26 Kasım 2012 Pazartesi

KARANLIK DEHLİZLERDE YAZILMIŞ BİR OYUN DAHA SONA ERDİ

KARANLIK DEHLİZLERDE YAZILMIŞ BİR OYUN DAHA SONA ERDİ






“(...)Burada bulunan topluluk içinde hiç kimsenin üzerinde istediği gibi tasarufta bulunabileceği kendine has ne bir canı vardır, ne de kendine özgü bir niyeti olabilir. (..)hiç bir militan kendi varlığı üzerinde bir mülkiyet hakkına sahip değildir. Hiç bir militan 'bu can benim canımdır' diyebilecek durumda olamaz, olmamalıdır.Böyle bir tutumda ısrar eden kişide mülkiyet duyguları gelişiyor demektir.” (Serxwebûn sayı, 65, s.13)



****

Son 8-9 aydır tarihin en çirkef oyunları sergilenmekte. Bir süre daha bu çirkef oyunların sergilenmesine şahit olacağız. Gelişmelerin seyri onu gösteriyor. Tema, sahne dekorları ve oyuncular yine aynı olacak. Bıkmadan usanmadan, daha doğrusu zorla, çapulçulukla daha fazla gelir elde etmenin gayretini bir süre daha sürdürecekler. Oyun, her zaman aşina olduğumuz oyun, oyuncular da, hep tanıdık oyuncular olacak. Dekoru ise hiç tartışmaya gerek yok; kan ve cesetten ibaret olmayan bir dekor zaten kabul görmemekte. Bu nedenle gösterime sunulacak yeni sahne oyunları üzerinde durmaya pek gerek yok. Çünkü geçmişte oynanaların tekrarı olacaktır.

Ama henüz biten sahneyi biraz irdelemekte yarar var. Biten sahne, yani açlık grevleri. Açlık grevleri neden, ne uğruna başlatıldı, niçin sona erdirildi, bilen var mı? Şimdi belki de onlarca, yüzlerce insan şu veya bu oranda sakat kalacak. Sakat kalacak bu insanlara, bu insanların ailelerine, eş ve dostlarına gelecekte kim, ne yanıt verecek? Bir hiç uğruna bunca Kürt gencinin geleceğini ipotek altına alan kimlerdir? Meclisten gelecek maaşlar için ruhunu karanlığa satanları, Kürt halkı iyi tanımalıdır. Sadece tanımakla kalmamalı, hesab sormalıdır. Ölüme yatmış olan gençler hastalıkla boğuşurken, bu baylar, Mecliste yumuşak koltuklarına gömülerek, otomobillerinde seyehat ederek, dublex dairelerinde şaraplarını yudumlayarak bir sonraki ayın kazançı üzerine kafa yoracaklar.

Bunca insanı ölüme yatırmanın, yine binlerce insanın bile bile dağlarda ölüme sürülmesinin tek nedeni, İstanbul'da bir avuç elitin rahatlığı içindir. Kürt halkının iç dinamikleri parçalanmakta, dili, tarihi, kültürü iç hainler aracılığıyla bitirilmeye çalışılmakta. Bir halk, iki Küçük'le bir general akrabasının başrol oynadığı karanlık güçlerce yok edilmeye çalışılıyor. Kürt halkını yoketmeye yönelik projeler 'Kürdüm' diyenlere uygulatılmaktadır. Ne tesadüftür ki, geçmişte de Hamidiye Alayları'nın kurulmasına üç kişi öncülük yapmıştı.

Aclık grevleri daha başından itibaren bir Gladyo operasyonudur. Öcalan, uzun süreden bu yana kendini büyüten güçlerle birlikte projeler geliştirmekten alıkonulmuştu. Daha doğrusu, Gladyo'cu efendileriyle ortak hareket etmekten men edilmişti. Bu durum ister istemez Kandil-BDP tabanında giderek etkisinin azalmasını getirmişti. Aclık grevleriyle birlikte Öcalan, tekrar sahneye çıkarılmak istenmiştir. Yani Kürt halkına zoraki 'önder' empoze edilmektedir. Bu politika, Gladyo politikasıdır. İç politikada ortaya çıkan gelişmeler de dikkate alınarak, Ortadoğu'nun bugünkü konjektöründe, Öcalan vasıtasıyla Kandil-BDP yan cepte tutulmak istenmekte. Kandil ve BDP'nin olmadığı bir siyasal ortamda ortaya çıkabilecek yeni dengelerin hiçte çıkarlarına hizmet etmeyeceği bilinmekte. Bir de bu nedenledir ki, ölüm orucları bir operasyondu. Büstçü Kemalislerle içiçe geçmiş Kandil-BDP,yani son tahlilde bir erkgenekon operasyonudur.

Hükümetin, Ergenekon operasyonlarını, Fırat'ın ötesine taşıma niyeti olmadığı bilinmekte. Yalçın Küçük'ün birdenbire 'iç savaş' çağrısı yapması boşuna değildi. Kürt, Kürdistan denildiğinde, içlerindeki tüm kinlerini kusan malum bu büstçü Kemalistler, neden bu kadar aclık gerevlerinin savunuculuğunu yaptı acaba? 'Tüm hapishaneleri Tahrir'e çevirdik' diye övünç duymaları nedendir? Tahrir'de bir kaç saatin içinde 30 yıllık bir diktatörlüğün yıkıldığı biliniyor. Bu söylem halkla dalga geçmektir. Bu tavır bir halkı aşağılamadır. Kürt halkı bu aşağılanmayı kabul edemez, etmeyecektir de. Kürt halkı, bölüşümcü olmayan Kemalist siyasetin kurbanı olmayacaktır.

'Ölüm orucu' eylemiyle varılmak istenen bir başka hedef daha vardır. Bilindiği üzere Ortadoğu tarihinin en sancılı dönemini yaşamakta. Bölgesel çatışmaların göbeğinde yer alan ülkelerden biri de, Irak'tır. Irak'ta mezhepsel ve etnik çatışmaların boy gösterme olsalığı yüksektir. Gladyo, Öcalan'ı meşrulaştırma temelinde Kandil ve BDP'yi kontrol altında tutmaya, günümüz koşullarında daha fazla ihtiyaç duymakta. Böylece Federal Kürt Yönetimi üzerinde provakasyonlar geliştirmeyi, Batı Kürdistan'da Esad iktidarıyla işbirliği içinde denetim kurmayı amaçlamaktadırlar. Aslında geçmişte, yani 90'lı yıllarda KDP'ye kaşı oynanan oyunların bir benzeri de bu gün Kamışlı ve civarında oynanmaktadır. Kandil yönetiminin dayandığı karanlık güçler, bu bölgelerde geliştirecekleri provakasyonlardan alacakları güçle, içte yürüttükleri iktidar kavgalarında ileri mevziler kazanacaklarını düşünmekteler.

Ölüm orucu çok ciddi bir eylemdir. Hiç bir zaman rastgele başvurulacak bir eylem biçimi olamaz. Kaldı ki, içinde bulunduğumuz koşullarda, merkezine insanı koymayan, insan yaşamını önemsemeyen her eylem biçimi, her şeyden önce insani değildir. Bunun bilinmiyor olması mümkün değil. Ayrıca böylesi ciddi eylemlere başvurmak için ülke içi dengelerin ve uluslararası konjektörün elverişlilik düzeylerinin hesaplanması gerekir. Yine ileri sürülecek taleplerin halkta ne oranda yankı bulacağı gözardı edilemez. Eğer tüm bunlar hesaba katılmaksızın körü körüne ölüm orucuna başvuruluyorsa, ortada apaçık bir art niyet vardır. Kandil ve BDP yönetiminin 'Öcalan'a özgürlük' talebini ileri sürerek Kürt gençlerini ölüme yatırması, aslında gençleri kovboy olarak kullanmasından başka bir şey değildir. Perde arkası gerçekler oynanan böylesi senaryolarla örtbas edilemez.

Ama ne yapmak isterlerse istesinler, hedeflerine ulaşamayacakları gün gibi aşikârdır.



19.11.2012

BAKİ KARER





6 Kasım 2012 Salı

ÖCALAN'A ÖZGÜRLÜK YA DA ŞERÊ VİRA




ÖCALAN’A ÖZGÜRLÜK YA DA ŞERÊ VİRA

“Daha çok kan akıtacağız ve bundan en küçük bir şekilde ‘yanlış yapıyoruz, yenilebiliriz’ diye korkakça bir tutuma girmeyeceğiz” ( Serxewebûn, sayı, 44, s. 7)

“Çok kan dökülmesi gerekiyor(…)milyonlarca insanın ölümü hiçbir şey değildir. Botan suyundan daha fazla kan akmalı, her dağda, her ağacın altında, her taş kovuğunda şehitler vermeliyiz” Serxewebûn, sayı 42, s. 6

Yukarıdaki sözleri okuyan her insan, bunları söyleyen birinin olsa olsa ikinci dünya savaşı Almanya’sında esir kapları sorumlularından birinin sözleri olabileceğini iddia eder. Çünkü bu derece kan akıtmaktan ve ceset görmekten hoşlananlar sözkonusu olduğunda, 1940′lı yılların Almanya’ sını hatırlamama mümkün değil. Ama yanılmayın, bunu söyleyen kişi, şu anda İmralı’da misafir ediliyor. Ve bu kişi 40 bin insanın ölümüyle övünüyor. Sadece örgüt içinden 15 bin insanı katlettiğini açıkça itiraf etmiştir. Yani her ağacın ve taşın altında bir ceset yatırmanın gayretini verdiğini saklamamıştır. Böylesi bir söylemde bulunan birini, Kürt halkının lideri konumuna getirmenin çabası içinde olanların kimler olduğunu tartışmanın bir anlamı yoktur. Böyle bir canavar, Kürt halkının lideri olamaz. Böyle biri ancak ve ancak Kürt halkının düşmanı, yani Kürt halkını yoketmeyi hedeflemiş biri olur. Milyonlarca Kürdü yok etmeyi hedeflemiş birinin, Kürt sorunu olamaz. ‘Kürt, alçaktır, rezildir, köledir’ diyen biri için, nasıl olur da ‘liderimizdir’ denilebilinir?Bu noktada, kimse, yukarıdaki söylemi dikkate almaksızın, ezilen halklara özgü özelliklerden yola çıkarak, PKK-BDP’yi Kürt halkının temsilcisi gösterme gayreti içine girmesin. PKK-BDP egemen güçlerin oluşturduğu karanlık odakların emrinde Kürt kıran hareketidir.

Onbinlerce Kürdü katletmiş birini, Kürt halkının lideri yapma çabası yürütenler kimlerdir? Bir tarafta bir dönemler her Kürtçe kelimeye para cezası kesenler, diğer tarafta marabaları kullanarak yüzyıllardır hüküm sürmüş ağalar, aşiret reisleri ve yeni yetme bezirganlar vardır. Çünkü bu iki kesimin ittifakı yıllardır halklarımıza olmadık işkenceyi yapmıştır. Kürde anadilini bile yasaklayan, şalvarlıyı şehrin merkezine koymayan bu ittifaktır. Eskiden olduğu gibi, bu ittifakı, tekrar iktidar yapmanın kavgası verilmekte. Yani giderek kızışan bir iktidar kavgası verilmektedir. Bu kavgada Kürt çocukları, gençleri kullanılmaktadır, daha doğrusu feda edilmektedir.

Bu ittikafakı biraz daha açmakta yarar var: Bir tarafta Kandil’e bağlı, daha doğrusu Kandil’in emrinde içmerkez olarak görev yapan BDP var. Diğer tarafta CHP’nin başını çektiği büstçü Kemalistler ve en önemlisi de Gladyocular var. Tabii tüm bu kesimlerin yurtdışı ittifakçılarını da gözardı edemeyiz.

Kürt gençlerine ‘ÖLÜN,ÖLÜME YATIN’ diye emir veren Kandilin buyrukları doğrultusunda hereket eden BDP’li baylar ve bayanlar, halkın çocuklarına ‘Ölün’ diyebilmekteler. Eğer ölüme yatma o kadar kolaysa, niçin kendileri bu yolu denemekten kaçınmaktalar. Lüks otomobillerde seyehat yapanların, lüks otellerde eğlenenlerin, her gün değişik gran tuvaletler içinde dolaşanların, daha doğrusu, zevk ve sefa içinde yaşayanların sokaklarda dolaşarak halkın çocuklarının yaşamı hakkında en pervasız konuşmalar yapmakta. Dahası var; bu sahte kahramanların çocukları, kardeşleri, eşleri neredeler? ‘Çüzüm’ diye ortalıkta dolaşan Barış ve Demokrasi Partisi milletvekillerinin çocukları, kardeşleri en iyi okullarda öğrenim görürken, lüks arabalarıyla çaka atarken, yine lüks dairelerde ve villalarda, hatta konaklarda yaşam sürdürürken, halkın çocuklarını bir Öcalan için, bin bir türlü entrikalarla ölüme gönderme hangi ahlaka sığar? Açlık grevleri sonucu hayatını kaybedecek her gencin sorumlusu, Kandil ağaları ve onların emir kulu BDP’dir. Eninde sonunda Kürt halkı bunların hesabını soracaktır.

Soruna bu biçimde yaklaşıldığında, sözümona liberal geçinen bazı köşe yazarları ‘akrabalar niçin işin içine koyuluyor’ diye tepki duymaktalar ve hemen arkasından ‘çözüm’ü tartışalım diyorlar. Çözümü tartışma ile Kürt gençlerini ölüme yollamanın ne alakası var o zaman? Çözümü tartışmak için Kürt gençlerinin ölüme sürüklenmesi gerekmiyor. Bu tür savunma reflekslerini harekete geçirmenin tek nedeni, oynanan oynun perde arkasının aydınlanmasını engellemek içindir. En önemlisi de, ortaya koyulan eylemin biçimi, insanların yaşamlarıyla ilgilidir. Hiç kimse bir başkasını zorla, tehditle ölüme gönderme hakkına sahip değildir. Tombalayı karıştır, ‘şu numaraları elinde bulunduranlar ölüme gidecek’ usulü, çokta eski olmayan bir tarihte kimler tarafından uygulandığını bilmek için tarihçi olmaya gerek yoktur. Bu yöntemin insanlık dışı bir yöntem olmadığını iddia edenler, tarihe bakarak düşünce ve hareket tarzlarını gözden geçirmeliler. BDP’li ağalar da çok iyi bilmekteler ki, ileri sürülen ‘Öcalana özgürlük’ talebi uydurma bir talepdir. Öcalan yerinden gayet memnundur ve rahattır. Hiç bir talebi de yoktur, olmadığı için de açlık grevinde bulunanları ‘maraba’ olarak görmekte ve geçmişte olduğu gibi şerê vira olarak değerlendirmekte. Bu nedenledir ki, bırakın ölüm orucuna yatmayı, tıka basa yemeğe devam etmekte, yan gelip yatmakta. Tekrar Gladyo’nunu denetiminde çalışacağı günleri sayıklamakta. İleri sürülen diğer isteklerde ise samimilik yoktur, sadece örtü görevi için kullanılmaktadır. Bir halkın en temel hakları karanlık güçlerin çıkarları doğrultusunda paravanlaştırılmakta. BDP’liler, yeni bir anayasanın bir an önce yapılması veya tüm faili mechullerin açığa çıkarılması için bir protesto eylemi düzenlemeye yanaşmamakta. Nedeni gayet açık; işlenen faili mechul cinayetlerin bir ucu kendilerine dokunmaktadır. Bu nedenle sessizce savuşturmaya çalışmaktalar. Yeni, sivil bir anayasa ise, işlerine hiç gelmemekte.

Bu noktada BDP’yi biraz daha irdelemek gerekir. BDP’de toprak ağaları, aşiret reisleri, yeni türeme bezirganlar ve bir de, sol geçinen nesli tükenmiş bir grubu temsil eden bazıları hükümranlık yapmakta. Toprak ağaları dağda öldürülmüş hangi kişinin ailesine kaç metre kare toprak vermiş? Bezirganlar ise; hem yurtdışında kurdukları şirketler, hem de belediyelerden aldıkları ihaleler sayesinde kazandıkları milyon dolarlar yetmiyor, yurtdışına insan kaçakçılığından da milyon dolarlar kazanmakta. Bunlar, dağda evladı öldürülmüş hangi yoksul aileye yardım eli uzatmışdır? Açıkça söylüyorum, bu ailelerin yanından bile geçmiyorlar. Aşiret reisleri ise, daha düne kadar başka gruplarla fingerdişiyordu. Kazançlarına daha fazla kazanç eklemek için birden en keskin Apocu kesildiler. Bu aşiret reisleri hem meclis küsüsünden, hem de zaman zaman kaçak güreşen pehlivanlar misali sokak ortalarında şov yapmayı neredeyse bir sanat haline getirmişler. Bahsettiğim bu aşiret reisleri dağda ölen gençlerin ailelerinin yüzünü görmeye bile tahammülleri yok. Hatta bu ailelerle dalga bile geçmekteler. İstanbulun kel aynak kuşları ise, Kürt gençlerinin sırtına basarak, unutulmuş olmaktan kurtulmanın hayalini kurmaktalar. Büstçü Kemalistlerle fingerdeşen ‘sol’ partiyi, Kürtlerin kanı üzerinden yeniden inşa edeceklerine inanıyorlar.

Yeni Bir 28 Şubat Denemesi

14 temmuz 2011 Silvan’da gerçekleştirilen eylem, bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten itibaren başlatılan bir süreç vardır. Son Beytüşşebab ve Şırnak bölgelerinde PKK tarafından başlatılan saldırıların komuta merkezini İstanbulun ve Ankara’nın karanlık dehlizlerinde aramak gerekir. Eğer Gladyo soruşturması Fıratın ötesine kaydırılmış olunsaydı, şu anda yaşananların hiç biri yaşanmayacaktı. Yaşanılan sürecin dış bağlantıları, başlı başına irdelenmesi gereken ayrı bir konu. Ama şu anda PKK’nin silahlı eylemlerinin, sokak gösterilerinin ve son olarak başvurulan açlık grevlerinin buluştuğu tek bir nokta vardır, o da, darbeciliktir. Canhıraş gayretler yeni bir 28 şubat yaratmaya yöneliktir. Liberal aydın denilen takımın birden bire ‘büyük abi’ rolüne bürünerek, demokrat kesilmeleri boşuna değildir. Bunların derdinin Kürt halkının hakları, daha ileri bir demokrasi olmadığı açıktır. Elbette iktidar eleştirilmelidir, iktidar olan her güçte eleştirilmeyi göze almalıdır. Demokratik olmanın bir ölçüsü de, eleştirilere açık olmayı gerektirir. Ama eleştiri, yerini darbecilik oyunlarına bırakırsa, işte bu noktada karşı durma da en demokratik tavırdır. Şu anda Kemalistlerden liberal geçinen aydınlara kadar olan bir kesim, büyük bir hayal kırıklığı içinde. Artık tekrar iktidar yüzü göremeyecekleri kanısına kapılmışlardır. Ağırlıklı olarak liberal aydınların sıkça boy gösterdiği televizyon kanallarına, köşe yazarlığı yaptıkları gazetelere bakın, PKK’yi ve PKK’nin türevlerini eleştiren hiç kimseye yer vermemekte. Binlerce Kürt gencinin dağlarda bilerek ölüme gönderilmeleri umurlarında bile değil.

‘Kemalistim’ diyenler, halkın desteğiyle bir daha iktidar olmayacaklarını bildiklerinden, liberal aydınlar da Avrupa Birliği ile zenginlik yaratma hayaliyle Adalet ve Kalkınma Partisi’ne karşı, darbecilikte birleşmiş durumdalar. Her ikisinin de ortak yanı, halka güvensizliktir. Bu süreçte PKK’ye verilen görev, palyaçoluktur.

Muhalefet salt olumsuzlukları eleştirme üzerine inşa edilemez. Hareket tarzını salt olumsuzluklar üzerine inşa etme, projesizlik, yani alternatif çözümler üretememe demektir. Bu tutum ister istemez halka güvensizliği, halkla içiçe olamamayı beraberinde getirir. Bizde, liberal aydınların önemli bir kesiminin en büyük korkusu, halkla aydın arasındaki farkın giderek azalmaya başlamasıdır. İşte onları korkutan bu süreçtir. Gereksiz tepkileri bu yüzdendir.

Ortadoğu’da yaşanılan karmaşadan cesaret alınarak, Hakkari-Şırnak hattında başlatılan silahlı eylemlerle birlikte halkın ayaklanmasıyla iktidarın düşeceği planlanmıştı ama olmadı, tüm hayaller suya düştü. Şimdi ikinci perde açılmış durumda. Bir takım kutlamalar bahane edilerek sokaklarda yaratılan kargaşa ölüm oruclarıyla birleştirilerek darbecilik oynanmakta. Ama bu oyunun da, çok seyirci toplayacağına inanmıyorum. Ne iç, ne de dış koşullar buna elverişli değildir.

AKP’ye karşı yeni bir 28 Şubat denemesine başvurulmasının belli başlı nedenlerini şöyle sıralaya bilirim:

a) Yönünü Batı’ya olduğu kadar Doğu’ya da çevirmeye başlaması;

b) Teknolojik alanda kaydedilen gelişmeler sonucu silah ihracatına başlanması;

d) Son 40-50 yıldır el atılmayan demiryollarına yatırım yapmaya başlaması;

e) Sivil bir anayasa yapmaya kalkışması;

Yukarıda çizdiğim ana hatlar irdelendiğinde, oynanan darbecilik oynunun iç ve dış bağlantılarını da tespit etmiş oluruz. Gücü olan iktidarı sandıkta yıkar. Artık AKP bir olgudur. Geçmişte siyasal arenada Demokrat Partisi, Adalet Partisi ne kadar bir olgu ise, AKP’de bugün o kadar bir olgudur. Veya şöyle de diyebiriz; bugün CHP siyasal alanda ne kadar olgu ise, AKP’de bir o kadar olgudur. Artık bu kabul edilmelidir. Bu nedenle, CHP eğer kalıcı olmak istiyorsa, boynuna geçirdiği Silivri değirmen taşından kurtulup, halkın gücüne güven duyan sosyal demokrat bir yapılanmaya gitmek zorundadır. CHP ve liberal aydınlar PKK-BDP’yi kullanarak bir yere gelemeyeceğini artık anlamalıdır.

Kimi çevrelerin demokrat görünüm altında açlık grevleri karşısında takındığı tavır sahtedir. Kimse timsah göz yaşı dökerek inandırıcı olamaz.Bu çevreler, Antep’de katledilen çocuklar ve Siirt’te katledilen genç kadınlar için sokaklarda onbinleri yürütme cesaretini gösterselerdi,700 kişinin iradeleri dışında ölüme yolçuluk başlatmasını da engellemiş olurlardı.

Her ne kadar ‘iradeleri dışında’ diyorsak da, bu durum, bizi, madalyonun her iki yüzünü görmemizi engellememelidir. Bu çağda başı dik durmayı kavrayamama da yargılanmalıdır. Bilinçle hareket etme varken, salt körü körüne inanaçla peşe takılma da eleştirilmeli. Yaşadığımız bu çağda müritlikten kurtulma çabası içinde olamama düşündürücür. olayın salt hümaniter yanını ele alır değerlendirmede bulunursak, müritliğe pirim vermiş oluruz.

BAKİ KARER

01.11.2012



23 Ekim 2012 Salı

KORKMAYIN, ŞİMDİ KORKMANIN ZAMANI DEĞİLDİR

KORKMAYIN, ŞİMDİ KORKMANIN ZAMANI DEĞİLDİR





Ayvazın biri birkaç gün önce bazı gazetelerde yayınlanan bir röportajında iç savaşa çağrı yaparak herkese meydan okuyor. 'Korkun' diyor. Yani 'biz geliyoruz, çok kan akıtatacağız, yeneceğiz' diyor. Belli ki, çok sinirli, kahyalıktan men edilişini, daha doğrusu aldığı yenilgiyi hiç hazmedememiş. Öylesine sinirli ki, destek aldığı bazı ev hizmetçilerini bile azarlıyor. Cehepe'yle kurulan cepheyi bozuyor. Peki, siperde ittifakı bozup, vuruşma meydanından arkasına bakmadan kaçanların tarihin her döneminde korkak olarak nitelendirildiğini bilmiyor mu? Elbette biliyor. İşine son verilmiş, bir kuytuda malum geleceğini bekleyen bu ayvazı korkutan ne oldu? Bu zatın avurnalar gibi sesler çıkarmasına neden olan çok ciddi gelişmeler olmuş ki, hörgüçlerini paralarcasına toprağa sürtmekte.

Bu bay, profesörlük, hayran olduğu dille hitap edersek, professeur ünvanına güvenerek Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinden örnekler vererek, birlikte hareket ettiği cephenin darma dağın olduğunu bile bile zafer elde edeceğini iddia ediyor. Yenilginin verdiği kızgınlığı saklamaya çalışarak, zaman zaman da rüzgara karşı durmaya çalışan Gelincik edasıyla masumiyet taslıyor. Ama hangi kılıfa bürünürse bürünsün, kaybetmiş taraf olduğu bir gerçektir.

Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde ortaya çıkmış bazı olayları aferist bir tutumla değerlendirmeye çalışmakta. kendini ve kendisi gibi düşünenleri, olmaması gereken bir zemin üzerinde değerlendirmeye tabii tutmakta. Daha doğrusu, tarihi gelişmeleri tersyüz etmekte. Çünkü özentili biri; öğretmenine yaraşır bir öğrenci olma çabasından ziyade, öğretmenini aşma özentisi içinde kıvranan biri. Attığı çiziklere bakılırsa, ömrü kendini bu yönde ispat çabasıyla geçmiş. Öğretmeni tarih üzerine beş cilt mi yazmış, o da illa beş cilt yazacak; sırf 'ben de beş cilt yazdım' diyebilmek için. Varsayımlar üzerine yazmış olması hiç önemli değil. Onun için önemli olan, Don Kişot olarak adlandırılması. Don Kişotluğu onum olarak görür her zaman.

Bilinen bu özelliklerine karşın, tarihi değerlendiriken yaptığı en önemli hata, kendini ve ekibini olmaması, daha doğrusu yer almadığı ve hiç bir zamanda alamayacağı tarafa koyarak değerlendirmeye tabii tutmasıdır. Oysa Eşkinci değil, Yeniçeri'dir. Yani esnaflaşmış, giderek çeteleşmiş, halktan haraç toplayan, toplumsal gelişmenin önüne 'zor'u direten Yeniçeridir. Baldırının yanmasına o kadar alışmış olacak ki, pantolon içinde hiç rahat etmemekte; eski günlerine dönüp 'baldırı yanık' olarak dolaşmak istemekte, istemekteler. Beyhude çaba; gelinen aşamada 'to be or not to be' Onun için bir anlam taşımamaktadır artık. Birlikte hareket ettiği taraf, varlığını tartışacak, tartıştıracak noktada olmanın çok gerisinde. Mecrasında ilerleyen sosyal gelişmelerin önüne çekilmeye çalışılan 'zor', çoktan suların dibinde paslanmaya yüztutmuş. Bu paslanma, 'çalışma ilkelerini doğa ve toplumdan' türetemeyen aklı temsil eder.

Bu noktada aydını, aydın olmanın özelliklerini tartışmak gerekir ama yeri değil. Şu kadarını söyliyeyim ki, paşalara dayanarak, paşaların gölgesine sığınarak aydın olunmaz. Paşalara sığınma, özellikle de Cumhuriyet döneminde, azalacağı yere giderek artan bir olgudur maalesef. İçerde iç savaş ilanı yapan bayımız misali bizde, aydınların çoğu 'kurtuluş' için 'Hareket Ordusu' beklentisi içinde olmuştur.

Aydın geçinen Ergenekoncuların 'Hareket Ordusu', Beytüşşebab-Şırnak hattının Kazan Deresi'inde boğuldu. Açık söylüyorum, hezimetle sonuçlanan beklentilerin hayalini bile bir daha kuramayacaklar. Silivri'den başlayıp İmralı'dan geçen ve Kandil'de son bulan cephe yıkıldı; bir daha asla! Ve unutmak zorundalar. Paşalara dayanan kadro hareketinin sonu. Yine açık açık söylemek zorundayım; Bu yenilgi, silahın zoru ile olmamıştır; Hakkari, Şırnak, Beytüşşebab halkının, Kürt halkının dik duruşu sayesinde olmuştur. Her kadro hareketinde olduğu gibi Erkenekoncu kadro hareketinin 'yığın' olarak gördüğü halk, en büyük şamarı vurdu. Üstelik ilk şamarı vuran da Kürt halkı oldu. Yani 'gericiliği geriletmek için yığın kullanılır' tezi hapı yuttu.

Demek istediğim şu ki, Gladyo'nun beklentisine yanıt verecek ordu çıkmaz, ya da Ordu, beklentileri karşılayacak 'Ordu' olmaz. Ordu er, ya da geç 'iç düşmanlar' yaratanlara ilham kaynağı olmaktan çıkmak zorundadır. İçinde bulunduğumuz süreçte böylesi bir değişim başlamış durumda. İç düşmanlar yaratma hantalların, tembellerin işidir. Cehepe'ye gelince; cehepe artık Chp'lilerin olmaz, ama bir süre daha iki arada bir derede kalmaya devam eder; bu ikircimliliğin iç savaş çığırtkanlarına bir yardımı olmaz. Sonuç olarak, ne Halâskâr Zapitân'a ne de Hareket Ordusu'na yer yoktur. Anadolu'da 31 mart vakası yaşanıyor diyenler, kendi kendini aldatıyor.

Son söz; korkunuzdan 'bir daha asla' diyerek yola koyuluşunuz, Kürt halkına karşı 1988'de yaşanan Enfal'i yaşatmak içindi ama olmadı. Ne Kürdün, ne Türkün, ne de Çerkezin korkusu var; iç savaşa davetiye çıkaranların yüzüne tükürülmüştür. Şimdi korkma zamanı değil, çünkü 'yığın' yok, daha fazla demokrasi ve özgürlük için kavga veren yurttaş var.



BAKİ KARER

23.10.2012





6 Ekim 2012 Cumartesi

SURİYE'YE KARŞI MİSİLLEME

SURİYE'YE KARŞI MİSİLLEME







Bugün Suriye'den ateşlendiği iddia edilen top mermileri Akçakale ilçesinin merkezine düştü. Son geçilen haberlere bakılırsa 5 ölü ve 15 yaralının olduğu söylenilmekte. Akçakale'ye birkaç yüz metre ötede sürdürülen çatışmaların bu ilçede hayatı yaşanmaz hale getirdiği biliniyordu. Sadece Akçakale değil, tüm sınır boyunun güvenli olmadığı ortadaydı. Bu nedenle Türkiye ile Suriye arasında her an bir çatışmanın çıkabileceği kaygısı taşınıyordu. Nihayet bu kaygı bugün için çok sınırlı da olsa karşılıklı sınır çatışmasına dönüşmüş durumda. Bunun uzun süreli olacağına ihtimal vermiyorum. Türkiye'nin bir düzüne top atışı ile karşılık vermesiyle sınırlı kalacaktır.

Şu anda Türkiye'nin topyekün bir savaş başlatacağını sanmıyorum. Hükümet hem iç kamuoyu nezdinde zor durumda kalmamak, hem de Suriye yöntimine gözdağı vermek için misilleme yapmayı bir zorunluluk olarak görmüş durumda. Ayrıca uluslararası alana da mesajını vermiş oldu.

Suriye üzerinden yeni bir Ortadoğu haritası şekillendirilmek isteniyor. Ama bunun pek öyle kolay olamayacağını tahmin etmek zor değil. Mezhep ayrımı üzerinden şekillendirilmeye çalışılan yeni haritanın çok kanlı olacağını tahmin etmek güç değil. Ortadoğu'da mezhep farklılıklarına dayalı çatışmaların ve savaşların bir kaç onyıla yayılma ihtimali de vardır.

Türkiye'nin Ortadoğu'da diktatörlüklerin yıkılması sürecinde özgürlük isteyen halkların yanında tavır alması doğru bir politikaydı. Ama giderek bu sürecin mezhep kavgasına dönüşme tehlikesi karşısında daha gerçekçi bir tutum takınabilirdi. Bu anlamda Bölge'nin güçler dengesini daha bir gözden geçirmesi gerekiyordu. Yaptığı en önemli hata, Suudi Arabistan ve Katar ittifakını temel almasıydı. Bu ülke iktidarlarının da birer diktatör olduğunu gözardı etmeyecekti. Böylesi bir ittifak, Türkiyenin özgürlükler karşısındaki tutumunu sorgulamayı da beraberinde getirdi. Oysa bölgede oluşan siyasal ortam daha bağımsız hareket etmeye elverişliydi. Ayrıca hükümet Suriye'de çok aceleci davranmakla kalmadı, Rusya'ya rağmen sonuç alacak biçimde hareket etti. Avrupa'nın kayıtsız kalacağı, ABD'nin çok fazla başını ağrıtmayacak bir taktik izleyeceği daha başından belliydi. Rusya'nın daha başından itibaren alternatif bir güç olduğunun hesaplanması gerekirdi.

Ortadoğu'da etkin olma mücadelesinde geri plana düşen Iran'ın takındığı ve gelecekte takınacağı tutum da dikkate alınmak zorunda. İran dış destekten tümden yoksun kalsa da, kullanabileceği argumanlara sahiptir; bunlardan biri de, mezhepler arası çatışmadır. Nitekim şimdiden Körfez ülkelerinden başlayıp Irak'ı da kapsayacak biçimde Lübnan'na kadar uzanan bir bölgede mezhep ayrımına dayalı bir hat oluşturmuş durumdadır. Türkiye, oluşturulan bu fay hatlarında birini seçmeden hareket etme olanağına sahiptir. Fay hatları üzerinde durarak politika belirleme, gelecekte ateş içine düşmeyi getirebilir. Yani mezhep ayrılığı üzerinden hareket ederek kazanılacak bir şey yoktur. Bu noktadan hareketle, Ortadoğu'da ortak hareket edilecek temel ittifakcı güçlerin yeniden belirlenmesine ihtiyaç vardır. Suriye'de Esad iktidarı er veya geç yıkılmaya mahkumdur. Önemli olan, Esad sonrası oluşacak iktidarın mezhepsel ayrımı tümüyle dıştalamasıdır. Türkiye böyle bir iktidarın biçimlenmesinde belirleyici rol oynayabilir.

Suriye'deki iktidar kavgası Türkiye içinde de safların belirlenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. CHP ve irili ufaklı müttefikleri; BDP gibi suni oluşumlar statükonun, yani diktatörlüklerin yanında tavır almıştır. Bu kesimin bir süre önce Hatay'da düzenlediği protesto, Almanya dazlaklarının göçmenlere karşı düzenledikleri protestoları anımsatmaktan uzak değildi. Aradaki fark, bu protestoların 'sol' ve 'sosyal demokrasi' adına yapılmış olmasıdır. Protestoyu düzenliyenlerin savaş karşıtlığı ile diktatörlük karşıtlığını birbirine karıştırdıklarına inanmıyorum. Tüm bu çırpınışlar, CHP ve müttefiklerinin çıkışsızlığının ifadesidir. CHP ittifakının bir ayağı da Suriye'de PYD (Demokratik Birlik Partisi)dir. PYD güçleri Kürt halkına karşı kullanılan Şebiha güçleridir. Esad sonrasında Süriye'de Kürt halkının PYD'yi muhatap alacağını sanmıyorum. Esad tarafından ellerine verilmiş silahlarla halkı susuturmaya çalışsalarda uzun vadede başarılı olacaklarına ihtimal vermiyorum. Kürt halkı giden Esad'ın yerini bir başka Esad'ın almasını kabullenmeyecektir.

Sonuç olarak, Türkiye'nin tek başına Suriye'ye karşı savaşa gireceğini düşünmüyorum. 2013'ün Nisan ve Mayıs ayları, Esad iktidarının devam edip etmeyeceğini belirleyecek aylar olacaktır.

Baki Karer

03.10.2012

27 Eylül 2012 Perşembe

ŞEMDİNLİ'DE KİM SAVAŞIYOR?

ŞEMDİNLİ'DE KİM SAVAŞIYOR?



Şemdin'lide 17 Temmuz'dan itibaren çatışmaların sürdüğü bilinmekte. Gerek yazılı, gerekse de görsel medyada gün, hatta saatler geçmiyor ki çatışma haberleri verilmesin. Ulusal televizyon kanallarında çatışmalar üzerine akla gelmedik her türlü yorumlar yapılmakta. Kimileri PKK'nın düzenli savaş aşamasına geçtiğini dahi iddia etmekte. Şemdinli ve çevresinde yürütülen çatışmaları kimileri Suriye'nin, kimileri de İran'ın kışkırttığını söylemekte, hatta bazıları Türkiye'nin Suriye politikasına karşı İran'ın bir misillemesi olarak nitelendirmekte. Son dönem çatışmalarda Suriye, İran ve Irak'ın Türkiye'ye karşı takındıkları tavırlar birer faktördür ama bunların hiç birinin belirleyici olmadığını özellikle belirtmeliyim.

Temmuz ayından bu yana yoğunlaşan olayları daha iyi anlayabilmek için kısa geçmişte ortaya çıkmış bazı olayları değerlendirmek gerekir. Kimileri dönüm noktası olarak Dersim'de Hüseyin Aygün'ün kaçırılmasını, kimileri özellikle 23Temmuz'dan itibaren Şemdinli'de yoğunlaşan çatışmaları, kimilerileri de 20-08-2012'de Antep'te çocukları katleden bombalama eylemini almaktadır. Bana kalırsa bunların hiçbiri de dönüm noktası değildir. Eğer illaki bir dönüm noktası alınması gerekiyorsa, 2011'in 13 Temmuz'unda yapılan Silvan saldırısı temel alınmalıdır. Çünkü Silvan saldırısı, Öcalan'ın derin devlet odaklarının elinden alınmasına bir tepkidir. Derin devlet güçleri, Öcalanı istedikleri gibi kullanamayacağını anlayınca, Hükümeti tehdit için Silvan baskınını gündemleştirmiştir. Yani Silvan olayından sonra derin devlet, Öcalan'ı elinden kaybetmiştir. Bu tarihten itibaren Öcalan üzerinde hükümet denetim kurmaya başlamıştır. Aslında KCK falan baştan itibaren uydurma bir oluşumdu. Yani KCK hükümetin MİT aracılığıyla Öcalan'ı denetim altına almak için derin devlet güçlerine karşı yürüttüğü bir operasyondu. İhtiyaç duyulan denetim sağlandıktan sonra tasviye edildi. Öcalan, değişen güçler dengesine bağlı olarak artık yeni yerini belirlemiş oldu. Derin devlet denilen oluşumun tekrar Öcalan üzerinde etkili olacağını sanmıyorum. Bu karanlık güçler yeterli olmasa da önemli ölçüde darbeler almıştır. Elbette bu yeterli değildir. Türkiye’de Gladyo’nun Kürt ayağına, yani PKK ayağına dokunulmadığı sürece, derin devlet güçleri, değişik biçimlerde zaman zaman siyasal sürece müdahale edecek fırsatlar ortaya çıktığında, bu fırsatları değerlendirmeye devam edecektir. Ama geçmişte olduğu gibi belirleyici konumda olamayacaklardır. İşte son dönemde Şemdinli-Beytüşşebap-Şırnak bölgesinde yaşanan olayları bir de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Derin devletin yeniden canlanma ve yaşanan siyasal sürecte yeniden belirleyici konuma gelme çabaları olarak görmek gerekir. Yani Ortadoğu'nun içinde bulunduğu siyasal ortamı bir fırsat görerek içte iktidar kavgasıyla bütünleştirmek istemekteler.

Eylemlerin biçim ve kapasitesine bakıldığında, karanlık güçlerin emir ve komutasında hareket edildiği rahatça görülecektir. Eylem biçimleri arada bir karakol baskınlarıyla asker öldürme, daha çokta sivil halkın malına ve canına kastetmedir. Çocukları öldürüyorlar, yol kesip halkın kamyonlarını yakıyorlar, şantiye basıp makinaları kırıp döküyorlar, esnafa kepenk kapattırıyorlar. Sonuçta bölge halkını göçe zorlamak için gayret gösteriyorlar. Doksanlı yıllara geri dönüş için her türlü çabayı yürütmekteler. Kargaşa ve kaos onlar için kolay kazanç kapısıdır. Ama olaya sadece bu çerçevede değil, biraz daha geniş bir perspektiften bakmada yarar var. O zaman PKK ve sivil görünümlü uzantılarının amaç ve hedefleri daha iyi anlaşılır.

Ülke içinde kıyasıya bir iktidar kavgası var. İçte yürütülen iktidar mücadelesine paralel Ortadoğu’da pazarları yeniden bölüşüm kavgası var. Ortadoğu'da yeniden bölüşüm savaşının odağında da her zaman olduğu gibi, petrol ve doğal gaz yatakları bulunmaktadır. Türkiye, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarıyla birlikte Ortadoğu ile daha fazla ilgilenir olmuştur. Artık Türkiye’de Ortadoğu, Kafkas ve Doğu Akdeniz bölgelerinde yürütülen paylaşımda ‘Ben de varım’ demektedir. Oysa Ortadoğu, uzun yıllardan bu yana, ABD-Büyük Biritanya ve İsrail ittifakıyla Türkiye’ye kapatılmıştır. Zaten ikibinli yıllara kadar da Türkiye’nin ekonomik gücü bu ittifaka karşı çıkabilecek düzeyde değildi. İktidar, Ortadoğu ve dünya genelinde güçler dengesini tüm yönleriyle değerlendirmelerde bir çok noktada yanlışlara düşmesine karşın, özellikle Ortadoğu ve Akdeniz’de varlığını hissettirmeye çalışmaktadır. İktidarın önüne koyduğu bu hedeflerle, Türkiye'nin ekonomik, askeri ve siyasal gücünün ne oranda orantılı olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu. Ama en azından çokyönlü politik uygulamalar içine girmesi ve bu doğrultuda bazı noktalarda ilerlemeler kaydetmesi, uluslararası planda bir çok çevreyi rahatsız etmekte.

İçinde bulunduğumuz koşullarda Ortadoğu’ya yönelmiş bir Türkiye, AB'nin, daha çokta Almanya'nın Bölgedeki çıkarlarına ters düşmekte. İşte son dönemlerde Şemdinli’de yaşanan olayların arka planında Almanya vardır. Hem Batı ile ilişkilerini devam ettiren, hem de Ortadoğu, Kafkasya ve Afrika ile ilişkiler geliştiren bir Türkiye en fazla Almanya'nın işine gelmemektedir. Almanya bu bölgelerde İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri'nin politikalarına karşı Türkiyesiz etkin bir tavır sergilemesi pek olanaklı değildir. Bu nedenle Almanya derin devleti Türk derin devletiyle sıkı bir ittifak içinde PKK'ye her türlü imkanları sunmakta. Finanas Almanyadan, yöneticilik yerli derin devletten, vurucu ekipmanların önemli bir kesimi de Suriye, İran ve son dönemlerde az da olsa Irak'tan temin edilmektedir. Tüm bu tarafların çıkarları şu anda çakışmaktadır. Yeni bir İttihat ve Terakki arayışı içinde olan Almanya, Türkiye'nin özellikle Ortadoğu ve Doğu Akdenizden çekilmesini ve aynı zamanda Kafkas-Avrupa arası enerji koridoru üzeride tam anlamıyla söz sahibi olmak istemekte. Suriye içişlerine doğrudan müdahale edilmesine karşı misilleme yapmakta, İran ise, Suriye'de savaşan muhalefin yanında olan Türkiyeyi bir noktada oyalayıp Bölge'de yalnızlaşmanın önüne geçmek istemekte. En azında Esad iktidarının yıkılışını üzün bir süreye yaymaya çalışmakta. Irak'ta Nuri El Maliki iktidarı ise İranla birlikte hareket etmekte. Bu arada İsrail'in izlediği sinsi politika başlıbaşına irdelenmesi gerekir. Türkiye'de derin devlet Bölge'nin içinde bulunduğu böylesine karmaşık ilişkiler ağının ortaya çıkardığı bu fırsatı kaçırmak istememektedir. Daha anlaşılır bir biçimde anlatacak olursak, Şemdin'li-Beytuşşabap hattında devam eden çatışmarara komuta edenler, Musa Anter'in katilini yıllardır bu bölgede saklayanlardır.

21.09.2012

BAKİ KARER





3 Nisan 2012 Salı

APOCULARIN İÇ İNFAZLARI VE FAİLİ MECHULLER

APOCULARIN İÇ İNFAZLARI VE FAİLİ MECHULLER



Derin Devlet ve PKK işbirliğiyle yıllardır sürdürülen cinayet ve katliamlar; nihayet araştırılmaya başlandı. TBMM İnsan Hakları Araştırma Komisyonu'na bağlı bir alt komisyon kuruldu. Bu Komisyon PKK’nin cinayetlerini incelemeye başladı. Ayrıca Diyarbakır Özel Yetkili Savcılığı bir iddianame hazırladı. Bu durum, demokratikleşme sürecinde yadsınmayacak ileri bir adımdır. Tüm bunlara rağmen, bir takım çekincelerimin olmadığını söyliyemem.

Türkiye’de gerçekten demokratik bir ortam egemen kılınmak isteniyorsa, Gladyo’nun Kürt, yani Apoculuk ayağı tüm yönleriyle deşifre edilmesi gerekir. Apocuların işlediği cinayetlerin, faili mechullerin soruşturulması ve tüm çıplaklığıyla açıklığa kavuşturulması, aynı zamanda devletin demokratik temellerde yeniden yapılanmasına kapı aralayacaktır. Çünkü bu örgütün silahlı ve ‘sivil’ yan kuruluşlarınca işlenen cinayetler, son tahlilde, derin devletin işlediği, işlettirdiği cinayetlerdir.

Soruşturmalar yapılırken, derin devleti Apoculuktan, ya da Apoculuğu derin devletden ayrı düşünmek olanaksızdır. Nasıl ki JİTEM, bir kaç elemanın yargılanmasıyla açıklığa kavuşturulamazsa, Apoculuğun işlediği cinayetler de bir kaç tetikçinin yargılanmasıyla açıklığa kavuşturulamaz. Apoculuk ve Apoculuğun arkasında yatan güç, birlikte yargılanmalı. Çünkü bu yapı bir bütündür. Demokratikleşme ancak bu yolla mümkündür. Abdullah Öcalan ve karanlık destekçilerinin bu yargılamadan muaf tutulma olasılığı çekincemin kaynağını oluşturmakta. Gelişmelerin bu yönde seyredeceğine dair işaretler, bugünden verilmeye başlanmıştır.

Öcalan ve şurekasının derin devlet tarafından finansa edildiğini ve Abdullah Öcalan’ın da derin devletin en sadık elemanı olarak yıllardır hizmet verdiğini tartışma konusu yapmanın artık bir anlamı yoktur; Öcalan bunu zeten yıllardır dillendirmekte, yani derin devletin bir elemanı olarak hareket ettiğini kabul etmektedir. Hele hele son dönemde MİT-polis ve yargı üçgeninde ortaya çıkan anlaşmazlıklar sonucu havada uçuşan belgeler ve İstanbul Özel Yetkili Savcılığı tarafından ileri sürülen iddialar, Apoculuk ve yan kuruluşlarının kimlerin denetiminde, kimler tarafından sevk ve idare edildiği bir kez daha kanıtlamıştır. Tekrar vurgulayacak olursak, Abdullah Öcalan’ın Gladyo’nun elemanı olduğu bir kez daha gün gibi ortaya çıkmıştır. Bu noktada yapılması gereken, Abdullah Öcalan’ın Gladyo yargılamalarına dahil edilmesidir. Bu yapılmadığı sürece, Glado yapılanması tümüyle etkisiz hale getirilemez. Öcalan, onbeş bin Kürdü katlattiğini kabul etmiştir. Örgüt içinde binlerce kadro ve sampatizan, halktan binlerce insan öldürülmüştür. Bu bir katliamdır. Uğur Mumcu, Çetin Emeç ve Hırant Dink’i katleden güçle, Apocu örgütlenmede iç infazları yapanlar aynı güçtür.

Kaldı ki, Apocular, örgüt içinde ve dışında halk karşı işlediği cinayetleri zaten inkâr etmemektedir. Ama nedense, bazıları kıraldan daha kıralcı kesilmekte. Şerefettin Elçi ve bazı arkadaşları Apocuların işlediği cinayetleri meşru görmekte. Şerefettin Elçi'nin bu tavrını anlamak zor. Elçi'nin milletvekilliği koltuğu uğruna böylesi bir noktaya gelmesi düşündürücüdür. Sarfettiği sözler, ilerlemiş yaşıyla ilintilenemez. Bir insanın hangi yaşta olursa olsun, ömür uzatma çabası içinde olması elbette sevindiricidir. Ama dökülen kanlar üzerinden ömür uzatma çabaları, kelimenin tam anlamıyla çirkefliktir. Hastalığının kanser olduğunu söylemekte. Acaba organ nakli ile ömrünün epeyce uzayacağını mı ümit etmekte? Bildiğim kadarıyla, Apocular tarafından organ nakli vaadleriyle kandırılan ilk kişi Şerefattin Elçi değildir. Bu nedenle, Elçi'nin akıbeti, yakın geçmişte kandırılan bazı kişilerin akıbetinden farklı olmayacaktır. Belli ki, Stockholm'de Apoculardan yediği dayağın etkisinden halen kurtulmamış. 'Hain ve ihbarcı' olduğu için mi dayak yemişti? Ölümden zor kurtulduğunu anımsıyor olması gerekir. Her neyse, üzerinde çok fazla durmaya değmez.

Kim ne derse desin, gelinen noktada derin devletin derinliği kalmadığı gibi, ‘faili mechul’lerin de failleri ortadadır.Gladyo yapılanması, Apoculuk-Jitem-Hizbullah üçgenini oluşturarak özellikle Kürt halkına karşı en vahşi cinayetleri işlemiştir. Lolan ve Bekaa kampları faşist cunta döneminin Diyarbakır ve Mamak cezaevlerinin bir devamıdır.Buralarda binlerce insanın ceseti bulunmaktadır. PKK er veya geç bunların hesabını vermek zorundadır.Apocularin İçinfazları ve Faili Mechuller
31.03.2012

BAKİ KARER

8 Mart 2012 Perşembe

BAKI KARER - YAZILARIM

                                

‘DERSİMDE ANALAR AĞLAMADI MI?’


    10 Kasım’da Büyük Millet Meclisi'nde düzenlenen ‘açılım’ oturumunda CHP’li Onur Öymen bir konuşma yaptı. Onur Öymen bu konuşmayı Cumhuriyet Halk Partisi başkan yardımcısı olarak CHP grubu adına  yaptı. Yani partisinin ‘açılım’ üzerine görüşlerini aktardı. Bu anlamda bağlayıcılığı tartışma götürmez. Ama konuşma çok büyük tepkiler topladı. Tepkilerini dile getiren iyi niyetli insanların hayal kırıklığına uğradığını pek sanmıyorum. Sorun tartışılmaya başlandığından bu yana Deniz Baykal’ın çıkışları dikkate alındığında, böylesi bir noktaya gelineceği belliydi. Öymen’in konuşması, partisinin ve başkanının tepkilerinin sadece bir özetidir. Bu konuşmayla CHP, buyrukçu ‘toplumsal dönüşüm’ sağlama kimliğini bir kez daha tescil etmiştir. Tarihe vurgu yapması bu nedenledir.

    Burjuva basını ise bu olayı, ‘Aleviler yürüdü’ ya da ‘protesto ediyor’ manşetleriyle duyurdu. Oysa sorunun bir mezheple alakası yoktur. Geçmişte kıyıma uğramış olanlar alevi veya bir başka mezhebe ait olmuş olabilirler. Olayı bu şekilde verme, tarihe atıfta bulunularak dile getirilen sorunu hafife almadır. Bu, geliştirilmek istenen bir takım provokasyonlara önayak olmadır. Aynı zamanda tasfiye edilmekte olan eski derin devlet kalıntılarına ‘Harekete geçin’ mesajıdır. Böylece yıllardan bu yana ülke çapında estirilen terörün devamı sağlanmak istenmekte. Bu bir psikolojik savaş biçimidir. Kan akışının durduğu noktada kanla beslenenlerin sürekli büyüyemeyeceği ortadadır. Kanla büyüme varken ne beyin gücüne ne de makinaya yatırım gerekmiyor. Son 30 yıldır şiddet ortamında çok büyük ekonomik ve mali güce kavuşmuş bir takım asalak çevreler, şiddet ve terör ortamını kesintiye uğratmamak için, başlatılmak istenen yeni sürecin önünü tıkamak istemektedir. Ülke topraklarını bombalayan ordu her gün ortada gözükmezse, bu kesimin asalak bir tarzda sürekli büyümesi mümkün değildir.

    CHP bu söylemiyle sadece Kürtlere değil, tüm Anadolu’ya gözdağı vermekte. Bu gözdağı, aynı zamanda Anadolu’daki sosyal değişime, aydınlaşmaya karşı gözdağıdır. Mecliste yapılan bu konuşmayla, Kürdü Kürde kırdırma politikasının devam etmesinden yana olan talancılara yarenlik yapılmıştır. Mecliste parti grubu adına konuşma hakkı bu nedenle Öymen’e verilmiştir. Öymen, klasik ‘seçkinci’ takımın temsilcisidir. Aynı zamanda terör ortamından beslenenlerin sözcülüğünü yapmaktadır. Bu takımın tüm becerisi, tarih boyunca anaları ağlatmasıdır. Şimdi korkuyorlar, adeta diken üzerinde duruyorlar. İpin ucunun ellerinden kayma olasılığına meydan vermek istemiyorlar.

    Öymen, konuşmasını sorularla zenginleştirmesi çok ilginçtir. Dersimde analar ‘ağlamıştır’demiyor, ‘ağlamadı mı?’ diyor. Yani, ‘bizi, herhangi birileriyle karıştırmayın’ demek istiyor. Eğer biz yaparsak, tek tek değil, toplu halde, gerekirse gazla yaparız, ağlamaya bile fırsat bırakmayız demek istiyor. Gerçekten de Dersim katliamında analar kaybettiklerine ağlama fırsatını bulma bir tarafa, arta kalanları yaşatabilmenin çabasını vermişler ve bazılarını yaşatabildikleri için şükretmişler, hatta ‘sevinç’ bile duymuşlardır. Dersim’de o döneme şahit olmuş kişilerle konuşmuştum; kimi Ayşe’yi, kimi Ali’yi, kimi Hüseyin’i koruyabildiği için ‘şükür, bin defa şükür’ diyordu. Kimi de hiçbir yakınını koruma şansına sahip olamamıştı, onlar da, ‘artık ağlayamıyorum, gözyaşını çoktan unuttum’ diyordu.

    Öymen’in, hitap tarzını bu biçimde formüle etmesinin amacı, tehditlerinde ne kadar ciddi olduklarını gösterebilmek içindir. Acıyı bilerek hatırlatıyor. 71 yıl önce yaşanmış acıyı tazelediği, güncelleştirdiği oranda korku salmayı hedeflemekte. Dolayısıyla Kürt halkına karşı duyduğu kin ve nefreti ifade etmekte. ‘Analar ağlamıştı’ deseydi bir gerçeği kabul etmek zorunda kalacaktı. Bu nedenle konuşmasına sorularla devam ediyor. Bu konuşmanın meclis üyelerince alkışlandığını da unutmamak gerekiyor.

    Kısa bir aradan sonra mesaj yerine ulaştı; Kandil’in bazı uzantıları ‘protesto’lar düzenledi. Bunlar demokratik kamuoyunun protestolarını amacından saptırmak istemektedir. Çoğu insan bu protestolara gerçekten temiz duygularıyla katılmaktadır. Saf duygularla protestolara katılan insanların çoğu oynanmak istenen oyunun farkında değildir. Habur Gümrük Kapısı’nda teslim olmayı düğün davulla karşılattıran gizli elle, Öymen’in konuşmasına yönelik protestoları amacından saptırmak isteyen ‘gizli’ el aynıdır. Mecliste yapılan bu konuşma elbette protesto edilmeli, mümkün olan en geniş yığınlarca protesto edilmeli. Ama bunu, mezhebe indirgemeden ve demokratik kamuoyunun tepkilerini Kandil’e zincirlemeden yapmalı. Sorun sadece alevilerin sorunu değildir, tüm insanlığın sorunudur. Eğer bunlara dikkat edilmezse, oyuna gelinmiş olunur. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminin kol kola girdiği kesim de bunu istemektedir.

    Bu konuşmayla halk bir anda galeyana getirilmek istenmiştir. CHP’nin esas amacı kitlesel terör ortamı yaratmaktı. Bekledikleri amaca ulaşamadıklarını söyleyebilirim. Halk bu oyna gelmemiştir

    Katliamlara karşı kitlesel tavır koymak için illa da Öymen’in konuşmasını beklemeye de gerek yoktu. Sudan devlet başkanı İslam Ülkeleri Konferansı için İstanbul’a geldiğinde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ‘Müslümanlar katliam yapmaz’ yönlü bir açıklama yapmıştı. Bu konuşma bazı gazete sütunlarında kısa haberle geçiştirildi. Oysa demokrasi ve özgürlük için mücadele ettiğini iddia edenler, bu demeç karşısında suskun kalmamalıydı, en geniş kitlesel protestoyu başlatmalıydı. Çok fazla gerilere gitmeye gerek yok; Maraş, Çorum ve en son Sivas’ta yapılanlar, Müslümanlık adına yapılan katliamlardı. Yani, Müslümanlar katliam yapmaz diye bir şey yoktur.  Katliamları sadece başka dinlere özgü olarak kabul etme, dinler arası savaştan yana tavır alma demektir. Böylesi bir değerlendirmede bulunanların demokrasi ve özgürlükler konusunda ne kadar ciddi olduklarını gösterir.

17.11.2009

BAKİ KARER