ORTA DOĞU’DA SAVAŞ ATMOSFERİNİN TÜRKİYE’YE YANSIMALARI
- 3-
ORTA DOĞU’DA SAVAŞ ATMOSFERİNİN TÜRKİYE’YE YANSIMALARI
- 3-
ORTA DOĞU’DA
SAVAŞ ATMOSFERİNİN
TÜRKİYE’YE YANSIMALARI
-2-
Türkiye’deki baş döndürücü gelişmeler kadar, dünyanın
bir çok yerinde de hemen hemen aynı
oranda baş döndürücü gelişmeler ortaya çıkıyor. Ekonomik, siyasi, askeri vb. her
alanda derin bunalımların yaşanmadığı bölge yok gibi. Uzak Doğu’dan Afrika’ya,
Orta Doğu’dan Avrupa kıtasına kadar tüm bölgelerde, ülkelerde harıl harıl
savaşa hazırlıklar saklanamaz durumda. Yüzlerce milyar doları bulan silahlanma
yarışı gayet doğal karşılanır hale geldi. Kim kime, niçin karşı duruş
sergiliyor pek tartışılmıyor. Ortaya çıkan çelişki ve çatışmaları analiz etmeye
bile gereksinim duyulmadan savaş tamtamları yükseliyor her alanda. Çok
tehlikeli bir sürece doğru ilerlendiği artık tartışma götürmez bir gerçek. Bahsettiğimiz
süreç, Amerika Birleşik Devletleri’nde Donald Trump’un başkan seçilmesiyle çok
daha ciddi boyutlara ulaşmış durumda. ABD’nin ekonomik, siyasi ve askeri alanda
geliştireceği her hareket tarzı, muhakkak ki, dünyanın geri kalan ülkelerinde
şu veya bu boyutta etkili olacaktır.
Batı Dünyasının Birliği Tartışmalı Hale Gelmiştir.
ABD, genelde, batı dünyası içinde
çelişkileri ciddi düzeyde kızıştıracağını dillendirmeye
başladı. Yani Trump yönetimi, sadece Rusya Federasyonu ve Çin’le değil, Batı’Avrupa
ülkeleriyle de boyutu tahmin edilemeyecek zıtlaşmalar veya restleşmeler içine
girmekten çekinmeyeceğini açıktan ilan etti. Gümrük duvarlarını yükseltme
tehditi bir yana, Kanada’ya şaka yollu ABD’nin eyaleti olma teklifi, hiçte sıradan
yapılmış bir teklif olarak görülmemeli. Aslında bir tehdittir. Kanada’nın
yıllardan bu yana süren iç çelişkilerine, Fransız-İngiliz ayrışmasının yeri
geldiğinde tekrar önplana çıkma olasalığına vurgu yapılıyor. Kanada’nın
seçilmesinin asıl nedeni, Avrupa’dır. Çünkü ABD gölgesinde gürbüzleşen Kanada,
daha çok Avrupa, AB ile birlikte hareket eder. Kanada’ya karşı alınan tavır,
önemli ölçüde Avrupa Birliği’ne karşı da
alınan tavır anlamına geliyor. Nitekim Kanada’yla başlayan tehdıt, hemen
akabinde, Grönland adasına da yöneltildi. Trump iktidarı öncelikle Grönland’ı ‘satın
alma’ niyetinde olduğunu açıkladı. Gelen tepkiler karşısında daha da
sertleşerek ‘işgal etme’ tehditlerine başladı. ABD tehditlerini doğrudan
harekete geçiremezse bile, Grönland üzerinde ‘özgür’ hareket edecek kolaylığa
ulaşması mümkündür. Danimarka ve EU’nün bu konuda çatışmayı, hele hele savaşı
göze alma ihtimali yok denecek kadar azdır. Çünkü korunmasını ve güvenliğini
ABD’ye teslim etmiş bir Avrupa vardır. Özellikle Kanada ve Grönland’ın hedef
seçilmesinin en önemli nedenlerinden
biri diğeri de; ABD’nin Kuzey Buz Denizi’ne, yani Artik bölgesine daha yakın
olma isteğidir. Önümüzdeki birkaç yüzyılı kurtaracak gaz ve yer altı rezervlerinin
bölüşüm kavgasında güçlü olmanın çabası içinde. Aynı zamanda kuzeyden Rusya
Federasyonu’nu kuşatma isteği de var. Böylece kuzeyde zayıflatılan Moskova’nın Çin’le
güç birliği yapma imkânı zayıflatılmış olacak.
Ayrıca, Avrupa Birliği ülkelerinin
çoğunluğu, Pentagon’un gücüne güvenerek Rusya-Ukrayna savaşını kızıştırması,
sadece savunmada değil, diğer alanlarda da Amerika Birleşik Devletlerine bağımlı
hale gelmelerini sağlamıştır. Trump dönemiyle birlikte bu bağımlılığın sonuçları alınmaya
başlanmıştır.
Bu yönlü ilişki ve çelişkiler ister istemez
NATO içinde de ayrışmaları getirmiştir. Avrupa Birliği’nin olanca savaş
çığırtkanlığına rağmen, Nato içinde bile birlikte hareket etme olanağı pek
kalmamıştır. Ne Fransa ve Almanya Türkiye için, ne de Macaristan ve İspanya Almanya için savaşı göze alır. Pentegon mevcut
konjektörün bilincindedir. Bu nedenle, Trump yönetimi hem Nato içinde, hem de
ekonomik ve mali alanlarda Avrupa Birliğine adeta eyalet muamelesi yaklaşımını göstermektedir.
Her şeye rağman Avrupa’nın oldukça zayıf bir güç olduğunu, Rusya Federasyonu Karşısında direnme imkânının hiç olmadığını iddia etme, hatalı bir tutumdur. Ama Avrupa’yı edilgen kılan bir çok etmen vardır; örneğin İtalya’da Kuzey-Güney çelişkisi, İspanya’da Katalonya, Fransa’da Korsika, Büyük Britanya’da İskoçya ve İrlanda sorunu vb. Ayrıca Batı-Güney zıtlaşması ve mezhep ayrılıklarını da hesaba katmak gerekir. Tüm bu sorunlara bir de, yükselen ırkçılığın toplumsal yapıda ortaya çıkardığı tahribatlar da eklenmeli. Bu tür sorunlar ve çelişkiler, ister istemez birlikte hareket etmeyi ve bir irade oluşturmayı engellemektedir.
Küreselleşme ve
Bölgesel Güçler
Küreselleşme dünya genelinde önemli
değişimlere neden olmuştur. İki kutuplu dünya koşullarından çıkılmış ve bir çok
direngi noktalarına sahip dünya düzenine geçilmeye başlanmıştır. ABD, Çin ve
Rusya Federasyonu gibi süper güçler ne kadar ’zor’ araçlarına sahip olurlarsa
olsunlar, küreselleşmenin yaygınlaşmasıyla birlikte tek başlarına karar verme
güçlerini kaybetmiş durumdadırlar.
Artık
dünya düzleminde Brezilya, Türkiye, Şili, Hindistan, Meksika ve Pakistan türü
bölgesel güçlerin desteği olmaksızın istikrar oluşturma dönemi gerilerde
kalmıştır. Bu ülkelere son dönemlerde aldığı ağır darbelerle, gelecekte
ne olacağı pek belli olmayan İran’da eklenebilir.
Bu noktada kısaca Türkiye’ye de değinmek gerekir. Trakya ve Girit’e ABD üslerinin kurulmasıyla birlikte Türkiye’ye Avrupa sınırları yeniden hatırlatıldı. Bu tavır, Türkiye’nin sadece Avrupa sınırları dışına değil, aynı zamanda Nato dışına da itilmiş olduğu anlamını taşır. Ama bu durum, bölgesel düzeyde söz sahibi olmadığı anlamına gelmez. Her şeye rağmen, Türkiye bu ‘dışlanmışlığı’ önemli oranda fırsata çevirmiş durumda. Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Orta Doğu’da, Afrika’da önemli ittifak ve dayanışmalar geliştirmiştir. Ticaret alanında Avrupa dışında yeni partnerler edinmeye başlamıştır. Tartışılması gereken, mevcut ekonomik ve mali düzeyi ile bu kadar geniş alanda geliştirdiği ilişkileri nereye kadar götürebilir? Bu sorunun yanıtını bugünden verme pek olanaklı değil. Faiz-kur ve sıcak para kıskacında dönen bir ekonominin ne kadar sağlıklı olup olmadığı tartışma götürmez. Alt yapıya ve daha çokta savunmaya yapılan harcamalar bugünkü düzeyi ile devam ettiği sürece, Türkiye’de keskin ekonomik kırılmalar devam edecektir. Bir de buna, her iktidara gelenin kendi burjuvazisini yaratma çabası eklenirse, kırılmaların boyutları ve acımasızlığı kendini gösterir. Ayrıca hukuk, adalet, güçler ayrılığında yaşanan kargaşa, demokrasi ve özgürlükler alanında ortaya çıkan sorunların toplumsal yapımızda açtığı yaralar göz önünde bulundurulursa, durumun vahameti daha iyi kavranır. Unutulmamalı ki, son yüzyılın bir türlü aşılamayan sorunlarıdır bunlar.
Suriye’de
iktidarın yıkılışı ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Bölgede oynadığı rol.
Suriye’de
iktidarın yıkılışının Türkiye’nin bölge genelindeki hedeflerine hizmet ettiği
açık; Suriye, Lübnan, Ürdün ve Mısır’a kadar uzanan alanda daha çokta Fransa’yı
dıştalamayı temel alan bir strateji izleniyordu. Türkiye, Esad rejiminin
yıkılması için yıllardır tüm imkânlarını seferber ettiğini hiçbir zaman saklamadı.
Öte yandan, Rusya Federasyonu’nun Akdeniz’de askeri üstler edinmesinden
rahatsız olduğunu da gizlemedi. Hele hele İran’ın oluşturduğu şii çemberi içinde
kalmayı hiç kabullenmedi. Başlarda ABD ile Suriye üzerinde ittifak yapması da
böylesi nedenlere dayanıyordu. Bu çabalara rağmen, Beşar Esad iktidarının
yıkılmasında asıl belirleyici rolü İsrail oynamıştır. Gazze üzerinde İsrail’le
karşı karşıya gelen Ankara, Suriye üzerinde doğal ittifakçı konumuna gelmiş
durumdadır. Bir anlamda Suriye, İsrail ve ABD eliyle Türkiye’nin bohçasına
bırakılmış oldu.
Esad rejiminin yıkılmasından sonra Suriye’de
zorlu bir sürecin kapısı da aralanmıştır. Türkiye’nin tek karar verici güç
olmadığı ortada. ABD, Avrupa Birliği ve Körfez ülkeleri şu veya bu oranda
etkili olmaya çalışacaktır. Şimdiden İktidarın oluşumu ve yönelimleri konusunda
hemen herkes söz sahibi olmak istiyor. Buna keskin bıçak üzerinde yürütülen
politika da diyebiliriz. Türkiye’nin, Suriye’de istikrarlı bir ortamın egemen
hale gelmesinde belirleyici rol oynayıp oynamayacağını bekleyip göreceğiz. Bu
alanın Beşir Esad yönetimi dönemindekine benzer şiddetli çatışmalar içine girme
ihtimali pek azdır. Çünkü şiddetli ve sürekli hale gelecek çatışmalardan hiç
bir tarafın çıkar elde etme imkânı yoktur. Suriye’de iç çatışmaları acımasız ve
sürekli kılacak tek zayıf nokta, oluşmaya başlayan iktidarın İslami yapılanmayı
temel alarak, Kürtleri, Nasturileri ve diğer dinlere mensup azınlıkları
görmemezlikten gelmeye kalkışmasıdır.
Suriye’de iktidarın biçimlenme sürecinde bir çokları, Pkk/Pyd’nin sorun olacağını, federatif veya Kantonsal bir yapının oluşacağı iddiasında bulunmakta. Hatta ABD ve AB’nin bu konuda sonuna kadar Pyd’ye diretmede bulunacağını ileri sürenler bile var. Bunların hemen hemen tümü hayalden öte bir anlam taşımamaktadır. Böylesi konularda doğru düşünceler ileri sürmek için Pkk/Dem’in yönetimine ve sahip oldukları niteliklerin yanı sıra girdaplarda yürüttükleri politikanın sonuçlarına bakma yeterlidir. Aynı biçimde Pyd’nin de Suriye’de Arap aşiretlerinin çıkarlarına hizmet eden bir yapılanma olduğu gerçeği görülmeli. Geçmişte Esad rejimine yaptıkları sınır bekçiliğini, HTŞ iktidarı döneminde de sürdüreceklerini şimdiden beyan ettiler. Yani Şam’la ters düşecek herhangi bir çözüm peşinde olmayacaklarının garantisini vermiş durumdalar. Hemen hemen her söylemlerinde ‘Kürt kimliği’peşinde olmadıklarını açıkça söylemekteler. Böylesi koşullarda Pkk/Dem/Pyd hattının halen silahı ön planda tutma istemlerinin başka amaçlar içerdiği artık tartışma götürmez. Aslında Pyd’nin abartılmasının veya hedef gösterilmesinin nedenlerinden birisi de, Roj peşmerge güçlerinin dönüşünü engellemek içindir. Bu anlamda Pkk/Pyd, Roj peşmergelerine karşı tampon olarak kullanılmaktadır. Başından itibaren Esad yönetiminin ‘uç beyliği’ görevini yükümlenmiş Pyd olgusu kabul edilmezse, gerçek tablo ortaya çıkartılamaz. Olaya duygusal ve slogancı perspektiften bakmamak gerekir. Rojava’da olup bitenleri kavramakta zorluk çekilmemesi için, eleştirel düşünme temel alınmalı. Ezberci ve otoriter düşünce halkalarının dışına çıkan yaklaşım tarzı egemen kılınmalıdır.
Şu günlerde herkes, Yüzer-Gezer Yat’tan ne haber gelecek diye müthiş bir bekleyiş içine girmiş durumdadır. Gelecek açıklamanın hiçbir değeri, dolayısıyla sürece hiçbir etkisi olmayacaktır. Olumlu bir beklenti içinde olanlar varsa, şimdiden onlara mutlu rüyalar... Gelişmelere bakılırsa, Kandil yönetimi İran’da konuşlanarak, ABD ve İsrail tarafından yapılması muhtemel dış müdahale koşullarında Rojhilat’da görev üstlenmenin beklentisi içinde olacak.
Pkk ve Pyd hangi yöne giderse gitsin, önümüzdeki süreçte, Orta Doğu’da Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni dikkate almayan girişimlerin kalıcı başarılar elde etmesinin zemini kalmamıştır. 16 Ocak 2025’de Pyd’nin Mesut Barzani ile görüşmesinin bir nedeni de budur. Belli ki, değişen koşulların kimlerin lehine işlediğinin farkına varıp, bükemedikleri eli öpme ihtiyacı duydular. Pyd cenahının bu yaklaşımı, gelecekte entrikacı davranmayacakları anlamına gelmez.
Ne olursa olsun, dünya genelinde olduğu gibi Orta Doğu da çok ciddi değişimlere gebedir.
2.02.2025
Baki
Karer
ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI TARTIŞMALARI
Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimlerine doğru hızla yol
alıyor. Seçim tarihi yaklaştıkça, yeni bir dünya savaşı üzerine de tartışmalar
yoğunlaşmaya başladı. Dünya savaşı ihtimali üzerine tartışmaların giderek
sıklaşmasının nedenlerinden biri, Avrupa genelinde saldırgan milliyetçiliğin,
ırkçılığın muazzam bir kitlesel potansiyele ulaşmasıdır. Avrupa Birliği
Parlamentosu seçimleri bunun en açık örneğidir. İkinci neden ise, Amerika’da Cumhuriyetçi
Parti adına başkanlık seçimlerine girecek olan Donald Trump’un iktidara gelmesi
durumunda izleyeceği milliyetçi politikadır.
Söz konusu ABD olunca, hangi partinin başkanlık adayı iktidar olursa
olsun, dış politikada ciddi farklılıkların olmayacağını söyleyebiliriz. Ama
Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin arasında başta ekonomik konular olmak üzere,
birçok alanda ciddi yaklaşım farklılıkları vardır. Trump, daha fazla ulusal
sınırlar içine çekilmeyi ve gümrük duvarlarının daha korumacı olmasını
savunuyor. Bu tutum, küreselleşmeyi sınırlama anlamına gelmektedir. Sermayenin
çıkış noktalarına geri çekilmesinin, küreselleşmeyi ne oranda kesintiye uğratıp
uğratmayacağı elbette tartışmalıdır. Yani sanayileşmiş güçler açısından gümrük
duvarlarının yükseltilmesinin, günümüz koşullarında ulusal pazarları ne oranda
dinamikleştireceği çok da net değildir. Üretim, istihdam, meta, para, dolaşım
vb. konuların ve bunların küresel pazar ilişkileri içindeki yeri ve etkileri
yeniden tartışılmaya muhtaçtır. Aslında bu tür konularda izlenecek yol ve
yöntemlerde belirsizlik içinde olunduğu içindir ki, bölgesel çatışmalar giderek
şiddetlenmekte. Süper güçler ve bu güçlerin etrafında ortaya çıkan
kümelenmeler, mevcut belirsizliklere bölgesel çatışmalarla mı, yoksa üçüncü
dünya savaşıyla mı çözüm bulmaya çalışacaklar? Veya yuvarlak masa etrafında mı
buluşacaklar? İçinde bulunduğumuz sürecin özünü bunlar teşkil etmekte. Şu ana
kadar süren bölgesel çatışmaların ortaya çıkardığı tabloya bakarsak, herhangi
bir sonuca varılacağını, küresel anlamda yeni bir yapılanmanın ortaya
çıkacağını düşünmek pek olası gözükmüyor.
Günümüz koşullarında dünya dengelerine baktığımızda, üçüncü dünya
savaşının bir çözüm olmayacağını söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. Kaldı ki
geçmiş yüzyıldan kalan deneyimler yok değil. Yeni bir dünya savaşının tüm
insanlık için felaket olacağı kesindir. Hatta yeni bir dünya savaşının salt
konvensiyonel silahlar düzeyinde kalacağını kimse garanti edemez. Ama
emperyalizmin hükümranlık ve yayılmacı mantığına bakılırsa, zaman zaman
yaşadığı bunalımları savaşla çözümlemeye kalkıştığını biliyoruz. İşte Ukrayna-Rusya
arasındaki savaş, B.Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin, bir diğer
değişle Nato’nun yayılmacı politikasının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Dünya ölçeğinde Rusya ve Çin gerçeği inkâr edilerek izlenecek politika,
yıkımların kapısını aralamakla eş değerlidir.
Nato’nun Ukrayna’yı Rusya Federasyonu’na karşı kışkırtmasıyla birlikte
başlayan süreç, 1929-1940’lar arası zaman dilimiyle benzerlik taşımaktadır. Şu
anda taşeronlar kullanılarak hem Orta Doğu’da hem de Avrupa’da yaşanan silahlı
çatışmalar, dünya çapında ortaya çıkacak bir savaşın ön hazırlıklarını
anımsatıyor. Hele hele Çin denizinde giderek belirginleşen saflaşmalar,
bahsettiğimiz süreci tanımlamada rol oynayan çok önemli bir olgu olarak
karşımızda durmaktadır.
Ukrayna ile Rusya federasyonu arasındaki savaş, sadece iki ülke arasındaki çatışma veya Nato ile Rusya Federasyonu arasındaki çatışma olarak görülmemeli. Bu aynı zamanda, gelişmiş kapitalist emperyalist ülkeler arasındaki çıkar çelişkilerinin açığa vurumudur. Yani pazarların yeniden bölüşüm mevzilenişidir. Örneğin Almanya’nın birdenbire aşırı silahlanmaya başlaması ve savaş kışkırtıcılığında aktif rol üslenmesi boşuna değildir.
Avrupa Kıtasında Yükselen Tehlike
Bugün Fransa, İtalya, Almanya, Hollanda, İsveç başta olmak üzere, tüm
kıtada faşist partiler ve örgütlenmeler giderek kitleselleşmekte. Bazı
ülkelerde tek başına iktidar olmayı çok az bir farkla kaybetmiş durumdalar.
Diğer bazı ülkelerde ise dolaylı veya dolaysız iktidar ortakları
konumundadırlar. Bu yönlü siyasal değişimler, insanlık değerleriyle ve
demokrasileriyle övünen Avrupa için çok önemli olumsuz gelişmelerdir.
Irkçılığı, faşizmi açıktan savunan bu yapılanmaları halen ‘muhafazakarlaşma’
veya ‘kitlelerin sağa kayışı’ olarak nitelendiren çevreler var. Bu tam
anlamıyla gerçeği, daha doğrusu, gelen tehlikeyi görmeme ya da kabullenmemedir.
Avrupa kıtasında bugünlerde yaşananları, ikinci dünya savaşı öncesi
Almanya’sında yaşananlarla kıyaslarsak, gelişmelerin özünü daha iyi kavramış
oluruz. İlginç olan, günümüz Avrupa’sında ırkçı, faşist örgütlenmelerin,
geçmişin sosyal demokrat ve sol güçlerin savunduklarını dile getirmesidir. Bu
yapılanmalar, artık eskinin o ara sokaklarında arada bir boy gösteren ‘dazlakları’
değiller. Bunlar Toplumun hemen her kesitinden destek alan, hatta giderek en
güçlü desteği orta sınıflardan almaya başlayan bir konuma yükselmiştir. İşçi
sınıfının yoğun olduğu kentlerden, sosyal demokratların ve sol partilerin
tabanlarının küçümsenmeyecek bir kesiminden bile destek almaktadır. Peki neden?
Avrupa, refah toplumu olma özelliğini hızla kaybetmeye başlamıştır. Sınıflar
arası gelir dağılımındaki makas aralığının giderek açılması, tarım, sanayi,
sağlık, gıda, hizmet sektörü vb. alanlarda ciddi sorunlarla karşı karşıya
kalınması hemen hemen tüm iktidarların sorunu haline gelmiştir. Her geçen gün ağırlaşan ekonomik krize, bir
de dışardan gelen göç eklenince, sosyal alanda geriye gidişin durdurulması
hayli zor görünmektedir. İçine düştükleri bu çıkmaz, ırkçı faşist parti ve
yapılanmaların ummadıkları oranda kitlesel bir destek bulmalarına yol
açmaktadır. Özellikle Ukrayna-Rusya
savaşından bu yana, Sosyalist ve sosyal demokratların küçümsenmeyecek bir
kesiminin bile savaş kışkırtıcılığına soyunduğu açık bir gerçek. Amerika
Birleşik Devletleri’nin dolar gücünü koruma kuyrukçuluğuna takılmış bir Avrupa,
savaş kışkırtıcılığıyla değerlerini ayaklar altına almaya başlamıştır. Oysa
ırkçı ve faşist yapılanmalar, halka ‘barış’ ve ‘refah’ vadetmektedir. Bu tutum
ve saflaşma kimlerin kitlesel gücünün azalmaya başladığını, kimlerin
kitleselleştiğini açıkça ortaya koymaktadır. Avrupa, eğer bu tehlikeyi
görmemeyi sürdürmeye devam ederse en büyük zararı yine kendisi görecektir.
B. Avrupa, Rusya Federasyonu ve Çin gerçeğini kabul etmek zorundadır.
Tek kutuplu dünyanın çok kutuplu bir dünyadan çok daha tehlikeli olduğunu yakın
geçmişte yaşadık. Çaykovski ve Tolstoy’u inkâr, bireysel, toplumsal ve düşünsel
vb. alanlarda yaratılan özgürleşmeye darbe vurma anlamına gelir. Yani rönesansı
reddedip Orta Çağ değerlerini tekrar sahiplenmeye dönüşü içerir.
Geçmişte dünya savaşlarının acı tecrübelerine sahip olan Avrupa, üçüncü
dünya savaşı çığırtkanlığının önüne geçmede belirleyici rol oynama
yükümlülüğüne sahip olmalıdır.
08.09.2024
Baki Karer
NEDEN HATIRLAMALIYIZ?
Pkk’nin BAŞBAĞLAR katliamının yıldönümü.
ANLAMAK ZOR Birkaç hafta önce, yüzer-gezer yatın adamı, eline sıkıştırılmış bir makale yayınladı. Makalede yıllar önceden değindiği ko...