlar”dan sözediyorum. Bunlar, bir yandan kurduk- ları çete ve mafyalarla
halkımızı sömürüp soğana çevirirken, bir yandan da “ülkem için ölürüm”
nutuklarıyla tozu dumana katan “vatan
kurtçukları”dır. Apocular bunlarla da benzerlik gösteriyor.
Genel olarak gerçekçi tarzda seçilen hedeflere ulaşabilmek için yaşam
gerekir. Sonuna kadar ayakta kalmanın, olabildiğince uzun yaşamanın kavgası
verilir. Çünkü kazanma yaşamdan geçer. Temel hareket tarzı kesinlikle kayıp
vememe üzerine inşa edilir. Ama hedefe ulaşma sürecinde ortaya çıkabilecek
birtakım kayıplar olabilir. Bunlar savaşımın doğal ama bir o kadar da acı
götürüleri olarak değerlendirilir. Olayı bu biçimde ele almayıp daha ilk adımda
ölmeyi temel alma anlayışında kesinlikle bir artniyet vardır. Eğer komutan
olduğunu iddia eden biri bunu yapıyorsa, yani askerlerine “yaşamanın değeri
yoktur, ölmelisiniz” biçimde emir veriyorsa, o komutan bir katildir, bir
haindir. Toplumun böylelerine ihtiyacı yoktur.
Her amaca ulaşmayı kanla, ölümle eşdeğerli kılma anlayışı korkunç bir
hastalıktır. Siyasal mücadele eşittir savaş değildir. Siyasal mücadelenin çok
çeşitli biçimleri vardır. Savaş, siyasal mücadele biçimlerinden sadece biridir.
Savaşın neden tek başına temel alınmak istendiği ise geçen yıllara bakıldığında
çok daha iyi kavranılmaktadır.
Sonuçta yapılmak istenen, “biz her şeyin doğrusunu yaparız”dan hareket
etmek, kişiyi düşünce ve sorgulayıcılıktan tümüyle alıkoymaktır. Düşünen,
bilinçle hareket etmek isteyen, en ufak eleştiride bulunmaya çalışanların
kaderi ise daha başından belirlenmiştir; yokedilme, yani ölüm. Katil olma
önkoşuluyla köleliği kabul edenleri bekleyen son da diğerlerinden farklı değil;
tahmin edileceği gibi önce öldürmek, sonuçta da ölmek zorundalar. Nasıl olsa
“cennetin anahtarı” PKK’de. Daha doğru bir değişle, yeri geldiğinde peygamber,
yeri geldiğinde Tanrı olduğunu söyleyen Öcalan’da. “Huriler dünyasını” başka
türlü elde etme olanağı yok. Böylesine düşünmeden yoksun kılınmış kişiler
açısından geriye kalan tek şey; “cennetin anahtarı”nı ele geçirmek için mümkün olduğunca kan dökme, alacağı övgülerle
çevresine caka satmaktır. Hele hele ne
kadar çok kadın ve çocuk katlederse o kadar fazla “büyük kahraman” ünvanını
sahip olma şansına kavuşur. Artık bu noktadan sonra önlerine kim gelirse gelsin
saldırmayacakları hedef yoktur. Nereden bakılırsa bakılsın, insanlığa
düşmanlığın en sinsi örneklerini görüyoruz;
“Pınarcık
gerçeğinde bir kez daha ortaya çıktığı gibi, Kürdistan'da ihanete yaşam
tanınmayacak ve hainler de cezasız bırakılmıyacaktır” (32)
Pınarcık ve daha birçok yerlerde halkın nasıl katliamdan geçirildiğini
bilmeyen yok. Hatta onca dolduruşa karşın kadın ve çocuklara kurşun çekmekte
tereddüt geçirenlerin dahi “çatışmada öldü” süsü verilerek öldürüldükleri
biliniyor. Derin devletin direkt yapmaktan çekindiği “temizlik” konsepti,
bizzat PKK tarafından hayata geçirilmiştir. Hatta çok saf duygularla saflarına
katılanları bile özkişiliklerine yabancılaştırmada çoğu kez başarı
sağlanmıştır. İçinden çıktığı halkına ve tüm devrimci güçlere karşı her geçen
gün artan ölçülerde saldırganlaştırmak için insanlara anne ve babalarını dahi
öldürtmüşlerdir. Kişileri kendi ailelerine karşı kin ve intikam duyacak düzeyde
vampirleştiren faşist taktikler uygulanmıştır. Bilindiği gibi aileye karşı
tavır SS’lerin bir metodudur. SS’ler içinde bunu uygulatanların en meşhuru,
insan kasabı olarak adlandırılan faşist Erichmann’dır. A.Öcalan’ın da militanlarına
karşı uyguladığı yöntem, Erichmann’ın yöntemidir. İşte açık örneği;
“PKK
mensupları içinde anasını, babasını ve öz yakınlarını vuran- ların olduğu
doğrudur.” (33)
Böyle bir düşüncenin insanlara verilmesi ve
bunun bir de açıktan övünç kaynağı olarak gösterilmesi tüyler üperticidir. Ama
Öcalan böyle bir yöntemi bilerek seçmiştir. Feodalitenin ve aşiretçi yapının
hüküm sürdüğü bölgelerde, barışla sonuçlanmayan kız kaçırma olaylarında, kızı
kaçan aşiret, kendi içinde görevlendirme yaparak kaçan kızın öldürülmesi için
erkek kardeşe görev verir. Erkek kardeş, aileden izin almaksızın bir başkasıyla
birlikte olma cesareti gösteren kız kardeşini öldürmeyi gayet normal görür.
Verilen görevi yerine getirmemeyi aşiret yasalarına ve değerlerine karşı ihanet
olarak nitelendirir. Kendisi için bu görevi bir “onur” meselesi yapar. Öyle ki,
yaşamı işleyeceği cinayet bağlıdır. Bu nedenle cinayeti gururla işler ve
işledikten sonra da babasının ve aşiret reisinin elini öper. Artık tüm
yükümlülüklerden sıyrılmış “özgür” bir kişidir. İşte PKK’de tabana işlenen
mantık da, aşiret topluluğunda geçerli olan mantıktır. Bu mantıkla, bu düşünce
sistematiğiyle yoğrulmayan bir yapıya, “daha fazla kan” akıttırılması başka
türlü olanaklı değildir;
“Daha çok kan akıtacağız ve bundan en küçük bir şekilde ‘yanlış
yapıyoruz, yenilebiliriz’ diye korkakça bir tutuma girmeyeceğiz” (34)
“Çok
kan dökülmesi gerekiyor(...)milyonlarca insanın ölümü hiçbir şey değildir.
Botan suyundan daha fazla kan akmalı, her dağda, her ağacın altında, her taş
kovuğunda şehitler vermeliyiz”(35)
İşte bu cümleler asıl amaçlarının ne olduğunu açıklıyor. Devrimciler hiç
bir zaman savaş çığırtkanlığı, hele hele kan dökme çağrıları yapmazlar. Savaş,
temel bir çözüm yöntemi olarak kesinlikle görülmez. Her türlü hak ve özgürlükleri
mümkün olduğu kadar demokratik yöntemlerle elde etmenin çabasını yürütürler.
Devrimciler için emekçi yığınların demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinde
insan faktörü her zaman önplandadır. Yani insanları korumanın, yaşatmanın kavgasını
verirler. Barışın, demokrasinin ve özgürlüklerin savunucusudurlar. Savaş
savunuculuğu, savaşla sorunları halletmeyi temel alma her zaman
diktatörlüklerin işi olmuştur. Emperyalistlere özgü bir metotdur.
Böylesine ürkütücü, dere misali kan akıtmak için can atanlar, günümüz
koşullarında olsa olsa Hitler’in bir kopyesi olabilirler. İşte Abdullah Öcalan
da bunlardan biridir. Parayla tutulmuş bir katilden farklı değildir. Aksini
iddia edenler varsa, ortaya çıksın ve yukarıdaki söylemlerin savunulacak olan
yanlarını ortaya koysun. İnsan hakları savunuculuğunun bile bir dönem rant
kavgacılığına dönüştüğü Türkiye’de, PKK’ nin kime karşı, nasıl bir “mücadele
örgütü” olduğu her yönüyle ortadadır. Oluk oluk dökmek istediği kanın
işçinin, köylünün, daha doğrusu savunmasız insanların kanı olduğuna bakmak
bile, A.Öcalan’ın ne olup olmadığını anlamak için yeterlidir.
İşte kadro ve sempatizanlarını böylesine insanlık dışı metotlarla
yetiştiren PKK, her hangi bir şeyin doğruluğunu, kanın fazla veya az
dökülmesiyle orantılı görmektedir. Latin Amerikada, Afrika’da ve daha birçok
yerlerde kontralar hiçte az kan dökmediler. Kaldı ki Öcalan da etrafında
topladığı müritlerine, “bir kontra, bir hain gibi duruyorsunuz” derken
aslında onlara içinde bulundukları trajik durumu anlatmak istiyor. Botan
suyundan daha fazla kan dökmek isteyen, hatta militanlarına kendi ana ve
babalarını öldürmeleri doğrultusunda fetva veren bir güruhun, devrimcilere
geldiğinde nasıl fütursuz davranacağı ortadadır;
“Bugün
bazıları ’PKK kendisinden ayrılanı cezalandırıyor’ diye feryat ediyorlar.
Bunlar çok iyi bilinmelidir ki, PKK yalnızca cezalandırmakla kalmayacak, bu tip
yaşamlara en kahredici darbeleri vurarak soluk almasına izin vermeyecektir.”
(36)
Öcalan’ın duyduğu öfke içine düştüğü çıkmazdan kaynaklanıyordu. Bu kez
sözkonusu olan kendi yaşamıydı. O kahrolası canını kurtarma uğruna milyonlarca
insanın kanını akıtacağını açıktan ilan eden biri için, devrimcileri katletmek
elbette sorun olmayacaktı. Ülkede ken- disine bu olanakları sunanlar, Avrupa’da
da benzer olanaklar yaratmaktan geri durmayacaklardı.
İşte bütün bu aşamalardan sonra 1984 karşı devrimci eylemlerini
başlatmanın ve günümüze kadar devam ettirmenin koşulları hazırlanmıştı. Bunun
söylenildiği gibi devrimci çıkış eylemi değil, devrimci gelişmelerin önünü alma
eylemi olduğu daha sonraki gelişmelerden ve sergiledikleri pratiklerinden
anlaşılacaktı.
1984 PROVOKASYONU VE
AMAÇLARI
1984 yılı Öcalan’daki çıkmazın derinleştiği
bir yıldır. PKK’de yaşanan tam bir karmaşaydı.
İnsanlar artık sorunların tatminkar bir izahını bekliyorlardı. “Ajan,
provokatör, hain, teslimiyetçi” gibi uyduruk gerekçeler kimseyi ikna etmiyordu.
Yapı sorgulanmaya başlamıştı. Oysa Öcalan, dostlarına asıl hizmeti bu dönemde
vermek için hazırlanmıştı. Oyunlar K.Irak üzerinde oynanacak, başından itibaren
hedefleri arasında bulunan KDP şimdiden sonra yakın takibe alınacaktı. Ama PKK
içindeki çalkantılar hiç mi hiç hesaba katılmamıştı. Bu nedenle Öcalan’ın daha
büyük bir katalizatöre ihtiyacı vardı. İşte o adından sıkça bahsettiği “15
Ağustos atılımı” tam da böylesi bir dönemde devreye konuluyordu. Arkasından
dayandığı karanlık güçlerin desteğiyle, PKK büyük ve örgütlü bir güçmüş gibi
lanse ediliyordu. Oysa PKK’de örgüt adına bir şey yoktu. Sayıca çok az olan bir
insan gücü vardı ve bunların yarıdan fazlası zaten bunalımdaydı. Yıllar sonra
da olsa, o günkü koşullarda PKK’nin durumunun ne olduğunu A.Öcalan da itiraf
etmek zorunda kalıyordu;
“…Bir baktık örgüt elden gidiyor. Gerçekten de, örgüt daha 1982’ de elden
gidecekti.” (37)
Ama niyet farklı olursa, ortaya çıkacak sonuç fazla önemli değildi.
Önemli olan günü ve anı kurtaracak bir girişimde bulunmaktı. “15 Ağustos
direnişi” altında son bir hamleyle yeni bir provokasyon daha devreye konulmuştu.
Kuşkusuz A.Öcalan bu işi kendi başına oturup planlamamıştı. Ona yol gösteren
akıl hocaları vardı. Bununla hangi amaçlara varmak istemişlerdi? Herzaman
olduğu gibi hedefler çok yönlüydü.
Amaçlardan biri, ilk etapta PKK’deki iç hesaplaşmayı boğuntuya getirmekti.
Nitekim bu provokasyonun ardından Öcalan, o aldatmacalı taktiğine bir kez daha
başvuruyordu;
“İşte yine yaşanan sığlıklar, biraz devrimci zorluklar var. Ben bunu
temsil ediyorum. O ise, ‘hayır, tek bir kişi Hakkari’ye gitmemeli. Zaman uygun
değil’diyor. Sonra gördük ki, bu tamamen TC’nin planı.” (38)
A.Öcalan olayı “ülkeden kaçmak” biçiminde sunuyordu. Çünkü sorunu bu
biçimiyle ele almak kolayına geliyordu. Bu arada bir grubu da eyleme geçirerek
bu düşüncesini doğrulamak istiyordu. Soruna, mücadeleyi başlatmak isteyenlerle,
mücadeleden kaçanlar arasındaki bir sorun görünümü veriyordu. Ama Öcalan’ın bu
dönemde hayli zor günler geçirmiş olduğu belli. Hiçbir zaman bir söylediği
diğerini tutmuyor. Yani bizler için herhangi bir şeyi ispata gerek kalmıyor.
Çünkü bir yerde söylediğini, diğer bir yerde yine kendisi çürütüyor;
“…Sonuçta
bir baktık ki, adam savaşıyor bizimle, çok şey götürmüş. Yapının yarısı zaten
hastalıklı hale gelmişti. Zaten diğer bir sözü de şuydu; ‘Bu kez ülkeye
gidenlerin yüzde doksanının kafası karmakarışık,sen o kafayla onları savaştıramazsın’
diyordu. Ben daha sonra farkettim ki, bu sözü doğruymuş. Yapının yüzde
doksanının kafasını karıştırmış; uyduruk, tali meselelerle onları oyalamış.
Kafası hasta olan, karmaşık olan savaşır mı? Ve o yapıdan hayır gelmedi.” (39)
Bu sözler Öcalan’ın “15 Ağustos atılımı”nı hangi koşullar altında
gerçekleştirdiğinin kendisi tarafından izahıdır. Ortada örgüt yokken Öcalan
birşeylere oynamıştı.Tıpkı 1979’larda yaptığı gibi. O yılları izah ederken, “Örgüt
yoktu, ama ben alalacele çizdiğim bir gerilla yönet menliğiyle Siverek eylemini
başlattım ve ardından hemen Ortadoğu’ya çıktım” diyordu. Burada yaptığı da
aynıydı. Arkasını sağlama aldığı Suriye’de oturuyor ve “yüzde doksanı elden
gitmiş” bir yapıyla “gerilla hareketi” başlatıyor. Neden? Çünkü insanların
ölmesini istiyor. Yeni bir “şehitlerimiz ve direnişimiz” kampanyasıyla karanlık
amaçlarını gizliyor. Bu kampanyanın gölgesinde şiddeti giderek Avrupa’ya
yayıyor, PKK’den ayrılanlardan ve diğer devrimci örgütlerden onlarcasını
öldürüyor. Bu arada karanlık güç odakları da Çetin Güngör olayında olduğu gibi
kendisine gereken imkanları sunuyor. Bu cinayet, sonradan gelişen olaylar
açısından da ilginçtir.
İkinci amaç; cunta sonrasında halkın içinde bulunduğu durumla ilgiliydi.
Cunta döneminde amansız bir baskı, işkence ve terör altında yaşatılan halk,
olabildiğince yoksulluğun içine itilmişti. 24 Ocak kararları dipçik ve
süngülerin gölgesinde hayata geçirilirken, işsizlik had safhaya ulaşmıştı. Tam
bir çıkmaz içine itilen kitleler üzerinde geliştirilen çıplak baskıyla 24 Ocak
kararlarının sonuçları toplanıncaya kadar gidilemezdi. İşte “15 Ağustos
atılımı” bu patlamanın yönünü değiş- tirmede önemli bir rol oynamıştı. Bu
eylem, halk üzerinde yeni bir terör kasırgası estirmenin bahanesi olmuştu.
Doğu’da PKK’nin durumundan habersiz olan bir çok insan, çıkmazdan kurtulmanın
yolunu genelikle PKK’ye kaymakta bulmuştu. Batı’da ise “düşmanlarla sarıldık”
masalıyla kitleler avutulmaya çalışılmıştı. Bir anlamda PKK aracılığıyla yaygın
işsizliğin doğuracağı sosyal sorunların üstü bir dönem için de olsa
örtülenmişti. Bu politika özellikle 90’lı yılların başından itibaren başarıyla
uygulanmıştı. Dikkat edilirse bu durum, A.Öcalan tarafından üstü kapalı da olsa
MED-TV’de sıkça dile getirilmişti. Olağan konuşmalarından birinde sol örgütlere
seslenen Öcalan, “İşte görüyorsunuz. Bu kadar işsiz, bu kadar aç insan var
Türkiye’de. Bir silah sesiyle bunları saflarınıza çekmeniz hiçte zor değildir.”
diyordu.
Bu noktada 1983’ün ortalarında PKK’nin örgüt yapısını yansıtan tabloya
değinmekte yarar var. PKK’nin Lolan’dan gönderdiği iki ekibin Hakkari ve Van
yörelerinde yürüttükleri faaliyetler sonucu arkalarına takıp getirdikleri 25
kişinin “PKK’ye niçin katıldınız” sorusuna verdikleri yanıtlar düşündürücüdür.
Bunlardan onbiri, PKK’ye katılma nedeni olarak, “çobanlık yapmaktan bıktım”
diye yanıtlarken, beşi “evlenecektim, başlık parası bulamadım ve
babamla kavga ettim” diye yanıtlıyor. Geri kalan dördü “evle kavga
ettim, kaçtım, geldim”,üçü askerlik yapmak istemediğini, geri kalan iki
kişi de örgütün ismini önceden duyduğunu ve sempatisi olduğunu söylüyor. Yapılan
ankete göre bu kişilerden en yaşlısının yirmisinde olduğu, bunlardan sadece
dokuzunun ilkokul diplomalı oldukları ortaya çıkıyor. Bu tablo karşısında
irkilmemek elde değil. Daha sonra benzer bir anket bu kişileri bulup getiren
ekiplerin sorumlularıyla yapılıyor. Onların söyledikleri de tam beklenen
türdendir. Verilen cevaplar kısaca, “merkez, kimi bulursan al getir diye
talimat verdi, ben de bunları getirdim” biçimindedir. Yazdıklarına, çalakalem
verdikleri raporlara bakıldığında hallerinden oldukça memnun oldukları ortaya
çıkıyor. İş başarmış veya bir zafer kazanmış komutanlara özgü bir hava
seziliyor. Zaten PKK’de ekip veya grup sorumluluklarına getirilmiş kişilerin
sosyal konumları, yeni gelen kişilerden pek farklı değildir.
1996’ya gelindiğinde K.H (bir bölge sorumlusu) rastgele 125 silahlı
PKK’lıya niçin geldiklerini, savaştıklarını soruyor. Bunlardan 79’u Türkiye’de
yaşamanın olanaksız olduğunu, köyde ne olup olmayacaklarının belli
olmadığını, “karnımızı bile
doyuramıyoruz” diye uzayıp giden yanıtlar veriyor. 24 kişi İzmir, Adana,
Mersin, İstanbul gibi büyük şehirlere iş aramak için gittiklerini ama Kürt
oldukları için iş verilmediğinden yakınıyor ve çareyi ülkeden kaçmakta
bulduklarını söylüyor. Yine bunlardan 15 kişi, yakın akrabalarının öldüğü veya
içerde olduğu için PKK’ye katıldıklarını söylüyor. Yedi kişi de askerlikten
kaçtıklarını belirtiyor.
Yine çok ilginç olan bir başka durum ise; Kampta eğitim süreleri biten
20 kişiye sorulan, “şimdi ne yapmak istiyorsunuz?” sorusuna karşılık
alınan yanıtlardır. İstisnasız hepsi ilk olarak, “eğer ülkeye gönderilirsem,
önce köyüme uğramak istiyorum” diyor. 20 kişiden alınan bu yanıtın altında
yatan esas istek aslında, “köylüme kendimi kanıtlamak istiyorum, silahlı
otoriter bir güç haline geldiğimi göstermek isyorum” dur. Yani feodal
duyguların farklı bir biçimde dile getirilmesi sözkonusudur. Sadece bu tablo
bile PKK ve A.Öcalan’ın karanlık hedeflerini ortaya koymaya yeterlidir.
1984 provokasyonundaki üçüncü amaca gelince; Bunun altında da K.Irak’la
ilgili hesaplar yatmaktaydı.
“…ülke içinde yıllarca birine hizmette bulunmak istedim. Büyüklerimize, savaşçılarımıza,
Barzaniden tutalım komünistlere ta dindarlara kadar hizmet etmek istedim. Sonra
gördüm ki, hepsi sahtekârdır.” (40)
Yukarıdaki sözlerinden A.Öcalan’ın yüreğinde hiç bir zaman bir özgürlük
özlemi olmadığını anlıyoruz. İçinde duyduğu tek şey, uşaklık. Özgürlük
tutkunlarına bu nedenle hep düşmanlık duyuyor. Büyük ideallerin sahiplerine
saldırarak ruhundaki sahtekarlığı tatmine çalışıyor. İnsanlık tarihi boyunca
haklar ve özgürlükler uğruna verilen kavgaların değeri tartışılamaz. Toplumsal gelişmelere
yön vermede oynadıkları rol görmemezlikten gelinemez. İnsanoğlunun bugünkü
gelişkin uygarlık düzeyine ulaşmasında bu iki temel tutkunun büyük rolü olmuştur. Bu gelişmelerin
karşısında duranlar ise, hep geriyi, eskiyi temsil edenlerdir. Eskinin, köhne
düzenin gönüllü savunucuları ve işbirlikçileridir. Yukarıda aktardığımız sözlerinin
altında, onun ajanlaşmasında rol oynayan önemli etkenleri görmek mümkün.
“….Biz oradan Ankara’ya dayanarak grup ortaya çıkarabilmiştik. İlkel
milliyetçiliği de 1982’de dayanılarak bir adım atılabilirdi.”
“Benim için “müthiş taktikçidir” diyorlardı. “o zaman onu kullandı,
sonra başkasını kullandı…” (41)
Barzani hareketini “ilkel milliyetçi” olarak değerlendiren Öcalan, Ankara’ya
dayanarak kurduğu bir örgütle devrimcilik ve yurtseverlik yaptığını söylüyor.
Öcalan’daki “dehanın” sırrı budur. Herkese nasip olmayacak kadar “şanslı” bir
adam. Önce Ankara’ya dayanarak bir grup kurduğunu söylüyor, sonra da malum güç
odaklarına yaslanarak geliştirdiği PKK’yi, “sahte” ilan ettiği güçlerin karşısına
çıkarıyor. Kimin sahte olduğunu ise çıkış biçimi zaten ortaya koyuyor. Niçin,
nasıl ve kimlere karşı ortaya çıkartıldığını gizlemek içinse durumunu “müthiş
taktikçi”liğine bağlıyor. Doğrudur; ortada bir kullanma durumu vardır ama,
Öcalan kullanan değil, kullanılandır. Kullanılış tarzı gerçekten müthiştir.
Solu ve Kürdü bitirme çabasında hem kendisini gizleyerek provokasyonlarını
sergiliyor, hem de sola ve Kürde karşı efendilerine kullanabilecekleri müthiş
imkânlar sunuyor. Başlangıçta bunları sadece Türkiye içinde uygulayan Öcalan,
1980 sonrasında hedeflerin kapsamını genişletiyor. Çizilen stratejinin sonuç
alabilmesi için kavganın özellikle K.Irak’a kaydırılması zorunludur. Çünkü
bitirilmek istenen Kürdün yaşam kaynağı bu alandır. Güç odakları bu kez sadece
dereyi değil, kaynağı kurutma iddiasındadır.
“Aslında 1985’lere geldiğimizde, bizde silahlı savaşım çizgisine ısrarla
gelememe, ısrarla onu hayata geçirmeme KDP’nin dayatmaları sonucu oluşan bir
durumdu….İlkel milliyetçilik tamamen tasfiyeyi hedeflemişti… Bu durumdan dolayı
biz Ağustos adımını geçte olsa başlatabildik.” (42)
İşte gerçek niyetlerin A.Öcalan tarafından yapılan özeti. Sözümona
silahlı mücadele çığırtkanlığıyla zor duruma düşürmek istediği kesimlerin kimler
olduğu böylece anlaşılıyor. Sadece Türkiyedekileri değil, Irak Kürtlerini de
hedefliyor. Bu araçla bir yerlere davetiye çıkarıyor. Nitekim o ana kadar
Türkiye’nin Irak’a direkt bir askeri müdahalesi olmamıştı. Herşey siyasi
platformlar içinde yapılmıştı. A.Öcalan 1984’ lerden itibaren bu alana yapılan
dış müdahalelerin bir aracı olmuştur. Bu nedenle Öcalan’ın ARNG, ERNK gibi anlı
şanlı ordu ve cephe faaliyetleri kimseyi yanıltmamalıdır. Ordulaşma ve
cepheleşme adı altında yapılan tek şey provokasyonları daha kolay hayata
geçirmekti. Tıpkı adı var, kendisi yok bir PKK gibi, ARNG, ERNK de sadece hedef
şaşırtmak amacıyla ortaya atılan isimlerdi. Öcalan, yaklaştığı hazin sonu
görmeye başladığı dönemde bu gerçeği de itiraf etmişti;
“Bu
halk savaşının sorumlusu kimdir? Kaç kişi sorumluluk duyuyor, bütün yönleriyle
belli değildir. Adına bir ulusal önderlik deniliyor, ardından PKK, Artêşa Gel,
ERNK, aslında daha çok adları var, ama içeriği nasıl doldurulmuştur belli
değildir. Birinin canı çıkıyor, diğerinin umrunda değildir. Çok vahşi bir
katliama tabi tutulan bazı köyler var, ama bazı ERNK’liler var ki, işin
havasında cıvasında… Dedim ya ERNK’nin adı var kendisi yoktur. Öncü pratik
içinde aynı şey söylenebilir.” (43)
PKK-DERİN DEVLET
İLİŞKİSİ
A.Öcalan’ın 90’lı yıllara gelmesi anlaşılacağı üzere hiçte öyle kolay
olmuyordu. Güç odaklarının da yardımlarıyla birçok devrimciyi ortadan
kaldırmakta başarılı olmuştu. Bu kendisi için hayli rahatlatıcı bir ortam da
yaratmıştı. Ama bu kez karşısına daha derin bir uçurum çıkmıştı. Hizmet ettiği
güç odakları arasındaki çatlaktan sözediyorum. A.Öcalan ile karısı Kesire
Öcalan’ı da karşı karşıya getiren bu çatlak, başının hayli ağrımasına neden
olmuştu. Çünkü geçmişte Pilot (Öcalan, kendisi gibi bu kişinin de Özel Savaş’a
bağlı olduğunu kabul ediyor) ve Kesire (Öcalan, bu bayanın da MİT’e bağlı
olduğunu söylüyor) vasıtasıyla yaratılan bir dengeden bahsediyordu. Belirttiğine
göre güç odaklarının çeşitli kanatları arasında bu birlik yoluyla bir uzlaşma
sağlanmıştı.
1985’lerden
sonra bu uzlaşmanın çatışmaya dönüştüğünü anlıyoruz.
NEDEN?
Sorunların kaynağı 12 Eylül cuntasına
dayanıyordu. Gerek ülke içi, gerekse uluslararası kamuoyunun baskısı sivil
siyasal iktidara geçişi zorunlu kılıyordu. Oysa Türkiye’de sermayenin bir
kanadı sivil iktidara geçişi pekte istemiyordu. Bunlar, askerin iktidarda
kalmasından yanaydılar. Askeri kanat ise, Cumhuriyeti kendi eseriymiş gibi
algılayıp yorumladığı için iktidarda sürekli kalmayı hakkı olarak görüyordu. Bu
hevesini her on yılda bir, ABD’nin desteğinde darbeler yoluyla hayata geçirmeye
kalkışıyorduysa da, kendisini birtürlü kalıcı kılamıyordu. Ama 12 Eylül 1980
cuntası elde ettiği statüyü bu kez kolay kolay bırakmak istemiyordu.
Cumhurbaşkanlığına gelen Kenan Evren yeni yasalarla yetkilerini arttırırken,
varolan kısmi özgürlükleri de biraz daha kısıtlıyordu. Seçime girecek partileri
ve parti adaylarını Milli Güvenlik Kurulu belirlemişti. “Parlamenter rejime”
dönüşü, bilinen klasik partileri ve liderlerini yasaklılar listesine alarak,
kendi onayından geçen yeni partilerle yapıyordu. Ama bunca tedbire rağmen seçim
sonuçları askeri kanat için tam bir yenilgi olmuştu. Kenan Evren’in açıktan
destek verdiği Sunalp’ın Milliyetçi Demokrat Partisi, seçim sonrasında tam bir
hezimete uğramıştı. Yani evde yapılan hesaplar pazarda tutmamış, halk askerleri
siyasette değil, kışlasında görmek istediğini açıktan göstermişti.
İşte A.Öcalan rolünü tam da bu aşamada oynamaya başlıyordu. “15 Ağustos
atılımı” adı altında devreye soktuğu provokasyonla demokratikleşmeden yana
olmayan güçlerin imdadına tezelden yetişmişti;
“…DYP-SHP sözde birbirlerine karşıydılar (…) İşte Demirel ile Mesut
Yılmaz, ki bunlar devletin sivil maskesidir, benden yediği darbeden dolayı ders
almışlar, ve tek örgüt içinde, hatta tek parti içinde birleştiler. Zorlama bir
birlik yarattılar. Bu çok önemli aslında ve mücadelede çok şiddetli devam
ediyor. Özal ayrışması bile çok önemli bir süreçti ve yine bizimle bağı vardı.
(…)Yine bu İnönü’nün tükenişi, özel savaş yürütücülerinin gelişimi var. Ayrıca
Cem Ersever en son bizimle amansız savaşanlardandı. Bu çıkışla çok yakınen
ilişkisi vardır.” (44)
Bu sözler, egemen güçler arasındaki mücadelede, A.Öcalan ve PKK’nin
yüklendiği rolü açığa çıkarması açısından önemlidir. Aynı sözler PKK’yle
savaşımın neden 15 yıl gibi uzun bir süreye yayıldığının da izahıdır. Çünkü
savaşım görünüşte PKK ile, özünde ise egemen güçlerin kendi içindeki iktidar kavgasıydı.
Bu kavga aynı zamanda, ABD ile Avrupa’nın Türkiye üzerindeki çıkarlarının
çatışmasıydı.
Eğer ortada emekçi yığınların çıkarlarını
dile getiren bir savaşımdan bahsediliyorsa, bu mücadeleyi yürüten bir parti
veya örgütlenmenin izleyeceği politika, hiç belirtmeye gerek yok ki, Öcalan’ın
yukarıdaki söyledikleriyle tam bir çelişki içinde olacaktır. Böylesi bir
mücadele sürecinde emekçi yığınlardan yana hareket edenler, üretim güçleri karşısında
sınıfların mevzilenişlerini sağlıklı bir biçimde ortaya koymakla yükümlüdür.
İşçi sınıfının gücü, örgütlülük düzeyi, içinde bulunduğu koşullar, yakın ve
uzak hedefleri ve bu hedeflere ulaşabilmek için izleyeceği ittifaklar
politikasını, mücadele taktiklerini netçe belirlemek durumundadır. Yine ittifak
yapacağı diğer sınıf ve tabakalarla dönemlere göre çelişen ve çelişmeyen
yönlerini; çıkarların birleştiği ve birleşmesi mümkün olmayan noktalarını
açıklığa kavuşturmak zorundadır. İktidarı elinde bulunduran burjuvazinin gücünü, uyguladığı politikaları,
bu güçlerin kendi arasındaki çıkar çelişkilerini, bu çelişkilerin boyutlarını
ve daha çok hangi noktalarda yoğunlaştığını vb. çelişki ve çatışmaları
belirleyip bunlar arasındaki çelişkileri daha da derinleştirecek politika ve
taktikleri saptaması gerekir. Emekçi yığınların öncülerinin en temel
görevlerinden biri de, burjuvazinin halka karşı baskı ve sömürü olanaklarını
daraltacak, onların hareket esnekliklerini kısıtlayacak, hatta ellerinden
alacak bir mücadele tarzıdır. Ezilen yığınların çıkarları doğrultusundaki
savaşımın başarıyla sonuçlanmasını isteyenler, mümkün olan en geniş kitlelerin harekete
geçmesi için çaba gösterirken, egemen güçlerin parçalanmasını sağlayacak ve bir
araya gelmelerini önleyecek çabalar içine girerler. Ama A.Öcalan ipliği pazara
çıkmış hırsız misali, egemen güçler arasında mümkün olan en kapsamlı birliği
oluşturmanın çabası içinde olduğunu itiraf ediyor. Bütün bunlar devrimci
demokratik mücadelenin basit bir terör hareketiyle karşı karşıya olmadığını
gösteriyor. Karşısında duran sıradan bir terör örgütü değil, bir ajan
örgütüdür. A.Öcalan’ın yukarıdaki söylemi de bunun böyle olduğunu doğruluyor.
İzlenen strateji, basit bir terörist grubun veya örgütün izleyebileceği yol
değildir.
Bu ajan-provokatörün geliştirdiği taktikler elbette dönemin koşullarından
bağımsız ele alınamaz. Daha doğru bir deyişle dönemin derin devlet
politikasından bağımsız düşünülemez. Bu entrikacı politikanın kaynağı her
şeyden önce 24 Ocak kararlarıdır. Bilindiği gibi bu kararlar en rahat biçimde
uygulama olanağını 12 Eylül ile birlikte bulmuş ve daha sonra ANAP iktidarı
tarafında sürdürülmüştür. Ama 24 Ocak kararlarının ekonomik, sosyal, siyasal
vb. alanlarda yarattığı ters sonuçlar 90’lı yılların başına gelindiğinde daha
açık bir biçimde görülmeye başlanmıştı. Ülkemiz hemen her alanda ciddi
boyutlarda tıkanmanın içine sürüklenmişti. 90’ların başına gelindiğinde
yatırımlarda durgunluk, işsizlikte artış, enflasyonda yükselme artmış, bütçe
açığı büyümüş, dışalım ve dışsatım arasında denge kurulamamış, dışticaret açığı
büyümeye başlamış, dış sermaye daha fazla egemen hale gelmiş, para
politikasında istikrar sağlanamamıştı. Öyle ki,84-85-86 yıllarında bir takım
alanlarda sağlanan göreceli iyileşmeler dahi korunamaz hale gelmişti. Ülkenin
ekonomik olanakları elit bir kesimin hizmetinde çarçur edilirken, geniş emekçi
yığınlar uçuruma terk edilmişti. Geç doğmuş bir burjuvazinin saldırgan ve
doymak bilmez iştahının tüm biçimleri bu dönem boyu sergilenmişti.
Daha sonraları soğuk savaş sürecinin sona ermesi ve SSCB’nin
yıkılmasıyla birlikte, Türkiye ciddi boyutlarda istikrarsızlığın içine sürüklenmişti.
Bu durumun güçler dengesine olumsuz yansımaları olmuş, devlet örgütlenmesinde
yeni arayışları getirmişti. Yine bölge politikasında yeni strateji ve
taktiklere ihtiyaç duyulmaya başlanmıştı. Geçmişte sürdürülmesi basit olan dış politika, yeni
dönemde oldukça karmaşık hale gelmişti. Türkiye’de egemen güçler arasında uzun
yıllar pısırık kalmışlığın verdiği bir şaşkınlık vardı. İki sistemin yarattığı
atmosferin sıcak kanatlarının kalktığını gördüklerinde adeta kendilerini
ayazda hissettiler. Uzun süre bunu şaşkınlığını
yaşadılar. “Artık önemimiz bitti, üvey evlat haline düştük” psikolojisi egemen
olmaya başlamıştı. Bu ister istemez çarpıkta olsa kendi kanatlarıyla
uçmanın, ayakları üzerinde durmanın
arayışlarını da beraberinde getirmişti.
Zaten 1988 ve 1989’a gelindiğinde ANAP iktidarı uygulamalarının olumsuz
sonuçlarını gördüğünden daha bu yıllarda seçim yasasıyla oynamaya başlamıştı.
Gerek sosyal demokrat kanada, gerekse de aynı tabanı bölüştüğü DYP’ye karşı
üstünlük kuracak yönelimler içine girmişti. Gücünü uluslararası sermayeden ve
yerli tekellerden alan ANAP, 90’lı yıllara girildiğinde, yoksullaşmanın
getirdiği göçle metrepollerde yoğunlaşan kitlelerin desteğini Tük-İslam sentezi
altında şekillendirdiği ideolojiyle toplamaya hız veriyordu. Tabii bu arada her
zamanki gibi 12 Eylül’ün getirdiği Anayasa ve yasaların zırhına bürünmeyi ihmal
etmiyordu. Yine bu dönemde kendine bağımlı kıldığı basın-yayının desteği de
gözardı edilemez. Ama 90’lı yıllarda ANAP’ın yeni bir hamlede bulunabilmesi
için önünde çok ciddi engeller vardı. Bunların başında sermaye sorunu
geliyordu. Özal sermaye sıkıntısına çözüm bulmanın yolunu, hem iç pazarda, hem
de uluslararası pazar- da dolaşan karaparayı Türkiye’ye çekmekte görmüştü.
Karaparayla ekonomi geliştirmeyi temel almış, bunun için mafyanın ileri gelenleriyle
işbirliği yapmaktan çekinmemişti. Özal’a göre serbest pazar ekonomisinde
başvurulmayacak hiç bir yöntem yoktu. Eşi benzeri görülmemiş serbest pazar
ekonomisi uygulamalarına yeni bir “atılım” kazandırılmıştı. ANAP’ın koalisyonlar
biçiminde de olsa iktidarda kalması için her şey mübah görülmüştü. Böylece
derin devlet’in gücünü ve şiddetini en fazla gösterdiği bir dönem açılmıştı.
İşte tam bu noktada A.Öcalan’ın, “özel savaş yürütücülerinin gelişimi var”
demesi ve bu gelişimi kendisi ve PKK’yle ilişkilendirerek savunması boşuna
değildir. Burada hem eğemen güçlerden hangi kanada hizmet ettiğini anlatıyor,
hem de bu kanadın derin devlet içindeki uzantısının inatçı bir savaşçısı
olduğunu vurguluyor. Oynadığı rolle hangi kanadın ve örgütlenmesinin başarısı
için çalıştığına en ufak bir şüpheye yer bırakmayacak biçimde açıklık
kazandırmış oluyor. Gerek tek başına iktidar olduğu, gerekse de cumhurbaşkanı
olduğu dönemde Özal’ın en önemli hedeflerinden birisi, sosyal demokrat kanadı
götürmekti. Öcalan’da, “özel savaş”
olarak adlandırdığı güçlerle birlikte bu sürece vargücüyle katkıda bulunuyor.
Böylesine kritik günler için yetiştirildiğini unutmamıştı. PKK’nin zavallı
köylü tabanı ise bu gerçeği kavramaktan uzaktı. Onlar iyi bir iş yaptıklarını
sanarak savaşırlarken, Öcalan bir yerlerle oynaşıyordu.
Ancak karşı devrimci, provakatif bir yapılanma, sosyal demokrat
partilerle sağ partiler arasındaki farkı görmemezlikten gelir. Türkiye’de
sosyal demokrasinin doğuş ve gelişme koşullarının irdelenmesi apayrı bir
sorundur. Tutarsızlığı tartışılabilinir. Ama konumuz bu değil. Burada sadece
sola değil, bir bütün olarak sosyal demokrasiye de karşı geliştirilen çok sinsi
bir politika var. Sosyal demokrasinin gerek ekonomik, gerekse sosyal alanda
getirdiği çözümlerle sağ partilerin getirdiği çözümler arasındaki farkı
göremeyen bir A.Öcalan ve PKK’den bahsedemiyeceğimizi yukarıdaki sloganlaştırılmış
strateji ortaya koymaktadır. Kaldı ki, gayet bilinçli hareket ettiğini kendisi
de gizlemiyor. Dünyanın neresinde olursa olsun emekçi yığınlardan yana olduğunu
söyleyen hiç bir güç, burjuvazinin en talancı ve baskıcı kanadını, sosyal
demokrasiye yeğlemez. Solun, genel olarak sosyal demokrasinin gerilemesi veya
tükenmesi emekçi yığınlar açısından çok önemli mevzi kayıpları olarak görülür.
Bu, işçi sınıfı ve emekçi yığınların demokratik hak ve özgürlükler
mücadelesinde ittifak yapabileceği önemli güçlerden birini kaybetmesi anlamını
taşır. Hele hele bunun bir de komplolar ve entrikalarla yapılması tam anlamıyla
bir felakettir.
Aslında yapılanların pekte öyle yeni şeyler olduğu söylenemez. 70’li
yılların ortalarında sol’a ve sosyal demokrasiye karşı geliştirilen provokasyonların
bir tekrarı, bazı farklılıklarla bu yıllarda bir kez daha uygulanmıştır.
Dönemin CHP iktidarını düşürmek için tekellerin uyguladığı ambargoların
yanısıra, Maraş vb. katliamların geliştirildiği, Hilvan-Siverak olaylarının
çıkartıldığı hâlâ hafızalardadır. Arkasından getirilen Milliyetçi Cephe
iktidarlarıyla emekçi yığınlar üzerindeki baskı ve sömürü alabildiğine
yoğunlaştırılmıştı. 1970’lerde Milliyetçi Cephe hükümetlerinin kuruluşunun ve
12 Eylül darbesinin arkasında kimler varsa, 90’lı yıllarda sol güçlere ve
sosyal demokratlara karşı oynanan oyunların arkasında da aynı güçler vardır.
Her iki dönemin kapıkulu A. Öcalan bu durumu da gayet açıklıkla itiraf
etmektedir;
“Ankara’dayız. 1976-77-78’i eğer bunlara dayandırmazsak, sağlam çıkışı
yapabilir miyiz? Bu biraz da, sanıyorum SHP’yi bitiriş planlarımıza benziyor,
ki şimdi SHP’nin cenazesi kaldı. Bu İnönü’nün oğluna karşı yaptığımız siyasi
bir darbeydi ve biz onu aslında CHP’ye karşı oynadık. Bunlar 1976-77’de
CHP’lidir.Hem aydın, hem kemalisttir.” (45)
70’li yılların ortalarından sonra oynanan oyunların çok daha geniş çaplısı
90’lı yılların başlarından itibaren oynanmıştır. O yıllarda Öcalan’ın soldan
Hilvan-Siverek olaylarını patlak verdirmesi, sağdan da Maraş vb. türünden
katliamların düzenlenmesi, provokasyonların hangi saçayakları üzerine
oturtulmak istendiği hakkında daha anlaşılır bilgiler veriyor. Özellikle de
92’den itibaren tüm bir sol’a, işçi
sendikaları başta olmak üzere tüm demokratik kuruluşlara karşı baskıların nasıl
yoğunlaştırıldığı biliniyor. Silah, esrar-eroin ticaretini, dolayısıyla kara
parayı elinde bulunduranlar sermayelerine sermaye katarak yatırımcı burjuvaziyi
bile tehdit eder hale gelmişti. Bu üçlüyü ellerinde bulunduranlar ülkemizin
geleceğine hükmetmeye kalkışmışlardı. Ekonomi bu yıllarda kara para, çek-senet,
yüksek faiz, repo ve bonolarla yönlendirilmiştir. Bu dönemde elit bir kesim bu
ekonomik uygulamardan büyük kazançlar elde ederken en geniş yığınlar sefaletin
ve açlığın pençesinde kıvranmıştır. Halka karşı estirilen acımasız terörü
destekleyenler, göğüslerini kabarta kabarta cinayet işleyenler halk
düşmanlarıdır. İşte Abdullah Öcalan ve suç örgütü PKK’de bunlardan biridir. A.
Öcalan göbeğini ve ensesini en çok bu dönemde şişirmiştir. PKK milyonlarla
ifade edilen dolarlar ve marklarla oynamaya başlamıştır. Bu gerçekler gözönünde
bulundurulursa, sol’a ve sosyal demokratlara karşı Öcalan’ın aldığı tavrın
önemi de kendiliğinden ortaya çıkar. Aynı yıllar ve sonrasında toplumun hangi
yöntemlerle susturulduğu henüz unutulmuş değildir.
Abdullah Öcalan’ın hangi ortamda ve nasıl
büyütüldüğü, PKK’nin niçin ortaya çıkarıldığı, nasıl ve hangi amaçlar uğruna
provokasyonlar geliştirdiği şimdi çok daha iyi anlaşılmış oluyor. Sosyal
demokratlar da dahil tüm sol güçlere karşı yönelim Apocu provokasyonun saçayaklarından
birini oluşturuyor. Her defasında dile getirdiği Turgut Özal ve “özel savaş”
hayranlığı boşuna değilmiş!… Abdullah Öcalan’ın izlediği bu taktik sadece
Türkiye ile sınırlı kalmamış, Avrupa’ya kadar uzatılmıştır. Avrupa’da da sol ve
sosyal demokrat güçler hedeflenmiştir. Karanlık güçlerle uluslararası planda
oynandığı zaman provokasyonlar doğal olarak bu alanlara da kaydırılacaktır.
Abdullah Öcalan’ın Palme olayında takındığı tavır bu açıdan önemlidir.
İşte bahsettiğimiz bütün bu çelişkiler A.Öcalan’ın karısı Kesire
Öcalan’la karşı karşıya kalmasının da nedeni oluyor. Güç odaklarının farklı
kesimlerine dayanan bu ikiliden her biri kendi çizgisini egemen kılmak istiyor.
Hatta aralarındaki çatışma öylesine derinleşiyor ki Kesi- re, A.Öcalan’ı açığa
çıkarmakla bile tehdit ediyor. Zaman zaman bunu yapmaktan kaçınmadığını
Öcalan’ın anlatımlarından anlıyoruz;
“Bu
yıllarda kadın, saatini öyle hesaplıyor ve öyle geliyor ki; ya açığa
çıkacaksın, ya halledileceksin, ya çözüleceksin, ya da yaşamak yoktur.
Kaçıyorum olmuyor, arkadaşlar gibi vursam olmuyor…İşte tam da bu durumdayken,
onu Ankara’ya yolladık. Sene 1979 olmuştu.
Büyük ihtimalle Ankara’da çok kapsamlı bir değerlendirme yaptılar. Üç
aylık bir süreçti. 1979’un başları oluyor. Çok dikkatli hareket etmemiz
gerekiyor, ne olur ne olmaz. Adamların yüzde yüz kontrolü altın- dayım. Kontrolden çıktığımı
anladıkları anda derhal öldürebilirler. Sonuna kadar bağlı olduğumu anı anına
tekrarlamam lazım.” (46)
Kesire’nin A.Öcalan’ı yine açığa çıkarmakla tehdit ettiği dönemin
özelliklerine bakacak olursak, aslında 1978’ler ve sonrasıyla benzer özellikler
taşıdığını görüyoruz. O dönemde de özel savaşın Ülkücüler ve PKK eliyle
tezgahladığı provokasyonlar var. A.Öcalan Hilvan ve Siverek’teki
provokasyonlarla halkı ve sol örgütlenmeleri kırıp geçirir- ken, 23 Aralık
1978’de yapılan Maraş ve daha birçok alanda gelişti- rilen katliamlarla
ülkücüler de halkı kıyıma uğratıyordu. Bunları Çorum ve Sivas’taki kıyımlar
tamamlıyordu. Türkiye adım adım provokasyon ların içine çekilerek kitleler
pasifize ediliyor, kısmi demokratik ortam yokedilmek isteniyordu. Sıkıyönetimi Türkiye’nin
her tarafına yaymanın, yönetimi adım adım cuntacılara bırakmanın hazırlıkları
yapılıyordu.
Dikkat edersek aynı olayları 1985’lerden sonra da yaşamaya başla- dık.
Sözde bir gerilla savaşı kılıfı altında A.Öcalan Kürtler üzerinde terör
estirirken, özel savaş ve Ülkücüler de aynı işlemi farklı bir cepheden
tamamlıyordu. Öyle ki, bu dönemde aralarındaki gizli anlaşma çoğu olaylarda
kendini açıktan ele veriyordu. Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım bu ilişkiler
ağında sadece bir örnektir. Türkiye’de birçok olayın baş aktörü olarak
gösterilen Mahmut Yıldırım’ın, PKK’liler tarafından Kuzey Irak’ta ve Lübnan’da
korunduğunu herkes biliyor. Buradan ayrılmak zorunda kaldıktan sonra, uzun bir
süre PKK adına Romanya, Çekoslavakya ve Polonya’da faaliyetler yürütmüş,
PKK’nin bilinen ticari bağlantılarını kurmuş ve yönetmiştir. Aynı şahsın
karanlık güçlerin ilişkilerinde adeta bir merkez rolü oynadığı da çoğu çevreler
tarafından dile getiriliyor. Kaldı ki, ellibeşinci, ellialtıncı ve elliyedinci
hükümet yetkilileri de, Yeşil’in devletin istihbarat örgütleriyle olan
ilişkilerini inkâr edemiyor, PKK’yle bağlantılarını sorgulamaya başlıyorlardı.
Hatta TBMM’nin soruşturma komisyonunun hazırladığı raporlarda bu durumu
doğrulamıştı. A.Öcalan’ın gerilla savaşı kılıfı altında başlatığı
provokasyonunun ardından Türkiye, yine karanlık odakların cirit attığı
kapkaranlık bir döneme daha çekiliyordu. Baskı, terör, işkence, faili meçhul
cinayetlerle birlikte, Kürt-Türk ve alevi-sunni çelişkisi elden geldiğince
körükleniyordu. Kürt bölgelerini yeterince karıştıran Öcalan ve karanlık güç
odakları, hedeflerini adım adım genişleterek Toroslar ve Karadeniz’le de
oynamaya başlamışlardı. Hürriyet gazetesinin “PKK Toroslar’da ve PKK
Karadeniz’de” başlığını attığı günün akşamı, MED-TV’nin de Karadeniz dosyası
adı altında üç günlük bir programla, PKK’nin savaşı Karadeniz’e kaydırdığını
duyurması kesinlikle bir rastlantı değildi.
Geçmişte olduğu gibi bu dönemde de Kesire Öcalan ile Abdullah Öcalan’ın
karşı karşıya gelmesi oldukça ilginçti. A.Öcalan’ın söylediklerinden aralarında
ortaya çıkan çelişkilerin geçmişte dışa vurulmadan sessizce halledildiğini
anlıyoruz. Ama bu sefer sessizlik bozuluyor ve çelişkiler ayrılıkla sonuçlanıyor.
Çünkü sözkonusu çelişkiler bu kez sadece ülkeyle sınırlı değildi. Uluslararası gelişmeler
ve değişimlerle birlikte çelişkiler de çoğalıp, derinleşmişti. Öyle ki,
gerektiğinde yeni bir Kürt soykırımına
başvurmak dahi gündeme gelmişti. Nitekim 93-95 yılları arasında
Van-Hakkari ve Hakkari-Mardin şeridi boyunca kıyım planlarının zaman zaman
tartışıldığı kamuoyuna da yansımıştır. Bölgeyi otlarına kadar yakmak isteyenler
bu yönlü fikirlerini çekinmeden dile getirmiştir. Bu planların tamemen Öcalan’ın
bilgisi dışında olduğunu kimse iddia edemez. Çünkü oluk oluk kanların akması
gerektiğini söyleyenlerden biri de odur.
Bu nedenle A.Öcalan sıradan bir terörist, PKK’de alelade bir terör
örgütü değildir. Öcalan, Kürt halkını dünya haritasından silmeye hazırlanmış bir karşı devrimci, PKK ise bu hain niyetleri
gerçekleştirmede kullanılan çete örgütüdür. Hazırlıkları yapılan kanlı
planların önemi ve içeriği Kesire ile yaptığı tartışmalarda da görülüyor;
“…Evet, ‘nesin sen, açığa çık!’diye sorarak ben onu açığa çıkaracağıma,
o bana diyor: ’sen nasıl birisisin, açığa çıkacaksın!’ Tabii, bütün bunları
soğukkanlılığımı son derece yitirmeden götürmek istiyorum (…) Fakat senin için
çok kötü olur (…) İnsanlığın karşısına bile çıkamazsın.’ Sanırım bu bir son
konuşmaydı.” (47)
Karşılıklı olarak birbirlerine yaptıkları tehditler, aralarındaki
sorunların çözümüne yetmiyor. Çünkü her iki tarafta, “önder benim, tek ilişki
kanalı ben olmalıyım ve benim stratejim geçerlidir” diyor. Yani kavga, Kürt
halkına karşı geliştirilen konseptler ve bu konseptleri hayata geçirme
taktikleri üzerine başlıyor. İkisi de kendi çizgisini egemen kılmak istiyor.
Birbirlerini ortaya çıkarmakla tehdit ediyorlar. Onca yıldır işlenen ağır
suçlar var ortada. Sonuçta efendileri tarafından her ikisi üzerinde “pat”
metodu uygulanıyor ve birbirlerini ele veriyorlar. Artık itirafların ardı
arkası gelmiyor.
IV-
ABDULLAH ÖCALAN KİMDİR?
1- KİMLİĞİ VE KİŞİLİĞİ
2- KURULAN TUZAK DEVREDE
3- ÖCALAN’IN CAN SİMİDİ
4- YAKLAŞIMLARDAKİ
FARKLILIK
5- İTİRAFLARIN NEDENİ
6- ÖCALAN’DAKİ KÜRT
DÜŞMANLIĞI
7- ÖCALAN VE IRKÇILIK
8- DOĞAN
ÇOCUĞUNUZUN ADINI
ABDULLAH KOYMAYIN
KİMLİĞİ VE KİŞİLİĞİ
Bu, üzerinde çok önemle durulması gereken bir konudur. Özellikle son 15
yıllık eylemiyle Türkiye’nin gündemine oturan bu zatın, ne olup olmadığı iyi
bilinmelidir. A.Öcalan gerçekte kimdir? Bu duruma nasıl geldi? Kimin ve neyin
kavgasını verdi? Kuşkusuz bu soruların cevapları ülkemizin ve demokrasinin
geleceğini ilgilendiriyor. Bunlar açığa çıkarılıp sorgulanmadıkça, A.Öcalan anlaşılmadıkça
Türkiye’deki gelişmeler hiç bir zaman istenilen düzeyde olmayacaktır. PKK ve
benzeri entrikalar açığa çıkartılıp mahkum edilmedikçe Türkiye’de gerçek anlamda
bir demokrasinin geliştirilemeyeceği bilinmelidir. ABD ve AET pöçüğüne
takılarak demokrasi havarisi kesilen o “meşhurlar” da daha çok debelenmekten
başka birşey yapamayacaktır.
Abdullah Öcalan, 1984 olaylarının nedenlerini ve uzun yıllar boyunca
hangi amaçlar için hazırlandığını, PKK’nin 19. kuruluş yılında MED-TV’de
yaptığı konuşmasında açıkça ortaya koymuştur. Çok ilginçtir ki, bu konuşmaları
dinleyen kesimlerden herhangi bir ses çıkmamıştı. Sorulduğunda ise “öyle biri
olduğu zaten biliniyordu” diyerek kestirip atmaya çalışmışlardı. Çünkü
birçokları özellikle maddi çıkarlarının her an alt-üst olacağının korkusuna
kapılmıştı. Bir anda herşeyin tersyüz olacağı sendrumuna kapılan bu çevrelerin
elleri ve ayakları birbirine dolanmaya, etekleri tutuşmaya başlamıştı. Ekmek
elden, su gölden yan gelip yaşayan, ama arada bir de önderlik, diplomatlık
taslayan bu çevrelerin kimler olduğu biliniyor. Oynadığı rolün yavaş yavaş sona
doğru yaklaştığını farkeden Öcalan’sa
gerçekleri daha fazla sakla- mayı gereksiz görmüştü. İşte herkesin
kanını donduran açıklaması;
“Sayın
Mumcu’nun yazmak istediği bizimle ilgili bir kitap vardı ve kitabın da ismi;
Apo Üzerine’ydi. Sanırım bu kitap çıktı. Fakat doğru çıkmadı. Yarım yamalak
çıktı… O kitapla ilgili epey son on yılda yoğun faaliyetleri vardı. Bana göre
O’nun ölümüyle, bu kitap arasında bir ilişki kurulabilir. Kitapta kanımca şunu
dile getirmek istiyordu; ‘Apo’yu bizim devletimizin yaklaşımları ortaya
çıkardı, besletti, büyüttü.’ Şimdi bunun şöyle doğrudan ilişkisi vardır: Devlet,
üç yıl beni Ankara’da kendi özel yöntemleriyle besledi. Artık bu bir yetenek
midir, bir yaşam yolu mudur, ne derseniz deyin. Devlet ne dediyse ben evet
dedim. Böyle olacaksın dedi, ben öyle olacağım dedim.
Formül şu; bunu rahatlıkla çekeriz. Ben de şunu söyledim; istediğiniz
kadar beni çekebilirsiniz. Hem de hiç ihtiyaç duymadan, belki çok çabalayıp, geliştireceği
projeleri bizzat istediği gibi kurabileceğini, benim hazır olduğumu, belki de
istediğinden daha fazla hazır olduğumu gösterdim. Uğur Mumcu’nun dile getirmek
istediği olay bu.” (48)
Hakkını vermek gerekir. A.Öcalan gayet içten konuşuyor. Beyinleri tamemen
dumura uğratılmışların dışında herkes burada anlatılmak istenenleri anlamıştır.
Bu konuşma da dahil Devrimin Dili ve Eylemi adlı kitabında bir araya toplanan
konuşmaların her biri, sona doğru yaklaşım sürecinin belirli evrelerini ifade
ediyor.
Uğur Mumcu’nun, PKK ve Abdullah Öcalan üzerine yaptığı araştır- malar,
Haki Karer’in katledilmesiyle başlamış, 1984 provokasyonuyla da biraz daha ivme
kazanmıştır. Uğur Mumcu, Abdullah Öcalan’ın 84 şehir baskınlarıyla birden bire,
beklenmedik boyutlarda önplana çıkarılışının arkasında yatan tehlikeleri ilk kavrayanlardan
biriydi. Komployu açığa çıkarmak isteyenlerin başına getirilen felaketleri
gözönüne getirmek bile, Uğur Mumcu’ya yapılan komplonun arkasında yatan güçleri
kavramak açısından yeterlidir. Abdullah Öcalan da, Uğur Mumcu’nun kendisiyle
ilintili olarak öldürüldüğünü söylüyor. O halde neden? Açık ki Mumcu, Öcalan’ın
sırf dış bağlantılarını açığa çıkarmak istediği için değil, asıl önemli olan iç
bağlantılarına el attığı için ortadan kaldırılmıştır. İçten destek olmaksızın
yalnız başına dış bağlantıların sonuçsuz kalacağını çok iyi biliyordu.
Burada da karşımıza derin devlet denilen
olay çıkıyor. Şimdiye ka- darki gelişmelerden öncelikle Abdullah Öcalan, M.Ali
Ağca, Necati Kaya (Pilot), Mahmut Yıldırım, Abdullah Çatlı, Kesire Öcalan ve sivrilmiş
birkaç kişinin daha birbirlerinden bağımsız olmadıklarını anlıyoruz. Bunlar,
derin devlet tarafından aynı dönemde ama birbirlerinden bağımsız olarak belli
amaçlar için yetiştirilmiş kişilerdir. Kiminin görevi sağdan, kiminin görevi
soldan pratik faaliyetler içinde bulunmaktır. Devlette çeteciliğin,
vurgunculuğun ayyuka çıktığı süreçlerde ise bu kişiler, zaman zaman bir araya getirilerek ortak hareket ettirilmişlerdir;
bazen “sol”dan sağa, bazen de sağdan “sol”a kaydırmalar yapılarak sonuçta uyum
içinde çalışmaları sağlanmıştır.
Özellikle Uğur Mumcu, Musa Anter, Çetin Güngör ve Yıldırım Merkit
olaylarında bu işbirliği çok açık bir biçimde kendini göstermektedir. Yine daha
sonra bu birliğe dahil edilen fanatik islamcı grupların da katılımıyla Batman,
Diyarbakır, Yüksekova ve Mardin’de işlenen seri cinayetler bu işbirliğinin açık
kanıtları olmuştur. Elbette aynı işbirliğinin bir de ekonomik boyutu vardır.
Esrar, eroinden elde edilen gelirlerin bölüşümü bunun bir yönünü
oluşturmaktadır. Belli bir dönemden itibaren, daha çokta 90’ların başlarıyla
birlikte elde edilmeye başlanan gelirlerin büyüklüğü, milyarlarca dolarla ifade
edilmektedir. Bu kadar büyük pazarı ve kârı kimselere farkettirmeden yönetmek
başlı başına bir sorundu. Bu anlamda provokasyonların büyük bir titizlikle ve
tam bir profesyonellik içinde yürütülmesi gerekiyordu. Bunun için yukarıda
bahsedilen bileşime başvurma gereği duyulmuştur. Bu bileşimde zaman zaman
görülen zaaflar, yani bazı dönemlerde ortaya çıkan çatışmalar ise, kâr
bölüşümünde ortaya çıkan anlaşmazlıklardan kaynaklanmaktadır.
Dikkati çeken bir başka nokta; Abdullah
Öcalan’ın ajanlaştırılmasıyla Pilot’un ajanlaştırılması arasında olan
benzerliktir. Yine bunların ajanlaştırılması süreciyle, sağ cephede görevlendirilenlerin
ajanlaştırılma süreci aşağı yukarı aynı döneme denk düşmektedir. Uygulanmak
istenen geniş çaplı bir konseptin pratik hayata geçirilmesinde görev alan
figuranlar bu dönemde yetiştiriliyor.
Pilot’un, Lisede okurken, askerlik dersi veren askerlik şubesine ait bir
subay tarafından ajanlaştırıldığı söyleniyor. Aynı biçimde , Ankara’ da
68-70’ler arasında Tapu Kadastro Meslek Lisesi’inde okurken askerlik şubesinden
bu okula ders vermek için gelen bir subay da A. Öcalan üzerinde önemli etkiler
yapıyor;
“Tapu-kadastroda
benim asker öğretmenlerim vardı. Harp okuluna gidiyorlar. Beni el üstünde
tutarlardı. Bilmiyorum, o öğretmen de özellikle mi öyle yaptı? Yoksa çok mu seviyordu?
Geliyordu böyle, ‘çocuklar aldım Abdullah’ın kompozisyonunu, gittim Harp
okulunun profesörlerine okuttum, hepsi hayret etti’ diyordu…Yani ona kalsaydı
ben bir melek gibiydim, dahiydim. Bu kadar değer veriyordu adam. Askerdi. Belki
de bende tehlike gördü, böyle kazanmak istedi.” (49)
“Aslında başlangıçta asker olma özlemim vardı. İlgim vardı. Belki de
yaşamamın önünü kestiği için içine girip anlamaya çalıştım …
Daha sonra asker olmadığım için hüngür hüngür ağladım…
Türk
ordusuna gidemezdim, her şey yasak. Bekçiye bakıyorum o fazla bir güç değil;
asıl güç ordu. Ordunun içinde de özel ordu.
Şu anda inadım var.” (50)
Belli ki, ajanlaştırılmak istenen insanlar rastgele seçilmiyor. Kişinin
yaşadığı bölge, aile özellikleri, çevresi, çevresiyle olan ilişkileri ve her
şeyden önemlisi de özlemleri büyük önem taşıyor. Öcalan ise hem yetişme tarzı
ve aile özellikleriyle, hem de çevre ilişkileri ve özlemleriyle bu kalıba
tamamen uyuyor. Her ne kadar bunları, çocukluk ve gençlik dönemlerine özgü
masum özlemlermiş gibi gösteriyorsa da, aslında içinde bulunduğu gerçek durumun
izahını yapıyor. Özellikle derin devletin özel ordusuna duyduğu özlem ve hayranlık
dikkat çekicidir. Üstüne üstlük bunu güçlü olmanın önemli bir aracı olarak
görüyor. Devletin resmi örgütlenmiş ordusunu ciddiye bile almıyor. Vargücüyle
derin devletin ordusu, yani “ordu içinde özel ordu” için can atıyor.Gözlerden
kaçmaması gereken püf noktası budur.
A.Öcalan elbette bugünkü konumuna “ha” diyerek birdenbire gelmiyor. Uzun
ve ince bir yolda sabırla ilerlemek zorunda kalıyor. Öncelikle özel bir
eğitimden geçiriliyor. Komünizmle Mücadele Derneği, Türk Ocakları ve Ülkü
Ocakları derneklerinde kitle faaliyetleri yoluyla tecrübe kazandırılıyor;
“Ankara’da Tapu Kadastro Meslek Lisesi’ndeyken, sanırım son sınıfında
Maltepe Camisi’ne gitmekten geri durmuyordum… Komunizmle Mücadele Derneği’nde
verilen konferansları dinliyordum. Hatta ülkü ocaklarına gittiğimi de
söyleyebilirim…İşte Hulisi Turgut muydu, onun Barzani ile ilgili röportajını da
can kulağıyla dinliyor,okuyordum… Düşünsel olarak din kitaplarına ilgi
duyuyordum. Necip Fazıl Kısakürek’i büyük bir ilgiyle izlemeye çalışıyordum.
Bir-iki konferansına katıldım, olağanüstü buldum. Hatta çoşturdu beni. Yine
Türk ocağında verilen iki konferansa katıldım…Komünizmle Mücadele Derneği’nin
bir sorumlusu vardı. Refik Korkut’tu galiba. Teorisyendi. Ve hatta burada
Demirel’ in geldiği bir toplantıya da katılmıştım.” (51)
Okuldan mezun olur olmaz Öcalan kadastro memuru olarak Diyarbakır’a
atanıyor. Bu arada “sosyalistleşiyor” ama, rüşvet alıp cebe indirmeyi de ihmal
etmiyor. Ayrıca belli aralıklarla İstanbul’da da aynı görevi sürdürüyor.
Aslında görevi; halk içindeki eğilimleri gözlemleyerek rapor etmektir. Yine bu
süre içinde provokasyon geliştirme imkânlarının nerelerde ve hangi alanlarda
bulunduğunu tayin ediyor;
“Devlet
memuru olarak orada sosyalist gerçeklik, devlet gerçekliğini daha iyi
karşılaştırma imkanı vardı…biraz böyle cebine para girmiş, yeterince gözlem
imkanı edinmiş, böyle bir otel yaşantısı. Ağalar ilk yaklaşımı gösteriyor.
Yanına eskiden varamadığımız o büyük demagog yığını küçük-burjuvalarla hergün karşılaşıyorsunuz.
Bunlar gözlem gücünü de arttırıyor.” (52)
A.Öcalan’ın Diyarbakır’da gözlemleme ve
rapor etme faaliyeti bir yıl sürüyor. Hangi alan üzerinde oynayacağı bu süreçte
belirleniyor. Bunun için öğrenci gençlikle ilişki kurması gerekiyor. Çünkü o
dönemde sol siyaset yankısını en çok yüksek öğrenim gençliği içinde buluyor.
Ayrıca Kürt hareketlerinin yoğunlaştığı alanlar da büyük şehirler- dir.
“…O zamanlar bir Sur Palas oteli vardı, o benim karargahımdı.
Licelilerin oteliydi, duyduğum kadarıyla Behçet Cantürk’lerin…Yani Kürtlükle
ilgili izlenimlerin bol olduğu bir otel. Üniversiteye gidiş tutkum, kesin bir
üst bürokrat olmaktan ziyade Türkiye’nin siyasi havasına biraz daha gerçekçi
katılmaktı.” (53)
A.Öcalan önceleri kaydını İstanbul Hukuk Fakültesi’ne yapıyor ama okula
hiç gitmiyor. Kısa bir süre daha Tapu katastro memuru olarak incelemelerine
devam ediyor. Sonuçta Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaydını yaptırıyor. (ki
kaydının istihbarat kontenjanından yapıldığı da bazılarınca dile getiriliyor.)
Bu arada “Kürtçü” yanı bir hayli gelişiyor. Yürüteceği siyasetin ilk derslerini
Ülkü Ocakları, Türk Ocakları ve Komünizmle Mücadele Derneği’nden öğrenen
A.Öcalan, birdenbire “Kürtçü bir komünist” oluveriyor;
“…Ben üyeliğimi DDKO’ya yaptım…ilk üstlendiğim bir seminer vardı…Oldukça
da tehlikeli buldular beni…Kürt devleti lafını kullandığım için, orada bulunan
herkesin dili uçukladı… Benden ısrarla ne istediğimi soruyorlardı…o zamanki
DDKO’yu eleştiriyordum.” (54)
“Bu dönemin diğer önemli bir anısı da, Teknik Üniversi’te de yapılan
bir Dev-Genç toplantısıydı…
“Kürt meselesinin ilk defa çok cesur bir biçimde orada tartışmaya
açıldığını gördüm. Mahir’in kemalizm ve Kürt meselesi üzerine yaptığı konuşma
çok cesurcaydı…” (55)
Bu sözlerin altında üzerinde durulması gereken çok önemli iki gerçek
var:
Birincisi; DDKO’nun durumu.
İkincisi; Türkiye sol’unun geldiği aşama.
Bilindiği gibi DDKO Kürt gençlerinin Kürtlerin kültürel haklarıyla
ilgili faaliyet yürüttükleri bir dernektir. Bunların ayrılma, silahlı savaşım
yürütme vb. sorunu yoktur. Hedefleri; Kürt dili ve kültürünün serbest kullanımı
ve geliştirilmesi, Kürt kimliğinin tanınması, halk üzerindeki baskı ve sömürüye
karşı mücadele edilmesidir. Bu anlamda önemli bir kuruluştur. Öcalan’ın böyle
bir kurumun bünyesinde “Kürt devleti”nden bahsetmesi elbette dudakların
uçuklamasına neden olacaktı. Çünkü bu, amaçları tamamen farklı olan bir derneğe
karşı geliştirilen açık bir provokasyondan başka bir şey değildir. Nitekim
verdiği seminerden sonra gelişen olaylara değinen Öcalan, “Sonrasında
DDKO’nun son bir kongresi düzenendi. O, bitiş kongresidir.”(56) diyerek,
perde arka- sında oynadığı rolden övünçle bahsediyor.
Aynı dönemde Öcalan, bir de Türkiye Sol’unun geldiği aşamadan sözediyor.
Gerçekten bu yıllarda sol, diğer birçok teorik tartışmalarla birlikte Kürt
sorununun da farkına varıyor. Genelde bu konuya yaklaşım, geçmişten daha farklı
bir perspektiften alınıyor ve ağırlıkla gerçekçidir. Yani sorun önemli oranda
sadece Kürtleri ilgilendiren bir konu olmaktan çıkıp, bir bütün olarak Türkiye
solunun gündemine oturmaya başlamıştır. Demokrasi isteminin bir parçası haline
gelmiştir. İşte bu aşamada Öcalan’ın önemli ikinci rolü açığa çıkıyor; “kürtçü”
gömleği yalnız başına yetersiz kalıyor. Giydirilen bu gömleğin başka bir
aksesuarla tamamlanması gerekiyor. Bu nedenle “kürtçü”nün yanına bir de
“komünist” eklemesi yapılarak giysi tamamlanıyor. “Komünist kürtçü” sıfatıyla
A.Öcalan hem Kürtler, hem de sol içindeki yerini alarak provokasyonlarını her
iki cepheden sürdürme olanağına kavuşmuş oluyor.
Bundan sonra kaydını bilinen yöntemle Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne
yaptırarak Ankara’ya taşınıyor. Bu yıllarda
solda geliştirilecek provokasyonlar için sıkı bir eğitimden geçiriliyor.
Boykotlara ve mitinglere katılarak ufak tefek denemeler yoluyla hem kendisini
tanıtıyor, hem de pratiğini biraz daha zenginleştiriyor. Bu arada kısa bir süre
için Mamak Cezaevi’ne misafir ediliyor. Burada kaldığı aylar Öcalan için önemli
bir dönüm noktası oluyor. Önceleri seminerler, boykotlar ve mitinglerde
yeterince boy göstermesine, bir de cezaevi pratiği eklenmiş oluyor.
Böylece kendisini sola ve Kürtlere yeteri kadar ispatlıyor.
Artık geçerli diplomayı almaya hak kazanmıştır. Doğumun zamanı gelip
çatmıştır.
KURULAN TUZAK
DEVREDE
Özellikle 1986’dan sonra A.Öcalan’ın, ajanlığı ve izlediği provokasyon
çizgisiyle ilgili zaman zaman yapmaya başladığı açıklamalar son derece
önemlidir. Açıklamalarında sürekli olarak dikkatleri birşeylerin üzerine
çektiği görülüyor. Ortaya çıktığı dönemleri anlatırken, MİT ve Özel Savaş’ın
kendisine olan ilginç yaklaşımlarından bahsediyor. O dönemlerde MİT’in Kesire
Öcalan, özel savaşın da Pilot (Necati Kaya) vasıtasıyla kendisini denetim
altında tuttuğunu açıklıyor. PKK Nedir Ne Değildir adlı kitabımda bunlar
üzerinde durmuştum. A.Öcalan’ın bugünlere ulaşmasında çok önemli roller oynayan
bu iki şahısla Öcalan’ın durumuna biraz daha değinme gereğini duyuyorum. Ortaya
çıktığı günlerdeki durumuna değinirken şunları söylüyor;
“…Ama öte
yandan düzen devreye girmiş. Sonradan çok açıkça anlaşılacağı üzere, düzenin en
etkili kişilikleri devreye girmiş ve beni ‘ölümlerden ölüm beğen’ hükmü
içerisinde bitirmek istiyorlar. Ve hiç bir güç imkanım yok. Düzenin adamları
bile ‘bu köylü parçasını’ diyorlar‘ bu zavallı, herşeyden yoksun tipi öldürmek
bizim zararımızadır’ ve devam ediyorlar ‘bunu öyle hazırlayalım ki, tarihimizin
en büyük bir işbirlikçisi haline getirelim’ Belki de planları biraz da buydu.”
(57)
Dikkat edersek Öcalan’ın anlattığı dönem 1974-75 dönemidir. Yani ortada
ne PKK diye bir örgüt, ne de A.Öcalan’ın şimdiki gibi “ünlü” adı sanı var. Ama
buna rağmen birtakım hazırlıklardan bahsediyor. Hatta “daha zararlı olacağı”
gerekçesiyle devletin kendisini öldürtmediğini söylüyor. Şimdi o günkü, 70’li
yıllardaki ortama baktığımızda toplumsal tepkiye rağmen Denizler idama gönderilmiştir.Mahirler
kurşunlanmıştır. Hergün onlarca devrimci katlediliyordu.İnsanların öldürülmediği
gün neredeyse yoktu. Bu anlamda Öcalan’ın “daha zararlı olacağım
gerekçesiyle beni öldürmediler” biçiminde formüle ettiği iddiası gülünçtür.
Ama “beni tarihin en büyük işbirlikçisi yapmak istediler” sözleri
doğrudur. Teori ve pratiğine baktığımızda A.Öcalan Kürtler adına ama Kürtler’e
karşı hazırlanan korkunç bir tuzaktır. Neden? Öcalan’dan dinleyelim;
“Şimdi
dönemin bu bayan (Kesire Öcalan,Bn.) ilişkisine dikkat edilirse kilit
öneme sahiptir. Muhtemelen devlet 74-75’te bizi adamakıllı sarrmaya geldi.
Diğer örgütlerin içinden geliyordu. Dev-Yol kontrolü doaylı bir devlet
kontrolüydü. Diğer gruplar da aşağı yukarı aynı özellikteydi. Kürtlüğü KDP
çekmek istiyordu, o da dolaylı devlet kontrolüydü. Zaten o zaman çok açıktı.
KDP tümüyle MİT’in yedeğine alınmıştı.” (58)
Öcalan’ın bayan olarak bahsettiği sıradan herhangi bir bayan değil, daha
sonraları ısrarla evleneceği karısı Kesire Öcalan’dır. Kilit olarak gördüğü bu
ilişki, bu anlamda önemlidir. Daha sonra bilindiği üzere, Necati Kaya’nın
(Pilot) da katılımıyla bu ilişki, biraz daha karmaşık hale getirilecek ve aynı
zamanda daha da güçlendirilecektir. Bahsettiği bu
ilişkiler, güç odaklarının işbirliğini temsil etmesi bakımından oldukça
önemlidir. Burada dikkat çekici diğer bir nokta da, Dev-Yol başta olmak üzere
diğer sol gurupları da, devletle bağlantılı kılmaya özen göstermesidir. Bu tür
iddialara yanıt verme, esas olarak adı geçen örgütlenmelere düşer. Ama burada
önemli olan Öcalan’ın durumudur. Kendi ajanlığını örtüleyebilmek için başka
örgütlenmeleri kullanmaya kalkışmasındaki ilginçliktir. Bunlar hemen hemen her
ajan ve provokatörün başvurduğu yöntemlerdir. Peki, üzerinde sıkça durma
gereğini duyduğu Kesire ve Pilot neyi temsil ediyor? A.Öcalan’dan aktaralım;
“Acaba bayanın cephesi temel olarak hangi oyunla bizi karşılamak istedi?
Önemlidir ve irdelenmesi gerekir. Hem sosyal, hem siyasal giriş bölümüdür.
Pilot ise askeri giriş bölümüdür.”(59)
“Özel savaş dairesinin dışındaki ordu kesimini Ecevit biraz işletiyor.
Dolayısıyla Pilot (Necati Kaya, BN.) Özel savaşa bağlıydı. Fatma’nın (Kesire
Öcalan, BN.) ailesi ise CHP’ye bağlıdır.” (60)
A.Öcalan, karısı Kesire Öcalan’ın MİT’e, dostu Pilot’un ise özel savaşa
bağlı olarak çalıştıklarını söylüyor. O halde Kürt halkının önderiyim diyen bu
zat, eğer bu kadar saf ve temizse, önceden ajan olduklarını bildiği kişilerin
yanında ne arıyor? Hele hele bu kişilerden biriyle niçin evlilik kuruyor? Besbelli
ki, ortaklaşa götürecekleri bir proje üzerinde bir araya getirilmişler. Dünyada
bugüne kadar devrim yapmak için ajanlarla birlikte hareket ettiğini veya örgüt
kurduğunu söyleyen biri daha yoktur. Ama Öcalan söylüyor. Üstelik bunların
durumlarını daha başlangıçta bildiğini kabul ediyor. Bunlarla birlikte örgüt
kurmuş olmasından kıvanç duyduğunu saklamıyor. Karısı Kesire ve arkadaşı
Pilot’la birlikte neyin ürünü olduklarına da açıklık kazandırıyor;
“Dikkat edilirse biz klasik Kemalist kanatla, 1960’lardan sonra özellikle
ABD’ye dayanılarak geliştirilen özel savaş kanadı arasında bir denge durumunu
yakalamışız. İkisi de aslında bizi kontrol etmeye çalı- şıyor ve kesin bağlamak
istiyorlar.” (61)
Her nedense o günlerde iki kanat arasında bir denge kurma ihtiyacı
duyuluyor ve A.Öcalan bir denge unsuru olarak bileşimin başına getiriliyor.
Bütün bu izahlardan devletin içindeki farklı eğilimleri biraraya toplama
çabasını görüyoruz. Peki bu eğilimler neye karşı biraraya gelme ihtiyacı
duyuyorlar? Öcalan’ın anlatımlarından bu üçlünün devrimci, demokratik güçlere
karşı hazırlandığı sonucu çıkıyor. Kendi durumunu gizlemek için de Türkiye’deki
bütün örgütleri ve KDP’yi devletle ilişkiliymiş gibi gösteriyor. Burada asıl
ilginç olan KDP için söyledikleridir. Çünkü KDP Türkiye örgütü değildir,
Irak’lı bir örgüttür. Ama Öcalan Türkiye’deki örgütlere değinirken KDP’ye de
sıkça yer verme gereğini duyuyor. Buradan da Öcalan’ın sadece sola ve
Türkiye’deki Kürt örgütlerine karşı değil, K.Irak’a ve KDP’ye karşı birşeylere
hazırlandığı sonucu çıkıyor. Neden? Çünkü Barzani hareketi yenilmiştir, ama KDP
bitmemiştir. Yeniden örgütlenme çabaları vardır. İşte bu, bilinen güç odakları
açısından istenmeyen bir durumdur. Çünkü KDP, Türkiye’yi de sürekli olarak
etkileyen bir güçtür. Bu çevreler genelde Kürt kimliğinin canlı tutulmasından
KDP’yi sorumlu tutuyor. KDP’nin varlığı aslında bölgedeki tüm Kürtleri
etkiliyor, sürekli bir hareketliliğe yol açıyor.
Ayrıca bu yıllarda Türkiye solunun Kürt
sorununa yaklaşımları geçmişe oranla daha olumludur. Örgütlenmeleri daha geniş
bir alanı etkiliyor. A.Öcalan’ın genelde Türkiye solu ve KDP üzerinde durması,
bir de bu nedenledir. Mevcut düzeni korumayla yükümlü güçler, iç muhalefete
karşı durumlarını koruyabilmek, dıştan gelebilecek tehlikelere karşı tedbirler
almak için Öcalan’ı hazırlıyor. Dönemin koşulları dikkate alınarak hazırlanmış
konsept, Öcalan’ın da varlık koşulu oluyor. Öcalan stratejisini başından
itibaren bu güçleri bitirme üzerine oturtmuştur. Taktikleri hep bu hedeflere göre
şekillenmiştir. Haki Karer’in vurulması, Hilvan-Siverek olayları, Maraş
katliamı, çeşitli bahanelerle sol güçlere karşı başlatılan savaşım, bu
konseptin uygulamada başarılı olması için yapılan provokasyonlardı.
“Ankara’daki
gruplaşmamız, 1976 ve ardından 1977’de Kürdistan’a serpilmişti. 1977.1.Ocak
toplantısında, denilebilinir ki, en kapsamlı tartışma ve bazı görevlere daha da
netlik getirildi. Bilindiği gibi 1977 yılı mücadele tarihimizde çok önemli bir
karar yılıdır. Bu yılda benim baharla birlikte iki ay süresince Ağrı, Kars,
Dersim, Elazığ, Diyarbakır, Urfa ve Antep’i kapsayan bir Kürdistan turum vardı
ki, ben bu turun ardından artık var olan tehlikelere ‘ölüm de olsa fazla anlam
ifade etmez’ diyordum. O zaman gerçekten düşman da izliyordu ve Haki Karer
katliamı o biçimde kendini dayatmıştı.” (62)
Burada bir çok açıdan doğruyu çizen bir özet vardır. Gerçektende 1977
yılı, PKK tarihinde önemli bir karar yılıdır. Burada üzerinde daha çok durmak
istediğimiz husus; A.Öcalan’ın Kürt düşmanı politikasını hangi provokasyonlarla
hayata geçirdiğidir. Bu anlamda Haki Karer cinayeti çok önemli bir halkadır. Bu
provokasyon, daha doğmadan ölüme mahkum olmuş bir gurubu canlandırmada
olağanüstü bir rol oynamıştır. Haki’nin ölümü, daha önce gruptan ayrılmak niyetinde
olan insanları biraraya getirirken, bir bütün olarak sola ve KDP’ye karşı savaşın
da başlangıcı oluyor.
A.Öcalan bu katliamdan bahsederken bir dizi açıklamada bulunuyor. Olayın
sorumluları olarak işe Beşparçacılardan başlıyor, Tekoşin, KUK, KDP ve UDG’ye
kadar gidiyor. Ardından bir yığın masal anlatarak bu güçlerin hepsini MİT’e ve
CİA’ya kadar uzatıyor. Anlatımında ilginç olan yan aslında bunlar değil. Çünkü
Öcalan bu mizansenleri o kadar uzun ve sık anlatıyor ki, artık kimse bunların
yabancısı değil. Burada asıl ilginç olan yan, bu dönemde kendi durumuna dair
yaptığı izahlardır;
“…1976,1977ve 1978 döneminde onları, devleti çalıştırıyorum ve hareket
yürüyor.”
“Ve tam bir sağcılık tarzı var.”
“Ankarada’yız.1976,-77-78’i eğer bunlara dayandırmazsak, sağlam çıkışı
yapabilir miyiz?” (63)
Yukarıdaki sözler, bu cinayetin neden ve
nasıl işlendiğine dair ipuçları vermekle kalmıyor, arkasında A.Öcalan’ın da
içinde bulunduğu hangi güç odağının durduğuna açıklık kazandırıyor. Gerçektende
bu cinayet karanlık güçlerce Kürt halkına ve sola karşı gerçekleştirilen bir
komplodur. Dikkat edilirse Haki Karer’in katledildiği tarih, Mayıs 1977’dir.
A.Öcalan ise aynı tarihte devletle çalıştığını itiraf ediyor. Yani cinayet
sırasında karanlık güçlerle çalışan sıraladığı örgütler ya da kişiler değil,
Öcalan’ın ta kendisidir. Bu komplo, A.Öcalan’ın bilgisi dahilinde ve ilişkide
bulunduğunu söylediği yerlerle işbirliği halinde gerçekleşiyor. Kaldı ki
cinayet öncesinde A. Öcalan’ın Pilot’la birlikte Ağrı’ya gelmesi de, cinayetin
çok önceden planlandığını gösteriyor. Necati Kaya Ağrı’da daha gençlik
yıllarında tanınıyor ve istihbaratla olan bağları biliniyor. Buna rağmen
A.Öcalan, Pilot ile birlikte Ağrı’ya geliyor. Yani burada bilerek yapılan bir
manevra vardır. Gerek Haki Karer cinayeti öncesinde, gerekse cinayet sırasında
ve sonrasında gelişen olaylarda kuşkuların yöneltileceği ajan, aktif bir
biçimde devreye sokulmuş oluyor. Dikkatlerin esas hedefe ulaşmasını engelleyen
bir taktiğin figuranı böylece yaratılıyor. Herkes olayların arkasında esas bu
adamın olduğuna inandırılırken, PKK’yi yeşertecek tohumlar da atılıyor;
“Evet
bütün düzen içi yaşam olanakları Pilot ve bayan ikilisi tara- fından
sağlanmasına rağmen, Ankara bana diken gibi batıyordu. İstediğiniz kadar para
var. ‘Solculuk da yapabilirsin’ deniliyor, ‘Kürtçülükte yapabilirsin.’ Karşında
son derece etkileyici bir kadın. Ve görünüşte hepsi Kürtçüydü. Para ve kadın
hertürlü yaşam vardı. Bu konuda yenik düşmemek mümkün müdür?” (64)
A.Öcalan’a çıkış koşullarında sunulanlar oldukça ilginç değil mi? Para,
kadın ve iyi bir sosyal yaşam karşılığında kendisinden “solculuk” ve
“Kürtçülük” yapılması isteniyor. Solculuk ve hele hele Kürtçülükten öcü gibi
korkulduğu bir ortamda, bu nedenlerden ötürü insanların alabildiğine baskı
altında tutulduğu bir dönemde, Öcalan’dan bunları yapması bekleniyor. Yani güç
odakları kendi elleriyle bir solcu ve Kürtçü yaratmanın uğraşını veriyor. Açık
ki, solcuları ve Kürtçüleri kırmak için böyle bir örgütlenmeye gerek duyuyorlar.
Bu nedenle duruma ve yörelere göre sol örgütlenmeleri ve halkı birbirine
düşürecek taktikler geliştiriyorlar. Örneğin Antep’teki devrimci potansiyel
Haki Karer cinayeti bahane edilerek bitirilmek istenmiştir. Şahısların yanısıra
bir çok örgüt hedef seçilmiş ve devrimciler bir kör döğüşü içinde karşılıklı
olarak birbirlerini kırmışlardır. Benzer bir olay Tunceli’de de uygulamaya
konulmuştur. Yetmişli yıllarda Tunceli faşistlerin uzağından dahi geçemediği
bir bölgeydi. Devrimci demokrat potansiyel oldukça yüksekti. Türkiye solu
içinde yer alan her fraksiyon, bu küçük bölgede şu veya bu ölçüde kendisini
ifade etme imkanı buluyordu. Bu nedenle Haki Karer olayıyla benzerlikler
gösteren bir olay da burada uygulamaya konulmuştu. Aydın Gül adlı bir devrimci
tıpkı Haki Karer gibi konuşma bahanesiyle getirildiği yerde öldürülmüştü. Bu
olayla başlayan örgütler arası kavgalar bir türlü bitmek bilmemiş ve karşılıklı
devrimci vurma günü birlik eylemlerden biri haline gelmişti.
Aşiretçiliğin güçlü olduğu alanlarda ise daha farklı bir yöntem izleniyordu.
Aşiretlerden birine yaslanılarak diğerinden adam vuruluyor, aşiretler arası
kavgalara bir de örgütler arası kavgalar ekleniyordu. Çünkü her örgütün
dayandığı bir aşiret vardı. Böylece örgütler de aşiretler gibi dar kavgalar
içine çekilerek bitirilmek isteniyordu. Hilvan-Siverek olayları özellikle PKK
açısından bunun örnekleriyle doluydu. Varolan aşiretler arası düşmanlıkları
kızıştırmada ve yeni çatışmalar yaratmada PKK’nin oynadığı rol bilinmektedir.
1974-80 yılları arasında yöresel
çelişkilere dayandırılan yığınca provokasyon vardır. Ne yazık ki, bunlar çoğu
kez hedefini bulmuştu. Neden böyle olmuştu? Çünkü mevcut örgütlenmeler oldukça
genç ve tecrübesizdi. Gençliği provakate etmekse gayet kolaydı. Yani kimse- nin
olayları derinliğine inceleme ve irdeleme gücü yoktu. İnsanların görünüşe göre
hareket etmesi, iyi ve kötüyü birbirine karıştırmıştı. Ajan ve provokatörler
kendilerini olaylardan rahatça sıyırırken, devrimciler karşılıklı birbirini
vurmuştu. Öyle ki, Maraş, Çorum vb. katliamları gibi çok açık provokasyonlar
bile devrimcilerin biraraya gelmesine yetmemişti. Birbirlerini “ajan”,
“provokatör”, “oportünist” olarak nitelendirip, bir kör döğüşü içine sürüklenme
bu dönemin en belirleyici özelliğiydi. Örgüt içi hesaplaşmaya dayanarak
ayrılanları öldürme ya da ayrı fikirler yüzünden karşılıklı birbirlerinden adam
vurma örgütlerin bir çoğunda görüldüğü için, gerçek ajanlar ve provokatörler
rahatlıkla at oynatmasını bilmişti. Bu nedenle herkesin bu dönemi doğru olarak
ortaya koyması son derece önemlidir. Çünkü bir provokasyon çizgisinin yalnız
başına sonuca ulaşması mümkün değildir. Her şeye rağmen, PKK içinde yeralan
yüzlerce devrimci ve dürüst insanın varlığı kuşku götürmez. Bu nedenle
A.Öcalan’ın çizgisini besleyen ve güçlendiren diğer bazı dış kaynakların olduğu
açıktır. İşte bu kaynakların neler olduğu da herkesin kendi hareketini çok
yönlü olarak tam değerlendirip, süreci doğru koymasıyla açığa çıkacaktır.
Daha sonraki süreçlerde ise tersi bir durum
yaşanmış, PKK etrafında sunni kümelenmeler sağlanmıştır. PKK birçok örgüt, kişi
ve kurum tarafından “mücadeleci bir gerilla örgütü” olarak nitelendirilmiş ve
alkışlanmıştır. Oysa dönemin koşulları bilince çıkartılabilseydi, aslında aynı
sürecin, PKK içinde büyük çapta ayrışmaların yaşandığı, örgüt olarak çöküşe
gittiği bir süreç olduğu görülecekti. Çoğu kesimler durumunu bildikleri halde,
A. Öcalan’ın beslendiği bir kaynak olmaktan kendilerini kurtaramamışlardır.
Böylesi bir dönemde, A.Öcalan ve PKK’ye yaklaşmanın getireceği sonuçların
beklenilen türden olacağı açıktı. Sürecin doğru konulabilmesi için sadece
A.Öcalan ve PKK’nin sorgulanması yeterli değildir. Süreç, bunların dışındaki
oluşumların da kendilerini açık yüreklilikle sorgulamasını gerektiriyor.
ÖCALAN’IN
CAN SİMİDİ
1980’li yıllar PKK’de yeni bir dönemin habercisiydi. Yurtdışına sağ
salim ulaşma şansını elde etmiş olanlar, üzerlerinde geliştirilmiş türlü
entrikaların açığa çıkartılması için tam bir sorgulamanın ve hesaplaşmanın içine
girmişlerdi. Sorunlar daha sağlam bir kafayla değerlendirilmeye, yaşanılan
olaylar daha ojektif bir tarzda ele alınmaya
başlanmıştı.
Neydi bu sorunlar?
1-A.Öcalan’ın 1979’da kimseye haber vermeden gerçekleştirdiği Ortadoğu
turu kafaları kurcalıyordu. Öcalan gerilla savaşını başlatmak niyetiyle Siverek
eylemine gerek duyduğunu söylüyordu. Öyleyse böylesine büyük iddialarla yüklü
bir eylem planının ardından Suriye’ye kaçma gereğini neden duymuştu?
2-Aynı yıllarda gerçekleşen Tunceli-Elazığ tutuklanmalarıyla örgüt çok
büyük yaralar almış, önemli birimler çökertilmişti. Örgütün olmadığı bir
ortamda Siverek’te neden savaşa soyunmuştu?
3-Haki Karer’in katledilmesiyle başlayan Antep olaylarının tartışılmaya
açılmak istenmesi, neden engellenmek istenmişti? Geçmişe yönelik eleştiri ve
özeleştiriler niçin yüzeysel olaylar ve yaratılan günah keçileriyle
geçiştirilmişti?
4-Yığınla öncü kadro ve sempatizanın yakalanmasında oynadığı rolü, neden
sürekli tesadüflerle izah etmeye kalkışmıştı? Bunların hesabını vermeye neden
yanaşmamıştı? A.Öcalan, ileri düzeydeki kadro ve sempatizanların isimlerinin
yazılı olduğu bir mektubu niçin yazma gereğini duymuştu? Başka bazı belgelerle
birlikte bu mektubun Mazlum Doğan ve Yıldırım Merkit’in bulunduğu arabada
çıkması bir tesadüf müydü?
5- Cunta koşullarında, neden cezaevlerindeki tutukluları imhaya yönelik
bir tavır izleniyor, belgeler niçin çarpıtılarak yayınlanıyor, tutukluların
örgütteki konumları niçin ismen yayınlanarak insanlar deşifre ediliyordu.
Bunlar ve benzeri türden sorular kafaları karıştırıp duruyordu. Aslında
PKK’de tam bir iç kaynaşma başlamıştı. Başlangıçta Pilot’un, daha sonraları ise
Kesire’nin oynadığı rollerin tartışılmasıyla sınırlı kalınmıyor, kuşkular artık
A.Öcalan’a doğru uzanmaya başlıyordu. Mehmet Resul Altınok’un içine düşürüldüğü
durum ve 1.Kongre sırasında yaşanan olaylar, bu kuşkuların biraz daha gerçeğe
dönüşmesine yardımcı etkenler olmuştu.
Sorunların tartışılması amacıyla yapılacağı söylenen kongreye Mehmet Resul
Altınok neden alınmamıştı? Katılanlara neden tartışma imkanı verilmemişti?
Kongre binasının Suriye askerlerinin ve Öcalan’ın nereden getirdiği belli
olmayan gangasterleri ve tecavüzcüleri tarafından sarılması, kongrenin niteliği
hakkında yeterli bilgiyi zaten vermişti. A.Öcalan’ın kimler tarafından korunup,
kollandığı anlaşılmıştı. PKK içinde yaşanan kavga farklı düşüncelerin ortaya
çıkardığı sıradan bir kavga değildi, olamazdı da. PKK’de devrimle karşı devrim
çatışıyordu. Bu nedenle arkasındaki güç odakları, Öcalan’a gereken desteği
sunmak için kolları çoktan sıvamışlardı. Ardıardına yeni provokasyonlar devreye
konuluyordu. Bunlardan bir tanesi, Mehmet Karasungur’un öldürülmesiydi.
A.Öcalan her zaman olduğu gibi, olayı, tam bir duygu sömürüsüne çevirmişti.
İkinci provokasyon cezaevleriyle ilgiliydi. Sadece buradaki oyunlar bile
tüylerin diken diken olmasına yeter cinstendi. Öncelikle Kürtler’in tarihinde
önemli bir rol oynayan Tunceli, ihanetin merkezi gibi lanse ediliyordu. Bunu
yıllar boyu Şahin Dönmez’in şahsında yapan Öcalan, Şahin’in artık
kullanamayacağını anladığı zaman, çirkin iddialarını yeni isimlerle süslemek
istemişti. Yıldırım Merkit bunun için seçilmişti. Yıldırım rastgele seçilmiş
bir isim değildi. Öncelikle işkencenin en yoğun olduğu dönemde direnişiyle
önplana çıkanlardan biriydi. Mazlum, Kemal ve Hayri’yle birlikte cezaevindeki
olaylara ve çevrilen dolaplara yakından tanık olmuştu. Yaşananların ardındaki
gerçekleri biliyordu. Olayları bir başka açıdan sorgulamaya başlamıştı. Bu
nedenle PKK ile ilişkilerini sınırlandırmıştı. Ayrıca, PKK’nin Avrupa
merkezinde yeralan kızkardeşi tavrını ayrılanlardan yana koymuştu. İşte bütün
bu nedenler, Yıldırım Merkit’i hedef durumuna getirmişti. Yıldırım’ın PKK’den
bu dönemde ayrılması işlerine hiç gelmemişti. Bunu engellemek amacıyla devreye
soktukları provokasyon ürkütücüydü. Babası Ali Merkit hain bir tuzakla
katlediliyor ve Yıldırım’ın PKK’yle çalışmak istememesi buna neden gösteriliyordu.
Olay sonrasında da ailesi sürekli çifte baskı ve terör altında tutuluyordu. Bir
yandan PKK ve destekçileri tarafından evleri yakılıp, yağmalanıyor, öte yandan
PKK’ye yardım ediyorlar gerekçesiyle aile fertlerini polis tutukluyor,
işkenceye uğratıyordu. Polis “PKK’li” oldukları gerekçesiyle baskı yaparken,
PKK’liler de aynı baskıyı “devletçi” oldukları gerekçesiyle yapıyordu. Her iki
kesimin geliştirdiği bu baskı ve şiddet politikası, aralarında kurdukları
koordinasyonun düzenliliğini açığa vuruyordu. Yani uygulama danışıklı ve
bilinçli bir politikanın sonucuydu. Daha sonra benzer uygulamalar
yaygınlaştırılıyor ve tüm bölgelerde hayata geçiriliyordu.
Bütün bunlar A.Öcalan’ı meşrulaştırma, sivriltme taktikleriydi. Yeni
nefes yolları açma çabalarıydı. Bu sayede bir yandan “direniş” ve “teslimiyet”,
öte yandan “şehitlerimiz” yaygarası altında o çok ünlü 1984 oyununu sahneye
koymuştu. Sonuçta sadece PKK tabanını değil, diğer örgütleri de önemli oranda
susturmayı başarmıştı.
YAKLAŞIMLARDAKİ FARKLILIK
PKK içinde daha çok 1980’lerden sonra başlayan çelişkilerin derinleşmesi,
A.Öcalan ile Kesire Öcalan arasındaki taktiksel savaşımın günyüzüne çıkmasını
sağlayan nedenlerden biri olmuştur. Her ikisi arasında çıkan sorunların asıl
kaynağı, dayandıkları farklı odakların geliştirdikleri değişik taktiklerdi.
Bunu, sorunların çözümüne gösterilen yaklaşımlardan da anlıyoruz. İnsanları
“ajan, hain, işbirlikçi” türünden uyduruk gerekçelerle tezelden katleden
A.Öcalan, Kesire sorununa tamamen tersi bir yaklaşım sergiliyor. Yazdıklarına
bakılırsa, aralarında önemli tartışmalar da yaşanıyor. Eskiden farklı olarak bu
kez, Kesire Öcalan, çevresindekilere A. Öcalan’ın kimliğiyle ilgili bazı
ipuçları veriyor;
“….İşte
şöför arkadaşlarımızdan biri de Ferhan’dı. Çocuğu çok çeşitli biçimlerde
etkilemiş. Ferhat telaşlı telaşlı, terli terli gelip şunları söyledi:
‘Başkanım, bu kadın senin hakkında çok kötü düşünüyor, çok tehlikeli.’
3.Kongreye gideceğimiz günlerdi. Böyle yutkunup duruyordu. Çok tehlikeli
diyordu.” (65)
Kesire Öcalan tarafından yapılan açıklamaların, PKK içindeki insanlar
üzerinde nasıl bir şok etkisi yaptığını tahmin etmek güç değildir. Bu şok
karşısında gösterilen tepkiler de bu nedenle birbirinden farklıydı. Az bir
kesim A.Öcalan’a karşı mücadele ederken, bazıları bu gücü kendisinde
bulamayarak intihar yolunu seçmişti. Geriye kalanlar ise sık sık tökezleseler
de işi oluruna bırakarak bulundukları yerden yürümeyi tercih etmişti.
A.Öcalan bu dönemde, PKK’nin bir provokasyon örgütü olduğunu kitlelere
anlatmak isteyenlerin imhasını yine hızlandırmıştı. Ama Kesire’ye tam tersi bir
yaklaşım göstermiş, uzlaşmanın yollarını arayıp durmuştu. Daha fazla
konuşmasını engellemek için öncelikle tecrit etmiş, sonra da göstermelik bir
sorguyla sözde bir mahkeme kurarak tehditin dozunu biraz daha arttırmıştı;
“….‘Öyle bir ceza verelim ki, sorgulamasında,
mahkemesinde yüzde yüz idam’ deniyordu.”
(66)
İnsanlar bu kararın uygulanacağından öylesine emin ki, bir de biçimi
üzerine çılgınca öneriler ileriye sürüyorlar;
“…ceza için de ‘dört at getirmeliyiz, iki kolunu ve iki bacağını birer
ata bağlayıp parçalamalıyız.’Çocuk bu kadar öfkeliydi.”(67)
İrkilmemek elde değil. Bu durum A.Öcalan’ın toplumda kimleri ör-
gütlediğine dair fikir vermesi açısından iyi bir örnek değil midir? PKK’ nin
kimleri ne uğruna biraraya getirdiği daha iyi anlaşılıyor. İnsanlıktan biraz
nasibini almış olanlar, böylesine korkunç düşünceler taşıyamazlar. Ama
PKK’lilerin böyle düşünmesinin doğal olduğunu anlatılan ve yaşanan olaylardan
anlıyoruz. Bu tür vahşi idamların yabancısı değiller. İnsanların diri diri
gömüldüğünden ve yakıldığından bahsediliyor. Mehmet Resul Altınok işkenceyle
katlediliyor. Lamia Baksi olayında olduğu gibi bayanlar aylarca korkunç baskı
altında tutuluyor, fiziksel işkenceler yapılarak öldürülüyor. Bu ve benzeri
vahşiliklere katılmaya ve tanık olmaya alışık oldukları için, Kesire Öcalan
hakkında da benzeri öneriler yapıyorlar.
A.Öcalan insanları öyle bir pislik
deryasına itiyor ki, onları oracıkta boğuyor. Bizzat verdiği kararları çoğu kez
başkasına aitmiş gibi gösteriyor. İşine gelmediği noktada rahatlıkla “bu olayın
sorumlusu ben değildim” diyebiliyor. Yeri ve zamanı geldiğinde bunu başkalarına
karşı kullanıyor. Başından atmak istediği şahısları, kararlarının yolaçtığı
çirkef sonuçların sorumlusu olarak gösterip yargılıyor. Yani her şeye tam bir
ajan-provokatör taktiğiyle yaklaşıyor. Bunun en açık örneği, MED-TV’de Mahmut
Baksi ile yaptığı konuşmada görülmüştü. Daha önceleri İsveç’te işlediği Enver
Ata cinayetinde Lamia Baksi’yi kullanan Öcalan, bu kez bir başkasını Lamia’ya
karşı kullanıyor. Mahmut Baksi’ye ise, Lamia’nın bir “ajan” tarafından
öldürüldüğünü ve bu kişinin de sonradan kendisinin verdiği bir emirle
cezalandırıldığını söylüyordu. Oysa Lamia Baksi’nin Öcalan’ın talimatıyla
öldürüldüğünü bilmeyen yoktur. Peki Öcalan bu masalı daha ne kadar anlatacaktı?
Konuşmasına bakılırsa, masal hâlâ tutuyordu. Mahmut Baksi inanmış gibi
görünmeye gayret ediyordu. Bunun bir kandırmaca olduğunu anlamaksa zor değildi.
Ama bizim üzerinde durmak istediğimiz olayın bu yanı değil. Önemle
vurgulak istediğimiz, Öcalan’ın karşı
devrimci çizgisini hayata geçirirken başvurduğu yöntemler ve değişik yaklaşımlardır.
Kesire olayına yaklaşımı da malum tutum ve davranışlarına verilecek en
açık örnektir. A.Öcalan’ın başkalarına karşı ne kadar katliamcı davrandığını
görenler, Kesire’nin daha da kötü bir tarzda cezalandırılacağına inanıyorlar.
Ama Öcalan’ın bütün bunları sadece Kesire’yi belli bir noktada tutabilmek için
korkutmak amacıyla yaptığı çok geçmeden açığa çıkıyor;
“Hayır,
idam öyle vahşice olmaz. Tam tersine yine bir cepheci gibi tutalım, hatta
Avrupa yolunu açalım dedik. Atina’ya gitti. Atina’da da bu uğursuz şeylere
devam etti.” (68)
“…’Derhal idam edelim’ diyorlardı. Yani partiye, yoldaşlara hakim olan
anlayışlar bunlardı. Ama benim anlayışımda bu yok. Sonuna kadar ıslah etme
niyetim olmakla birlikte, kaçarsa kaçsın. Yani kaçırtma gibi bir yaklaşım
sözkonusudur.” (69)
Kuşkusuz A.Öcalan bu yaklaşımı insancıl duygulara dayanarak göstermiyor.
Belli ki, tıpkı Pilot (Necati Kaya) olayında olduğu gibi, Kesire’ye dokunması
da yasaktı. Kendisini bundan alıkoyanlar vardı. Kimdi bunlar? Elbette Pilot,
Kesire ve A.Öcalan’ın arkasında duran güç odaklarıydı. Bu nedenle bırakalım
herhangi bir biçimde cezalandırmayı, Kesire’nin uzun süre tutuklu kalmasını
bile sağlayamıyor. Yani Öcalan tam bir ölüm-kalım savaşı veriyor. Çünkü
Kesire’yi güvenceye aldığı oranda kendi yaşamını da garantilemiş olacaktı. İşte
“kaçırtma gibi bir yaklaşım sözkonusudur” derken bunu anlatıyor.
Ama A.Öcalan her şeye bir kılıf uydurmasıyla da ün yapmıştır. Kılıfın
uyup uymaması fazla önemli değil. Önemli olan o anı kurtarmaktır. Kesire’ye
gösterdiği yaklaşıma da bir kılıf buluyor. Önce “neden?” diye soruyor ve hemen
ardından cevabını veriyor;
“Bu
kimdir? Nereden geldi? Hemen toprağa girse, belki birçok mesele anlaşılmaz
olurdu, değil mi? Mesela 1988 provokasyonunu anlayamazdık. Belki de daha
sonraki bütün provokasyonlar bu biçimiyle açığa çıkarılamazdı. (…) Şener, çok
açıkça bunun en gözü kara devam ettiricisidir.” (70)
Böylece ağzındaki baklayı çıkarıyor. Şimdi A.Öcalan’ın Kesire’yi nasıl
nitelendirdiğine dikkat edelim. Kesire için “ajandır” diyor. Komplocu,
provokatör ve her yıkıcı olayın başı olduğunu söylüyor. Ama bunlara rağmen onu
“islah” ederek cepheci tutmaya çalışıyor. Bunu başaramayınca da kaçırttıyor.
“Kesire Öcalan’ın devamı” olarak nitelendirdiği Mehmet Şener’i ise, bir
komployla katletmekte hiç bir sakınca bulmuyor. A.Öcalan, o daracık penceresinden
bakarak dünyanın Apoculardan oluştuğunu zannediyor. Böylece herkesi ikna
ettiğini düşünüyor. Aslında Kesire’ye olan yaklaşımı, geçmişte Pilot’a
gösterdiği yaklaşı- mın aynısıdır. Nasıl ki, geçmişi değerlendirirken “devleti
uyarmamak için Pilot’u vurdurmadım” diyorsa, burada da aynı şeyi farklı tarzda
söylüyor. “Hemen toprağa girse belki birçok mesele anlaşılmaz olurdu, değil
mi?” diyerek bunu birde etrafındakilere onaylatmak istiyor. Açık ki, gelmiş
geçmiş en büyük Kürt düşmanlarından biri olan Öcalan, devrimcileri katlederken,
kendisiyle birlikte olanları korumak zorunda kalmıştı.
İTİRAFLARIN NEDENİ
1984 provokasyonu A.Öcalan’ın adeta son dakikada ipten geri dönmesinin
nedeni olmuştu. Bir dönemi daha karanlık odakların yardımlarıyla geçiştirmişti.
Ama buna rağmen tersine tepen bazı yeni olaylar da vardı. Bu olaylar
sonucundadır ki A.Öcalan, 1987’lerden itibaren kimliğiyle ilgili bazı
açıklamalar yapmak zorunda kalmıştı. Örgüt içinde kendisine karşı zaman zaman
yükselen sert tepki ve ajanlığıyla ilgili tartışmaları şu veya bu şekilde
atlatmakta zorlanmamıştı. Ama dev let içindeki güçler dengesinin çok hızlı
değişkenliğe uğraması karşısında tam bir paniğe kapılmıştı. Özellikle 92’den
itibaren görevinin her an sona erdirileceği düşüncesinden hareketle kendisinde
bir ölüm fobisi gelişmeye başlamıştı.
Belirli aralıklarla ilgili tüm sırları açığa vurabileceğini ima etmesi,
bir anlamda karşı refleksler geliştirme isteminden kaynaklanıyordu. Çünkü,
gerek Öcalan’la ilişki içinde, gerekse de insiyatifi dışında yeni güçler sahneye
sürülmeye başlamıştı. Hatırlanırsa, ajanlığı ve göreviyle ilgili konuşmalar
yaptığı dönemler, etrafındakilere güveninin sıfıra indiği, kaldığı odanın
içinde sabahlara kadar nöbetler tuttuğu dönemlerdi. Hatta kendisindeki ölüm
fobisi öylesine ilerlemişti ki, zehirlenme kuşkusuyla yemeklerini bile kendisi
pişirir olmuştu. Zaman zamansa tedbirlerin yetersizliğinden yakınarak Cemil
Esad’ın gösterdiği garnizona sığınma gereğini duymuştu.
1987-1990 arası dönem, Öcalan’ın kimliğinin
ve karşı devrimci provokasyonların örgüt içinde yeniden en fazla tartışılmaya
başlandığı dönemdi. Öcalan birçok konuşmasında Hasan Bindal ve Dilaver Yıldırım
konusunda hem tabanını, hem de kamuoyunu yanıltıcı epeyce açıklamalarda
bulunmuştur. Ama okuyan herkeste bilir ki, açıklamaları tereddütlülük ve
çelişkilerle doludur. Bu iki olayı adeta muammaya büründürmenin özel çabası
görülüyor.
Neden?
Çünkü 1987 ve 1990’lar arası PKK’nin yeni çalkantılarla dolu olduğu
yıllardı. Bunun için derin devletin de
yardımlarıyla yeni bir temizleme hareketine girişiyordu. Terör yoluyla
insanları PKK’de kalmaya mecbur ederken, yapıyı, yeni gelenlerle takviye etmek
istiyordu. Güvenilmez olarak kabul edilenlerin bir kısmı, ya imha edilme riski
çok yüksek yerlere gönderilerek yokedilmiş ya da daha sınırdan içeri adım
attıklarında telsiz ve telefonlarla en yakın karakollara ihbar edilmek
süretiyle imha ettirilmişti. Ayrıca çeşitli bahanelerle kamplarda kurşuna
dizilenler de vardı.
1990’dan sonra Öcalan aldığı yeni bir kararla hiç bir birimi uzun süre
bir yerde bulundurmamayı, herkesin yerini ve görevini mümkün olan en kısa
zamanda değiştirmeyi bir kural haline getiriyordu. Bu amaçla bütün birimlerde
yer alanların yetki ve görevlerini, konuşlandıkları alanları içeren bir liste
hazırlatmıştı. Geliştireceği provokasyonların zamanlamasına ve niteliğine göre
ya bu ekiplere yer değiştirtiyor ya da ekip sorumlularının görev yerlerini ve
yetkilerini değiştiriyordu. Sürekli ve sistematik biçimde örgüt içinde
yarattığı bu tür kargaşalarla, bir yapı örgütlenmesinin önüne geçiyordu. Daha
sonra da birimlerde, genel olarak örgütte kurumlaşma yaratılamıyor bahaneleriyle
kadro ve sempatizanları suçluyor ve bu bahaneyle gelecekte kendisine yönelme
eğilimi taşıyanları imha ediyordu. Çünkü kurumlaşmış bir örgütsel yapıda veya
örgütsel kuralların işlerlik kazandığı bir yapıda, er veya geç sorgulanacağını
çok iyi biliyordu.
İşte bu koşullarda, uygulanan şiddet politikası ve derin devletin temsil
ettiği tüm çıkar guruplarının militan silah, para ve akla gelebilecek her türlü
yardımlarıyla 1992’lere geliniyordu.
1992, gerek Türkiye içinde, gerekse Ortadoğu’da Abdullah Öcalan için
provokasyon geliştirme olanaklarının muazzam arttığı bir bir dönemdi. Bu
noktadan itibaren Öcalan, sadece “ordu içinde özel bir ordu”ya hayranlık
duymakla kalmamış, hayranlığını Ortadoğu’nun karanlık güçlerine kadar
uzatmıştı. Öyle ki, Amerika ve CIA’yla direkt fingirdeşmenin işaretlerini
vermişti. Çünkü bu yıllarda pastadan
büyük pay alabilme “uluslararasılaşma”dan geçiyordu. Avrupa ülkelerinin
istihbarat örgütleriyle ilişkileri zaten
vardı. Önemli olan Amerika, yani CIA ile kuracağı direkt ilişkiydi. Genelde ve
bölgede siyasal gelişmeleri belirleyen Avrupa’dan çok Amerika’ydı. 1992’nin
ortalarında Amerika’nın Lübnan Konsolosluğunda çalışan görevlilerle Bekaa’da
yaptığını söylediği görüşmenin ürününü almakta gecikmemişti. Bu görüşmeden
itibaren Öcalan, hem içte tam egemen hale gelmiş, hem de K.Irak’ta
geliştirilecek provokasyonlar için yeni konsept hazırlanmıştı. CİA’nın desteği alındıktan
sonra oluşturulan bu konseptin, PKK Belçika temsilciliği, Yeşil (Mahmut
Yıldırım), Behçet Cantürk, bazı “Kürt diplomatları”nın ve Bucaklar’ın
katkılarıyla oluştuğu söyleniyordu. Bu ittifakın geçmişe oranla giderek daha
aktif bir biçimde Hizbullahcılar ve diğer radikal islamcı gruplarla genişletildiği
de dile getirilen bir başka olaydır. Ama Öcalan’ın böylesine geniş çaplı bir
cepheleşme içine girmesi, bir anlamda Çatlı örneğinde görüldüğü gibi biraz
çizmeyi aştığının da bir göstergesiydi. Daha sonraları islamcı kesim PKK’nin kucağından
alınıp İrana devredilmiştir. Çünkü bu kesim, her ne kadar Öcalan’ın kucağında filizlendirilmiş ve örgütlendirilmişse
de, İranla ilişki içine girdikten sonra palazlanmış ve Öcalan’la çelişkiye
düşmüştü. Gelirlerin paylaşımından doğan çelişki daha sonraları Pastar’ın araya
girmesiyle düzeltilmiştir. Almanya ise bu birliği elinden geldiğince desteklemiş,
kalıcı hale gelmesi için çaba göstermiştir.
1993’e gelindiğinde Türkiye’de hemen her eğilimin devlet politikasına
egemen olma istemini şiddetle dayatmaya başlamıştı. Özal’ın “bir koyup beş
alacağım” stratejisinin ordu tarafında kabul görmeyişinden sonra, yine Özal
tarafından belirlenen yeni bir stratejinin uygulanmasına geçilmişti. Bu
strateji; PKK bahanesiyle K.Irak’ta Kürt gruplarını hem birbirine düşürme, hem
de zayıflayan Irak yönetimi üzerinde etkili olmaya çalışma ve bu alanda
belirleyici güç haline gelme biçiminde özetlenebilir. Bir bakıma doğan
boşluktan bölgedeki Kürt hareketinin azami oranda yararlanmasının önüne
geçilmişti. Elbette bu direkt YEKİTİ’ye, ya da KDP’ye vurularak yapılamazdı. Bu
durum hem içte, hem de uluslararası kamuoyunda tepkilere yolaçabilirdi.
Hepsinden önemlisi de, ABD’nin göstereceği tepkiydi. ABD’nin kendisine danışılmadan
Irak’ta bir düzenlemeye gidilmesini kabul etmesi düşünülemezdi. Bu durumda
kullanılacak en iyi paravan güç PKK’ydi. Nitekim PKK en aktif biçimde devreye
sokularak KDP’ye saldırtıldı ve hatta Saddam rejimiyle yoğun ilişki içine
sokuldu. PKK’nin Körfez savaşıyla birlikte Türkiye-Irak sınır boylarında Saddam
adına sınır muhafızlığı yapması boşuna değildi.Sınır muhafızlığı karşılığında
da bir takım noktalarda gümrük vergisi altında talan yapmasına, parasal olarak
zenginleşmesine izin verilmişti. Yine Öcalan’la kurtcukların ve islamcı kesimin
en çok kaynaşmaya başlaması ve ticari alış verişlerin yoğunlaşması bu döneme
denk gelir. Hatta zaman zaman PKK’nin lojistik destek sıkıntıları bu kapılardan
giderilmiştir. Fabrika numaraları silinmiş silahların, el bombalarının,
mayınların PKK’lilerin elinde dolaşmaya başlaması tesadüflerle açıklanamaz.
1991-93 yılları, bahsettiğimiz güç odaklarının yardımıyla A.Öcalan’ın
hayatının baharını yaşadığı yıllar olarakta değerlendirilebilinir. Özellikle
Körfez savaşı ertesinde Irak’ın tecrit durumu gündemleştiğinde Özal, Türkiye’yi
Musul-Kerkük serüvenine hazırlamak istiyordu. Bu durum PKK’ye de yeni bazı
sorumluluklar yüklemişti. A.Öcalan kendisini neredeyse yapılacak pazarlıkların
bir tarafı olarak görmeye başlamıştı. Palazlanmasına ses çıkartılmamasını ve
oluşturulan konsepte olan katkılarını öne sürerek aklınca bunu başaracağına
inanmıştı. Konuyla ilgili demeçleri bunun örnekleriyle doluydu;
“O yıl ayrıca Körfez Krizi başladı. Bu da Güney’de olanakların açılması
anlamına geliyordu. Çelişkileri hareketlendirmek istedik. Hatta bu çelişkiden
Ekim devrimi kadar anlamlı sonuçlar çıkarabiliriz, dedik. Bu perspektif
doğrultusunda siyasi sonuçlarını hesapladık. En önemlisi bu hudut boylarında
gerillayı derinleştirdik.”(70)
“Serhıldan” denilen olayları Ekim Devrimi ile kıyaslama utanmazlığını
göstermekten çekinmeyen A.Öcalan’ın, hudut boylarında neler yaptığı açıktır.
Irak Kürtleri’nin önünü tıkamak için kollarını sıvamıştı. PKK ve Öcalan’a bu
yıllarda her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyan güç odaklarıysa, onların
büyümesine adeta gözyummuştu. Halk üzerinde öylesine ağır bir baskı
uygulanmıştı ki, bu yolla kitlelerin PKK’ye kayması sağlanmıştı. “PKK güçleri”
artık binlerle ifade ediliyordu. Karapara ve rant bölüşümünde Öcalan’a da gereken
hisse verilmekteydi. Kuzey Irak güç deneme bölgesi haline getirilmişti. Burada
oluşturulmak istenen yapıda herkes her ne pahasına olursa olsun etkili olma
yarışına girmişti. PKK de, güç odaklarının desteğinde üzerine düşen
yükümlülükleri en aktif biçimde uygulamaya koyulmuştu.
Peki PKK’nin KDP’ye saldırtılmasının nedeni neydi? Çünkü KDP bölgede
uzun geçmişi olan köklü bir harekettir. Halkın büyük çoğunluğunun desteğine
sahiptir. Elinde tuttuğu bölge stratejik
konumu olan oldukça önemli bir bölgedir. Ayrıca, gerek Avrupa, gerekse Amerika
YEKİTİ’ den çok KDP’yi muhatap alan bir politika izlemektedir. ABD Ortadoğu’da
istediği düzenlemelerde bulunurken, Rusya alternatifini tümüyle gözardı
edememektedir. Rusya’nın da muhatap aldığı daha çok KDP’ dir. Yani ABD, Avrupa
ve Rusya, Irak’ta öngörülen çözümlemelerde KDP’yi temel alan bir politikada
anlaşabilmekteler. YEKİTİ, bu güçler arasında geliştirilen geçici taktikler
doğrultusunda öne sürülen bir güç durumuna getirilmiştir. Bu noktada ABD’nin
K.Irak’ta geliştirmek istediği çözüm, Türkiye’nin devlet çıkarlarıyla
çelişmemek zorundaydı. ABD’nin bölgede özgürce hareket etmesini engellemenin
bir yolu da, KDP’nin mümkün olduğunca Türkiye’nin çıkarlarına ters düşecek bir
çözümlemeyi kabul etmemesinden geçmekteydi. KDP PKK’ nin piyon olarak öne
sürüldüğünü bildiği halde böyle politika geliştirmeyi zorunluluk olarak
görmüştü. Bu anlamda Türkiye KDP ile olan ilişkilerinde giderek ABD’den daha
üstün duruma gelmiştir. Bu durum ister istemez ABD’nin bölgede Türkiye’nin isteği
dışında bir çözüme gitmesini engellemektedir. KDP’de hareket ettiği alanın
jeo-politik özelliklerini ve daha birçok alternatifleri dikkate alarak Türkiye
ile çelişkiye düşmemeye özen göstermektedir. Elbette KDP böylesi bir politik
yönelim içerisine girerken, geçmiş dönemlerin tecrübe birikimlerini
kullanmaktadır. ADB’nin bir dönemi atlatmak için dayatmak istediği bir nevi ara
çözümlemelere yatmamaktadır.
İşte bu noktada PKK’nin arkasına aldığı büyük destekle KDP’yi arkadan
vurma planları üzerinde durmak gerekir. Birçokları PKK’nin hergün peşmerge
katletmesine seyirci kalıyor, hatta onaylıyordu. PKK’nın K.Irakta CIA’nın bir Kürt devleti
kurma çabalarına uygun bir biçimde hareket ettiğini iddia ederek buna alkış
tutanlar vardı. Bu çevreleri tek tek belirtmeye gerek yok. Diplomat giysili bu
katmerleşmişler herkesce bilinmekte.
Amerike ve Avrupa işbirlikçiliği ruhlarına işlemiştir. Oysa Abdullah
Öcalan, ABD emperyalizminin bölge üzerindeki global çıkarlarına hizmet
doğrultusunda hareket ederken, aynı zamanda K.Irak konusunda tamamen
Türkiyedeki derin devletin maceracı turancı kanadının çıkarları doğrultusunda
hareket etmiştir. Bu politikasıyla her iki kesimi de 1992’den bu yana dengeleme
durumu vardır. Aslında Saddam rejimiyle sıkı ilişkiler geliştirilmesinin
altında bu politika yatar. Abdullah öcalan Türkiye ile Saddam rejimi arsında
bir köprü oluşturmuştur. Kürt hareketinin bu bölgede ezilmesi, en azından sürekli
denetim altında bulundurulması için bulunmaz bir aracı olmuştur. Sürekli bir
baskı faktörü olarak kullanılmıştır. Yani, çok öncelerden geliştirilmiş proje,
teknik ve maddi kayıplara yol açılmadan Öcalan aracılığıyla uygulamaya
koyulmuştur. Abdullah Öcalan da bunu inkâr etmemektedir. Kürt halkına karşı
jenosit geliştirmiş Saddam rejimine övgüler yağdırması boşuna değildir;
“Biz
bir Arap ülkesinin dostluğunu başka bir
ülkeye değiştirmeyeceğiz. Biz Suriye'nin Kürt sorununa karşı iyi tutumunu
takdir ediyoruz ve inanıyoruz ki Irak da bu sorunun çözümünde yeni adımlar
atacaktır.” (71)
“Hiç şüphe yok ki Bağdat, Kürt sorunuyla en fazla ilgilenen bir Arap
başkentidir. Bazıları Kürt sorununun sadece Güney Kürdistan sorunu
olduğunu iddia ediyor ve sadece
Irak'ı ve kuzeyini ilgilendiriyormuş
gibi göstermek istiyorlar. Bizim düşüncemize göre Batı ve Türkiye sorunu bu
şekilde saptırmaya çalışıyor ve gerçeği görmek istemiyor. Bağdat ile ilişkilere
önem veriyoruz...” (72)
“Ama biz Arapların Kürtlerden dolayı duydukları kaygıları ve şüpheleri
yok etmeye çalışacağız.” (73)
İnsan bu demeci okuduğunda, K.Irak’ta yaşayanların Kürt halkı değil de,
Teriki aşiretinin bir bölümü olduğunu sanıyor. Yine bölgede kullanılan kimyasal
silahları da kimyasal silahlar değil, toprakların daha bereketli hale
getirilmesi için yapılan bir gübreleme veya bitkilerdeki hastalıkları giderici
bir ilaçlama olarak düşünesi geliyor. Tüm dünyanın bildiği jenosit
uygulamalarını Abdullah Öcalan elbette durup dururken örtüleme gayreti içine
girmiyor. Saddam rejiminin propagandasını yapmanın bir bedeli olduğunu çok iyi
biliyor. Ama görevinin bir gereği olarak
projesini uygulamak zorunda. Görevi; kendini var eden gücü hem dünya
kamuoyunun tepkilerinden koruyarak güç kaybetmesinin önüne geçmek, hem de Kürt
hareketini Saddam gericiliğiyle ittifak içinde bastırmaktır. Bu nedenle Bağdat
ile ilişkilere önem veriyor ve kaygılarını gidermenin her türlü çabasını
gösteriyor. Böyle “Kürt lideri”nin darası, her önüne gelenin karşısında eğilen
nice çömezlerin başına…
Artık Öcalan sadece bir ordu içinde “özel ordu” değil, birden çok ülkenin
orduları içinde “özel ordu” olmayı bir şeref payesi olarak görüyor. Bir çok
ülke diyoruz çünkü Öcalan, Suudi kırallığının saray bekçiliğine alınabilmek
için de o her zamanki taklalarını atmanın sabırsızlığı içindeydi. “Biz bir
Arap ülkesinin dostluğunu başka bir ülkeye değiştirmeyeceğiz” derken, Kürt
düşmanlığından da öte, uygar dünyanın karşısında çağdışı yönetimiyle ayakta
kalmanın çabası içinde bulunan Suudi Krallığı dahil tüm Arap gericiliğinin
piyonluğuna soyunmaktaydı. Kaldı ki Suudi
krallığı, Kürt sorunu diye bir sorun tanımıyor bile. Saddam rejiminin
Kürt halkı üzerinde geliştirdiği tüm vahşetlerin arkasında yer alanların
başında geliyor. Bu krallık, Filistin halkının kurtuluşu önündeki en büyük
engellerden de biridir. Ortadoğu’daki her radikal çözümün karşısında duruyor.
FKÖ’nün karşısına çıkardığı güçler çağdışı islamcı çevrelerdir. Filistin’de
bağımsız, layik, cumhuriyetçi bir çözümü kesinlikle istemiyor. İsrail işgaline
karşı aldığı tavır sadece görüntüden ibarettir. Siyasal yönelimleri İsrail’i
destekler yöndedir. İşte Öcalan’ın başka ülkelere değişmeyeceğini söylediği
dostluk böylesi bir ülkenin “dostluğu”dur. Sonuç olarak Öcalan’ın FKÖ’ye karşı
söylemleri ve bölgede geliştirdiği provokasyonları da dikkate alındığında, tüm
radikal başkaldırı hareketlerine karşı, Suudi ve diğer Arap gerici güçleriyle
tam ittifak içinde olduğu görülmektedir. Başta Arap gericiliği olmak üzere,
içindeki azınlıklara ve farklı kültürlere karşı acımasız davranan tüm ülkelere
gönderdiği övgüler gözlerden kaçmıyor.
Birçok Arap ülkesindeki gerici rejimler Kürt halkı nezdinde meşru,
demokratik rejimler olarak tanıtılmak isteniyor. Bu, bölgede emperyalizmin
çıkarlarının korunması çabalarından başka bir şey değildir. Öcalan ve güruhu
bir de bu anlamda emperyalizmin çıkarlarının savunuculuğunu yapıyor.
Soruna bir diğer açıdan bakacak olursak; başta Suriye olmak üzere, Arap
ülkelerinin Kürt sorununu demokratik biçimde çözümleme gibi bir niyetleri var
mı? Her defasında övgüler yağdırılan Suriye, Kürt sorunu diye bir sorunu kabul
ediyor mu? Her şeyden önce, Kürdün varlığını kabul ediyor mu? Bu sorulara verilecek
cevaplar kesinlikle hayırdır. Bırakalım varlığını tanımayı, Kürtleri insan
yerine bile koymuyor. Vatandaşlık hakları yoktur. Bir kilo şeker alabilmek için
Kürtlerin ellerinde kartlarla bakkalların önünde günboyu beklediği biliniyor.
Sorgusuz sualsiz karakol bodrumlarında infaz edilenlerin sayısı az değildir.
Aileler korkularından cenazelerine bile sahip çıkamıyorlar. Kürtler üzerindeki
baskıları yoğunlaştırdıkça Arap ülkelerinden eleştiri yerine daha fazla destek
almakta.
Öcalan, sonuçta baklayı ağzından kaçırıyor. Eline sıkıştırılmış projenin
saçayaklarını yerli yerine yerleştirmenin gayretlerini yürüten bir piyon
olduğunu artık yalanlayamaz duruma düşüyor. Bölgedeki siyasal gelişmeler ve
örgüt içi yapısında meydana gelen “sürprizler” karşısında kendini daha fazla
gizlemeyez duruma düştüğünü kabul ediyor:
“Yani Güneyde kurulan yönetim sırtımıza bir hançer gibi saplanmaya
çalışılıyor. Güneyde direnmeye ve savaşmaya karar verdik. Böyle bir yönetim
aynı şekilde Arap dünyasının kuzeyi, Batı İran ve bölgedeki halklar için de
tehdit teşkil etmektedir. Biz bu tehlikeyi durdurabildik.” (75)
PKK, K.Irak’a gidip yerleşmeye
başladığında bazı çevreler her dört parçada bulunan Kürtler’in birbirleriyle sıkı
bağlar geliştirmeye başladığına inanmışlardı. Öcalan ve PKK’nin katkısıyla
sorunların daha kısa yoldan çözülebileceği gibi iyimser bir havaya
kapılmışlardı. KDP’ nin ve YEKİTİ’nin verdiği sınırlı desteği de örnek
göstererek bu yönlü iddialarını güçlendirmeye çalışıyorlardı. Ama süreç,
beklentilerin tersine işlemişti. A.Öcalan eline verilmiş kartı istenilen yönde
oynamak zorundaydı. Oyunların iç yüzü yavaş yavaş açığa çıkıyordu. Bu tür çevreler,
PKK ve Abdullah Öcalan’nın karanlık amaçlarını, başlangıçta, ya yeterince
kavramamışlardı ya da döneme uygun olduğuna inandıkları bir politika gereği
bunu yapıyorlardı. Öyle ki, 2000’e Doğru dergisi dahi Öcalan’nın içte
geliştirdiği katliamları destekler hale gelmişti. Yüzlerce kişinin çeşitli
biçimlerde yok edilişlerinin nedenlerini sorgulamayı akıllarına bile
getirmiyorlardı. Bu tutumlarının nedenlerini bugün hâlâ açıklamış değillerse
de, en azından Öcalan’ın ajan-provokatör biri olduğunu sonuçta kabullenmek
zorunda kalmışlardır.
Öcalan “Arap dünyasının kuzeyi” derken kastettiği, Saddam rejimi- nin
ayakta kalmasını sağlamadır. Bu konuda Saddam rejiminden daha ileri giderek,
K.Irak’a otonomi dahi verilmesine karşı çıkıyor. 90’lı yılların başından
itibaren Saddam’dan aldığı her türlü destek karşılığında Kürt halkını arkadan
hançerlemeyi görevi sayıyor. Irak’ta Kürt halkının ulusal ve demokratik
haklarının kazanılması demek, gerici Arap rejimlerinde demokratik istemlerin
gelişmesine yeni boyutlar kazandırılması demektir. Ortadoğu’da geliştirilmiş
ulus-devlet örgütlenmesi modelinin kültürel çeşitliliği, bir diğer deyişle bölgenin
mozaiksel yapısını örtüleyen bir model olup olmadığı ayrı bir tartışma
konusudur. Ama Irak’ta ortaya çıkacak demokratik bir çözümleme, gerici Arap
rejimlerini sarsacaktır. Bölgenin etnik ve kültürel çeşitliliğinden gelen
sorunlarını demokratik bir biçimde çözüme kavuşturma da önemli bir ivme
olacaktır. Bu nedenle Abdullah Öcalan’ın bütün gayreti, Irak’ta devrimci güçler
açısından ortaya çıkan olumlu ortamı ortadan kaldırmaktır. Eline sıkıştırılmış
plan ve projeyi istenilen doğrultuda sonuçlandırmak istiyor. Amacı; Kürt
halkını iki ateş arasında bırakmaktır.
A.Öcalan “K.Irakta savaşmaya karar verdik” derken, Irak’ta Saddam,
İran’da molla, Suudi Arabistan’da kraliyet rejimlerinin çıkarlarını
koruyacağını ima ediyor. Dolayısıyla bu, Emperyalizmin çıkarlarına ters düşen
her oluşumun karşısında olacağının da beyanıydı. Hatta bu konuda o kadar ileri
gidiyordu ki, Irak rejiminin zayıflığından dolayı ortaya çıkan boşluğu
doldurmak için Türkiye’nin Musul ve Kerkük’ü zaman geçirmeden işgal etmesi
gerektiğini her defasında vurguluyordu. Türkiye’nin K.Irak politikasını oldukça
yumuşak buluyor, işi bir an evvel genel bir katliamı dahi göze alarak çözümlemesi
gerektiğini söylüyordu. Ayrıca böyle bir çağrıyla şöven, saldırgan,
maceraperest ve Osmanlı hayalleriyle yaşayan burjuva kanadının harekete
geçirmeyi ummuştu. Çağrılarına yeterli cevaplar bulamadığı anlarda ise, CIA’nın
devreye girmesini istemiş, önerileri doğrultusunda hareket etmemekle suçladığı
Türkiye’yi açıktan ABD’ye şikayet etmişti.
Yukarıda aktardığımız sözlerinden görevinin sadece K.Irak’la sınırlı
olmadığını anlıyoruz. Bölgedeki mevcut statükonun korunması yönünde de çabalar
harcadığını görüyoruz. K.Irak’ta
sağlanacak demokratik çözümün İran’ın durumunu sarsacağını ve buradaki çağdışı
iktidarın tehlikeye düşeceğini çok iyi biliyordu. İran’da ıslamcı rejim
tarafından Kürt halkı üzerinde uygulanmış katliam politikasını ustalaşmış bir
sinsilikle unutturmak istiyordu. İran’ı başına gelecek tehlikeler karşısında
uyarıyordu. K.Irak’ta Kürt halkının çıkarlarına uygun düşecek bir çözümün,
gerçekte Iran’ın batısında da demokratik bir çözümü zorlayacağı açıktır. Bu
nedenle Abdullah Öcalan, İran istihbarat örgütüyle ve Pastarlar’la yaptığı
anlaşmanın ilk maddesine uyarak İran Kürtleri’ne, İ-KDP’ye saldırıyordu.
Pastarlar’ın yan kolu biçimde çalışan ihbarcı birimler oluşturmuştu. Kürt halkı
tarihte ilk defa tek merkezden en geniş kapsamlı yönlendirilen ve üstelik
Kürtlerin içinden çıkarılmış bir ihanet şebekesiyle karşı karşıya bırakılmıştı.
İran Kürtleri’nin de örgütlenmesine darbe vuran çok yönlü
politikayı ve I-KDP’ye karşı silahlı mücadeleyi temel almak, aynı zamanda Iran
ve Irak’ta Kürtlerin aleyhine olan statükonun korunması çabalarına aktif destek
sağlamak demektir.
İşte Abdullah Öcalan’ın gerçek profili ve amaçları budur. Böylesi bir
karakter elbette sadece ülkemizde egemen güçlerin en şöven kesiminin uşağı
olmakla kalmayacaktı. Aynı zamanda, uluslararası emperyalist güçlerin bir
piyonu olarak siyasi arenadaki yerini almak isteyecekti. Bir dönemler
emeryalizme karşı mangalda kül bırakmaması ise basit
bir taktikten ibaretti. Hatta bu konuda hızını alamayıp Avrupa sosyal
demokratlarını da şiddet temelinde mücadele edilmesi gereken güçler safına
koyduğu bilinmektedir. Onur duyduklarının izinden gitmiştir. Öcalan’ın,İmralı’da
dünyayı yeniden keşfedercesine emperyalizme, özellikle de ABD emperyalizmine
karşı övgülerde bulunması geçmişiyle çelişmiyor.
A.ÖCALAN’DAKİ KÜRT DÜŞMANLIĞI
Peki, A.Öcalan’ın özellikle Kürt liderliğine oynatılması bir tesadüf
müydü? Elbette hayır. Bu bir tesadüf değildi. Öcalan karmaşık bir aileden
geliyor. Annesinin Türk oluşuna yaptığı vurgu boşuna değildir. Bilindiği gibi
MHP ve Ülkü Ocakları içinde Kürt militanlar daha çok vurucu güç olarak
kullanılıyor. Liderlik Türklerin elindedir. Bu politika sadece bu cephe için
geçerli değildir. Aynı kuralı siyasetin diğer yelpazelerinde de görüyoruz. Ne
sosyal demokrat, ne de muhafazakâr partilerde Kürtler hiçbir dönemde lider
olmamış, lider seçilmemiştir.
Ajan-provokatör seçiminde ise mümkün olduğunca karmaşık ve aynı zamanda
sorunlu aile yapısından gelenler tercih edilmiştir. Gerçekte kimlik sahibi
olmada zorlananların veya kimlik sahibi olamayanların her zaman halka karşı
zalimce kullanılmaya açık, bir pisikolojik ve ruhsal şekillenmeleri vardır. Bu
yapı biraz kariyer ve düzene hizmet eğitim anlayışıyla donatıldığında, ortaya
çok rahat bir canavar çıkartabilmekte. Osmanlı İmparatorluğu döneminde
devşirmenin temel alınması bu nedenledir. İmparatorluktan kalan bu gelenek
Türkiye devlet yönetim anlayışında halen aşılmamıştır. Yani, bürokraside veya
siyasal alanda asimilasyon ve kendini inkâr temelinde yükselme vardır. Devletin
baskıcı olmasının nedenlerinden biri de, tarihten devralınan ve bugünde ısrarla
devam ettirilen bu mirastır.
Öcalan’ı yerelle yetinmeyip uluslararası
gericiliğin ve emperyalist güçlerin piyonu yapan, Kürt halkına olan bakış
açısıdır. O gelmiş geçmiş en azılı Kürt düşmanlarından biridir. Bunun böyle
olduğunu kendisi de dile getiriyor. Fazla gerilere gitmeye gerek yok, en son
çıkarıldığı mahkemede sergilediği tutum bunun çok açık örnekleriyle doludur;
“Daha
sonra şunu çok açık gördüm ve söyledim: Kürt gerçeği üçte bir hasta, üçte bir
delirmiş, üçte bir tutsaktır. Bu özellikler olduğu gibi, örgüt ve eylem
yapısına yansımıştır.” (76)
Bir halka karşı hissedilen kin ve nefret ancak bu biçimde ifade edilir.
Hitler’in sağ kolu Mengene’den daha hasta biri olduğunu ortaya koyuyor. Bir
halk, yaşamını çok geri ekonomik ve sosyal koşullarda sürdürmek zorunda
kalabilir, dolayısıyla geri kültürel bir yapının içinde bulunabilir. Ama herkes
bilir ki, bu, o halkın suçu değildir. Her alanda geri kalmışlığın tek suçlusu,
egemen güçlerdir.
Böylesi bir anlayış, aynı zamanda bir halkın geleceğini de ipotek altına
almadır. Yani, Kürt halkının ekonomik, sosyal ve kültürel yaşam düzeyini
yükseltmek için ne kadar uğraş verilirse verilsin kesinlikle bir yerlere
gelemez anlayışıdır. Bugün hemen her alanda kalkınmışlık düzeyinin yüksek
olduğu Avrupa toplumları da şimdiki düzeye bir günde ulaşmamışlardır. Öcalan
mantığı sorunun çözümünü, Hitler’in Yahudiler için oluşturduğu toplama kamplarına
benzer bir çözümde görmektedir. Üstelik anasının Türk olduğunu belirterek,
kendisini bir yerlerden sıyırma gibi bir çabanın içine giriyor. Bin yıldır
yanyana yaşayan halklardan birinin ırkını diğerinden üstün görüyor. Yani
anasına dayanarak Türk ırkçılığına soyunuyor. Kendini Türkler’den sayarak Kürt
halkını en kötü biçimde mahkum etmeye kalkıyor. Ama halklarımızın birbirini
böyle görmediği ortadadır. Anadolu’nun mozaiğinde bu tür düşünce ve
ideolojilerin yeri yoktur. Bunlar, her zaman dar bir çevrede, marjinal düzeyde
kalmışlardır. Aslında Öcalan’ın söyledikleri yeni değildir. Geçmişte de, “şunu
çok iyi bilmeliyiz ki, Kürt halkı hastadır” diyor ve diline dolanan her
türlü küfürü rahatlıkla savuruyordu. Kitapları ve gazeteleri bunun örnekleriyle
doludur. Geçmişin bugünden farkıysa, eskiden bunu Kürtleri kurtarma maskesi
altında yapıyor olmasıydı. Abdullah Öcalan’ın açık tavrına rağmen, onunla
hareket etmeyi ilke haline getirenlerin sağlıklı olmadıkları ortada. Körükörüne
inanan birer köle ve uşak olmaktan başka bir vasıfları yoktur. Elbette herkes,
konumunu ve yerini belirlemede özgürdür. Ama hiç kimsenin hastalıklarını;
pikolojik ve ruhsal vb. problemlerini, halka maletmeye hakkı yoktur.
Zaten Öcalan’ın etrafında kümelenen bu zavallı beyinlere karşı tavrı da
oldukça ilginçtir. Küfürler savurup aşağılamayı günübirlik işlerinden sayıyor.
Tüm hırsını bunlar üzerinde deniyor, kin ve nefretini en çok bunlara kusuyor;
“İnsan bir kişilik savaşımı yapar da, sizin
gibi yapmaz. Çünkü yenilgisi, başarısızlığı çok açık ortaya çıkmış.” (77)
Sözlerine bakılırsa aslında Öcalan da zaman
zaman şaşırıyor. Çevresindekilerin kendisini anlamadığını farkediyor. Çok açık
oynamasına rağmen kimseden gık çıkmıyor. İnsanlar kısır bir döngünün içinde gidip
geliyorlar. Ne için savaştıklarını bile bilmiyorlar. Yani beyinleri bu kadar
dumura uğratılmış. Düşüncenin başkalarına, ölümün kendilerine ait olduğunu
kanıksamışlar. Öyle ki, kölelik adeta yaşam tarzları olmuş. Oysa özgürlük ve
kişilik savaşımı birbirleriyle yakından bağlantılıdır. İnsanlar özgürleştiği
oranda kişiliklerini geliştirip güçlendirirler. Toplumun böylelerine ihtiyacı
var. Çağımızın köle sahibi olarak piyasaya çıkan A.Öcalan, insanları bin yıl
geriye götürüyor. En büyük kölelik onun yanında ve kamplarında yaşanıyor.
Ama kullanılan silahın her zaman istenilen hedefi bulmadığı, bazen de ters
teperek sahibini vurduğu genel bir doğrudur. Abdullah Öcalan provokasyonların
yardımıyla etrafında bir köleler topluluğu yaratmıştı, ama silahı uzun vadede
ters tepmeye başlamıştı. Bir süre sonra kendisi de kölelerinden kopamaz
durumuna düşmüştü. Atsan atılmaz, satsan satılmaz misali ne yapacağını
bilememiş, iki arada bir derede kalmanın şaşkınlığını yaşamıştı;
“…Bazı
soysuz işbirlikçi ağalar var, onların halk içindeki varlığı neyse bizim
komutanların da (istisnalar kaideyi değiştirmez) veya yöneticilerimizin durumu
da bunu hatırlatmıyor mu?…hatta dolaylı işbirliği yapan, kaçan kimdir?
Toplumdaki haindir, ağadır;düşmanın ta kendisidir.” (78)
“Sizin içinse yaşam; iyi bir sigara çekmek, iyi bir ahbabçavuşluk, iyi
bir bireycilik, iyi bir çorba kaşıklama, iyi bir uyku uyma, iyi bir para, yaşam
iyi bir karı-koca demektir, yaşam çoluk-çocuk, yaşam mal mülk demektir.” (79)
Artık kendinden başka herkesi hainlikle, soysuzlukla, işbirlikçilikle
suçluyordu. Bu dönem, PKK’nin uluslararası karanlık güçlerle ilişkilerini hayli
geliştirdiği bir dönemdi. Öyle ya, köle beyin nereye giderse gitsin düşünemeyen
beyindi. PKK içinde artık çeşitli karanlık odaklara bağlı çıkar grupları ortaya
çıkmıştı. Pastanın tümü Öcalan’a gitmemekteydi. Almanya, Suriye, İran, Irak,
Yunanistan vb. daha birçok ülkenin çıkarlarına hizmet eden ücretli çıkar
grupları ortaya çıkmıştı. Ayrıca birçok ülkede mafya, çete gruplarıyla
birliktre hareket ederek önemli kazançlar sağlayan çevreler şekillenmişti. Tüm
bu grupların çıkarlarını ortak bir noktada toplamak ve yönlendirmek artık
güçleşmişti. Bir başka ifadeyle, Öcalan’ın kölelerinden bir çoğu sahibini
değiştirmişti. Her köle bir gruba yaslanmış, karşı tarafı düşünmeden pastadaki
payını arttırmanın çarelerini aramaya başlamıştı. A.Öcalan ilk başlarda cephe,
kadınlar örgütü, gençlik örgütü, islami birlik gibi bir çok yan örgütlenmelerle
dengeler sağlamak istemişse de başarılı olamamıştı. Bunların hain niyetli,
karanlık amaçlar için kurulmuş örgütler olduğunu çok sonraları kendisi de
itiraf etmişti. PKK, Artêşa, ERNK ve ARGK’yi
adı var sanı yok örgütler olarak değerlendiriyordu. Bunlar için “şirra virra”
tanımlamasını yapıyordu. Her ülkenin istihbarat örgütü, mafya ve çete gruplarının
farklı zamanlarda farklı hareket tarzı istemeleri işlerin giderek aşureye
dönüşmesine yol açmıştı.
1996’ya gelindiğinde, PKK içindeki bu güçlerin her birinin kendine özgü
taktik ve ticaret bağlantıları geliştirmesi tam bir dağınıklığı getirmişti. Abdullah
Öcalan bu gruplardan aşırı direnç gösterenleri bizzat telsiz ve telefonlarla
ihbar etmekten çekinmemişti. Ayrıca, kısa yoldan zenginleşmek isteyen bu köşe
dönücüler de birbirlerine üstünlük kurmak amacıyla karşılıklı ihbarlarda bulunmuşlardı.
Gizli kapaklı yürütülen bu ihbarcılık, 1997 ve 1998’lere gelindiğinde açığa
dönüştürülmüştü. Öcalan 24. 04. 98 tarihinde MED-TV’de yaptığı bir konuşmada “Ben
kendimden sorumluyum. PKK merkezinden tümüyle sorumlu olamam, olmam.” diyerek
dikkatleri bazı kişiler üzerine çekmek istemişti. Telefon, telsiz ve kuryelerle
yaptığı ihbarcılığı çoğu kez açıktan isim vererek televizyon ekranlarına da
taşırmıştı. Gelinen noktada işin içinden çıkılmaz bir hâl aldığının farkındaydı
ve kendisini kurtarmanın çarelerini aramaya başlamıştı. Başkalarının sağladığı
sermaye olanaklarıyla az da olsa çizmeden taşmanın er veya geç cezasız kalmayacağını
biliyordu.
Öte yandan ihbarların yeterli sonucu
vermediği zamanlarda birbirle- rini hainlikle suçlayıp yokettikleri de
biliniyor. Daha sonraları bunlardan bir kısmı “şehitlerimiz” biçiminde lanse
edilmiş ve propaganda aracı olarak kullanılmıştı. İçteki çelişkilerin boyutunu
gösteren en önemli olay, Frankfurt’taki banka kurma girişimidir. Bu girişim
aslında ikinci bir Susurluk olayıdır. Aynı zamanda Almaya’nın da Susurluğudur.
Bugün çoğu çevreler bu komplonun kapsamını ya bilmedikleri, ya da cesaret
edemedikleri için üzerine gitmemektedir. Bilinen Susurluk olayı neyse,
Öcalan’ın Frankfurt’ta banka kurma girişimi de odur. PKK’nin banka kurma
girişimleri ve bu girişimler döneminde mafya grupları dahil, bir çok ülkenin
istihbarat örgütleriyle yapılan görüşme ve pazarlıkları gün ışığına
çıkartıldığı oranda, PKK’nin durumu ve arkasındaki karanlık ilişkiler de tüm
yönleriyle açıklığa kavuşturulabilinir. Ayrıca bu girişim nasıl sonuçsuz
kılındı ve yurt dışında yaşayan işçiler nasıl bir tuzaktan kurtuldu? Bunlar da
başlıbaşına irdelenmesi gereken konulardır.
İlişkiler o kadar karmaşık bir ağ haline gelmişti ki, Öcalan bu ilişkileri
dengeleme olanağını tamemen kaybetmişti. Kontrol edememenin pisikolojik ve
ruhsal sorunlarını yaşıyordu. Derin devletin planlarının tersine İran’ın,
İran’ın tersine Yunanistan’ın, Yunanistan’ın tersine Saddam’ın vs. birçok
ülkenin kararlarını birbirine uç noktalarda
dayatması, Öcalan’ı şaşkına çevirmişti. Artık PKK’yi yönetemez duruma
düşmüştü. Kararlarının uygulanmadığını gören karanlık güçler ise tehdit etmeye
başlamışlardı. Karmaşıklaşan ortamı ateşkes bahaneleriyle yatıştırmaya
çalışmışsa da, başarılı sonuçlar alamamıştı.
Öcalan daha 1995’in başlarında etrafında bulunan herkesi, en güvendiği
elamanlarını dahi terke zorluyordu. Hatta PKK’yi terk edip tam anlamıyla
kontrol edebileceği yeni bir grupla ortaya çıkma gibi başarısız bir denemede
dahi bulunmuştu;
“Daha kapsamlı olarak başka güçlerle de
bu işi yapma imkanım var. Dikkat edin, partiyi de aşıyorum, başka güçlere
uzanıyorum.” (80)
Ama tehdit tutmamıştı. CIA’nın dolaylı yönetiminden kurtulup geliştirdiği
direk ilişkilerin ardından bu tehditi savurmuş, bu doğrultuda girişimler de
başlatmıştı. Ama CIA’nın geçmişte olduğu gibi PKK’yle olan ilişkilerini aslına
uygun bir tarzda yürütmeye devam ettiği anlaşılıyor. A.Öcalan’ın
anlatımlarından, oynatılan rolün de etkisiyle CIA’nın ilişkilerini diğer ülkelerin
istihbarat örgütleriyle dengeli kılmaya özen gösterdiği sonucu çıkıyor.
Ayrıca her istihbarat örgütünün PKK içinde kendine bağlı komiteler kurduğu
ve merkez komitede temsilciler bulundurduğu da açığa çıkan bir başka gerçektir.
Bu ilişkiler ağı için vereceğimiz ilginç bir örnek yeterlidir: Ali Haydar Kaytan, Duran Kalkan ve Ali Çetiner’in
Almanya’da bir dönem yakalandıkları bilinmektedir. Durumları arasında farklılık
olmadığı halde Ali Çetiner açığa çıkarılırken, diğer ikisi neden gizlenmişti?
A.Çetiner’in açıklanması hangi plan gereğiydi? Duran Kalkan ve A.Haydar
Kaytan’ın gizlenmesinin arkasında yatan niyet neydi? A. Çetiner’in öne
sürülmesi yoksa bunların faaliyetlerini örtbas etmek için miydi? A.Haydar
Kaytan ve Duran Kalkan’ın Viyana’da cirit atan derin devlet sorumlularıyla
buluştuğu söyleniyor. Bu buluşmayı sağlayanlardan ve katılanlardan birisi de,
daha önceki bölümde bahsettiğim gibi Öcalan’ın 90’lı yılların başından itibaren
Avrupa’da aniden yükselttiği ve birkaç
yerde ismini Mehmet (Öcalan’ın sağ kolu olarak bilinen bu kişinin Avni
Gökoğlu’nun öldürülmesinde de payı olan kişi olduğu söylenilmekte) olarak veren
kişiymiş. Bir süre sonra bu ilişkilere Almanya’nın egemen olduğu PKK’ liler
tarafından dile getiriliyor. Bütün bunların A.Öcalan’ın bilgisi dahilinde
olduğu açıktır. Çünkü A.Çetiner üzerinde fırtınalar koparırken, diğer ikisini
ve yandaşlarını itinayla himaye etmesi herşeyi anlamak için yeterlidir. Daha
sonraları bu ilişkiler tabana kadar yaygınlaştırılıyor. Girdiği bu çarktan
kurtulamayan birçok görevli kadro ve sempatizan, raporlarını barlarda ve
lokantalarda yazmaya başlıyordu. Kimileri de tanısın veya tanımasın başkalarına
yazdırır hale geliyordu. Bu kişilerden bir kısmı durumu kavramış olmalarına
karşın ayrılmayı göze alamazken, bir kısmı da ranttan elde ettiği gelirleri
kaybetmek istemediği için yoluna devam etmeyi tercih ediyordu. Bu raporlar,
Kürt kitlesi ve Avrupa örgütleriyle kurulan “başarılı” ilişkilerle
dolduruluyor, “lidere” ve PKK’ye bol bol övgülerle süsleniyordu. Ülkede bulunan
sözümona silahlı gruplardan birçoğu ise, diğer bir grubun veya Öcalan’ın
kendilerini ihbar edeceğinden korkarak ya teslim oluyordu ya da Avrupada
bulunan akraba ve yakınlarını arayıp yardım istiyordu. Direniyor gözüken birçok
grup da aslında korkudan ne yapacaklarını bilemeyen, yaşamanın yolunu silah
çekmekte bulan çaresizlerdi.
Aslında 1996’da Abdullah Öcalan için yolun sonu gözükmüştü. Kendisi de
bunun çok iyi farkındaydı. İntihar eylemeleri son hamleydi. Bu yolla hem
uluslararası karanlık güçlerin sonu gelmeyen isteklerini karşılıyormuş gibi
görünmüş, hem de PKK’nin payına düşen rantın tümünü elinde toplamak istemişti.
Artık Öcalan’ın tüm günü intihar saldırılarına yağdırdığı övgülerle geçiyordu.
Hatta bir intihar saldırısını göklere çıkarmak için yaptığı konuşmalardan
birinde, “her ölümün arkasından illa ki konuşmak zorunda mıyım?” diye
yakınmaya da başlamıştı.
Ama son çare olarak düşünülen intihar saldırıları da artık kâr etmiyordu.
Çünkü intihar saldırıları ya kişiler aileleriyle tehdit edilerek yaptırılıyordu
ya da günlerce süren işkencelerden bunalarak ölümü kurtuluş yolu olarak gören insanlara
zoraki yaptırılıyordu.Özellikle Van, Hakkari, Tunceli ve Elazığ yörelerinde
birçok insan tehdit altındaki ailelerini kurtarmak için zorunlu intihar
eylemlerine kalkışıyordu. Ama herşey bir yere kadardı. Ölü ticareti artık
eskisi gibi işe yaramıyordu. Çıkar savaşımı ölünün de, dirinin de önüne
geçmişti. Sinirleri tümüyle harap olan Öcalan, “şehitlerimiz” diye göklere
çıkardıklarının ardından atıp tutmaya, çevresindekileri de alabildiğine yermeye
başlamıştı;
“Zekiye
yoldaşın bir özgür kişilik olmaya çalıştığı, fakat bunu başa- ramadığı,
sıkıldığı, buna öfke duyduğı ve adeta böyle sürüp gittiği, tam da bu
süreçteyken böylesi bir eyleme kalkıştığı söylenebilir.” (81)
“…Leyla gibi de olamazsınız. O bir trajik kahraman. Sizler ise rezil,
bir komik olup çıkarsınız…Leyla yoldaş rezil olmamak için bunu yaptı.” (82)
Öcalan’ın çıkmazı büyüktü. Boşa koysa dolmuyor, doluya koysa almıyordu.
Kaygıları kendi canı içindi. Karanlık odaklarla, mafya ve çetelerle kurduğu
ilişkilerin altında kalmıştı. Elindeki artıklarla bu kadar güce karşı durması
zaten mümkün değildi. Her an güme gidebilirdi. Çıkar bir yol arıyordu. Bulamayınca da
çevresindekilere daha fazla yükleniyordu;
“Dehşete
kapılıyorum. Yaşamda ne ifade ettiğiniz çok açık ortadadır. Hiçbir güzellik,
hiçbir umut katma yok ve “yaşama hakkım var” diyorsunuz…yine sizlere bakıyorum,
emekler üzerine nasıl ucuz kuruluyorsunuz ve “yaşıyorum, yaşamak hakkımdır
diyorsunuz…Ama sizler en kritik sorunlar karşısında, bir kontra, bir hain gibi
duruyorsunuz. Sigara tutuşunuzdan, oturuşunuza kadar sanki hiçbir sorununuz
yokmuş gibi bir hava içindesiniz… Adı olan kendisi olmayan bir kişilikle karşı
karşıyayız. Biçimsel insanlarsınız, hele savaş koşullarında ya bir bela ya da
bir kontra gibisiniz… Bunlar da giderler diğer enayiler gibi bir savaş
zavallısı olurlar. İşte bu savaş garibanlarını ne yapalım?” (83)
Can telaşı adama neler yaptırmıyor? Öcalan’ın kapıldığını söylediği
dehşet yaklaştığı sonla ilgiliydi. Duyduğunu söylediği öfke ve kızgınlık bir
bakıma kendisineydi. Sonunu düşünmeden kontracılığa ve hainliğe soyunmuştu.
Çevresindekileri de kendisine benzetmişti. Onların durumu daha zavallıcaydı.
Girdiği yolun dönüşü yoktu. Artık istese de geri dönemezdi. Boğulmamak için
tutunacağı bir dal arıyordu. Çevresindeyse bu daldan eser yoktu. Etrafı onu
abartan, hatta putlaştıran insanlarla doluydu ama hepsi de bırakalım “kralı”
kurtarmayı, anlamaktan bile çok uzaktı. Herkes koyunun kaval dinlemesi gibi boş
gözlerle dinliyordu. Üstteki görevlilerin kafasını zenginleşme ve birlikte
çalıştıkları istihbarat örgütleri içinde “karier” hırsı sarmıştı. Alttakilerse
zaten dünyadan bihaberdiler. Ölülere kadar uzanan giden hakaretler bu nedenleydi.
Onları savaş zavallısı birer enayi olarak görüyordu. Yaşayanlara da aynı yolun
yolcuları olarak bakıyordu. Bunlara karşı kullandığı en “hafif” tanımlama;
karaktersiz, ahlaksız, rezil, utanmaz, hırsız, çirkin, köleler, kontra vb. biçimindeydi.
“Kürdün ruhu, düşüncesi bitmiştir” diyerek kendisi ve çevresindeki
ruhsuzluğu ve düşüncesizliği Kürtlere maletmeye kalkıyordu.
İşte, örgüt içinde yaşanan tükenmişlik kadar bölgede, uluslararası
planda ve ülkede değişen siyasi
koşullar, Öcalan’ı ve bağlı olduğu güçleri bir yol ayrımına getirmişti. Provokasyonların
devam ettirilip ettirilmeyeceği konusunda bir karara varılması gerekiyordu.
Nereden bakılırsa bakılsın halka yönelik şiddeti varolan biçimiyle sürdürmenin
olanakları yoktu. Ama yıllardır estirilen kaos ve şiddeti birdenbire kesmenin
getireceği şüphelerle de karşıkarşıya kalınmak istenmiyordu. Bu nedenle daha
çok 1995’lerden itibaren bunun altyapısı hazırlanmaya başlanmıştı. Alelacele
Öcalan’a karşı devreye sokulan ama bir türlü başarılı olunmayan, sözde
suikastlar zinciri başlatılmasının bir nedeni de buydu. Çağın her türlü teknik
olanaklarına, tecrübe ve insan potansiyeline sahip 600 yıllık bir devlet, bir
kişiyi yoketmek isteyecekti ama bir türlü başaramayacaktı! Elbette buna kargalar
bile gülerdi. Ama öylesine tozlu dumanlı bir hava estirilmişti ki, her şey
tanınmaz hale getirilmişti. Akdeniz’de Amerikan filosundan fırlatıldığı iddia
edilen bombalar bile her ne hikmetse Öcalanın konakladığı yere gelince isabet
edemez olmuştu. Mizansenlerde abartma yapmaktan çekinilmiyordu. Çünkü bombalar
akıllıydı ve sahibine zarar vermek istemiyordu. Yani, hedefe yüzde yüz vurabilmeleri
için Sudan, Afganistan, Libya veya Irak olması gerekiyordu! Öcalan’sa, oturduğu
eve isabet etmekte güçlük çeken bombaların MED-TV’de günlerce propagandasını
yapmıştı. Evinin kapısı önünde patlayan bombalardan kurtulması su içme kadar
basit olaylardan biri haline gelmişti. Aslında tüm bunlar ve benzeri
gelişmeler; Öcalan yakalandı, yakalanıyor, suikast düzenlendi, düzenlenecek,
Suriye’ye savaş açıldı, açılacak vb. türünden estirilen fırtınalar gelecek yeni
dönemdeki planların parçasıydı. Öcalan’ın kimliğini mümkün olduğunca saklama,
yeni bir göreve hazırlama ve 20 yıldır halk üzerinde estirilen terörden sorumlu
olanların, ileride tasfiye edilecek olsalar da, derin devletle ilişkisini
örtülemek içindi.
Özellikle 1989’dan buyana Öcalan’ın korumasını yüklenen ekibin yeni
takviyelerle güçlendirildiği biliniyor. Koruma ekibinin kimler tarafından
oluşturulduğu Avrupa ve Kenya seyahatlerinden sonra artık saklanamaz hale
gelmiştir. En çok üzerinde durulan 1985 ilkbaharı ve 1996 sonbaharında
düzenlenmek istenen sözümona suikastlar üzerine Öcalan olmadık bir biçimde
fırtınalar kopartmıştı. Oysa her koşulda her yönüyle emniyette olduğunu
biliyordu. İstihbarat örgütleri arasındaki çekişmelerden ötürü bir nebze kaygı
içinde olduğunu çoğu kereler gizlemiyordu ama dayandığı yerin belirleyici güç
olduğunu da çok iyi biliyordu. Yedekte tuttuğu ve Genç Kemalistler diye
adlandırdığı örgüt vasıtasıyla PKK içinde, bilinen farklı istihbarat güçleri
arasında yeniden bir denge kurduğundan da bahsediyordu. Örneğin Abdurahman
Kayıkçı, Alaatin Kanat siyasal polisin birer elemanıydılar. Daha sonraki
süreçte gelişmelerin seyrine göre safdışı bırakılan bu kişilerin yerini ise
Öcalan’ın korumasını yüklenen Hamza ve Nazım takma isimli iki kişi almıştı.
Belçika temsilciliği altında örgütlenmiş, Avrupa’da görev yapan birimin de ya
direk Öcalan ya da Öcalan ve Pilot’un ortak üzerinde karar verdiği kişi
tarafında yönlendirildiği kimse için bir sır değildi. Bu kişi, çoğu zaman PKK
içinde “Müdahale ekibi” olarak da adlandırılan ekibin başında yer alıyordu.
Bunların nasıl çalıştıklarına, ne tür etkinlikler gösterdiklerine kimse kafa
yormak istemiyor. Şaşırtma ve her şeyi tanınmaz hale getirme Öcalan ekibinin
genel bir taktiğidir.
Böylesi gelişmeler eğer dikkate alınırsa, suikastler hikâyesinin genelde
geliştirilen entrikaların birer parçası olduğu kendiliğinden açığa çıkar. Bütün
mesele, Öcalan’ın Ankara’ya gelmesinin zamanlamasıydı. Bu işlemin kiminle, ne
zaman ve nasıl yapılacağıydı. Güç odakları arasında yapılan kavgalar bunun
üzerineydi. ANAP’la Yalçın Küçük arasında yaşandığı söylenen telefon trafiği
yutturmacaları hep bu mizansenin birer parçalarıdır. Yalçın Küçük, Öcalan’ın
Türkiye’ye ne zaman ve nasıl geleceğinden belki de haberdardı. Bombalama
girişimlerinin birer senaryodan ibaret olduğunu da biliyordu.
1995 ve 1996 yıllarında büyük bir tantanayla ortaya atılan suikast
söylentilerinin 1980’lerdeki provokasyonlarla tıpatıp benzerlik taşıdığından
kimsenin şüphesi yoktur. Hele hele 1995’te yapıldığı iddia edilen suikast
tamemen bir uydurmacadır. Ne patlayan bir bomba, ne de bu tür bir girişim
vardır. Öcalan çok rahatça elini kolunu sallaya sallaya, güvenlik içinde
ortalıkta dolaşıyordu. Kaldığı evlerde herkesçe biliniyordu. 1996’da patlayan
bomba ise, tamemen Öcalan’ın bilgisi dahilindedir. Bombanın herkesçe bilinen ve
sürekli kaldığı evin önünde değil de, yakınındaki bir evin bile oldukça uzağında
patlatılması, yukarıda bahsettiğim senaryoların zorunlu kıldığı oyunlardan
başka bir şey değildir. Nitekim Suriye yönetimi, Öcalan’ın bu kadar açık oynamasını
içine sindiremediği için PKK’ ye karşı çok sert tedbirler almaya başlamıştı.
Ankara-Şam Büyük Elçiliği ile Yalçın Küçük ve Öcalan arasında işleyen trafik
pekte öyle gizli saklısı olan bir trafik değildi. Yalçın Küçük’ün birdenbire
devreye girmesinin ilginçliği ise başlıbaşına tartışılması gereken bir konudur.
Ayrıca Öcalan’ın MED-TV’ de ne zaman kiminle ve nasıl bir konuşma yapacağı da
çok öncelerden onlarca kişi tarafından biliniyordu. Bunları çömezleriyle
birlikte bir muamma haline dönüştürme çabaları Öcalan ve ekibinin bir
taktiğidir. Yani sonuçta Öcalan dayandığı güç odaklarının emriyle bugün oturduğu
yere getirilmiştir. Kaldı ki, İmralı’ya gönüllü geldiğini kendisi de ifade
etmektedir. Bu konuyla ilgili tartışmaları halen Öcalan’ı temize çıkartma yönünde
yürütenlerin iyi niyetinin sorgulanması daha sağlıklı olur.
ÖCALAN VE
IRKÇILIK
İçte egemen güçlere, dışta emperyalistlere sürtüklük yapmayı meslek
edinmiş A.Öcalan’ın, birçok çevrenin belkide farkına varmadığı bir yönünü daha
irdelemede yarar var.
Bu kişiliği bir başka perspektiften daha ele aldığımızda, ırkçı özelliklere
sahip olduğunu görüyoruz. A.Öcalan aldığı eğitim gereği bunu söylemlerinde çok
sinsice dile getirmiştir. PKK tabanının özelliklerini çok iyi bildiğinden, Neo
Darvinci ve Nietzsche’nin düşüncelerini rahatça işlemiştir. Çömezler de bu
düşünceleri felsefe adına övünç kaynağı yapmışlardır. Çömezlerin konumu öküzün
trene bakışı misalidir. Irkçı düşünceler dediğim için belki bir çokları
şaşıracaklar. Bilinen teranelerle cevaplandırmaya çalışacaklardır. Ama
unutulmaması gereken bir doğru da, millityetçilikle ırkçılık arasında farklılığın
olduğudur. Hele hele ezilen ulus milliyetçiliğiyle Öcalan’ın görüşleri
kesinlikle birbirine karıştırılmamalıdır. Eğer Öcalan bir Kürt milliyetçisi
olsaydı, durum elbette çok farklı olurdu. Dolayısıyla söylemleri ve dünya
görüşü de bu çerçeveyle sınırlı kalırdı.
Neo Darvinciler, genlerin dış koşullardan etkileşiminin olanaklı olmadığını
iddia ederler. Bunlara göre çevrenin değişim üzerinde etkisi olmadığından,
toplumsal yaşam düzleminde ayıklanmayı her koşulda birinci planda tutarlar. Genler
eğer baştan “sağlam” bir biçimde oluşmuşsa, bu genlere sahip olanların da
yaşamda başarılı olacaklarına kesin gözüyle bakarlar. Bu düşünceyi savunanlara
göre, sağlam genlere sahip olanlar yaşam kavgasında başarılı olurlar,
olamayanlar da ölümü haketmiştir. Onlar için siyasi, sosyal, kültürel vb.
alanlarda ortaya çıkan gelişmeler hiç önemli değildir. Bireylere aşırı oranda
yük yükleyerek birbirlerine karşı kıyasıya bir yarış içine girmelerini
isterler. Yarışmadan başarılı çıkanlar “temiz” ve “saf” kişilerdir. Dolayısıyla
yarışmayı kazananlar lüks yaşama da “hak” kazanmış olurlar. Aynı zamanda bu
noktada onlar için savaş yüzdeyüz gereklidir. Çünkü savaş, “gereksizleri” saf
dışı bırakmanın bir aracı olarak görülür ve kutsanır. Yani, değişimin yolunu
elenmede görürler. A.Öcalan her ne kadar “okuduğumu anlayan biri değilim”
diyorsa da, aslında hangi ideolojiyi savunduğunu çok iyi biliyor. İşte değişimi
toplumsal koşullardan soyutlayan çok ilginç bir Neo Darvinci görüşü;
“…Bu
insanları başka türlü demokratlaştırmak mümkün değil… Onun birçok insani
hakları var. Veya bir çok kendinin olması gereken şeyler var. O kadar aşırı
düzeyde onlardan yoksun bırakıyorum ki, isyan ediyor. “Ben neredeyim?” diyor.
Orada işte, o benlik demokrasi gereği ortaya çıkıyor. Tam sanat dediğim olay bu
işte. İnanılmaz bir ustalık kazanmışım bu konuda
Bağlıyorum, bağlıyorum, bağlıyorum; ”ya” diyor, “biz hiç miyiz?” bizim
bir şeyimiz olmayacak mı?” O noktadan sonra diyorum: “olsun” Ama önce bağlamak
gerekiyor. O önce onları güçlendirmek gerekiyor. Ondan sonra zaten,
bireysellikleri doğsun. Yani ben bu kadar ustayım. Siz beni tanımadan bu
soruları soruyorsunuz.” (84)
Bu düşüncelerin öyle sıradan, rastgele düşünceler olmadığını herkes
bilir. Belli ki Hippollite Taine, Frang Norris ve benzeri yazarları okumuş.
Salt irade, güç ve kuvvet gibi olguları ön plana çıkartarak insanları
değerlendirmeye kalkışıyor. Aşağı ırk, üstün ırk veya beyaz ırk, siyah ırk
teorilerini Kürt toplumuna, hatta tek tek kişilere uyguluyor. Geldiği soyu annesinin
kökenine dayandırdığından Kürtleri aşağı ırk veya aşağı toplum görüyor.
Belirlenen kıstaslara uyum sağlayanları üstün kişiler olarak görürken, başarılı
olmayanların ayıklanması gerektiğini savunuyor. Bunların diğerleriyle aynı
yaşam düzeyine çıkarılmalarını evrimin ve gelişmenin önünde bir engel görüyor.
İşte ırkçı düşünce budur.
A.Öcalan, kendini en akıllı ve en üstün insan olarak görürken, geride
kalanları iç güdülerini deneyebileceği kitlesel bir laboratuvar olarak görüyor.
Yani PKK tabanının kötü ve aşağı cins olduğunu düşünüyor. Tabanı, saldırgan ve
içgüdülerine hakim olamayan yaratıklar
gördüğü için zararlı buluyor. Bunların şiddete yöneltilerek yok edilmeleri
gerekliliğini vurguluyor. İnsanlar arasında başlattığını iddia ettiği “yarışanın”
koşullarını, uyguladığı korkunç baskı ve şiddet yoluyla her geçen gün
zorlaştırmaktan yanadır. Göğüslenecek ipin sürekli yukarı kaldırılmasını
savunarak gen üstünlüğü denemesinde bulunuyor. PKK tabanını bir laboratuvar
olarak kullanarak “üstün”, “elit” bir
kesim yaratmaya koyuluyor. Kulandığı bu metodun “ustalık” olduğunu “aşağı”
kesime de kabul ettiriyor. Bunun taban tarafından kabullenilmesini ilginç
bulanlar, tabanın “elenme” aşamasına kadar daha birçok deneye tabi tutulduğunu
gözönünde bulundurmalıdır.
Milliyetçi düşünceler kadar ırkçı
düşünceler de genellikle orta sınıflar tarafından, daha çokta orta sınıfların
lumpen kesimleri tarafından benimsenmektedir. Egemen güçler, çoğu zaman işçi
sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin düzene ve iktidara karşı duyduğu tepkiyi
farklı kanallara yöneltmek için, ya savaş çığırtkanlığı yaparlar ya da direkt
savaşa başvururlar. Hitler’in ikinci dünya savaşını başlatması bunun tipik bir
örneğidir. Öcalan’ın savaş çığırtkanlığı yapması da aynı şeydir. Irkçı düşüncelerden hareket ederek kendini
Dolikisefaller görüyor, tabanı,daha doğrusu Kürt toplumunu ise Brakisefaller
sınıfına koyuyor. Tabanının sınıfdışı lumpenlerden oluştuğunu gayet iyi
biliyor. Sonuçta “geri zekalılar”, “uşaklar” için önerdiği tek şey,
ayıklamadır. Kısaca sorunun hallini savaşta buluyor.
“Şunu çok iyi bilmeliyiz ki, Kürdistan halkı hastadır. Bu
hastalığın ilacı da, peşmerge ve devrimcilerin akıtılan berrak kanıdır” (85)
“Gerek uzak geçmiş ve gerekse yakın geçmiş bu anlamda güçlü bir izaha kavuşturulmadan,
önümüzdeki dönemde oluk oluk akacak kanların izahı yeterince yapılamaz” (86)
İşte Kürt halkına hasta diyen, onu hakir, aşağı gören bir düşünceyle
birlikte işlenen savaş kışkırtıcılığı. Akıtacağı kanın, işleyeceği cinayetlerin
sayısını bile daha başından belirlemiş. Kana doymayan bir vampir, ırkçı bir
Öcalan’la karşı karşıya olduğumuz bilinmelidir. Bilimsel düşünen, halkın
çıkarları için kavga verdiğini iddia eden birinin halkı aşağıladığı görülmüş
müdür? Hele hele oluk gibi kan akıtmayı kim savunabilir? Kan üzerine pazarlık
yapılabilinir mi? Akıtılacak kanların izahı elbette yapılamaz. Hiç kimse
demokrasi ve özgürlükler mücadelesini kan akıtmayla eşitleyemez. Bunu yapanlar
her zaman provokatörler ve ırkçılar olmuştur. Söylemlerine ve pratiğine
bakıldığında A.Öcalan da sadece bir provokatör değil, aynı zamanda bilinçli bir
ırkçıdır.
“Ama
yeteneksizleri düşman vurmuş, gözlerini saptırmış. Bütün çabalarıma rağmen hala
sınırlı kalıyorsa, suçlusu ben değilim”(87)
Savaşı “genetik üstünlüğü” bulunmayanların ayıklanması için bir araç
gördüğünü dile getiriyor. Oluk oluk kan akıtmanın hesaplarının niçin önceden
yapıldığı şimdi çok daha iyi anlaşılıyor. Genetik üstünlüğün korunması için “alttakilerin” ve “beceriksizlerin”
ortadan kalkmasının gerekliliğini savunan tez, başka türlü hayata
geçiririlemezdi. Bu anlayış, “aşağı” kesimin giyim kuşamından tutun,
oturuşlarına dek yaşam ve hareket tarzlarının katı bir disiplin içinde
tutulmasını şart koşar. Onların düşünmeyle, sosyal yaşamla, kültürle vb.
sorunlarla, yani kafalarının “çalışmayacağı” işlerle uğraşmaları kesinlikle
yasaklanır. Hitler’in Yahudi halkına veya Amerikan beyazlarının siyahlara olan
bakış tarzını Öcalan’da PKK tabanına uygulamıştır. Dördüncü kongrede partileşme
üzerine aldığı kararlar bunun en açık örneğini oluşturuyor;
“1-
Parti içi yaşama yansıyan sınıf dışı üsluplerin her türlü mahalli, mesleki
üsluplerin, köylü, küçük-burjuva üslup ve hitap tarzının aşılması bu konuda
parti üslup ve hitabın ortama ve kadrolara hakim kılınması.
3-Grup ilişkisi, özel ilişki, özel yazışma, adam seçme, ayrım yapma gibi
anlayışlar görüldüğü yerde üzerine gidilmelidir…
4-Boş sohbet durumu yapan parti dışı ve anlayış ve yaklaşımları ortadan
kaldırmak için eleştiri-özeleştiri silahını dömüştürmenin yenilenmenin
güçlenmenin silahı haline getirmek.” (88)
Öcalan’a ait bu düşünceler Francis Galton’un teorilerinin özelde PKK
tabanında, genelde de Kürt halkı üzerinde uygulanmasından başka bir şey
değildir. Taban, yönetilmesi gereken sürüler olarak kabul ediliyor. Halka karşı
sergilediği yaklaşım ise tek kelimeyle korkunçtur. Meşhur eserleri Kürt halkını
aşağılamakla, saldırganlıkla ve duyduğu nefretle doludur. Halkın insiyatif
alması veya yönetime gelmesi felaketle eşdeğerli görülüyor. Akıl, zeka ve
insiyatifin elit kesime özgü bir durum olduğu savunuluyor. Taban, yani halk
geri zekalı, dolayısıyla yönetilmeye daha doğuştan mahkum olmuş bir topluluk
olarak görülüyor. Akrabalık bağlarıyla birbirine bağlı elit bir azınlığın,
akıllı çevreyi temsil ettiğini düşünen A.Öcalan, buradan hareketle PKK’nin yönetimine
tümüyle kardeşlerini ve karısını egemen kılmış, “elit” bir yönetim oluşturmaya
çalışmıştır. Kendisini genel başkanlığa, karısı Kesire Öcalan’ı genel başkan
yardımcılığına, kardeşi Osman Öcalan’ı genel komutanlığa, bir diğer kardeşi Mehmet
Öcalan’ı ekonomi ve maliye sorumluluğuna atamıştır. Kendince “üstün genlerin”
temsil ettiği bir azınlıkla hükmetmeye çalışmıştır. “Anam da Türktür” demesinin
sırrı da buradadır.
İşte, bazılarınca ne yere, ne göğe sığmadığı iddia edilen veya sığdırılamayan
Abdullah Öcalan budur.
DOĞAN ÇOCUĞUNUZUN
ADINI ABDULLAH KOYMAYIN
Niçin bu başlığı attığımı birçokları merak
edebilir. Seyit Rıza’nın Rayber’le ilgili olarak söylediği sözün A.Öcalan’la ne
ilişkisi var diyenler çıkabilir. Öcalan’ın konumu ve yerine getirdiği
görevlerle Rayberin konumu arasındaki farklılığın çok büyük olduğunu düşünenler
de olabilir. Yani, Öcalan’ı Rayber’e benzetmek bir anlamda Öcalan’ın işlediği
suçları hafife almak gibi değerlendirilebilir. Çünkü Öcalan bir
ajan-provokatördür; uluslararası istihbarat örgütleriyle ilişkiler geliştirmiş
bir ajandır. Rayber ise basit bir ihbarcı veya muhbirdir. Öcalan Kürt halkını
yoketmeye yemin etmiş, emperyalizmin ülkemiz içindeki işbirlikçilerinin
güvenilir bir elamanı, Rayber ise küçük bir bölgede bir isyan hareketinin
bastırılmasında kullanılan geçici bir muhbirdir. Tabii aradaki bu farklılıkları
vurgularken, dönemler arası farklılıkları da dikkate almak gerekir.
Dolayısıyla, 1930’larda yürütülen politikayla 1980-1999’ lar arası globalleşen
dünyada yürütülen politika farklı olacaktı. Öcalan’ın ortaya çıkış biçimi ve
oynadığı rolün, Dersim isyanının patlak veriş nedeni ve özellikleriyle hiç bir
benzerliği yoktur. 1930’larda basit bir muhbirle işler “yoluna” koyulurken,
70-80’li ve 90’lı yıllarda paravana bir örgüte ihtiyaç duyulmuştur. Ama hemen
hemen her dönemde değişmeyen bir kural vardır; hainin küçüğü büyüğü olmaz.
Hain, rütbe anlamında hangi düzeyde görev yapmış olursa olsun, sonuçta bir haindir.
Rayber köylü bir muhbir, Öcalan ise
bilinçli bir ajandır, ama her ikisi de sonuçta birer haindirler. İşte bu
noktadan hareketle, Seyit Rıza’nın Rayber için söylediği söz, Öcalan için
fazlasıyla geçerlidir.
VI-
HAİNİN SONU VE RESMİ İTİRAFLARI
2-
MAHKEMELERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
3- ÖCALAN BİT PAZARINDA
MAHKEMENİN
DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Öcalan’ın çıkmazı ortaya çıkış biçimiyle başlamış, Ortadoğu’ya uzanmasıyla
derinleşmişti. Karanlık odaklara olan zaafı kaderini de belirlemişti. Öyle ki,
güç odaklarından çektiği kadar hiç kimseden “çekmemişti.” Her istihbarat örgütü
kendi ülkesinin çıkarlarını dayatmıştı. Çıkar savaşımı içinde boğulan Öcalan,
cücelikten bir türlü kurtulamamıştı. Herkesi şu veya bu biçimde memnun etmek
istemişse de kimselere yaranamamıştı. Örneğin; İran ve Saddam intihar
eylemlerinin daha çok askeri hedeflere yönlendirilmesini isterken, Yunanistan
sanayi tesislerin, turistik bölgelerin ve ormanların hedef alınmasını istemişti.
Avrupa’nın birkaç ülkesi de lojistik desteklerini, tamemen büyük kentlerde
intihar saldılarının yapılması şartına bağlıyordu. Militanların ve hazırlanmış
bombaların Almanya ve Hollanda üzerinden İstanbula sevkedilmesinin
birçoklarında yarattığı şaşkınlık hâlâ hafızalardadır. Suriye ise sürekli kargaşadan
yanaydı. Silahlı eylemlerin aralıksız, hedef gözetilmeksizin rastgele
yapılmasını dayatıyordu. Öcalan bu kadar karmaşık ilişkiler içinde kaybolmuş,
insiyatif ve taktik geliştiremez hale gelmişti.
Öcalan’ın giderek etkisizleşmesinde uluslararası ve Türkiye’de ortaya
çıkan yeni konjektörün de payı vardı. 90’lı yıllar 70’li ve 80’li yıllara göre
önemli farklılıklar içermekteydi. Globalleşen dünyada provokasyon geliştirme
koşulları epeyce daralmıştı. Dünya genelindeki bu deği- şiklik ister istemez
Türkiye’yi de etkilemişti. Genelde siyasal harita yeniden biçimleniyordu. Bu
gelişmenin sisteme yansıması A.Öcalan’ı da sınırlandırmıştı. Dikilen yeni
köşetaşları PKK vb. provokativ yapılanmaları dıştalıyordu.
Nereden bakılırsa bakılsın, Abdullah Öcalan için yolun sonu gözükmüştü.
Ömrünü uzatma alternatiflerinin tükendiğinin bilincindeydi. Yapacağı fazla bir
şey yoktu. Soğuk savaş dönemine özgü konsept üretenler ve bunların pratik
uygulayacıları için torbaların ağzı çoktan büzülmüştü. Aynı süreç, Öcalan için
de işlemeye başlamıştı. Hiram Abbas, Abdullah Çatlı ve daha birçok örnekte
görüldüğü gibi çanlar bu kez, Öcalan için çalmaktaydı.
Uzun bir “kovalamaca”nın ardından A.Öcalan nihayet İmralı’ya getirilmişti.
Şimdi sıra mahkemesindeydi. Uçakta söylediği sözlerle birçoklarını hayal
kırıklığına uğratan Öcalan, acaba mahkemede neler söyleyecekti? “İlaçların” ve
“ilk şokun” etkisinden artık kurtulmuş olmalıydı. Birçok çevre ve özellikle de
hayranları nefeslerini tutmuş Öcalan’ dan kahramanlık bekliyorlardı. Öyle ya,
geçmişte cezaevlerinde dillere destan direniş örnekleri vardı. Öcalan, içerde
olupta ölmeyenler hakkında çok kolayca “hain” damgasını vuruyordu. Bunu
özellikle de kendisine karşı direnenler için yapıyordu. Dışarı sağ çıkma
fırsatını yakalamış olanlar, eğer Öcalan’la hareket etmek istemiyorlarsa,
yakalayıp kurşuna dizdiriyordu. 15-20 yıl içerde onurunu koruyarak kalmış olmalarının
hiçbir değeri yoktu. Tek suçları, kendisini uzaklarda bir yerde peygamber veya
tanrı ilan etmiş haini kabul etmemeleriydi. Katledilmeleri için bu neden
yetiyordu. A.Öcalan’ın dünyasında, ya tanrılığını kabul etmeyen “hainler” ya da
tanrılığını kabul etmiş “kahramanlar” vardı. Her iki gruba dahil olan
insanların yerlerini ortama göre kolaylıkla değiştirebiliyordu. Herkes hakkında
kolayca atıp tutuyor, çok çabuk yargılıyordu. Hakaretlerinin ardı arkası yoktu.
Bu nedenle Öcalan’dan direniş bekleyenler fazla haksız da sayılmazlardı. Çünkü
söylemlerine bakıldığında Öcalan’ın bu direnci fazlasıyla göstermesi
gerekiyordu. Tecrübeli stratejistlerce hazırlanmış senaryolar, çömezleri epeyce
umutlandırmıştı.
İmralı’ya postu sermesiyle birlikte ülke çapında egemen kılınmak istenen
atmosfer de, Öcalan’ın nasıl bir hain olduğunun göstergesiydi. Oynanan
senaryonun kitleler tarafından anlaşılmaması için yoğun çabalar harcanmıştı.
Bunu mahkeme süresince Öcalan’a gösterilen yaklaşımlardan da anlamak mümkündü.
Her nedense birdenbire Türkiye’ nin “demokratik bir ülke” olduğu, A.Öcalan gibi
bir “terörist”in yakalanmasından sonra akıllara gelmişti. Aydınlar, yazarlar,
gazeteciler, sivil toplum örgütlerinde çalışanlar, düşüncelerinden ötürü olur
olmaz içeriye tıkılırken, “demokratik” bir ülkede yaşadığımız kimselerin
aklından geçmemişti. Faili meçhul cinayetler, toplu katliamlar, işkence ve baskılar
insanlarımızı canından bezdirecek bir hâl aldığında da yine kimse “Türkiye’nin
demokratik bir ülke” olduğunu düşünmemişti. İnsanlarımız mahkeme kapılarında
hak ve hukuk ararken demokratik olmak ve öyle davranmak kimselerin umrunda
olmamıştı. Bu ilgisizlikten dolayıdır ki, ülkesinde adaleti bulamayan
insanlarımız, Avrupa insan hakları mah- kemesine gidiyordu. Türkiye’nin burada
defalarca mahkum olduğu, çok ağır tazminatlar ödemekle karşı karşıya
bırakıldığı bilinmektedir. Ama bütün bunlara rağmen, Avrupa’ya “demokratik” bir
ülkede yaşadığımızı gösterme gibi bir çaba içine bugüne kadar kimsecikler girmemişti.
Şimdiyse tam tersi bir durumla karşılaşıyoruz. A.Öcalan’ın yakalanmasıyla
birlikte her şeye inat, “demokratik bir ülke” görünümü verilmek isteniyor.
Bunun için başlatılan bir yarış almış başını gidiyor. Oyun içinde oyunlar
oynanarak tüm dünyaya demokrasi ispatlanmak isteniyor. Kuşkusuz demokratik bir
ülkede yaşamak herkesin arzusu ve hakkıdır. Bundan ancak sevinç duyulur.
Türkiye’de yıllardan beri bunun kavgası verilmişti ve veriliyor. Askeri
darbeler bunun için göğüslenmişti. Bunun için büyük acılar çekilmiş, insanlarımız
ölmüş, öldürülmüştü. Cezaevlerinde ömürler bu yüzden tüketilmişti.
Öyleyse akıllara şu soru geliyor; “demokratik ülke” söyleminde gerçekten
samimiyet var mıdır? Eğer sanık sandelyesinde oturan A. Öcalan değil de gerçek
bir Kürt liderleri olsaydı, bahsedilen demokratik yaklaşımı yine görebilecek
miydi? Şimdilik kaydıyla veya bugünkü koşullarda bu sorulara olumlu yanıt
vermek oldukça zordur. Türkiye’de işkencenin olduğunu sağır sultan bile
duyduğuna göre, demokrasi söyleminin ne kadar yapmacık olduğunu ve sahtelik
içerdiğini kimse yadsıyamaz. Yargısız infazlar hâlâ devam ediyor. Hâlâ düşüncelerinden ötürü insanlar içeri tıkılıyor.
İşkenceye uğrayanlar değil, ama işkenceciler korunmak isteniyor. Savunmasız
halk karakollara düştüğünde, anasından emdiği süt burnundan getiriliyor.
“Karakola düştüm ama işkenceye uğramadım” diyen kaç kişi çıkar? Fazla uzağa
gitmemize gerek yok, tek başına 1980 darbesi döneminin Diyarbakır’ını düşünmek
bile tüylerimizin ürpermesine yetiyor. 1980 sonrası ve 90’ların başından buyana
sergilenen vahşilikleri gözönüne getirmek bile yeterlidir. Hem sadece
tutuklulara değil, tutukluların ailelerine; kardeşlerine, bacılarına kadar
uzanan akılalmadık bir işkence ve baskı zincirinin olduğunu yaşayanlar yazıyor
ve anlatıyor. Bütün bunlara rağmen ne işkenceciler, ne de sorumluları hakkında
en küçük bir işlem yapılmamıştır. Bunlar hala görevlerini “gurur” içinde rahatlıkla
sürdürüyor.
Peki bugüne kadarki olaylar karşısında parmaklarını dahi kıpırdatmayanlar,
şimdilerde neden demokrasi havarisi kesilmeye başladılar? Gerek Uluslararası Af
Örgütü, gerekse Avrupa konuyla ilgili olarak sesini ilk kez yükseltmiyor. Bunlar
eskiden de işkenceden ötürü Türkiye’ yi sıkça kınıyor, insan hakları ve
demokrasinin geliştirilmesini istiyordu. Ama taleplere herzamanki gibi kulaklar
tıkanıyor, inkâr yoluna gidiliyordu. O halde A.Öcalan’la birlikte değişen
neydi? Gösterilen bu çifte yaklaşımın ardında
hangi gerçekler yatıyor?
Burada yine karşımıza çıkan Öcalan’ın gerçek kimliğidir. Başlangıçta bu
zat aracılığıyla yapılmak istenenler, tutukluluk sonrasında da değişik
biçimlerde sürdürülmektedir. Önü tıkanmak istenen demokratik mücadeledir.
A.Öcalan ve PKK, sivil toplum örgütleri üzerindeki baskıların önemli bir aracı
olarak kullanılmıştır, kullanılıyor. Halkımızın insanca yaşama hakkı ve arzusu
yeniden bilinmeyen bir sürece itiliyor.
Ama herşeye rağmen o yine de kandırılmış insanların gözünde bir
kahramandı. Belki militanları gibi “dağlara taşınma fırsatı” bulamamıştı ama, İmralı’ya post serme
yoluyla da olsa nihayet “geniş halk yığınlarının içine girme imkânı”nı
yakalamıştı. Önceleri bu olanaksızlıktan defalarca yakınıp durduğunu kimsecikler
unutmamıştı. Sıra göstereceği kahramanlığa gelmişti. İnsanlar bunu görevin de
ötesinde bir mecburiyet, bir mutlaklık olarak görmüş, öyle algılamışlardı.
Öcalan’dan beklenen buydu.
Daha mahkemenin başladığı ilk gün çömezleri küçük dillerini yutar hale
geldiler. Söze herhangi biçimde işkence ve baskı görmediğini belirtmekle
başlayan Öcalan, müdahil durumunda olan ailelerden özür diliyor, “Demokratik
Cumhuriyetin” hizmetinde olacağına dair yeminler ediyor, 50 yaşına geldiği
halde bir eş ve bir çocuk sahibi olamadığından yakınıyordu. Acaba bu sözleriyle
neyi anlatmak istiyordu? O güne kadar bırakalım çocuk sahibi olmayı, normal bir
aşk ilişkisine dahi karşı çıkmış, bunun için sayfalar dolusu nakaratlar dökmüş,
binbir türlü hakaretler savurmuştu. Üstüne üstlük kendisini eşsiz bir örnek
olarak sıkça önplana çıkarmıştı. “Erkekliği öldürmekle”, “kadınının
karnını deşmekle” övünen Öcalan’ın, olmayan bir eş ve yine olmayan bir çocuk
için kendisini acındırmaya kalkması da neyin nesiydi? Acaba bu sözlerle
efendileri için ne kadar büyük fedakarlıklara katlandığını mı anlatmak
istiyordu? Doğruydu: Eğer adına hizmette fedakarlık denilirse, Öcalan bunu
fazlasıyla yapmıştı. Kürt sorununu bitirmek için yola çıkarken, kendisine
sunulan kadını bile çeşitli nedenlerle kaybetmişti. İşte Öcalan’ın anlatmak
istediği buydu. Efendilerine sunduğu hizmetlerin önemini ve kapsamını
hatırlatarak bir yerlere göndermeler yapıyordu. Yani “darda olduğunuz dönemde
imdadınıza ben yetiştim, şimdi de darda olan başımı, sizler kurtarın” diyordu.
“Bir hiç” ve ”beş para etmezin teki” olduğunu, kullanıldığını anlatıp
duruyordu. Hizmetlerinin karşılığında sadece kullanılan ve papucu dama atılan
bir kişi muamelesi gösterilmesine içerlediğini her defasında belirtiyordu. Yalvarıyor,
yakarıyor, bulunduğu alanda debelenip duruyordu.
Tüm olup bitenleri unutturmak istercesine yeni bir koroyla ama aynı
orkestrayla sahneye çıkılmıştı. Orkestranın davulcusu Öcalan ise herkesten daha
heyecanlıydı;
“Son noktayı koyalım. Son noktayı koyacak imkanlar var elimizde. Bunları
ben kullanmak istiyorum. Bunda anlaşılmayacak ne var? Bir hiç olabilirim, beş
para etmezin teki olabilirim. Ama şu adamlar senin için öldük diyorlar. Hayır
benim için ölmediler”
“Yakalandığım günden, barış için yaşayacağım sözünü verdiğim günden
bugüne kadar kaba bir baskı, söz, hakaret ve işkence görmediğimi belirtmek
istiyorum…Cumhuriyet ekseninde barış ve kardeşlik için devletin hizmetinde çalışma isteğimi ve
kararlılığımı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu konuda gösterdiği yaklaşımı,
saygın yaklaşımın bir gereği olarak ben de bu düzeydeki bir kararlılığımı ben
de saygı ve şükranla belirtmek istiyorum.” (90)
“Alışmış kudurmuştan beterdir” diye boşuna söylememişler. Neredeyse
yerlere kapanarak af diliyordu. Tarihin ve halkın kendisini af edip etmemesi
umrunda değil. “Son noktayı birlikte koyalım” diyor. Oysa o sadece bir
figurandır. Figuranlarınsa son noktayı koyduğu görülmüş değildir. Can havliyle
her şeyi içiçe karıştırdığı belli. Rolünü iyi ezberlemişe benzemiyordu. Öcalan’ın
bahsettiği son nokta, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte, 75 yıl önce koyulmuştu.
Sorun son noktayı koyup koymama değildi. Sorun bambaşka bir zeminde ele
alınmıştı. Öcalan, halen kendisini Bekaa’da zannediyordu. Bir dönem övmekle
bitiremediği, “şehitler” diye göklere çıkardıklarına mahkeme salonunda bile
hakaret yağdırmaya devam ediyordu. Ölenlerin enayice öldüğünü, çapulcu
olduklarını, herhangi bir sorumluluğunun bulunmadığını tekrarlayıp duruyordu.
Devletin cici bir cocuğu olduğunu, herzamanki hizmetlerini sürdürmekte kararlı
olduğunu belirtiyordu.
Nitekim tıpış tıpış gidip İmralı’ya postunu attığı andan itibaren, yıllarca
örtündüğü maskeleri çıkartmaktan başka çaresi de kalmamıştı.
“Kimse
sorunların şiddetle çözüleceğine inanmıyor. Bunun, açık ve tarihten en büyük
dersi çıkarmış görünen ve büyük zor gücüne rağmen, bu gücün etkisini ancak,
yaratıcı çağdaş bir demokrasiye yönlendirmede kullanan ve açıkça doksan
ortalarından beri MGK konseptleri ile yürütülen, içinden geçmekte olduğumuz
tarihi aşamayla da, kanıtlanmaktadır. Ordu darbe yapmıyor.Ordu en demokratik
görünen, partilerden bile daha duyarlı, demokrasinin ölçütlerini hatırlatıyor.
Günümüzde ordu ve demokrasi ilişkisi irdelenirken, herkes şahsı için alabildiğine
demokrasi isterken, ordunun gerçekten demokratik normların takipciliğini
üstlenmesi, süphesiz ülkenin güvenliğiyle bağlantılıdır, ama, sorumlu olduğu bu
güvenliğin bile, ne kadar yakından demokrasi ile bağlantılı olduğunun
görülmesinin de yüksek ve saygı duyulması gereken bir anlayış gereğidir. Bu
açıdan da, aşamanın tarihi, demok- ratik
nitelikte olduğunu anlıyoruz. Bu, zorunlu olarak anlaşılmasaydı, darbe yapmanın
önünde duracak bir güç olmadığını da biliyoruz. Ordu bugün demokratik aşamanın
karşısında bir tehdit değil, tersine sağlıklı aşama yapmasının ve işlemesinin
teminat gücü konumundadır.” (91)
Yukarıdaki satırlar Milli güvenlik Kurulu’nun basın bildirisinden alınmamıştır.
Abdullah Öcalan’ın Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi’nin 96. ve 97.
sayfalarından alınmıştır. Şimdi tüm PKK’liler ve kokuyu uzaktan alan leş
kargaları bu satırların içeriği karşısında hizaya gelip selam durmalıdır. Bu
“yüksek buluş” ve “tahlillere” duydukları minnettarlığı mazeret göstermeksizin
dile getirmelidirler. Hiç zaman geçirmeden
sinek avladıkları o dağlarda, birkaç kuruş uğruna pintice beklediklerini
anlatmalıdırlar. Öcalan’ın kendilerine sunduğu tek yol, teslim olup, pişmanlık
belirtmeleridir. Zaten geldikleri noktada başka çareleri de yoktur. Er veya geç
yuvalarına döneceklerdir. Artık şeflerinin de belirttiği gibi, uzaktan kontrol dönemi
sona ermiş, bizzat yerinden kontrol dönemi başlamıştır. Son günlerde “çıkış
koşullarımızın faaliyet biçimlerine geri dönmemiz gerekir” gibi ne idüğü
belirsiz söylemler sadece ve sadece biraz daha ”şirra-virra” etmeden öte bir
şey değildir.
A.Öcalan, İmralı’dan yazdıklarının hiçbirini ilaçların etkisiyle kaleme
almamıştır. Söylediklerinin ve yazdıklarının sonuna kadar arkasında durduğunu
her fırsatta tekrarlıyor. PKK’liler, K.Irak dağlarından ovaya inerek
pintiliklerini bırakırken kafalarını biraz olsun çalıştırmalıdırlar. Tüm bu
olanlardan sonra, eğer kafalarında hâlâ biraz akıl kalmışsa, sivil toplum,
demokrasi ve özgürlükler üzerine düşünmeleri yararlarına olacaktır. Hiç
değilse, Türkiyede 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinin demokratik olup
olmadığını anlamaya çalışmalıdırlar. Mahir Çayanların, Deniz Gezmişlerin,
yığınlarca bilim adamının, yazarın, gazetecinin, gençlerin, masum halkın ve
zindanlardaki devrimcilerin hayatlarını bu darbeler sırasında kaybetmiş
olduklarını unutmamalıdırlar. Şefleri gibi yerlere kadar kapanarak selam
durmaları gerekmez. Türkiye’de 1971 ve 1980 darbelerinin anti demokratik
olduğunu herkes biliyor, söylüyor ve yazıyor. Hatta darbeleri yapanların yargılanması
için yoğun tartışmalar yürütülüyor, çabalar veriliyor. Bu koşullarda darbeleri
demokratik olarak nitelemek büyük bir ayıptır. Dünyanın hiçbir köşesinde,
bırakın sosyalistleri, demokratlar ve liberaller bile ordudan demokrasi
beklentisi içinde değildir. Eğer ülkelerin orduları demokrasi getirebilseydi,
bugün dünyamızda demokrasi kavgasın- dan bahsetmek oldukça lüks olurdu. Çünkü
her şey, birkaç gün içinde bir kılıç darbesiyle halledilirdi. Dünyanın hiçbir
yerinde ordular herhangi bir şekilde demokrasinin getirilmesinde belirleyici
rol oynamamıştır. Buna Türk Silahlı Kuvvetleri de dahildir. A.Öcalan, gerçek
niteliğini ispat için başka ne yapacaktı? Yapabileceği her şeyi yapmıştı.
Darbelere açıktan dizdiği övgülerse geçmişteki maskeli haliyle hiç mi hiç
çelişmiyor.
Her yönüyle açığa çıkmanın verdiği rahatlıkla öylesine sınır tanımaz
hale geliyor ki, övgülerinin ölçüsünü alabildiğince abarttığının farkına bile
varmıyor. Ülkemizde Cumhuriyetin kurulmasında ve laikliğin temel alınmasında
orduyu belirleyici güç olarak görüyor. Evet, Türkiye’de bugünkü rejimin
kuruluşunun birtakım özellikler taşıdığı bir gerçektir. Ama farklılıkların da
Öcalan’ın algıladığı biçimde olmadığı tartışmasızdır.
Mustafa Kemal, ordudan subayların ağırlıkta olduğu öncü kadroyla Ulusal
Kurtululuş Mücadelesi vermiştir, ama ordu kılıcıyla cumhuriyet inşa etmemiştir.
Çünkü bunun olanaksız olduğunun bilincindeydi. Zafer sonrasında sivil toplum
örgütlenmelerine gidilmiş, meclis oluşturulmuş, tartışılır yanları olsa da
modern hukuk ve laiklik temelinde devlet örgütlenmesine gidilmiştir. Yani
Cumhuriyet ve laiklik, çağdışı gericiliğe ve saltanata karşı yürütülen bir
mücadelenin eseridir. Bu rejim şu veya bu oranda toplumun dinamiklerinde
yankısını bulmuştur. Atatürk, dönemin en güçlü kişisi olmasına karşın, devletin
hukuk kurallarının dışına çıkmamıştır. Yasamanın getirdiği yasalara saygı
duymuştur. Avupa ülkeleri örnek alınarak, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte
ordunun görevi ülke savunmasıyla sınırlandırılmıştır. Kısaca, kuvvetler ayrılığı
temel alınmıştır. Bugün bile PKK gibi karanlık güçlerce desteklenen irticacı
güçler tüm çabalarına rağmen, ülkemizde egemen duruma gelemiyorlarsa, bunun
nedeni, toplumumuzun ağırlıklı olarak en geniş
demokrasi için yürüttüğü kavganın belirleyici olmasıdır.
Her demokrasi mücadelesi kitlelerin desteğinde yükselmiştir. Orduların,
ülkelerinin güvenliğini başarıyla yürütmesine elbette saygı duyulur. Ama
Türkiye’de 1971 ve 1980 darbelerinin ülkenin güvenliğini sağlamakla ve
demokrasiyi genişletmekle uzaktan yakından ilgisinin olmadığı tüm çıplaklığıyla
görülmüştür. Tersine sermayeyi korumak ve kollamak amacıyla yapılmışlardır. NATO
ve ADB’nin dikte ettği darbelerdir. Bu tür darbelere övgüler yağdıranlar,
devrimciler ve emekçi yığınlar değil, çıkarı baskı ve şiddetten yana olan
sermaye kesimleridir. Öcalan’da bu kesimlerin kapıkullarından biridir.
Demokratik normların takipçiliğini yapanlar da, bu normları geliştirip
güçlendirenler de emekçi yığınlar ve onların demokratik kuruluşlarıdır. Eğer
bugün ülkemizde demokratik atılımlar gerçekleşiyorsa, egemen güçlerin keyfi
böyle istedi diye değil, kitlelerin yürüttüğü mücadelenin ve değişen dünya konjuktörünün
dayatmaları sonucudur.
Bu arada A.Öcalan yıllar öncesinden varlığından bahsettiği Genç
Kemalistler’in kurucusu ve lideri olduğunu da mahkemede gururla açıklıyordu.
Böyle bir örgütün varlığından sadece kendisinin haberdar olduğunu söylüyordu.
Demek ki Genç Kemalistler, zor durumlarda kaldığında, birtakım güç odaklarınca
kendine destek için kurulmuş örgütlerden biriydi. Oysa bir dönemler her önüne
geleni Kemalistlikle suçluyor, Genç Kemalistler Birliği’nin üyeleri olarak
lanse ediyor ve bunların ortadan kaldırılmalarının gerekliliği üzerinde
duruyordu. Bu nedenle Türkiye’de akla gelen tüm devrimci demokratik
örgütlenmeleri suçluyordu. Hatta K.Irak’ta YEKİTİ ve KDP’ nin bile Kemalist
olduklarını iddia ediyordu. PKK’den ayrılan herkesin de bu örgütün bir üyesi
olduğunu söylüyordu;
“Semir
(Çetin Güngör), sizin belli belirsiz kestirebildiğiniz ‘Türklüğün birlik ve
bütünlüğünü’ ve ‘Misak-i milli’sini korumanın gereğini, kendine has bir uslupla
ortaya koyan ve bunda niyet ve girişim düzeyinde de kalsa İdris-i Bitlisi’yi,
Ziya Gökalp’ı ve yakın tarihteki, ya da hala mevcut birçok Kemal’i geride
bırakan biriydi.
“…PKK, aynı biçimde Semir (Çetin Güngör) Süleyman (Baki Karer) Davut
(Mehmet Resul Altınok) tasfiyeci provokatör çetesinin ‘Genç Kemalistler
Birliği’ ile olan somut ilişkilerinde en az iki yılı aşkın bir süredir tüm
halkımıza, devrimci demokratik kamuoyuna açıklamış durumdadır.” (92)
Öcalan sadece ayrılanları ve sol örgütlenmeleri suçlamakla kalmıyordu,
Tunceli halkının da Kemalist ve ihanetçi olduğunu söylüyordu. Genç Kemalistler
Birliği’nin varlığını bu yöreye bağlıyordu. Ortadan kaldırılmaları gerektiğini
sıkça vurguluyor, hatta ilgili planlar geliştirmeye dahi cüret ediyordu. Savaşa
karşı olmayı, Türkiye’de demokrasi ve insan haklarının genişletilmesinin sadece
tek bir noktaya bağlanarak gerçekleşemeyeceği düşüncesinde olanları hainlikle
suçluyordu. Mahkemeler sırasında yaptığı
açıklamalarda ise gerçek hainin kendisi olduğunu ortaya koyuyordu. Böylece
Çetin Güngör, M.Resul Altınok ve Bana karşı saldırgan tutumunun altında yatan
gerçekler kamuoyu tarafından daha anlaşılır hale gelmiştir.
Yeri gelmişken, Öcalan’ın bir zamanlar ağzından hiç düşürmediği Genç
Kemalistler örgütünün görev ve hedeflerine de değinmek gerekir. Aynı zamanda
yurtdışında A.Öcalan’ın korumasını üstlenen bu örgütün, örgüt içinde aykırı
sesleri bastırmakla yükümlü bir örgüt olduğu açıktır. Genç Kemalistler diye
bahsedilen örgütün, PKK içinde “Müdahale Grubu” olarak anılan ekipten oluştuğu
artık kesinleşmiş durumdadır. Bu gurubun yurtdışı örgütlenmesinin başında,
Öcalan tarafından atanan HALİL ATAÇ bulunuyor. Bu şahıs, 80’li yılların başında
birdenbire ortadan kaybolmuştu. Bu süre içinde Ürdün’de büyük ihtimalle içinde
Pilot’un da yer aldığı (Necati Kaya) bir ekip tarafından birbuçuk yılı aşkın
süre boyunca hem siyasi hem de askeri eğitime tabi tutulduğu söyleniyor. Hatta
bu kişinin ajan olduğu 1980’nin başlarında bizzat Klerides tarafından da PKK’ye
iletilmişti. Halil Ataç, A.Öcalan tarafından büyük bir gizlilik içinde o
dönemde Klarides’le görüşmek için Kıbrıs’a gönderilmişti. Geri dönüşünde
Beyrut’a uğruyor ve Beyrut’ tan direkt Amman’a geçiyor. Ürdün’den Suriye’ye
gizli geçiş yaparken de yakalanıp Öcalan’ın
bulunduğu eve getiriliyor. Daha sonra örgütten atıldığı söylenen Halil Ataç,
her nedense 82’de yaşanan yoğun ayrılmaların arkasından yeniden ortaya çıkıyor.
A.Öcalan, bu kişiyi merkeze getirmekle kalmıyor, bir de kendisini koruyan
ekibin sorumluluğuna atıyor. Ayrıca daha önceleri bahsettiğim “Müdahale
Grubu”nun sorumluluğunu da Halil Ataç’a veriyor. Hatta “şehit” diye göklere
çıkardıkları Agit’in (Masum Korkmaz) ölümünün de bu gelişmeyle ilgisi vardır.
Yıllar sonra bu durumu öğrenen Mahsum, Halil Ataç’ın yönetimi altında
çalışmayacağını bildirerek, sorunu irdelemeye kalkıştığı için bizzat A.Öcalan
ve Halil Ataç tarafından yerinin bildirilmesi üzerine öldürtülmüştür.
Halka karşı bu derece entrikalar, kin ve intikam içinde olan A.Öcalan’ın,
mahkemesi sırasında, Kürt halkının geçmişi ve geleceği üzerine olan
değerlendirmeleri de beklenen türdendi. Savunmalarında hangi nedenlerden
kaynaklanmış olursa olsun, geçmişte ortaya çıkmış isyanlara katılan herkesi
hainlikle suçluyor ve İdris-i Bitlisi’yle birlikte hareket etmemiş
olduklarından dolayı eleştiriler yöneltiyordu. İsyanların siyasi ve sosyal
temellerini irdeleme gereğini hiç duymamıştı. Herzamanki alışkanlığıyla,
birazda aldığı eğitim gereği tam bir asker bakışıyla değerlendiriyordu. Bu konu
da o kadar ileri gidiyor ki, Kürtleri medeni olmamakla suçluyor. İsyanların
nedenini Kürtlerin uygarlığa “alışık” olmamalarına bağlıyordu. Oynadığı oyun
gereği hep maskeyle dolaşmak zorunda kalan Öcalan, adeta yılların içinde
biriktirmiş olduğu hasreti gideriyor, konuşuyor,çoşuyor,zaman zamanda kendi kendini
alkışlıyordu;
“Atatürk
milliyetçiliğine, kültür milliyetçiliğine inanıyorum. Atatürk milliyetçiliği,
Hititlere kadar gider. Ben demokratik cumhuriyet çatısı altında toplanmak
gerektiğine inanıyorum.” (93)
Bu çoşku karşısında müdahil avukatlar dahi şaşkınlık geçiriyor ve nazik
davranmaya başlıyorlardı. Oyunun perde arkasını geçte olsa kavramışlardı. Hatta
Öcalan’a Türk milliyetçiliğiyle ilgili bir de kitap hediye ediyorlardı. Türk
milliyetçiliği üzerine tezler hazırlayıp, araştırmalar yapanların adeta
kulaklarını çınlatıyordu. A.Öcalan tam bir turancı kesilmişti. Bugünkü
sınırlarla yetinmeyi kıyasıya eleştiriyordu. Atatürk’ ün “yurtta sulh, cihanda
sulh” ilkesinin geçersiz sayılmasını isteyecek kadar emperyalist hedeflerin
sahibi olduğunu anlatıyordu. Alpaslan Türkeş bu günleri görmeyi mutlaka
isterdi. Türkiye’nin sınırlarını başka halkların zararına genişletmesini, yani
turancı görüşlerinin bir özetini de yapıyordu;
“Vatana
ihaneti asla ağzıma bile almam. Olsa olsa onun Misak-ı Milli gereklerini çağdaş
ölçüler içerisinde yerine getirilmesi yani büyütülmesidir (…) Misak-ı Milli’nin
dışında kalan parçalarındaki Kürt-Türkmen topluluklarına en azından yaşadıkları
devlet içinde soykırıma uğramadan demokratik kimlikleriyle yaşamalarına Türkiye
Cumhuriyeti’nin yardımı hem ahlaki hem siyasi bir görevdir, diyorum. Bu başka
devletlerin iç işlerine karışma değildir.” (94)
Savaş tanrısı olduğunu iddia etmesi hiçte boş değilmiş! Böylece
varlığından yalnızca kendisinin haberdar olduğu Genç Kemalistler örgütünün
proğram hedeflerini de açıklıyordu. Ama uzun yıllar kapalı kalmanın ve verdiği
hizmetlerin yoğunluğundan olacak, dünyadaki gelişmelere daha Bekaa gözlüğünden
bakıyordu. Yeni dönemin gerekli kıldığı politikaya adapte olamamanın
acemiliklerini sergiliyordu. Çünkü globelleşen dünya koşullarında sınırların
genişletilmesi, geçerliliğini çoktan yitirmişti. Anlaşılan Kafkaslar’da ve Balkanlar’da
ortaya çıkan gelişmelerin farkında değildi. Artık Avrupa ülkelerinde bile
sınırlar kal- dırılmaya çalışılıyor. Her halkın kendi kimliğiyle özgürce
hareket etmesi temel alınıyor. Kaldı ki, Öcalan’ın ileri sürdüğü sınırları
genişletme düşüncesini savunan Türk milliyetçileri de bugün marjinal
düzeydedir. MHP de yaşanan ayrışmanın bir nedeni de budur.
Şimdi bu noktada, geride kalan PKK güruhu ve Öcalan’ı savunan çömezler ne
yapacaklar? Öncelikle önderlerinin izinde olduklarını daha açık göstermeliler.
Şefleri gibi, yüzlerindeki maskeyi çıkartarak kim olduklarını; bilerek veya
bilmeyerek halka ihanet ettiklerini açıklamalılar. Öcalan’ın kartını açıktan
oynadığı koşullarda, çömezlerin ergenlik çağındaki gençlerin utangaçlığına benzer
bir rol oynamaları çok gülünç oluyor. İmralı’dan tesbit edilen “yeni tezleri”
bulunmaz hint kumaşı gibi piyasaya sürme alışkanlığından da artık
vazgeçmeliler. Halkı güdülen sürü yerine koymaya kimsenin hakkı yok. Bu halk,
hangi dolapların çevrildiğini, tahmin ettiklerinden daha fazla anlıyor. Eğer
sesini çıkarmıyorsa, anlamadığı veya onayladığı için değil, başına gelenlerden
ve geleceklerden korktuğu içindir. Bunun böyle olduğunu egemen çevreler dahil
herkes biliyor. Öcalan da bunu çok iyi bildiği için, geliştirdiği onca katliama
karşın oturtulduğu yumuşak döşekten halka akıl vermeye kalkıyor;
“Bu
çerçevede, doğuda ki halkımıza, Kürt halkına düşen; kendi içindeki yoğun
demokratik toplum olma ihtiyacıyla bunu devletle yeniden demokratik birlik
içinde birlikte yürümektir.(…) Tarih tecrübemiz ve gerçeklik başka yolun
olmadığını, olsa da acı ve kaybın derinleştirdiği çıkmaz olduğunu ortaya
koyuyor.(…) Demokrasimizi birlikte kurmalı, geliştirmeliyiz. Cumhuriyetin
kuruluş ve korunmasında emeği geçen tüm şehitleri, şehitlerimiz bilmek,
kurucusunu minnettarlık ve saygıyla anmak, bayrağını gururla selamlamak bunun
için esastır.”(95)
Kurulmuş saat gibi ötüp duruyor. Öylesine utanmaz ki, sanki geç- mişte
Atatürk ile ilgili sarfettiği sözler
kendisine değil de başkalarına aitti. Sanki geçmişiyle çelişen başkalarıydı.
Öylesine rahat konuşuyordu. Halbuki daha bir kaç yıl öncesindeki çoşkulu
günlerinden birinde söyledikleri, hâlâ o
çok “ünlü” eserlerinden bir çoğunun sayfalarında duruyor;
“Mustafa Kemal diktatörlüğünün, daha ilk yıllarında ve özellikle
1925’lerden sonra, Almanya’daki Hitler faşizminin, İtalya’daki Musolini
faşizminin, İspanya’daki Franko faşizminin vb. birçok ülkedeki faşizmin bir
prototipi olduğu söylenebilir.” (96)
Bu ve benzeri türden “derin
teorik araştırmalar” adına yapılan saçmalıkların tümünü buraya almaya gerek
yok. Bu tür söylemlerle kimi çevrelerin milliyetçi duygu ve düşünceleri
kırbaçlanarak oyuna getirildiği ve süreç içinde yok edildikleri biliniyor.
Ayrıca bu söylemlerin hangi dönemde geliştirildiği de önemlidir. Bunlar, 12
Eylül’le birlikte, Kemalizmi savunmanın bile suç sayıldığı, buna karşın çağdışı
düşüncelerin alabildiğince özgür kılındığı bir dönemde yapılıyordu. Kaldı ki,
böylesi belirlemelerle taban bulmaya kalkışmanın yolaçtığı tehlikeli sonuçlar
ortadadır. İslamcı fanatizmi temel alan Hızbullah, İBDA-C ve yerden ot biter
misali türeyen diğer tarikatlar durup dururken gelişmemiştir. Hele hele
Türkiye’de hiçbir sol hareket Atatürk’ü Hitler’le, Musolini ve benzerleriyle
kıyaslama gibi bir densizliğin içine düşmemiştir. Bu tür düşünceler,
emperyalist hevesler besleyen egemen güçlerin bir kanadı ve daha çokta Osmanlı
İmparatorluğu hayalleriyle yanıp tutuşan islamcı-Türkçü güçlere aittir. Gerçi,
Öcalan’ın turancı düşüncelerin bayraktarlığını yapması dikkate alınırsa, bu
“derin teorik” belirlemelerinin nedeni de kendiliğinden anlaşılır.
Atatürk’ü Hitler ve Mussolini’ye kadar uzatan Öcalan, üstüne üstlük
devletin kendisine “saygın” yaklaşımından sözediyor. Bugün Türkiye’ de
bırakalım böylesine hakaret dolu laflar etmeyi, küçük bir eleştirel yaklaşım
bile çoğu kez suç sayılıyor. Peki, bu kadar akıl dışı değerlendirmelerde
bulunan Öcalan’a “saygın”ca yaklaşmakta ne oluyor? Yukarıdaki söylemler
arasında görülen uçurum ve devletin yaklaşımı, Öcalan’ın kim olduğu hakkında
yeterli bilgiyi veriyor.
A.Öcalan gibi 50 yıllık ömrünün 30 yılını egemen güçlere
hizmette geçiren ve üstelik kendini değiştirme şansı olmayan birinin devlete bakış
tarzı da, elbette klasik bakış tarzından öte olmayacaktı. Geçmişte devlet,
hizmet götüren bir kurum olarak görülmüyordu. Ama bugün devlete bakış tarzında
önemli aşamalar katedilmiştir. Çağımızda devletten ziyade demokratik sivil
toplum insiyatifi ön plana geçmiştir. Globalleşen pazar ilişkileri içinde
devlet giderek küçülmekte, demokrasi, özgürlükler ve toplumun asgari sosyal
yaşam standardını daha da geliştirme çabasını sürdüren demokratik örgütlenmeler
önplana çıkmaktadır. Devlete; topluma hizmet götürmekle yükümlü bir aracı
gözüyle bakılmaktadır. Burjuva devlet örgütlenmesinin günümüzde aldığı biçim ve
sermayenin oynadığı rol ayrı bir tartışma konusudur. Ama bugün demokrasi ve
özgürlüklerin geliştiği ülkelerde devlet, genel koordinatör ve halka hizmette
bir servis rolü oynamaya yönelmiş durumdadır. Bu işin bir yönü. Diğer bir
yönden ele alacak olursak: demokrasi ve özgürlükler için mücadele edenler, hiç
bir zaman “devlet için çalışacaklarını” söyleyemezler. Çünkü devlet, kapitalist
üretim ilişkileri içinde hangi biçimi alırsa alsın, yine de bir üst yapı kurumudur.
Eğer bugün Avrupa’da egemen güçler, demokrasi ve özgürlüklerin gelişiminin
önünde engel olamıyorlarsa, bu, kitlelerin hak alma uğruna yürüttüğü amansız
bir mücadelenin sonucudur. Burjuvazinin klasik devlet anlayışından uzaklaşmak
zorunda kalışı, yürütülen bu mücadeleyle orantılıdır. Yani devletin küçülme
olayı sadece globalleşen serbest pazar ilişkileriyle ve bu ilişkilerde
burjuvazinin oynadığı rolle açıklanamaz. Devlete hizmet çağrısı, demokratik hak
ve özgürlüklerin kısıtlanmasıyla eş anlamlıdır. Devlete kulluk, özgür kişiliği
bastırır. Her şeyden önemlisi de yaratıcı ve üretken olmanın önünü tıkar.
A.Öcalan bilinen yükümlülüklerinden dolayı halkı devlete hizmet etmeye, yani
birer uysal kalabalık olmaya çağrıyor. Devletten uzakta kaldığı dönemde kendisine
kulluk yapılmasını istiyordu. Devletine kavuştuğu zaman da devlete kulluk
yapılmasını öneriyor. Böylece özgürce gelişmenin yollarını kapatmak istiyor.
Türkiye’de halkın önemli bir bölümü zaten sözde yurttaştır. Egemen güçler halk
üzerinde istediği gibi oynuyor. Vergiyi verenler de onlar, cefayı çekenlerde.
Büyük çoğunluk çalışıyor, sefasını bir avuç azınlık sürüyor. Kimsenin aklına
verdiği vergilerin hesabını sormak bile gelmiyor. Devlete kulluk toplumumuzda
neredeyse bir gelenek halini almış. Bütün bu olumsuzluklara rağmen hemen her
alanda hızlı bir değişime yönelme durumu da yaşanıyor. A. Öcalan ise İmralı’dan
tek şeflik döneminin hayaliyle halen “biz ayrılamayız” şarkısını söylüyor;
“Biz
Türk milletiyle birlikteyiz, ayrılamayız. Benim de mensubu olduğum bu insanlar
ayrılıp bir dağ parçasında tek başına yaşam imkânına sahip değiller. Ne isyan,
ne kavga, demokratik kültür temelinde bu iş halledilmeli.” (97)
Kanlı provokasyonlarına bir takım hayali gerekçeler bulmaya çalışarak,
halka kendini kabul ettireceğini sanıyor. Çok öncelerden bestelenmiş ninnileri
söyleyip duruyor. Sanki Kürt halkı isyan etmek istemiş, savaş yapmak istemiş
gibi. Sanki daha önce ayrılmak isteyen varmış gibi. Maskenin altındaki korkunç
yüz işte kendini böyle gösteriyor. Efendileri gibi yine Kürt halkını suçlu ilan
ediyor. Kürt halkı nerede ve ne zaman
dağ başında yaşam için kavga ettiğini söylemişti ki? Birkaç çapulcusuyla
birlikte emperyalist güçlere hizmet uğruna dağ başında bile yaşamaya hazır
olduğunu söyleyen Öcalan’dı;
“…Kürtler,
eski meşhur geleneklerinin uygulayarak dağlara çekilir, ilkel bir tarzda da
olsa dağlarda varlıklarını koruyabilirler.” (98)
Ama A.Öcalan boşa konuşmuyor. Yine provokasyona soyunuyor. Kendisini
Kürt halkının her şeyine karar veren ilk ve tek “lideri” gibi lanse ediyor.
Türkiye’deki demokratik açılımların önünü yine kendisini ve PKK’yi ileri
sürerek tıkamak istiyor. Ülkemizde emekçi yığınların yıllardan buyana
gündeminde olan demokratik hak ve özgürlükler talebini Öcalan’ın “dahiane tespiti”
ve talebiymişçesine ileri sürüyor. Kısaca oynanılan oyunların ardı arkası
gelmiyor. Türkiye’de isyan denilecek bir olay zaten yoktu. Öcalan ve güç
odaklarının sahneye koyduğu bir oyun vardı. Kanı ve savaşı yüceltenler
bunlardı. Eğer hatırlanılırsa, İmralı’da kendini güvenceye alana kadar silah
çekmedikleri, kan dökmedikleri için önüne gelen herkesi hainlikle suçlamıştı.
Hatta kan akıtmayanları düşman ilan ederek, yığınla devrimci ve demokratı
katlettirmişti. Ne yazık ki, onbeş yıl boyunca sürdürülen ve binlerce insanın
hayatına malolan bu korkunç oyunun hâlâ
bitmediğini görüyoruz. “Bu halkla oynadığınız yeter” diyen her ses
susturulmak, ya da sindirilmek isteniyor.
Velhasılı A.Öcalan yine çoşmuş. Durdurana aşkolsun! “Demokratik kültür
temelinde” diye pek anlaşılmayan bir şeyler geveleyip duruyor. Ne kastettiği
pek açık değil. Demokrasi kültüründen mi, yoksa kültürlerin özgürce
geliştirilme olanağından mı bahsediyor belli değil. Ama anladığımız kadarıyla,
Türkiye’de her kültürün gelişip güçlenme olanağına kavuşmasının gerekliliğinden
sözediyor. Türkiye’de kültür sorunu hayatın her alanında yaşanıyor. Her gün
yüzlerce tarihi eser ortadan yok oluyor, çalınıp, çırpılıyor. Ayrıca Van,
Hakkari, Ağrı, Urfa ve Erzurum yörelerinde tarihi eser kaçakçılığını organize
ederek trilyonlar vuranlardan birisi de Abdullah Öcalan’dı. Roma dönemine ait
heykeller ve diğer birçok değerli eski eserler yurtdışındaki Apocuların oturma
odalarının camlı dolaplarını süslüyor.
Yine, tiyatro, bale, sinema vb. daha bir çok alanlarda yığınla sorunlarla
karşılaşılıyor. Hatta Türk dili araştırmalarına bile fırsat verilmiyor. Hele
müzik alanında yaşanılan dejenerasyon başlıbaşına bir sorun. Beş yüzyıllık,
altı yüzyıllık türkülerimizin üzerinde ticari amaçlı hırsızlıklar yapılmasına
Kültür Bakanlığı seyirci kaldığı gibi, müziğimizi dejenere edici üretimlere de
parasal yardım veriyor. Sanatla, sanatçılıkla ilgisi olmayanların hemen her
yerde kırıttığı, önplanda tutulduğu bir dönemi yaşıyoruz.
En büyük kültür ve edebiyat değerimiz olan Nazım Hikmet’i daha yakınlara
kadar okuyamadığımızı, şiir kitaplarını evlerinde bulunduranların yıllarla
ifade edilen hapis istemiyle yargılandığı bilinen bir gerçek. Atilla İlhan,
Yaşar Kemal, Can Yücel gibi sayamayacağımız kadar şairin, yazarın, bilim
adamlarının kitapları henüz okul kütüphanelerinde değil. Yazı yazanlar bir
dönemler Bakırköy’e gönderiliyordu. Hapishanelere tıkılmış, işkenceler görmüş,
sürgün edilmiş yazar, gazeteci ve bilim adamlarının içler acısı durumlara
düşürüldükleri herkesçe biliniyor.
Ülkemizde kültür sorununa iğne batırıldı mı bir değil, bin ah işitilir.
Üstelik yıllık bağlanan bütçelerden kültüre ayrılan pay, kahredici düzeydedir.
A.Öcalan bunları biliyor olsa gerek. Ülkemizde kültür alanına yapılan
baskılardan sadece Kürdün gawendi değil, Türkün zeybeği, Lazın dikhoranı da
zarar görmektedir. Şüphesiz, hiçbir azınlık, milliyet farkı gözetmeksizin tüm
kültür değerleri korunmalı ve geliştirilmelidir. Kültürümüz üzerindeki
baskıların kalkması için kavga sürekli kılınmalıdır. Sessiz kalınması gerçekleri
inkâr etme, yok sayma anlamına gelir.
Acaba Öcalan ve takımı, Kürt kültürü için bugüne kadar hangi çabaları
vermiştir? Bununla ilgili tek bir örnek bile verebilirler mi? 20 yıllık süre
içinde kültür adına herhangi bir şekilde üretimde bulunduklarına şahit olmadık.
Bu süre içinde hikaye, masal, roman, şiir, tiyatro, dil, tarih, resim,
heykeltraş vb. dallarda ortaya çıkartıkları tek eser yoktur. Bırakın üretimde
bulunmayı, varolanları tanıtmak ve yaygınlaşmalarını sağlamak için en ufak bir
çaba da göstermemişlerdir. Televizyonlarında Kürt kültürünü tanıtma şurda kalsın,
ellerinden geldiğince dejenere etmeye çalışıyorlar. Yayınlarında sürekli kan ve
şiddet işleniyor, bütün bunlar ölümlerine haince neden oldukları insanlar için
yaktıkları uyduruk ağıtlar ve marşlarla süsleniyor. Kürtçe diye konuşulan da,
“gelmişkirem, gitmişkirem”dir. İnsan, ekranda sergiledikleri böylesi ilkellikleri
gördükçe, kültürün gelişmesi için çaba gösterenleri hainlikle suçlamış
olmalarına ve çoğu kez de imhaya kalkışmalarına pek şaşırmıyor. Kültür adına
sergiledikleri tam bir vahşilik, barbarlıktır.
Ama esrar-eroin ve insan ticareti yapmakta pek becerikli olduklarını
söyleyebiliriz. Becerilerini “oluk, oluk kan akıtma” yönünde kullanmada tamamen
ustadırlar. Kültürün geliştirilip yaygınlaştırılmasının dağ başında çetecilik
yapmakla, önüne gelene bomba atmakla, insanların kendini atomlarına kadar
parçalamasıyla, kıblagâhlarla ve mağbetlerle bir ilgisi yoktur. Her türlü
insanlık dışı davranış ve eylemlerini, bir halkın kültürünü geliştirme çabaları
gibi yansıtmaları, tek kelimeyle korkunçtur. Belki dünyada eşi ve benzeri de
yoktur. “Asarım, keserim, yıkarım, patlatırım”la kültür geliştirilemeyeceği
gibi, geriye de gider.
Şimdilerde kültür sorununu birincil öge olarak öne sürmesinin tek
nedeniyse, zamanından önce “Bir Nisan” şakasının ortaya çıkardığı olumsuz
havayı biraz yumuşatmak içindir. A.Öcalan ve güruhu, Türkiye’de çok olumlu
gelişmelere imza attıklarını çoğu kez iddia ediyorlar. Türkiye’ye Kürtlerin
varlığını kabul ettirdiklerini, artık herkesin Kürtleri tanıdığını ya da en
azından bildiğini söylüyorlar. Kürtlere ait dil ve kültürü de bu süre içinde
geliştirerek “halka malettik” diyorlar. Türkiye’de Kürtlerin artık “ben Kürdüm”
sözünü çok rahatlıkla kullanmalarını 15 yıllık silahlı savaşımlarına
bağlıyorlar. İşte hem gelin, hem de güvey olmak buna derler. Türkiyedeki
Kürtler kendilerini ne zaman inkâr etmişlerdi ki? Kürt olduklarını ezelden beri
söylüyorlardı. Kürt oyunları zaten oynanıyordu. Kürtçe kitaplar, dergiler,
gazeteler, kasetler çıkıyordu. Halk, evinde, pazarda, hatta mahkemeler ve
karakolarda dilini konuşuyordu. Yani şimdi olanlar, geçmişte de vardı. Tersine,
15 yıllık provokasyon hareketiyle bitirmek istediği halkın ta kendisiydi. Kürdü
yerinden yurdundan etme, kendisine yabancılaştırma politikası en iyi Öcalan ve
PKK eliyle uygulanmıştır.
Geçmişte kültürel faaliyetlerin önünde hiç engel yoktu diyemeyiz.
Engeller vardı. Ama bu engellere karşı demokratik mücadele yöntemleriyle karşı
duranlar da vardı. Bu oldukça da başarılı bir mücadeleydi. Dil ve kültür sorununun önündeki bir takım
engellerin kaldırılması yönünde yürütülen faaliyetlerin uzun süreli bir çabayı
gerektirdiği de bilinen bir gerçektir. Daha sonraki süreçte Kopenhag
kararlarının altına Türkiye’nin de imza atması ise, hiç gözardı edilmeyecek bir
gelişmeydi. Hiç kimse bu kararların altına öyle körce, getireceği
yükümlülükleri bilmeden imza atıldığını söyleyemez.
A.Öcalan ve PKK, Kürtlerin demokratik ve kültürel haklarına karşı duran
güçlerin başında gelmektedir. Kültürel hakların kazanılması için kimse gerilla
savaşı safsatasıyla ortaya çıkmamıştır. Zamanında “devletin bir solcusu,
devletin bir Kürtçüsü” olarak yetiştirildiğini söyleyen Öcalan’ın, kültürel
haklar elde etmek için izlenecek mücadele yönteminin neler olduğunu bilmeyecek
kadar cahil biri olduğunu sanmıyorum. Terörle, hele hele halka yönelik katliamlarla,
istihbarat örgütlerinin kucağına oturmakla hiçbir yere varılamayacağını, en
küçük bir hakkın bile alınamayacağını
herkes bilir. Kültürel haklar uğruna dünyada 15 yıl kan döküldüğü, hem de
uğruna savaşıldığı iddia edilen halkın yokedilmeye çalışıldığı görülmemiştir.
Elbette sorun bu değildi. Ne dil, ne de kültür hakkı sorunuydu. Anlaşılması
gereken her şey Öcalan’ın kimliğinde gizliydi;
“Demokratik
cumhuriyete dedim ki, bu temelde hizmet etmek isterim. Bana göre bu değerli bir
erdemdir, fazilettir. Öyle yapmak gerekiyor. Bütün PKK’lılara benim yapacağım
çağrı da bu olacaktır. Amacınızı aşan çatışmaları sürdüremezsiniz, eylem
yapamazsınız. Bunun ne ideolojik izahı vardır, ne de politik izahı vardır ve
gerçek terör, anlamsız terör bu demektir. Bu terörü durduracaksınız. Bu terörü
durdurmak gerekir. Özellikle dış politikada Türkiye’yi şu veya bu yöne çekmek
isteyen, şu veya bu konuda ister uzlaşmak, ister çelişmek, çatışmak isteyen
bütün güç odakları tarafından kullanılacaktır.(99)
Pes doğrusu! Türkiye Cumhuriyeti bir anda demokratik cumhuriyet oldu çıktı! Ne acılar, ne de baskılar var.
Her şey güllük gülistanlıkmış da haberimiz yok! Öylesine şaşkın bir duruma
düşmüş ki, artık her cümlesinde, her davranışında kendini ele vermekten
alıkoyamıyor. Öncelikle demokratik bir cumhuriyette kültürlerin özgürce gelişmediğinden
veya farklı kültürler üzerinde baskıdan bahsetmek tam bir saçmalıktır. Oratada
demokratik cumhuriyet olsaydı zaten sorun kalmazdı. İnsanlar yıllardan beridir
bunun özlemini duyuyor, çabasını veriyor. Kuşkusuz bu günler fazla uzak
değildir. Gelişmeler artık başka bir alternatifin kalmadığı noktaya gelmiştir.
Ülkemizde parası ve bürokraside dayısı olan herkesin kendi hukukunu egemen
kıldığı bir bilinme- yen değildir. Demokrasinin ve hukuk kurallarının egemen
olmadığını hukukçular ve üniversite çevreleri açıktan dile getiriyor.
Türkiye’nin daha fazla demokratikleşmesi gerektiğini söyleyenler arasında
Cumhurbaşkanı ve Başbakan da var. Sadece siyasetçiler ve hukukçular değil,
sıradan vatandaşlar bu tartışmalara katılıyor. Toplum ciddi bir değişim
istiyor. Halk eskiden olduğu gibi olup bitenleri pek öyle gözü kapalı
dinlemiyor. Her şeyden önemlisi, A.Öcalan ve PKK’yi hakettiği yere oturtmak
isteyen toplumsal bir muhalefet var. Artık konuşan, özgürce düşünen ve tartışan
bir Türkiye’ye doğru yol alınacağının işaretlerini az da olsa görmeye başladık.
Bunlar iyi gelişmelerdir.
ÖCALAN BİT PAZARINDA
Mücadele süreci içinde halkın çıkarları doğrultusunda kavga verenlerin
yakalanmayacaklarına dair bir kayıt yoktur. Yürütülen bir mücadele varsa,kayıplar
ve yakalanmalar olacaktır. Devrimci mücadelenin insanı, bir ideolojinin
insanıdır. İlkeli, sabırlı ve inatçıdır. Kendini uzun süreli mücadelenin tüm
iniş ve çıkışlarına göre hazırlamıştır. Çok gerilere gitmeye gerek yok;
dünyanın saygı duyduğu Nelson Mandela bu nun en son örneğidir. Yıllarca üzerinde
sürdürülen ağır baskılara rağmen, çizgisinden taviz vermemiş, direnişini
sürdürmüştür. İki kelimelik bir cümleyi tüm kamuoyu önünde dile getirmiş
olsaydı, belki de ömrünü hapishanelerde geçirmeyecekti. Ama kendini ve halkını
mahkum edecek o bir cümleyi ağzına almamıştı. Bedeli yıllar boyu süren ağır bir
hapis de olsa, o bunu yapmamıştı. Sonuçta sadece halkının değil, dünya
halklarının kalbine taht kurarak içerden zaferle çıkmasını bilmişti.
Şimdilerde A.Öcalan’ı Nelson Mandela gibi büyük bir isimle karşılaştırmak
isteyenler var. Böylesi karşılaştırmalar, oy avcılığı peşinde koşan bazı
burjuva parti temsilcilerinden geldiği zaman belki insan sadece gülüp geçer.
Ama Kürtlerin gravatlı, “kellifelli” çevrelerinden geldiği zaman üzerinde
durup, düşünmek gerekiyor. Tutumları ister istemez merak konusudur. Akıllara
hemen tavırlarının altında yatan çıkarlar geliyor. Çünkü A. Öcalan’ın tavrı
açık ve nettir. Öcalan Kürt halkına olan düşmanlığını her durum ve koşulda
kanıtlamıştır. Bu nedenle sağa sola kıvırtmaya hiç gerek yok. Çocuklarını
kaybetmiş asker analarının, Öcalan’ın gösterdiği tavrı bilince çıkartmada
çektikleri güçlüğü anlamak mümkündü. Olayı çözemediklerinden çoğu kez acıma duygusuyla
yaklaşmış, “Allah belasını versin” demekle yetinmişlerdi.
Oysa çoğu kesimler abartılmış bir isimden küçük de olsa bir direnç beklemişlerdi. Ama
A.Öcalan herkesi “hayal kırıklığı”na uğratmıştı. Hatta birçok gazetenin
tanınmış köşe yazarları “zavallının teki, insan değil, en ufak gururu yok”
demekten kendilerini alamamışlardı. İlk duruşmanın ertesi günü, uluslararası basın
ve yayın organlarının tanımlamaları da aynı doğrultudaydı;
La Birbe Belgigue:
“Öcalan’ın pişmanlığı PKK’nın sesini soluğunu kesti.”
La Repubblica:
“Öcalan, PKK’nın sırlarını itiraf ediyor.”
Telegraf:
“Yaşamak için yalvarıyor”
The Times:
“Öcalan, ölümsüz bir gerilla lideri değil, yaşamı için pazarlık eden
zavallı bir insan görünümündeydi.”
Le figero:
“Öcalan, yargıçlar önünde çaresiz ve zavallıydı.”
Liberastion:
“Öcalan’ın olağan dışı itirafları.”
La Stampa:
“Beni idam etmeyin, Türkiye’ye hizmet edeceğim.”
Corriedella Sera:
“Öcalan; Beni öldürmeyin”
La Soir:
“Öcalan kellesini kurtarmak istiyor.”
Hal böyle olunca bazı Kürt çevrelerinin hâlâ gerçeği kabullenmemekte
direnmeleri, A.Öcalan’ı bir kahraman gibi lanse etmek istemeleri aykırı bir
tutumdur. Kuşkusuz bunun nedenlerini bilmek herkesin hakkıdır. Öncelikle de en
çok adına olur olmaz konuştukları Kürt halkının hakkıdır.
Bilindiği
gibi, 1996 yılında yeniden “şehit ticareti”ne yatırım yapan Öcalan, bu kez
mezarları “kıblegahlar, kutsal mağbetler” haline getirmişti. PKK’lileri güç
almak amacıyla buraları ziyaret etmeye, secdeye kapanıp, af dilemeye davet
ediyordu;
“Biliyorsunuz,
Kıblegahlar, kutsal mağbetler ve onların içinde kutsal tanrı veya tanrıçalar
vardır. Onların ardılları, onların mensupları uygun günlerde gidip bu mabetlere
kapanırlar, secde ederler, yalvarır-yakarırlar, ”af et” bizi diye. Böyle
yoldaşlar öyle yoldaşlardır. Bir mabete gider gibi huzurlarında eğileceksiniz,
secdeye kapanacaksınız, af dileyeceksiniz ve güç alıp kendinizi temiz
kılacaksınız.” (100)
A.Öcalan daha sonra bunun bir benzerini mahkemede yapıyordu. Mezarların
başında değil ama, duruşma heyetinin karşısında secdeye kapanıyor, Türklüğün,
cumhuriyetin ve “şehit anneleri”nin karşısında eğiliyor, af diliyordu. Bu arada
cumhurbaşkanı ve başbakana hürmetlerini bildirerek hükümetin pratiğine övgüler
dizmeyi de ihmal etmiyordu. Bir anlamda, Suriye’den kurtarılışına duyduğu
minneti dile getiriyordu. Hatta sınırların Kuzey Irak’a doğru genişletilmesinin
gerekliliğinden dem vuruyordu. “Yakalandığımda da Türk bayrağına karşı
saygımı öperek gösterdim” diyordu. Kamuoyuna “şirin ve sevecen” bir görünüm
vermek için elinden gelen herşeyi yapıyordu. Bütün bunlara rağmen ”havasından”
birşey kaybetmediği görünümünü de vermek istiyordu. Zaman zaman ABD ve uşaklarının
arenasında dövüşen Gladyo olduğunu hatırlatmayı da ihmal etmiyordu. Bu nedenle
olsa gerek, “önemli” biriymiş gibi davranıyor, herkesi bir yerlerle
bütünleşmeye çağırıyordu.
Oysa önceleri hapishanelere düşen herkes için “ölmeyi” şart koşmuş,
karanlık güçlerin planlarını başarıyla uygulama pahasına militanlarına intihar
saldırıları önermişti;
“Kendinizi atom kadar patlatacak noktaya
getireceksiniz. Ufak bir patlatıcıyı bile elinde patlatıp sonunuzu getirirken,
değil bunu kendinde patlatmak bütün düşmanca yönelimlerin üzerine
patlatabilecek bir düzenlenmiş, müthiş kendi içinde örgütlenmiş, iradeye,
ifadeye kavuşmuş, tarza, tempoya ve muazzam bir stratejik güç kadar,
taktikleşmişgüncel savaşımı başarıyla kendisinde yürüten bir taktik kişiliğe
ulaşmış kişilikten, militandan bahsediyoruz.” (101)
Demokrasi ve özgürlük uğruna kavga verenler onurludurlar. Haksızlıklar
ve baskılar karşısında düşüncelerini inatla savunurlar. Düşüncenin, idealin,
yani bir amacın insanlarıdır. Amaçları çıkışlarını belirler, çıkış biçimleri de
amaçlarına ulaşmak içindir. Barış ve demokrasi tutkusu onların en büyük silahıdır.
Ama Öcalan için bunları kim söyleyebilir? Yukarıdaki sözler Öcalan’ın
sözleridir, bir başkasının değil. PKK’de ölümün evliyalığı getirdiğini sıkça
tekrarlamış, sıra kendine geldiğindeyse “şaka ettim” diyebilmiştir. Kaldı ki,
kimse kendisinden parçalanmasını da istememiştir. Ama açık söylemek gerekirse,
etrafında kümelenen kandırılmış insanlar, yerlere kapanmasını da hiç
beklememişti. En azından düşüncelerini koruyacağına ve şimdiye kadar
söylediklerini savunacağına inanmışlardı. Ama onurunu koruma kavgası onurlu
insanlara özgüdür. A.Öcalan’ın ise böyle bir sorunu hiç bir zaman olmamıştır.
Koruyacağı onuru dün de yoktu, bugün de yok. O, emperyalistlerle, yani halk
düşmanlarıyla kolkola olmanın gereklerini yerine getirmişti. 15-16 yaşındaki
çocukların karakollarda işkence gördükleri ve işkencecilerin yargılanması için
mahkeme salonlarında koşuşturdukları bir dönemde Öcalan’ın, polisin saygılı
davranışından sözetmesi onun nasıl yaman bir hain olduğunu gösteriyor.
Acaba onun bu tutumunu gördükten sonra,
kendini elinde bombayla parçalayacak ve masum insanların kanını dökecek
uşaklar, yani “anormal duygu ve iradenin” sahibi şirra-virralar çıkacak mı? Hiç
sanmıyorum.
Tekke düşmüş, kel görünmüştür.
Gladyo örgütlenmesinin sonu gözükmüştür.
Ekim 1999
KAYNAKLAR
(1) Serwebûn, Kasım 1996, s.13
(2) Abdullan Öclan’ın uçakta yaptığı ilk konuşmadan.
(3) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 253
(4) Abdullah Öcalan’ın sözlü savunmasından.
(5) MED-TV, 98-4-10
(6) Nokta, 5 haziran 199
(7) Abdullah Öcalan’ın sözlü savunmasından.
(8) Abdullah Öcalan’ın sözlü savunmasından
(9) Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 19 Kuruluş yıldönümünde MED-
TV’de yaptığı konuşmadan.
(10) Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 19 Kuruluş
yıldönümünde MED-
TV’de yaptığı konuşmadan.
(11) Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 19 Kuruluş
yıldönümünde MED-
TV’de yaptığı konuşmadan.
(12) Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 19 Kuruluş
yıldönümünde MED-
TV’de yaptığı konuşmadan.
(13) Yalçın Küçük’ün PKK’nin 19 kuruluş
yıldönümünde Öcalanla
MED-TV’de yaptığı konuşmadan.
(14) Hürrüyet, 19 Kasım 1997, s. 17
(15) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi
(16) Abdullah Öcalan, Kadın ve Aile Sorunu,
s. 259-260
(17) Serx sayı 17, s. 9
(18) Weşanên Serxwebûn, Örgütlenme
Üzerine,s. 212
(19) Weşanên Serxwebûn, Örgütlenme
Üzerine, s. 222
(20) Weşanên Serxwebûn, Örgütlenme
Üzerine, s. 216
(21) Weşanên Serxebûn, Örgütlenme Üzerine,
s. 200
(22) Öcalan’ın ifade tutanağından
(23) Serx,sayı 41. S. 7
(24) Serx.sayı 49,s. 21
(25) Serx.syı 41, s.14
(26) Serxwebn, sayı, 54, S. 8
(27) Kürdistan Ulusal Kurtuluş Problemi ve
Çözüm Yolu, s.140
(28) Serxwebûn, sayı 49, s. 15
(29) Serxwebûn, sayı, 42, S. 6-7
(30) Serxwebûn sayı, 65, s.13
(31) M. Karasungur yoldaşın Anısına, s. 23
(32) Berxwedan, Temmuz 1987, s. 3
(33) Serxewebûn, s, 50, s. 15
(34) Serxewebûn, sayı, 44, s. 7
(35) Serxewebûn, sayı 42, s. 6
(36) Serxewebûn, sayı.49 sayfa. 5
(37) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s. 176
(38) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s.176
(39) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s.177
(40) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi,s.165
(41) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi,s. 161
(42) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi , s.187-188
(43) Serxwebûn Nisan, 1996, s.17 Apo,
Ortadoğu’da PKK’siz
Çözüm ve Demokrasi Mümkün Değildir
(44) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s.113
(45) Abdullah Öcalan,Devrimin Dili ve
Eylemi, s.111
(46) Abdullah Öcalan,Devrimin Dili ve
Eylemi, s.155
(47) Abdullah Öcalan,Devrimin Dili ve
Eylemi, s.181
(48) Abdullah Öcalan’ın MED-TV’de PKK’nı
19’cu kuruluş
yıldönümünde’de yaptığı konuşmadan.
(49) Abdullah Öcalan, Dev rimin Dili ve
Eylemi, s. 56
(50) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s. 246-247
(51) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s. 56-57
(52) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s. 57-58
(53) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s. 60
(54) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s. 61-62
(55) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s. 63
(56) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s. 62
(57) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s. 78-79
(58) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s. 79-80
(59) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s.112
(60) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s.112
(61) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s.100
(62) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi , s.111
(63) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi , s. 113
(64) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s.183
(65) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s.183
(66) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi , s.183
(67) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s. 183
(68) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi , s. 275
(69) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s. 275
(70) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi, s. 261
(71) EL Vasat, Nisan 1998, A Öcalan'la röportaj
(72) EL Vasat, Nisan
1998, A Öcalan'la röportaj
(73) EL Vasat, Nisan 1998, A Öcalan'la röportaj
(75) EL Vasat, Nisan 1998, A Öcalan'ın
röportaj
(76)
Abdullah Öcalan,Savunma, Kürt Sorununda Demokratik
Çözüm Bildirgesi, s.143
(77) Serxwebûn, Haziran, 1996, s. 6
(78) Serxwebûn, Haziran, A.Öcalan, Merkez
Yönetim ve
Sorunlarımız, 1996,s. 7
(79) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi,s. 329
(80) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi,s. 252
(81) Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve
Eylemi. s. 286
(82) Serxwebûn, Kasım,1996, s. 7
(83) Serxwebûn, Nisan, Abdullah Öcalan,
Nasıl Savaşmalı,
1996, s. 25.)
(84) Mahir Sayın, Erkeği Öldürmek. Abdullah
Öcalan Ne
Diyor, s, 66-67
(85) Serxwebûn. sayı, 55, s, 4
(86) M.Karasungur Yoldaşın Anısına. s.18
(87) Devrimin Dili ve Eylemi. s, 252
(88) Dördüncü kongre kararlarından.
(89) Serxwebûn, sayı, 51, s, 9
(90) Abdullah Öcalan’ın sözlü
savunmasından.
(91)
Abdullah Öcalan, Kürt Sorununda Demokratik Çözüm
Bildirgesi, s. 96 –97
(92) Serxwebûn, sayı 49, s. 6
(93) Abdullah Öcalan’ın sözlü
savunmasından.
(94) Abdullah Öcalan, Savunma, Kürt
Sorununda Demokratik
Çözüm Bildirgesi, s.162-163
(95) Abdullah Öcalan, Savunma,Kürt
Sorununda Demokratik
Çözüm Bildirgesi, s. 158-159
(96) A.Öcalan, 12 Eylül Faşizmi ve PKK
direnişi,s.
(97) Abdullah Öclan’ın sözlü savunmasından
(98) Weşanên Serxwebûn, Kürdistanda Zorun
Rolü, s.173
(99) Abdullah Öcalan’ın sözlü
savunmasından.
(100) Serxwebûn, Temmuz, 1996, s.14
(101) Serxwebûn, sayı,194, s.14
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder