5 Ekim 2020 Pazartesi

 

İŞLENEN 53 CİNAYETİN SORUŞTURULMAYA BAŞLANMASI 

    Birkaç şehirde PKK/HDP’li milletvekili ve yöneticilerine yönelik tutuklamalar yapıldı. Tutuklamalara gösterilen neden, altı yıl önceki, yani 6-9 Ekim 2014 Kobani protestolarıdır. Protesto gösterileri adına katliamlar, yağmacılık, çapulculuk ve talan yapılmıştır. İşlenen cinayetler PKK/HDP’nin çağrısı üzerine yapılmıştı.

  Tutuklamalar ve yürütülen soruşturmalar bazı çevrelerce ‘kabul edilemez’ olarak bulunmakta. İşlenen cinayetlerin üzerinden 6 yıl geçtiğini, geçen bu kadar uzun süreden sonra tutuklamaların yapılmasının hukuk normlarına uymadığını iddia etmekteler.

    Bilindik çevrelerce tutuklamalara yönelik getirilen eleştirileri kısaca şu başlıklar altında toplana bilinir:

a-Hukuka uygun değil.

b-Sivil siyaset alanı kısıtlanmakta.

c-İntikam alma, provokasyon.                                              

    Yukarıda öne sürülen iddiaları irdelemeden önce 6-9 Ekim 2014 tarihinde PKK/HDP’nin çağrısı üzerine yapılan sokak eylemlerinin bilançosunu hatırlamakta yarar var; 53 kişi öldürüldü, 221 sivil ve 139 polis memuru yaralandı. Yine 144 özel bina, işyeri talan ve tahrip edildi. 16 kamu binası, 17 banka, 4 okul tahrip edildi ve soygunculuk yapıldı. Ayrıca halka ait 88 özel ve 40 kamu aracı yakıldı, yıkıldı.

    Yukarıda verdiğim bilanço ortada dururken, son tutuklamaların hukuka uygunluğu üzerine çığırtkanlık yapanları, hukuka uygun olmadığı yönlü söylemler geliştirenleri anlamak çok zor. Sorunu, hukuk-adalet-kanun üçgeninde ele alıp olayın tartışılması gereken esas yönünü kaybetmek istemiyorum. Hukuk, toplum, birey ve devlet arası ilişkileri düzenleyen bir araçtır. Hukukun her koşulda ve her zaman adaleti sağladığını söyleyemeyiz. Hukukun yaptırım gücünü kullanan devlettir. Eğer hukuk normlarını savunuyorsak, toplumda yaşam ahenginin düzenlenmesinde hukukun oynadığı rolü kabul ediyorsak, katledilen 53 kişinin faillerini bulup cezalandırmaya karşı çıkılmamalı. Eğer karşı çıkılıyorsa, o zaman toplumda hukukun bir taraf için geçerliliğini kabul etmiş oluruz. İşte bu noktada sokak çapulculuğunu evrensel hukuk normları yerine koymuş oluruz. Bu, derin devlet ve derin devletin emir eri PKK/HDP’nin katlettiği 53 insanın unutulmasını isteme demektir. Zaten bu cinayet güruhunun en önemli özelliği, ‘unutma’ ve toplumsal değerleri ‘çöpe atma’dır. Bu düşünceyi, davranış biçimini toplumda bir alışkanlık haline getirmenin ne kadar sakıncalı olduğunu tartışmaya bile gerek yok. Hem halktan yana olduğunu iddia edeceksin hem de kendini ‘elit’ gören bir kesimin işlediği cinayetlerin hasır altı edilmesini isteyeceksin… Bu anlayış, sultanlığın toprak mülkiyeti hukukundan kaynaklanan giderek modern çağda Jakobenizmde kendini gösteren hukuk anlayışıdır. Bu anlayışın Kürt/Kürdistan adına hareket ettiğini söyleyenler arasında günümüz koşullarında ortaya çıkması başlı başına sosyolojik bir araştırma konusudur. Kırk yıldır sürdürülen ‘düşük yoğunluklu’ çatışmaların oluşturduğu düşünce ve davranış biçiminin bazı kesimler üzerinde ne kadar etkili olduğuna şahit olma, üzüntü verici bir durumdur.

    Tutuklamaları hukuki bulmayanlar, Cumhuriyet Baş Savcılığı’nın 6 yıl sonra harekete geçmiş olmasını bahane olarak ileri sürmekteler. İnanıyorum bu çevreler, tutuklamalar 10 Ekim 2014’te yapılsaydı da karşı çıkardı. Çünkü bu çevrelerin, demokratlığın ölçüsünü PKK/HDP’nin takınacağı tavra ve ileri sürdüğü düşüncelere göre belirleme alışkanlığı vardır. Bu noktada devlet gücüne teslim olma söz konusudur. Bazı örgütsel yapılarda tavanla taban birkaç kişiyle, daha doğrusu aynı kişilerle sınırlı kalmışsa, önüne gelen her güce tapma alışkanlık haline gelmiş demektir. Güce tapmanın geçer tek akçe olduğu an, umudun yok olduğu andır. Umudun yok oluşu bir süreçtir ve bu süreç sonuçta teslimiyete gidebilir. Umudu ve kendine güveni olmayanlar sonuçta zorbalığı içselleştirmeye başlar. Bu noktada kimlerin teslimiyete gidip gitmediğini PKK/HDP’nin işlediği cinayetler karşısında ortaya çıkan mevzilenmede görebiliriz. İster birey, ster gurup, isterse devasa bir örgütsel yapı olsun, umudu olan her yapı başı dikliği, cesareti ve en önemlisi de kararlılığı temsil eder. Umudu olan aynı zamanda kendine güveni olandır. Varolmayı tartışmasız kılmanın en önemli ögesi, kendine güven duymadır. Güven, teslimiyeti değil her koşulda sorgulamayı gerekli kılar.

    PKK/HDP’ye yönelik operasyonların sivil siyaset alanını kısıtladığını söyleyenlerin bulunması başlı başına bir sorun. 53 Kürt insanını bir anda katletmeyi planlamış ve gerçekleştirmiş bir örgütsel yapının üzerine gidilmesini, 83-84 siyasi partinin var olduğu koşullarda ‘siyaset alanının kısıtlanması’ olarak görülmesi hayret vericidir. Birilerinin herhangi bir partiden millet vekili seçilmesi veya bazılarının bürokrasinin içinde yer edinmiş olması, cinayet işleme özgürlüğüne sahip olması anlamına gelmemelidir. Ayrıca PKK/HDP’nin varlığı hiçbir zaman sivil siyaset alanını genişleten bir faktör olmamıştır; tam tersine siyaset alanını daraltan, hatta zaman zaman da ortadan kaldıran bir faktör olmuştur. Tersi söylem içinde olanlar, siyaset alanındaki konumlarını bir kez daha gözden geçirmelidir. Kaldı ki, HDP’nin kimler tarafından kurulduğu ve kimler tarafından yöneltildiği bir sır olmaktan çoktan çıkmıştır. Devletin bağırsaklarını temizlemesine karşı tavır alınmamalı; derin devletin önemli bir parçasının dışarı atılma girişimleri, tasfiye etmeye yönelik adımların atılması olumlu bir gelişmedir.

    ‘İntikam alma ve provokasyon’ söylemi, çok havada, hiçbir temeli olmayan bir propagandadan ibarettir. Aynılığı inkâr edip, zoraki muhalefet gömleği giydirmenin çabasıdır.

3.10.2020

Baki Karer

14 Eylül 2020 Pazartesi

Pkk ve Türevlerini Meşrulaştırma Çabaları

 

 

Pkk ve Türevlerini Meşrulaştırma Çabaları

    Ülkemizde her zaman olduğu gibi hemen her alanda çok ciddi gelişmeler yaşanmakta. Ciddi ve çok yönlü tartışılması gereken bir gündemi birkaç saat sonra en gerilere düşürecek başka bir gündem ortaya çıkmakta. Türkiye’de siyasette, ekonomide, diplomaside ve daha birçok alanda ortaya çıkan gelişmeleri takip etme günümüz koşullarında bayağı zorlaşmakta.

    Gündem, sadece devlet kurum ve kuruluşlarınca, kitle örgütlenmeleri ve siyasetçiler tarafından değil bazen bireylerce de oluşturulur. Medya oluşturulmak istenen gündemin bireyler arasında tartışılmasında önemli bir aracı rolü oynar. Ortaya atılan bir konu ne kadar fazla birey ve çevre tarafından kabul görürse ve tartışılırsa o derece gündem haline gelmiş olur. Her gündem oluşturma çabası aynı zamanda içinde reklamı da taşır. Örneğin bir köşede unutulmuşluğun çemberini yıkmak için önüne çekilmiş perdeleri sağ sola çekiştirerek olmadık bir anda en uçuk pozlar vermeye çalışma, bir anlamda gündem oluşturma çabasıdır. Uçuk söylemler, dengesiz davranış biçimleri bireyler arasında ve toplumda her zaman dikkat çekmiştir. Kimilerinin Sayın Neçirvan Barzani’nin Ankara’ya ziyaretini Kandil güruhunu küstürdüğü savını ortaya atması bu çerçevede ‘gündem’ oluşturma çabasıdır.

    Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin uluslararası ilişkilerini ve devletler nezdinde nasıl kabul gördüğünü tartışmayı gereksiz görüyorum. Gerektiğinde Ankara’yı ziyaret etmesi, karşılanması ve yürüttüğü diplomasi, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin gücünü ortaya koyar. Peki, kim ya da kimler bu ve benzeri ziyaretlerin önüne geçmeye kalkışır? Kürdistan yönetiminin uluslararası ilişkilerini bir avuç mağara pintileri ve uzantılarının istek ve arzularıyla sınırlandırma çabası içine kim girer? Esas tartışılması gereken bu noktadır. Bu soruya verilecek yanıt, Kürt ulusunda ciddi bir ayrışmayı getirecek, kimlerin Kürt halkının yanında olup olmadığını açığa çıkartacaktır; yani ya Kürt halkının ulusal dinamiklerini yok eden mağara pintilerinden yana tavır alacaksın, ya da ulusu ayakta tutan dinamiklerin yanında yer alacaksın. 

Algı Operasyonu 

    Son dönemlerde yürütülen algı operasyonlarını ele alırken, Pkk/Hdp’nin süreç içinde biçimlendirdiği tabanın önemli bir kesiminin üzerinde kısaca durmak gerekir. Pkk ve yan örgütlenmeleri yıllardan bu yana tabanına tekke kültürünü egemen kılmıştır. Pkk’de şeyh-mürit ilişkisi egemenliği, tabanda ayrıksı, değersiz, hemen her alanda başarısız olduğu düşüncesini egemen kılmıştır. Her şeyi ‘O bilir’, yani ‘seruk bilir’ düşüncesi temel alınmıştır. Tabanda umut etme bir tarafa hayal kurmanın bile gereksiz olduğu düşüncesi yerleştirilmiştir. Yani hiçbir konuda itiraz etmeyecek hizmetkar bir topluluk yaratılmıştır. Bahsettiğimiz tabanı oluşturan bireyler kendini özne olarak görmedikleri için nesneyle de bir ilişkileri yoktur; bu nedenle bilgi onlara çok uzak. Yani herhangi bir konuda bilgi sahibi olmadıkları gibi, bilgi edinme çabası da yoktur. Kendini ayrıksı hisseden, ‘hiç’ olduğunu kabullenmiş böylesi bir topluluğun elinde kalan tek şey, saldırganlıktır. Bu nedenle hedeften yoksun sokak kültürünün verdiği bir saldırganlık egemendir.

    Pkk ve türevlerinin bahsettiğimiz bu özelliklerini algı operasyonlarıyla görünmez kılma çabaları, ya da bir süreliğine de olsa üstünü örtülemeye çalışmak, Kürt halkının iç dinamiklerini yok etmeye yönelik gayretlerdir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin yürüttüğü kavgayı, böylesi bir örgütlenmenin derekesine düşürmeye yönelik her söylem ve hareket biçimini sadece abesle iştigal olarak nitelendiremeyiz. Algı operasyonlarıyla Pkk’nin Haşdi Şabi ve benzeri ittifakçı güçlerini meşrulaştırmaya çalışanlar, Erbil yönetiminin vereceği rahatsızlıklarla daha çok karşı karşıya kalmaya devam edeceklerdir.

11.09.2020

Baki Karer

17 Haziran 2020 Çarşamba

TEHLİKENİN BOYUTLARI (6)


TEHLİKENİN BOYUTLARI (6)

    İttihat ve Terakki’nin günün koşullarına uyarlanarak modern devlet düzeyinde örgütlenmiş hali Kemalizmdir. Jakobenizmi yerel düzeyde adlandırmak gerekirse, Kemalizm veya Atatürkçülük demekte bir sakınca yoktur. Bu anlamda Kemalizmle jakobenizm arasında ciddi bir farklılığın olduğunu söyleyemeyiz.
    Cumhuriyet ilan edildiğinde modernistleri Kemalistler, sultanlığın ve halifeliğin devamından yana olanları da muhafazakârlar temsil etmeye başlamıştır. Ama bizde ne modernistleri, ne de muhafazakârları Avrupai tarzda ya da sanayileşmiş ülkelere özgü biçimiyle tanımlama birçok sıkıntıları beraberinde getirir. Bizde laiklik ve sekülerlik ne kadar yanlış anlaşılmışsa, muhazakârlıkta o kadar yanlış anlaşılmıştır. Türkiye’de fetişlikten arındırılmış bir laiklik ve seküler bir yaşam biçimi egemen olmamıştır. Muhafazakârlık ise namazla sınırlandırılmıştır. Bu iki taraf arasındaki zıtlaşma ya da çelişki, Tanzimattan bu yana devam eder.
    Hem Kemalizm, hem de muhafazakâr kesim Türkçülüğü ve İslamcılığı başka toplulukları kendine benzeştirmenin aracı olarak kullanmıştır. Bu noktada kendine benzetmek istediği köken hakir görülürken, geldiği köken üstün görülmekte. Bizde ümmetçiliği ve  ulus devlet anlayışını savunan  kesimlerin en önemli ortak noktası, etnik köken üstünlüğüne dayanmasıdır. ‘Kardeşlik’ vurgusu yapılırken bile ‘seçilmiş’ olma hali bir tarafa bırakılmaz, ‘üstün kökene’ ait olma her zaman ön plana çıkartılır. Bu ezilen kökende veya milliyette pisikolojik üstünlük sağlamanın bir yoludur. Ezilen tarafta aşağılık duygusunu egemen kılmaya çalışarak kendisine hizmetçiler veya işbirlikçiler edinir. Egemenler çoğu zaman da böylesi yöntemlerinde ciddi başarılar elde ederler; örneğin PKK/HDP’de olduğu gibi. Aşağılık kompleksinin yol açtığı erazyonu simgelemesi açısından Öcalan’ın şu sözlerine kulak kabartmakta yarar var; Atatürk'ün önderlik hususlarını takdir ettim. Bugüne kadar da kendime rehber olarak kabul edip uygulamaya çalıştım.’ (Abdullah Öcalan, Ankara DGM Başsavcısı Cevdet Volkan'a 22 mart 1999 tarihinde gönderdiği mektup.) Özgürleşmekten korkan kölenin kendini bir başkasıyla, bir diğer değişle efendisiyle tanımlaması bundan daha iyi ifade edilemezdi. Aslında burada bir kişinin düşüncesini kabullenmeden ziyade puta teslimin getirdiği fizikötesi veya spritüel yaşam biçimini çıkar yol olarak görme dile getirilmiştir. Egemenler, böylesi bir yaşamı seçmiş birini artık istediği gibi kullanma özgürlüğünü elde etmiş demektir.

GELİNEN NOKTA

    PKK/HDP’nin oluşturduğu ortam ve toplumsal yapıda yarattıkları tahribatın boyutları şimdilerde daha iyi görülmektedir. Kürdü inkâr ettikleri, Kürdistan’ı çöpe attıklarını ilan ettikleri halde halen bunlara sempatiyle bakan bir kitlenin mevcut olması önemlidir. Bu durum son 40 yılda asimilasyonda ne oranda ilerleme sağlandığını gösterir. Daha önce ‘Diyarbakır Buluşması’ başlıklı makalemde vurguladığım gibi geçmişte Kürt, 'Türküm' demeye zorlanıyordu, bugün ise bir adım daha ileri gidilerek  Kemalist olma daha gurur verici hale getirilmiştir. Bu da PKK/HDP'nin ‘dağlı Kürtler'i' 'medenileştirme' projesi olduğunun açık bir göstergesidir. Yani Kürtler'i Türk ulusalcı takımının mihenk taşına dönüştürme projesidir. Aynı merkezin kolları arasında sürdürülen ve adına ‘savaş’ dedikleri kurgulanmış çatışmalar sonucunda böylesine önemli sonuçlar elde edilmiştir. Bugün hiçte küçümsenmeyecek bir kitle, Ortadoğu’nun ‘demokratikleştirilmesi’ söylemine  inandırılmış durumda. Ortadoğu’nun karanlık odaklarınca çizilmiş proje uğruna, Kürt halkının en dinamik, en atılgan kesiminden yüz bini aşkın insan, hendek ve benzeri eylemlerle heba edildi. Birçoğu arkadan kurşunlandı ve sonrasında halkın karşısına çıkıp ‘şehit oldular’ denildi. Evlatları arkadan kurşunlanan aileler ‘kadere’ boyun eğdirildi. Birçoğu korkuyla sindirildi ve önemli bir kesim de sadece mırıldanmayla yetinmek zorunda bırakıldı.
    Bugün PKK ve HDP büyük bir cesaretle Kemalizmle bütünleşmekten övünç duyduğunu, Türk partisi olarak her türlü hizmete hazır olduğunu kamuoyuna deklare ediyor. Peki bunun toplumsal yapıda bir karşılığı var mıdır?  Evet, vardır! Çünkü artık Türk olmakla övünen, Kürt halkıyla arasına duvar örmekten memnun gözüken önemli bir kitle vardır. Bahsettiğim bu taban, ülkesinin ismini ağzına almamak için ‘coğrafi alan ‘tanımlamasını daha gurur verici buluyor. ‘Birlik’ ve ‘kardeşlik’ örtüsü gayet başarılı bir biçimde kullanılıyor. Derin devlet ağlarıyla örülmüş böylesi kitlesel güce dayandıkları içindir ki Kürt halkının nefes boruları tümüyle kapatılmaya çalışılmakta. Basın, yayın, televizyon, radyo ve sosyal medya dahil her türlü propaganda olanakları kullanılarak, düşünmekten men edilmiş, müritleştirilmiş devşirme bir tabanla, toplumun çoğunluğu baskı altına alınmak istenmekte. Sadece bununla yetinmeyerek  zaman zaman  yönlendirmeye yönelik girişimlerde de bulunmaktalar.

Derin Devlet Desteğinde Kitleleri Yönlendirme girişimleri

    Bahsettiğim yönlendirme çabalarını, çok öncelerine gitmeden yakın tarihimizden, örneğin son 16-17 yıllık dönemden bir kaç örneklendirmeyle anlatabiliriz. Herkesin bildiği gibi, derin devletin her türlü desteğini almış PKK/HDP’in temel hedeflerinden biri, Adalet Kalkınma Partisi İktidarını yıkmadır. AKP iktidarının ilk dönemlerinde MHP’de, aynı amaca yönelenlerden biridir. Tabii bu dönemde bu ortaklığa CHP’nin nasıl öncülük yaptığı gözardı edilmemeli. Burada ortak çıkarların çakışması bahanesi önplana çıkartılamaz. Esas alınması gereken, bu iki oluşumu da ortak noktada buluşturan iradedir. Yani bu iki yapının aynı irade tarafından ortak hedefe yöneltilmesi önemlidir.
    ‘Andımız’ın her sabah okullarda okutulma zorunluluğu kaldırılırken PKK, ‘iktidar faşisttir’ diye tozu dumana kattı. İşin ilginç yanı Kürtçe Televizyon ve radyonun serbest bırakılması karşısında aynı tutumunu daha da ileriye taşıdı. Kürtçe kurslar serbest bırakılırken, mahkemelerde Kürtçe ifade verme hakkı tanınırken yine ‘AKP iktidarı faşisttir’ diyerek, ittifakçı güçleriyle birlikte engellemeye çalıştı. Kürdistan bayrağı Ankara sokaklarına asıldığında ve sayın Mesut Barzani Diyarbakır’ı ziyaret ettiğinde Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne olmadık küfürler etmeyi ihmal etmedi.  Bu arada Adalet ve Kalkınma Partisi için, ‘faşistler yıkılmalı’sloganını daha yaygınca işlemeye başladı. Örnekler çoğaltılabilir. Bunlar, PKK/HDP’nin Kürt halkının lehine olan en basit gelişmeleri dahi engellemek için kimlerle kol kola olduğunu gösteren ilginç yaklaşımlardır.
    Dönem değişti, MHP ve AKP birlikte hareket etmeye başladı. MHP’nin bugün hükümette üyesi olmamasına rağmen, iktidar ortağı biçiminde hareket ettiğini herkes bilir. PKK/HDP yine iktidar için ‘faşistler yıkılmalı’ sloganını atmayı sürdürmekte. Bu arada sıkıştığı her anda da ‘Kürtler için birlik’ ve bir de ‘Ulusal Kongre’ sloganını yüksek perdeden dillendirmeyi ihmal etmemekte. İttifakçı güçleriyle birlikte ne yazık ki, ‘muhalafetim’ diyen bazı kesimleri de çoğu kez etkisi altına alıp yönlendirmekte. Kemalist ideolojiye sıkı sıkıya bağlı olan HDP’nin,  bir düzen partisi olarak iktidarı veya herhangi bir partiyi tanımlaması gayet doğaldır. Ama değişen koşulları dikkate almadan aynı politik tutum içinde olan bazı muhalafet kesimleri de var. Hangi yönden geldiğine bakılmaksızın zaman zaman estirilen rüzgarların hızına kapılma doğal görülemez. Kürt/Kürdistan açısından nefes borularının daha fazla açılması ile nefes borularının kapanmasını aynı düzlemde değerlendirme, politik arenada yanlış adımların atılmasını getirir.  Olumsuzluklar arasında seçim yapmaya zorlama kitleleri nefessiz bırakır. İktidarın alternatifi olarak ‘Muhayyel Kürdistan burada meftundur’ diyen taraf, çıkış yolu olarak gösterilmekte. Kürt halkında Stockholm sendromunu içselleştirmenin yöntemleridir bunlar; yani ne yapıp yapıp ulusal dinamikler üzerinde durmanın zeminini yok etme uygulamaları sürekli kılınmak isteniyor.
    Sonuçta tüm bu girişimler, ontolojik devlete hizmettir. İşte bu anlamda PKK/HDP’ye ‘muhalefetim’ diyen her kesim, ayakları üzerinde durmanın çabası içinde olmalıdır.
    Kendin olma önemlidir.     
16.06.2020
Baki Karer








10 Haziran 2020 Çarşamba

TEHLİKENİN BOYUTLARI (5)


TEHLİKENİN BOYUTLARI (5)

    Kemalizme değinirken, İttihat ve Terakki’nin daha akılcı biçimi olduğunu belirtmiştim.  Bazıları ‘akılcı’ deyişime takılıp kalmış. Evet, doğru bir tanımlama olduğunu düşünüyorum; İttihatçılar tüm Türkleri ve müslümanları kurtarmayı hedeflerken, Mustafa Kemal Misak-ı Milli ile yetinmeyi temel almıştır. Yani sınırları oldukça daraltmıştır. Kemalizm artık Misak-ı Milli ile tanımlanır hale gelmiştir. Bu bir anlamda  o günün koşullarında ‘Kızıl Elma’ ülküsünün izlenmeyeceği anlamına da gelir. Aslında Mustafa Kemal’i Misak-ı Milli ile yetinmeye zorlayan asıl etmen, Batı’da tutunma imkanının olmadığını görmesidir. Bilindiği gibi 1920’de çizilen sınırlar Musul, Kerkük ve Halep’i de içine alıyordu. Daha sonraları Ortadoğu’daki İngiliz ve Fransızlar’ın askeri varlıkları dikkate alınarak bu bölgelerden vazgeçilmiştir. Her ne kadar İttihat ve Terakki Balkanlar’da Teşkilat-ı Mahsusa ile birlikte bir dizi başarılar elde etmişse de, sonraları Büyük Britanya ve Rusya Balkanlar’da taraf olmaya başlayınca, geri adım atılmaya başlanmıştır.

    1912’den bu yana köprülerin altından çok sular geçti, ama bir şey değişmedi; Osmanlı İmparatorluğunun egemen olduğu bu coğrafya, halen emperyalist güçler arasında bölüşüm için verilen kavganın merkezi olmaya devam etmekte. Irak’da Saddam iktidarının yıkılması ve Suriye’de iç savaşın başlamasıyla birlikte, Ortadoğu genelinde yaşanan güçler arası kavgada Musul, Kerkük ve Halep yeniden stratejik öneme sahip olmaya başlamıştır. Süper güçler ve Bölge devletleri bahsettiğimiz bu bölgeleri temel alan stratejiler geliştirmekte. Ortadoğu’nun muhtemel yeniden bölüşümünde bu şehirlerin belirleyici rol oynayacağını söylemekle hata etmiş olmayız. İşte PKK sorununun bir de bu noktadan hareketle tartışılması gerektiğini düşünüyorum..

PKK’nin İzlediği İttihat Terakki Stratejisi

    Ortadoğu halklarını ‘demokratikleştirme’ sloganı, Kürt uluslaşmasının tüm dinamiklerini yok etmeyi hedefine koymuş bir yapının, toplumu çeşitli bahaneler ve yutturmacalarla nasıl oyaladığına en iyi örnektir. Aslında bu slogan, bir dönemler İttihat ve Terakki’nin tüm Türkleri kurtarma adına Turancılık peşinde koşmasının ifadesidir. Dikkat edilirse, Ortadoğu’yu sözümona kurtarma adına hareket eden PKK, bölgedeki egemen uluslara şu veya bu düzeyde bir takım vaadlerde bulunuyor. Bu nedenle vaadlerinin ve hareket tarzının merkezine, Türkler’in birliğini oturtmaktadır. Yani Türkçülüğün Kızıl Elma ülküsünü Ortadoğu’ya uyarlamanın çabasını yürüten PKK ile karşı karşıyayız. İşte bu nedenden dolayıdır ki, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin ayakta kalmaması için her türlü ihaneti meşru görmekte ve övünç kaynağı haline getirmekte. Aslında PKK/HDP Bölgeye yönelik politikasında, Öcalan’ın Turancı ideallerinden bağımsız hareket etmemektedir. Türkiye Cumhuriyeti bile Misak-ı Milli’nin dışına çıkmayı kabullenmediğini, mevcut sınırların dışına çıkmayı beka sorunuyla bütünleştirdiğini zaman zaman dile getirmekte. Ama öbür yandan uzun yıllardan bu yana sınırların genişletilmesi için mücadele veren elit bir kesimin olduğunu da biliyoruz. Burada derin güçlere bağlı bilinen akıl hocalarını hatırlamakta yarar var.
    Enver Paşa’ya özenilerek Ortadoğu için çizilen Turancı ülkü, Öcalan tarafından şu şekilde dillendirilmekte:  “Vatana ihaneti asla ağzıma bile almam. Olsa olsa onun Misak-ı Milli gereklerini çağdaş ölçüler içerisinde yerine getirilmesi yani büyütülmesidir (…) Misak-ı Milli’nin dışında kalan parçalarındaki Kürt-Türkmen topluluklarına en azından yaşadıkları devlet içinde soykırıma uğramadan demokratik kimlikleriyle yaşamalarına Türkiye Cumhuriyeti’nin yardımı hem ahlaki hem siyasi bir görevdir, diyorum. Bu başka devletlerin iç işlerine karışma değildir.” (Abdullah Öcalan, Savunma, Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi, s.162-163) Dikkat edilirse çizilen bu strateji; Kerkük, Musul ve Halep’i Toroslarla birleştirme çabasından başka bir şey değildir. Derin güçler her zaman 1920’lerde çizilen ilk Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmenin çabası içinde olmuşlardır. CHP içinde ‘devleti ben kurdum’da direten kanat ile Öcalan’ın hocaları, bahsettiğimiz bu hedefin militanıdırlar. ‘Horasan Türklerinden’ biri olarak kendini tanımlayan birisinin, böylesi bir dönemde CHP’nin başına seçilmesi pek tesadüf sayılmaz. PKK/HDP’nin arkasında hangi güçlerin durduğu bu anlamda tartışmalı değildir. Şimdi mağara becuzelerinin G. Kürdistan’da niçin kümelendikleri daha iyi anlaşılıyor sanıyorum. Kürdü aşağılayan, hatta yok sayan ‘alçak ve rezil’ olduğunu söyleyecek kadar ileri giden bir anlayış, saldırganlığı formüllendirmiş Turancılıktır. Kırmızı Elma’ya koşan PKK, Kürdü nasıl hakir gördüğünü ve aşağıladığını her fırsatta dile getirmekten çekinmiyor; Kürt, kadın-erkek ilişkisinde ölmüştür. Kürt, bu ilişkide çirkinleşmiştir, alçaktır, rezildir, köledir, tutsaktır”* (Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, S,153)  diyebiliyor. Bu söylem, aynı zamanda Ahd-i Milli’ye bağlılığın açık ifadesidir.
    Bir dönem Kafkas Türkleri için uygulamaya konan strateji, bugün Ortadoğu’da yaşama geçirilmek isteniyor. PKK’nin Haşdi Şabi ile ilişkilerinin uzun vadeli ve stratejik hedefler İçermesi, böylesi nedenler içindir. Şu anda PKK ve Haşdi Şabi, diğer müttefikleriyle birlikte G.Kürdistan’ı iki parçaya bölüp ‘Pat’ metodunu uygulama peşindedir. Rojava’da ise ‘general geldi, general gitti’ söyleminin ayyuka çıkarılması boşuna değildir; burada uygulanan strateji, ‘hallelujah’dır..

10.06.2020

Baki Karer

 Devam edecek

   

3 Haziran 2020 Çarşamba



TEHLİKENİN BOYUTLARI (4)

    Bir önceki bölüm hakkında görüşlerini bildirenler arasında ‘hainliğin kurumlaşması olur mu’ diye soranlar oldu. Bahsedilen şey, bir veya birkaç kişinin basit, sıradanlaşmış tavrı veya muhbirciliği değildir. 30-40 yıldan bu yana şu veya bu biçimde bir ulusu etkisizleştirmek, varlığını tartışılır hale getirmek için olağanüstü gayret içinde olan örgütlü, bilinçli bir yapıdan bahsediyoruz. Böylesine önemli hedeflere ulaşmanın çabasını yürütenlerin kurumlaşmaya gitmeleri bir anlamda zorunludur. Eğer PKK bu amaçlar doğrultusunda kurumlaşmış olmasaydı, bir halkı, ulusu var eden dinamiklerle bu derece oynamaya, tahrip etmek için elinden gelen gayreti göstermeye cesaret edemezdi. Bu anlamda PKK’nin Kürt halkının varlığına kastetmiş örgütlü bir güç olduğu bilince çıkartılmalı. PKK’nin son 40 yıllık dönemi değerlendirilirken, halen 1984’de Kürt/Kürdistan için silahlı mücadele yürüttüğü, ama 1999’dan itibaren bu mücadeleden geri adım attığı söylenmekte. Bunlar irdelenmeden ileri sürülmüş savlardır. Yıllardır arka arkaya planlanmış olaylar zincirine bağlı olarak yorgun düşürülmüş kitleler üzerinde egemen kılınmış atmosferin yarattığı düşünce biçimleridir. Yurtseverlerin geçmişten günümüze kadar dürüst ve iyi niyetlilikle çizdiği hedefler ile PKK’nin üzerinde durduğu zemin birbirine tamamen zıttır.

İTTİHAT TERAKKİ VE PKK CEBERUTLUĞU

    Osmanlı İmparatorluğu’nun bürokratik sisteminin dayandığı sosyal yapı,    İttihatçıların çıplak zorbalığının da temelini oluşturur. Bilindiği gibi Osmanlı’da bürokratik yapı içinde yer alanların sermaye edinmelerine müsaade edilmiyordu. Avrupa’da görülen biçimiyle derebeylik sistemi de olamadığından soylu sınıfının gelişmesi engellenmiştir. Osmanlı’da tebaa-devlet ilişkisi egemendir. Ağa veya bey’ler arasında palazlananların bir çoğu, Padişah tarafından sürgünle veya başka biçimlerle cezalandırılıyordu. Bunlar ve daha birçok nedenlerle İmparatorluk içinde meta dolaşımı ve ticaretin önüne çıkartılan engeller sonucu burjuva sınıfının doğuşu gecikmiştir. Yani Avrupa’da burjuva sınıfı gelişirken ve giderek ekonomiye egemen olurken, Osmanlı’da skolastik düşünce egemendi. Hatta bu düşünce biçiminin günümüz koşullarında bile önemli oranda geçerliliğini koruduğunu söyleyebiliriz; en azından zaman zaman hortlatıldığına şahit oluyoruz. Dolayısıyla bugüne kadar hemen her dönemde ‘tanrılar’ yaratılmış ve bu yaratılan tanrıların etrafında düzenler oluşturulmuştur. Çünkü böylesi koşullarda inançla hareket eden kalabalıklar yaratma kolaydır. İttihatçıların ceberutluğunu aratan PKK’nin uyguladığı çıplak zor, böylesi koşulların ürünüdür. PKK’nin mağara yaşamını neden tercih ettiği şimdi biraz daha anlaşılırdır. Mağaradan gönderilen tehdit pusulalarıyla köylüden, işçiden ve esnaftan giyecek, mekap marka ayakkabı, un ve şeker çuvalları istemeleri, veremeyenleri en vahşi işkencelerle katletmeleri böylesi bir mirasa dayanmasından kaynaklanmaktadır. Bu noktada İttihat ve Terakki’nin daha akılcı biçimi olan ve yakın tarihimize damgasını vuran Kemalizme değinmeden geçmek olmaz.
    Aslında Kemalizm denilen bir akım var mıdır yok mudur tartışmalıdır. Son yıllarda bazı çevrelerce, Kemalizm yerine daha ‘yerli ve milli’ olarak görülen Atatürkçülük kullanılmaya başlanmıştır. Kemalizm, Şevket Süreyya Aydemir ve arkadaşlarının oluşturduğu ‘kadro hareketi’ tarafından ortaya atılmıştır. Ama hangi düşünceye sahip olduğu ve hangi ideolojinin ürünü olarak savunulması gerektiğine bir türlü açıklık getirememişlerdir. Kemalizm denilen olay, apaçık bir Jakobenizmdir. Kemalizm olarak nitelendirilen akımın Cumhuriyetle birlikte oluşturduğu devlet bürokrasisi, uygulamaya koyduğu ekonomik anlayış, azınlıklara ve farklı milletlere karşı yaklaşımı tam anlamıyla Jakobenizmdir. Yani ‘halk adına, halka karşı’ olan seçkin azınlık hareketidir. Sonuç olarak bize Jakobenlik, Kemalizm olarak kabul ettirildi. İşte İttihatçı geleneğe bağlı olarak oluşturulan PKK, Kemalizm’in en tutarlı savunucusu konumundadır. Üst akıl tarafından örgütsel yapı oluşturulurken paryacılık temel alınmıştır. Örgütsel hiyerarşinin oluşturulmasında paryacılığın esas alınması, Kürt halkına karşı ihanette kullanılma sırasında en ufak bir itirazla karşılaşma riskini ortadan kaldırmak içindir.
    PKK’de Paryacılığı en iyi temsil edenlerden biri de Mustafa Karasu denilen kişiliktir. Kendi değişiyle hataların militanı olarak bir üst sınıfla girdigi zina ilişkisinin korkutucu sonuçlarının bilincindedir. Bu nedenle bir üst elite ulaşmanın yoğun çabası içinde halen. Kendisini kabul ettirip ettirmeyeceği meçhul. Özellikle içerdeyken Sabri Ok’la birlikte iyi bir eğitimden geçirildiklerini bilmeyen yok. Bir dönem dillendirdikleri direnme teraneleri de artık işe yaramıyor. İnsanların kendilerini sorgulamaya başladıklarını bildikleri içindir ki, şimdilerde açıktan oynuyorlar.  Her ikisi de uzun yıllar ‘Simon’ların yaratıcısının tezgahından geçtiler. O nedenle ‘karısız kocasız, devletsiz’ yaşam lumpenliğini Kürt halkına dayatmakla görevli olduklarını inkâr etmemekteler. Kim ne derse desin, Kürt halkı bugün sergilenen paryacılığın farkındadır. Paryalardan oluşturulmak istenen ‘kadro hareketi’ başarısızlığa mahkumdur.
2020-06-02
Baki Karer
Devam edecek



29 Mayıs 2020 Cuma

TEHLİKENİN BOYUTLARI (3)


TEHLİKENİN BOYUTLARI (3)

    PKK’nin, özellikle de akıl hocalarının Kürt halkına karşı yönelimlerini, uyguladığı taktiklerin çoğunu İttihat ve Terakki’nin uygulamalarında bulma mümkündür. PKK olayı, tüm yönleriyle tarihsel geçmişin imbiğinden süzülmüş deney ve tecrübelerin ışığında ortaya çıkartılmış ve sonuçları itibariyle bir yüzyılı ilgilendiren bir olaydır. PKK’nin ve Öcalan’ın kırk yıldan bu yana ne olup olmadığı bunca açık karta rağmen helen tartışılıyorsa, üst aklın ince elekten süzülmüş ürünü olmasındandır.  
    Osmanlı tarihinde’ bilinmezlikler’ çoktur. Oysa dünya genelinde imparatorluklar içinde çok sağlam ve güvenilir kayıt sistemi, yani arşivin en güçlü olduğu imparatorluk, Osmanlı İmparatorluğudur. Ama buna rağmen, örneğin Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Mustafa’nın para bastığı için mi, yoksa İran Şahına mektup yazdığı için mi öldürüldüğü halen tartışılır. Aynı biçimde 31 Mart vakası ilerici miydi, irtica kalkışması mıydı  halen üzerine makaleler, kitaplar yazılır. Günümüzde bile 31 Mart vakası, zaman zaman karşı tarafı susturmanın bir aracı olarak kullanılır. İttihatçı gelenekten gelenler bazen daha da ileri giderek, ‘muhafazakar’ olarak nitelendirdikleri karşı tarafı, ‘Hareket Ordusu’ ile korkutur; Kazan Deresi çatışmalarında, Gezi olaylarında ve hendek kazmalarda olduğu gibi. Türk devlet örgütlenmesinde bilinmez, ya da muammalaştırılan bir çok olay, aslında bilinirdir ve her yönüyle aşikardır, yani muammalı bir yanı yoktur. Örneğin 31 Mart vakasını bastıranlar, aynı zamanda çıkaranlardır. Tarihimizde bilinmezliğe sürüklenmiş bir çok olayı bu açıdan değerlendirmede yarar olduğu düşüncesindeyim. Yüz bin insanın katlini gerçekleştirmiş, milyonlarca insanın göçüne neden olmuş, demografik yapının değişimine hizmet etmiş PKK’nin, halen nasıl bir örgütlenme olduğu üzerine tartışmalar yapılıyorsa, bunun üzerinde düşünülmesi gerekir. Özellikle sosyolojik açıdan bu sorunun irdelenmeye ihtiyacı vardır.

GLADYONUN KÜRT AYAĞI

    1988’lere gelindiğinde PKK, uluslararası Gladyo’nun Kürt ayağı düzeyine yükselmiştir. Özellikle de 1990’da tam anlamıyla kurumlaşmış bir konuma gelmiştir; astığı astık kestiği kestik biçiminde davranan, Kürt halkının varlığına kasteden Gladyo, her yönüyle açıktan hareket etmeye başlamıştır. Artık elinde akıl hocalarının bulduğu ‘gerilla’ ve ‘serhildan’ değnekleri vardır; itiraz edenin kafasına indirilmektedir
    Çağımızın düşünme düzeyini mağara insanın düşünme düzeyine indirgemiş bir yapıda müritleşme, tek çıkar yoldur. Bu nedenledir ki, çalışmak için ormana giden işçiyi katletmeyi, çocukları bombayla havaya uçururken seyretmeyi, hamile kadınları bombalamaktan zevk almayı, danslar eşliğinde iç infazlar gerçekleştirmeyi günlük yaşantılarının parçası haline getirmiş Gladyo örgütlenmesiyle karşı karşıyayız. Düşünsel ve zihinsel alanda değişime karşı direnen, mezar taşları arasında mekik dokumayı meslek haline getirmiş bir yapı karşımızda durmakta.
    Ama tüm bunlara rağmen, bazılarınca PKK, ittifak edilmesi gereken güç olarak görülüyor. Hatta Ortadoğu’da bir çok çetesel yapılanmaları da içinde barındıran bu Gladyo örgütlenmesi, binlerce defa ‘Ben Kürt ve Kürdistan örgütlenmesi değilim’ dediği halde, yine de hiçte küçümsenmeyecek kendine ‘Kürdüm’ diyen bir kesim, ‘hayır, sen Kürtsün, sen bizim temel direğimizsin, bizi bırakma’ diye yalvarmakta. Şimdi bu noktada esas sorgulanması gerekenler kimlerdir? Bunlar; Kürtlük adına hareket ettiğini iddia edip PKK’nin pöçüğünden ayrılmayarak onun tüm kötülüklerini bilinmezliğe sürüklemek isteyenlerdir. Yani bir anlamda PKK’yi 31 Mart vakasına dönüştürmeye çalışanlardır. Sözüm ona Kürt kesilen bu kanadın PKK/HDP ile birlikte esas dayandığı kaynak, ‘Ben de Ermeniyim’diye İstanbul sokaklarında canhıraş bağıranların ve hendek çatışmalarını desteklemek için bildiri dağıtanların temsil ettiği kesimlerdir.
    Hrant Dink gerçek bir aydındı; başı dik, alnı açık, doğrulardan ayrılmayan, kimden gelirse gelsin tehditlere boyun eğmeyen bir insandı. Her kesimden insanların saygı duyduğu düşünce insanıydı. Katledildi, İttihat ve Terakki geleneğinin kurbanı oldu. Dink’in yaşarkan söylemleri karşısında sessiz kalanlar, katledildikten sonra ‘hepimiz Ermeniyiz’ diye sokağa dökülerek anlaşılmaz hale getirmenin çabasını yürüttüler. Çünkü Ermeniler, ülkemizde neredeyse  ‘azınlık’ olmaktan bile çıkartılmıştır diyebiliriz. Aynı çığırtkanlara Ermeni kimdir, ne oldu diye sorduğunda alacağın yanıt, onların karakterini belirler. İttihatçı geleneğe bağlı olduklarından verecekleri cevap bellidir.
    ‘Ben Ermeniyim’ diyen ve hendek çatışmaları karşısında bildiri dağıtan çevreler, örneğin Musa Anter katledildiğinde neredeydiler? Bunlar bir araya gelip ‘hepimiz Musa Anteriz’ diyebildiler mi? Yine 13 Mayıs 2016’da PKK tarafından patlatılan kamyonla 20 kişi katledildiğinde akademisyenler neden bir protesto bildirisi kaleme almadı? Niçin ‘hepimiz Kürdüz’ deme cesaretini gösteremediler? Örnekleri çoğaltabiliriz. Kürde karşı sessiz kalınışın tek bir nedeni vardır, o da; Kürdü henüz silip süpürüp bir köşeye sıkıştırma ihtimalinin olmamasıdır. Ama öbür taraftan mevcut iktidara karşı Kürdün sırtına binerek, ‘Hareket Ordusu’ beklentisi içinde olmalarını inkâr edemezler. İşte PKK’nin Kürt düşmanlığını gizlemeye, karanlık odaklarla işbirliği içinde oluşunu tanınmaz hale getirmeye çalışanlar bunlardır. Hatta bir dönem kaçakçı kılığında sınır boylarında muhbircilik yapmakta ün salmış Murat Karayılan’ı PKK/HDP’nin başına getirenler de bu odaklardır. Sonra da popüler ve meşhur yapmak için gazeteci, yazar, politikacı kılığında Kandil’e gidip Karayılan karşısında diz çökenler de bunlardır. Yani bir nevi Meclis-i Ayân mensuplarıdır.
28.05.2020
Baki Karer
Devam edecek

24 Mayıs 2020 Pazar

TEHLİKENİN BOYUTUTLARI (2)

TEHLİKENİN BOYUTUTLARI (2)

    İçinde bulunduğumuz ortamın ve gelecekte karşılaşılması muhtemel engellerin anlaşılabilmesi için bahsettiğimiz soruna tek yönlü bakmamak gerekir. PKK/HDP yapılanmasını kavramak için, Türkiye’de özellikle de 20.yy başından itibaren çok ciddi değişimler geçiren devlet yapılanmasını iyi kavramak zorundayız. İttihat ve Terakki ortaya çıktığında ve giderek iktidarı ele aldığından itibaren muhalefetsiz bir konumda değildi. Her türlü tekçi anlayışına ve topluma yeni bir biçim verme iddiasına karşın cılız da olsa bir muhalefetle karşı karşıyaydı. İttihat Terakki’nin karşısında muhalefet olarak Hürriyet ve İtilaf Fırkası vardı. İlginçtir, muhalefet de ortaya çıkarken yarı askeri, yarı istihbarat örgütlenmesi Halâskâr Zâbitân denilen istihbarat örgütlenmesine dayanıyordu. Yani 20.yy başından itibaren ne iktidar, ne de muhalefet güçleri istihbarat örgütlenmelerinden bağımsız, halkın gücüne dayanarak örgütlenmeyi temel almamışlardır. Daha sonraları, Cumhuriyet döneminde de iktidar ve muhalefet güçlerinin demokrat olamamalarının bir nedeni de, böylesi ortak özelliklerden kaynaklandığını söyleyebiliriz. İttihatçıları muhalefetten ayıran, yeni yüzyıla özgü devlet yapılanmasının temellerini atma özelliğidir; bunu bir anlamda ‘kurucu’ olarak da nitelendirebiliriz.  Cumhuriyet döneminde de gerek iktidar, gerekse de muhalefet partilerinin ‘merkez benim’ demeleri ve tek kapıdan omuz farkıyla içeri girmeye çalışmaları, daha ortaya çıkışlarında böylesi ortak özelliklere sahip olmalarındandır. Şimdilerde de HDP’nin illada ‘ben de merkezdeyim’, ‘beni kabul edin, kardeşinizim, ben de sizdenim’ yönlü yalvarışlarda bulunması, büyük abileri gibi istihbarat örgütlenmeleriyle iç içe olma ortak özelliğinden kaynaklanmakta.
    PKK/HDP’nin katliamcı karaktere sahip oluşu, hangi temeller üzerinde yükseldiğini ortaya koyar. Bu nedenle, belki de epey geriden gelmenin ve ulaklığından dolayı sürekli yalvarır konumda tutulması Kürt halkına karşı vahşileştirmenin bir yöntemidir. Sürekli kan ve cesetten bahsetmeleri bu anlamda boşuna değildir. Toplumda bağnazlığın ve cahiliyenin örgütlenme düzeyini temsil eden PKK/HDP tehlikesi, hafife alınmamalı. Derin devlet güçleri bunları sınırlasa da veya kullanmaktan tümüyle vazgeçse de, toplumda yarattıkları tahribatı giderme zor, meşagetli uzun bir sürece tekabül edeceğini kabul etmek zorundayız.

TEŞKİLAT-I MAHSUSA

    Bir önceki bölümde belirttiğim gibi, 15 Ağustos 1984 baskınları örgüt içinde Cemiyet-i Hafiye örgütlenmesine son noktayı koyma eylemidir; hem içerde, hem de dışarıda merkezi düzeyde tasfiyelerin bitirilip hafiye örgütlenmesinde engelsiz son sürat ilerlenmesidir. Adım adım Teşkilat-ı Mahsusa düzeyine gelmenin yolları açılmıştır artık. Böylesi bir aşamaya gelinmesinde Mehmet Karasungur’un öldürülmesi belirleyici rol oynamıştır. Mehmet Karasungur, YEKİTİ’ye bağlı herhangi bir peşmerge gurubunun rastgele eylemi sonucu katledilmemiştir; Abdullah Öcalan, Mihri Belli, Celal Talabani üçlüsünün ortak girişimiyle yokedilmiştir. Çünkü Mehmet Karasungur, PKK’den ayrılanlar adına Celal Talabani’den kamp kurma izni istemek için gitmiştir. Celal Talabani’den sonra Kürdistan Sosyalist Partisi ve Irak Komünist Partisi ile görüşülecekti. Karasungur’un ölümüne hiç bir anlam verememiştik. Sonradan öğrendiğimize göre Mihri Belli, planlarımızın bir çoğunu Resul Altınok ve Çetin Güngör aracılığı ile öğrenmiş ve anında Öcalan’a iletmiş. Mihri Belli, İsveç’e gelir gelmez ilk iş olarak Öcalan’la ilişkiye geçmiş. Biz de safça düşündüğümüz her şeyi Mihri Belli’ye aktarmakta bir sakınca görmüyorduk. O dönem ben de İsveç’te olsaydım düşündüklerimi Mihri Belli’ye anlatmakta bir beis görmezdim. Ayrıca PKK’ye yönelik eleştirilerinde Resul ve Semir’le (Çetin Güngör) en ufak çelişkili düşünce ileri sürmediğini biliyorum.  Biz tecrübe ve önerilerinden yararlanma düşüncesiyle hareket ederken o üçlü ittifakla perde arkasından bizi boğma uğraşı içindeymiş. Hem içten, hem de dıştan ablukaya alındığımızı çok geç fark etmiştik. İşte adım adım ‘sayın Öcalan’ yaratmanın çabasının kimler tarafından yürütüldüğünün resmidir bu durum. Daha sonraları dolaylı yollardan idare etmenin sonlandırılıp direkt müdahalelerle cinayetler işlendiğini, ‘serhildanlar’ ve ‘gerilla’ yutturmacalarıyla kitlelerin nasıl uyutulduğunu biliyoruz. Artık Bekaa ve Kandil’in meşhur müdavimlerini hepimiz tanıyoruz. Karanlık ellerce yaratılmış yapı öylesine dallanıp budaklanmıştır ki, Öcalan’ın idare edebilme yetisinin çok üstüne çıkmıştır. Kitleselleşmeyle orantılı yurt dışı odaklarla ilişkiye geçilmeye başlanmıştır.
    Tüm bu taktikler, içte ve dışta bir çok odaklarla kurulan bağlantılar dikkate alındığında İttihat Terakki sürecinden bağımsız değildir. İttihat Terakki’nin yurtdışı odaklarıyla bağlantıları yeniden hatırlanmalı. Hatta İttihatçıların Selanik ve Manastır kolları aracılığıyla yurtdışı bağlantıları kurmaktan çekinmediği bilinir.
    İttihat Terakki’nin iktidarı devralıp güçlendiği andan itibaren 1913 de Teşkilat-ı Mahsusa kurulmuştur. Teşkilatı Mahsusa’nın Balkanlar’da nasıl hareket ettiği henüz unutulmuş değildir. Yine Çerkez Ethem’in Ege ve Düzce’de düzenlediği operasyonları hatırlamakta yarar var. Yine Topal Osman’ın Koçgiri isyanında oynadığı rol ve Karadeniz’de ‘düzeni tesis’ adına yaptıkları bilinmekte. Yani İttihat Terakki sürecini iyi irdelersek, PKK ve Öcalan’ın başlattığı süreci de iyi kavramış oluruz. Unutulmamalı; PKK ve müritleri devletleşmiş Türklüğün devşirmesidir.
 24.05.2020
Baki Karer
Devam edecek


    PKK TERÖRÜNÜN GELDİĞİ NOKTA     Epeyce bir süreden bu yana Pkk/Dem’de neler oluyor diye tartışmalar yürütülüyor. Tartışmalarda, son...