21 Aralık 2016 Çarşamba

Ankara’da Suikast


    karerbaki.blogspot.se

Ankara’da Suikast
 

    Bugün Rusya Federasyonu büyük elçisi Andrey Gennadiyeviç Karlov Ankara’da suikaste uğradı. Gelen haberlere bakılırsa hayatını kaybetmiş. Suikasti yapan Çevik Kuvvet polisi. Türkiye açısından çok ciddi bir gelişmedir bu. Bu suikastin amacı, iç dengeleri dizayn etmeden ziyade, uluslar arası dengeleri dizayn etmeye yönelik bir girişimdir.
    Özellikle 15 temmuz darbe girişiminden sonra Türkiye, gerek uluslar arası planda, gerekse de Ortadoğu genelinde siyasal alanda yeni atılımlar içine gireceğini belirtmişti. Bir çok alanda atılacak adımların hem Avrupa Birliği’nin hem de Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarlarına hizmet etmeyeceğini anıştıracak açıklamalar yapılmıştı. Türkiye’nin son bir kaç aydan bu yana attığı her adım, Batı Avrupa ve Amerika tarafından sıkı takip altındaydı. Uçak düşürülmesi olayından sonra iki ülke arasında esen soğuk rüzgar, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Moskova ziyaretiyle birlikte, yerini dostluk havasına terk etmişti. İki ülke arasında barış havasının egemen olması her iki ülkenin çıkarınaydı. Batı ambargosu karşında Rusya federasyonu rahat nefes alırken, Türkiye de hem ekonomik hem de siyasal açıdan sıkışık durumdan kurtulmuş oldu. Özellikle Irak ve Suriye’de ABD tarafından sıkıştırılan, sınırları içine hapsedilmeye başlanan Türkiye, nefes almaya başladı. Fırat kalkanı operasyonu, aslında ABD’ye karşı geliştirilen bir operasyondur. Bu operasyona karşı ABD ve Batı Avrupa’nın yanıtı çok sert oldu. Zaman zaman İŞID, zaman zaman da PKK kullanılarak Türkiye’ye siyasal dayatmalarda bulunuldu. Bombalarla kitlesel katliamlar yapılmaya başlandı. Bu noktada içten eskinin derin karanlık güçleri tekrar devreye sokuldu. Patlatılan bombalarla bir sonuç alınamayacağı anlaşılınca, suikast devreye sokuldu.
    Büyükelçi Karlov’un öldürülmesi Ortadoğu’daki, özelde de Suriye’deki gelişmelerden bağımsız değildir. Esad’a bağlı ordunun Halep’te tekrar kontrolü ele alması, aslında bir dönüm noktası teşkil eder. Suriye ordusu, Türkiye’nin rızası alınmadan Halep’te kontrolü sağlayamazdı. Halep’te tam kontrolün sağlanması ve Özgür Suriye Ordusu desteğinde Türk Ordusu’nun El-Bab’a dayanması, ABD ve Avrupa Birliği’nin dışlanması anlamına gelmektedir. Ağırlıklı olarak Amerika Birleşik Devleti’nin Musul politikasına karşı, Halep ve El-Bab’da bir misilleme yapılmış olundu. Amerika'nın başını çektiği 64 ülkeden oluşan cephe, Musul’a bir türlü giremiyor. ‘Giremiyor’ değil, girdikten sonra saha üzerinde yapılacak parsellemede anlaşamadıkları için  Musul’dan İŞİD atılmak istenmiyor. Türkiye ve Rusya’nın dışlanma koşullarında ABD ve diğer Batılı güçler eğer Musul'a girerse, Türkiye de EL-Bab’a girecek ve Musul-Halep hattını oluşturmaya çalışacak. Elbette bu durum, ABD’nin işine gelmemekte.
    ABD ve B. Avrupa, bu misillemenin çemberi genişletildiği anda, kendileri için ciddi tehlikelerin ortaya çıkacağını fark ettiler. Nitekim Rusya, Türkiye ve İran arasında yarın yapılacak toplantı, bahsedilen çemberin genişleyeceği anlamını taşımaktadır. Batılı güçlerin Ortadoğu’da istedikleri gibi hareket etmelerini engellemede, bu girişimin önemli bir adım oluşturacağını söylemek mümkündür. İşte tam da bu noktada, Rusya’nın Ankara büyükelçisi suikaste uğradı. Ne ilginçtir ki ilk tepki gösteren de, Amerika Birleşik Devletleri’nin Ankara büyükelçisi oldu. Katilin bağlantıları da dikkate alınırsa, gösterilen tepkinin anlamı daha bir önem kazanır.
    Gelinen noktada, yani Karlov’un suikaste uğramasıyla birlikte ok yaydan çıkmıştır. Artık Türkiye, ABD tarafından gelecek zorlamalarla 15 temmuz öncesi konumuna getirilemez. Irak’ta ve Suriye’de ağırlıklı olarak Rusya ile hareket edecektir. Ama yine de ABD’yi sert yöntemlerle veya tümden karşısına almaktan çekinecektir. Ortadoğu’da denge politikasından ziyade, bir adım ileride Rusya ile birlikte hareket etmeyi sürdürecektir. Batılı güçlerin Türkiye üzerinden daha ileri gitmeleri savaşı göze almaları anlamına gelir. Özelliklede Suriye nedeniyle ne ABD’nin, ne de Rusya’nın bir savaşa kalkışması çok uzak ihtimaldir. Şu sıralar sıkça dünya savaşından bahsedilmekte. Günümüz koşullarında iki süper güç arasında ortaya çıkacak dolaylı çatışmaların, dünya savaşına neden olacağını düşünmüyorum. Bunun için bir çok neden var; bu dönemde iki süper güç arasında yapılacak savaşın, konvansiyonel silahlarla sınırlı kalmayacağını bilmek gerekir. Bir de günümüzde müttefiklik anlayışı değişmiştir. Her ülke kendi çıkarlarını ön planda tutacaktır. Her hangi bir ülke yönetimi, müttefik olduğu bir başka ülke için savaşa girmeyi göze alması için halkına hangi argümanları ileri sürecektir? Değişen toplumsal ilişkiler, yönetimlerin böylesi kararlar almasını engelleyecek konumdadır. Bu gün NATO sadece kağıt üzerindedir. Ne Türkiye, ne de Almanya veya Fransa ABD için Rusya ve Çin'le savaşı göze almaz. Aynı durum Rusya’ya yakın gözüken ülkeler için de geçerlidir. Günümüz koşullarında iki süper gücün etrafında kümelenecek ülkeler arasında ortaya çıkacak bir savaş, bir çok ülkenin yok olmasını getirmeyeceğinin garantisi yoktur. 1910’lu, 1940’lı yılların savaş metotları artık çok gerilerde kalmıştır. Bu nedenle müttefiklik veya birbirini destekleme bir noktaya kadardır. Bu gerçekler bilindiği içindir ki çıkarları çatışan ülkeler, birbirine  karşı ulaklarla, bazen de ekonomik ambargolarla sonuç almaya çalışmaktalar.

BAKİ KARER

19.12.2016

 

7 Şubat 2016 Pazar

KÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ


 
 
 

 

KÜRTLERDE ULUSAL BİLİNÇ

 

    Kürtlerde ulusal bilinç, özellikle son dönemlerde tartışılması gereken en önenli konuların başında gelmesi gerekir. Bu konu tüm yönleriyle irdelenmesi gerekir. Bu tartışma,  önümüzdeki süreçte, Kürt halkının geleceğini tayin etmede önemli rol oynayacaktır. Ulusal bilinç denildiğinde ilk akla gelen, bir halkın kendini tanıması ve tanımlamasıdır. Bir halk kendini ne kadar iyi tanıyorsa, sahip olduğu özelliklerini ne oranda açığa koyuyorsa o oranda  ulusal bilincini ortaya koyuyor demektir. Ulusal bilinci toplumsal bilincin bir parçası olarak ele almamak gerekir, tersine toplumsal şekillenmeyi sağlayan bir bütün olarak görmek gerekir. Ama, toplumsal bilinci nasıl ki sınıflar üstü görmüyorsak, ulusal bilinci de sınıflar üstü göremeyiz.

    Bu gün Kürtler'de ulusal bilinç üzerine hiç tartışma yürütülmediğini söyleyemem. Ama sıkça da ulusal bilinç yanlış zeminlerde tartışılıyor. Tartışmaların önemli bir kısmı, ulusal sorunun ya da ulusal bilincin burjuvazinin gericileşmesiyle birlikte halkın sorunu olmaktan çıktığı yönünde. Bu bakış açısı daha çok Türk solunun şöven bakış açısıdır. Sorun tartışılırken, Türk solunun klasik değer yargılarıyla sosyalist düşünce birbirine karıştırılmamalı. Kürt Milliyetçisi olarak tanımlanan diğer tarafın önemli bir kesimi de, sosyalizmin ulusal sorunu ve de ulusal bilinci tümden inkâr ettiğini ileri sürmekte. Her iki anlayışta bana göre yanlıştır; sosyalizm ezilen halkların sorununu ve ulusal bilinci inkar etmez, tam tresine sahiplenir. Milliyetçilik de çoğu zaman bazı kesimlerce anlamsız hale getirilmeye çalışılmakta. Bir taraftan 'Milliyeçiyim, Kürt milliyetçisiyim' denilmekte, öbür taraftan ulusal bilincin işaret ettiği merkezden uzak durmaya özen gösterilmekte. Nasıl bir milliyetçiliktir pek anlaşılmaz daha doğrusu. Aynı durum 'sosyalistim' diyen bazı çevreler için de geçerlidir. Oysa ezilen ulusun hem milliyetçisinin, hem de sosyalistinin ortak çekim merkezi olmalıdır. Bu merkez tektir, yani günümüz dünyasında her ulus için geçerli çekim merkezi, Kürtler için de geçerli olmalı. Bu çekim merkezini ister devlet, ister bağımsızlık olarak tanımla. Mutlaklaştırmaktan bahsetmiyorum, önemli olan ana hedefin belirlenmesidir. Her şeyden önce özgür iradenin sergileneceği ortamın sağlanmasıdır.  Ayrılığa veya birliğe karar verecek tek bir güç vardır, o da, halktır, halkın özgür iradesidir. Bugün G. Kürdistan'da yaşanan süreç tam da budur; halkın özgür iradesinin tecelli edeceği ortam sağlanmıştır.

    Siyasal, kültürel, zihinsel vb. her düzlemde, toplumu toplum yapan tüm alanlarda ortak tepki koyulmasını sağlamada belirleyici tek nokta etrafında birleşilmediği sürece, yeterli ulusal bilinçten bahsedilemez. Ezilen ulusun bireyi kendini ne kadar ulusun bir parçası olarak görürse o kadar da toplumsal bilince ulaşmış olur. Bu ana hedef, bireylerin düşünce, eylem ve davranış biçimini belirleyen bir konumda olmalı, yani bireylerin yaşam biçimine yön vermelidir.

    Kürdistan'da ulusal bilincin istenilen düzeyde olmamasının bir çok sebebleri vardır. Bunların en belli başlıcası bölünmüşlük ve egemen güçlerin ezici çoğunluğunun kendini ulusun bir parçası olarak görmemesidir. Buna bir de Kuzey Kürdistan'da Türk egemen güçlerinin asimileyi temel alan politikası eklenmelidir. Gerek Fars, gerekse de Arap egemenliğinin olduğu Kürdistan parçalarında toplumu toplum yapan alanlarda tahribatlar yapılmış olmasına karşın, ulusal bilincin gelişmesinde belirleyici rol oynayan dilde ciddi tahribat yaratmada pek bir başarı sağlanmamıştır. O bölgelerde dil, günlük yaşamın bir parçası olmaya devam edebilmiştir. Ama aynı durum Kuzey için tartışmalıdır. Oysa dil, ulusal bilincin geliştirilmesinde ve yaygınlaştırılmasında belirleyici rol oynar.

    Bugün Güney Kürdistan'da, ulusal bilinç daha güçlü ve yaygındır. Bağımsızlık ilan edilmemesine rağmen, bağımsız devletten farklı hareket tarzı izlememektedir. Bu durum toplumun hem her katmanında, hem de toplumsal yaşantının her alanında ulusal bilinci yükseltmeyi sağlamakta. Doğu Kürdistan'da ağır baskı ve şiddet politikasına rağmen ulusal bilinç güçlenmektedir. Bu her iki parçada ileriye yönelik ciddi adımlar atılmasına karşılık Rojava'da kantonculuk ve Kuzey'de belediye meclisi yetkilerinin genişletilmesi oynu oynanmaktadır. Yani Rojava ve Kuzey Kürdistan'da egemenlere hizmet eden, daha doğrusu, egemenlerce yazılmış senaryonun figuranlığı yapılmaktadır.

    Bugün PKK-HDP ile içinde yaşadığımız yüzyılda Kürt halkının yakaladığı fırsatlar yokedilmek istenmektedir. Şu anda PKK aracılığıyla izlenen strateji budur. Göç yoluyla nüfus planlamasından tutun da, pazar olanaklarının yerle bir edilmesi ve sermaye birikimine yol açacak her girişimin önlenmeye çalışılması, bu nedenledir. Bu politika, içte Kemalist kanatla işbirliği içinde gerçekleştirilmekte. İzlenen bu stratejinin elbette dış bağlantıları da vardır. Bunca Kürdün Batı'ya niçin göç ettirildiği ve halen de ettirilmeye çalışıldığı, yeterince tartışılmamakta. Belediye meclisi yetkilerinin arttırılması bahanesiyle Kürt halkına karşı kırım yapan PKK, Kürtlüğü, Kürdün ulusal bilincini bitirmeye çalışmakta. ‘Gelmişkirem', 'gitmişkirem'lerin yuvalandığı bir yapılanma olan PKK, ulusal bilinçin istenilen düzeye ulaşmasının önünde ciddi bir engeldir. Türk etnik kimliğe ait olan PKK-HDP, Kürt ulusunun tarihten gelme karakteristik özelliklerini yok etmenin adıdır aynı zamanda.

   

Baki Karer

3.10.2015         

6 Şubat 2016 Cumartesi

2015’i geride bırakırken Ortadoğu ve Kürdistan
 
Şöyle bir geriye bakıp geçmiş bir yılı, 2015 yılını değerlendirdiğimizde Kürt halkının neler kazandığını ve neler kaybettiğini rahatlıkla görebiliriz. Çok değil, 90’lı hatta 2000’li yılların başlarında ‘Kürt’ ve ‘Kürdistan’ denildiğinde, iç çatışma haberlerinin ağırlıkta olduğunu görebiliriz. Bu iç çatışmalar, Kürt halkını içten içe yiyip bitiren en temel faktörlerden biriydi.
Geçmişte kalan bu iç çatışmaların yerini artık siyasal rekabet almıştır. Çelişkilerin siyasal düzlemde ifade edilmeye başlanması elbette olumludur. Toplumsal yapıdaki tüm eğilimlerin, düşüncelerini hemen her alanda ileri sürmesi kadar doğal bir şey olamaz. Böylesine rekabetlerin, toplumsal yapıyı daha ileriye taşıyacağı kesindir. Farklı düşüncelerin tartışılmasının engellenmesi, egemen güçlere karşı kavganın anlamsız hale getirilmesi demektir. Yani bu biçimde hareket tarzı toplumda umutsuzluğu, kendine güvensizliği yaygınlaştıracağı gibi, özgür olmanın anlamsız olduğunu farklı bir biçimde ifade etmeye hizmet eder aynı zamanda. Geçmişin kanlı hesaplaşmalarının yerini, siyasal alanda boy gösteren rekabetlerin almasından rahatsız olanları, artık farklı kategoride değerlendirmek gerekir.
GÜNEY KÜRDİSTAN’IN ÖNEMİ
 
Kürdistan’ın 2015’te neler kazandığını ve kaybettiğini elbette tartışmak gerekir. Böylesi tartışmalar, gelecekte yapılması gerekenlerin ana hatlarıyla belirginleşmesine yardımcı olur. İçinde bulunduğumuz koşullarda Kürdistan’ın bugünü ve geleceği tartışılırken, merkeze Güney Kürdistan’ı koymak gerekir. Güney Kürdistan’ın uzun bir mücadele tarihi vardır. 20. yüzyılın başından itibaren, kısa süreli durgunluk dönemlerini saymazsak, ‘sürekli’ diyebileceğimiz ayaklanmalarla yoğrulmuş bir bölgedir. Yürütülen yoğun mücadelenin ürünleri artık toplanmaya başlanmıştır.
Önümüzdeki süreçte, Kürdistan ve Kürt halkını ileri noktalara taşıyacak muhtemel siyasal gelişmelere damgasını vuracak olan Güney Kürdistan, aynı zamanda, Bölge’de baş gösterecek köklü değişimlerde önemli rol oynayacak bir konumdadır. Siyasal açıdan bu sorumluluğu üstlenen güç, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’dir. Bu nedenle Kürdistan’ın diğer bölgeleri Güney’in halkını ve Kürdistan Federe Devleti’ni desteklemelidir. Güney Kürdistan bütün bir ulusun dik duruşunu sağlacak bir eşiktir, duvarıdır. Yılların mücadele birikimiyle örülmüş bu duvarı siper edinme Kürt halkının temel görevi olmalıdır.
Güney Kürdistan’ın bu noktaya gelmesine katkıda bulunan gelişmelere bakmakta yarar var. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte pazarların yeniden bölüşümü gündemleşmiştir. Dünya jandarmalığını ele alan Amerika Birleşik Devletleri, enerji kaynaklarını ve bu kaynakların dünya pazarlarına sevk edileceği yolları kontrol etmenin kavgasına girişti. Irak’ın ve Afganistan’ın işgal edilmesi bu nedenledir. ABD bunu yaparken en yakın müttefiklerini, Batı Avrupa’yı bile dışlamıştır. Saddam rejiminin yıkılması Kürt halkı için muazzam bir fırsat yaratmıştır.
 
ORTADOĞU VE ABD
 
Giderek Mısır, Libya ve Tunus’ta Baas türü rejimler yıkılınca, bunu fırsat bilen ABD, 20. yüzyılın başında Büyük Biritanya’nın inisiyatifiyle çizilmiş sınırları, bir başka ismiyle Sykes-Picot Antlaşmas’ını geçersiz kılacak bir strateji geliştirmeye başladı. Bu stratejinin bölgeyi bir yüzyıl daha denetim altında tutmayı amaçladığını söyleyebiliriz. Bu nedenle de daha çok mezhepler temelinde Ortadoğu’nun yeniden bölüşümü çabaları içine girildi. Gelişmeler başlarda istedikleri gibi giderken, Suriye’de ciddi bir engelle karşılaşıldı. Suriye’de Baas ve Esad iktidarı tüm gücüyle direndi. ABD ve müttefikleri umduklarını bulamadı. Suriye’de başlayan iç savaş, kısa sürede mezhepler arası savaşa dönüştü. Günümüzde Yemen’den Lübnan’a kadar geniş bir bölge mezhepler ve dinler arası savaşa sahne olmaya devam etmekte.
Mezhepler arası savaşın kışkırtılmasında İran’ın da önemli oranda payı vardır. Dikkat edilirse, ABD, İran’ın bölgede etnik ve mezhepsel kışkırtmalarından hiç de rahatsız olmuyor ve bu gidişle de pek olacağa benzememektedir. Yani İran’ın bölgedeki hareket tarzı, ABD’nin işine gelmekte. Epeyce süredir İran üzerinde uygulanan ekonomik ambargonun birden bire kaldırılmasının bir nedeni de, uzun vadeli hesaplar için koltuk değneğe ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Hem böylece tahtaravallide Türkiye tek bırakılmadı; bölgedeki gelişmelerde rol oynayacak güçler arasında bir nevi denge sağlanmış oldu. İşte DEAŞ/IŞİD sorununu bir de bu açıdan tartışmak gerekir.
Bugün IŞİD’ın nasıl ortaya çıktığı ve kısa süre içinde bu kadar güçlü konuma nasıl geldiği tartışılmakta. El-Kaide’yi kim ortaya çıkmışsa, İŞİD’i de ortaya çıkartan, piyasaya süren o dur; El-Kaide gibi ABD patentlidir. IŞİD’in bir gecede organize olup sabahleyin kırk bin kişilik orduyu sahip olduğu tüm tçchizatlarıyla birlikte teslim aldığı masalına hiç kimse inanmaz. Binlerce fit yükseklikten yerdeki keçinin hangi ağıla girdiğini takip eden ABD’nin devasa istihbarat gücünü dikkate alırsak, IŞİD’den habersiz olduğu söylemi sadece bir kandırmacadan ibarettir.
Elindeki son model silah gücüne güvenerek bu örgütlenmenin şımarıklaşmış olması, sorunların çözümünde aşılamayacak oranda ciddi bir engel değildir. Esas engel; bugün gelinen noktada herkesin bir IŞİD’inin olmasıdır. Şu anda herkes IŞİD’de karşıymış gibi davranıyor ama hiç kimse de parmağını bile oynatmıyor. IŞİD, Ortadoğu’nun adeta nükleer güce sahip süper ülkesi gibi. Oysa gerçekler hiç de öyle değil; bu cani örgütlenmenin yok edilmesi, bölgenin bölüşüm kavgasıyla orantılıdır. Eğer bölüşümde anlaşma sağlanırsa, ömrü bir kaç günlüktür.
 
RUSYA’NIN DİRENCİ
 
Suriye’de savaşın uzamasının esas nedenlerinden biri de, Rusya Federasyonu’nun gösterdiği dirençtir. Türkiye, ABD ve bir bütün olarak Batı, Rusya’nın göstereceği tavırda yanılgıya düşmüşlerdir; Libya’da Kaddafi iktidarının yıkılışı karşısında takındığı tavrın bir benzerini, Suriye’de de göstereceği yanılgısı içine girilmiştir. Ayrıca Suriye’de Rusya Federasyonu’nun direnç göstermesinin bir nedeni de, genel paylaşımın bir parçası olarak Ukrayna üzerinden elde ettiği kazanımları, çizdiği geniş bir çemberde savunma hattı oluşturma çabasıdır. Rusya Federasyonu bu aşamadan sonra, hemen hemen her bölgede yürütülen bölüşümde aktif bir taraf olarak konumlandırmıştır kendini.
Batı Avrupa, Rusya ve bölgesel güçlerin, bölgenin yeniden bölüşümünde söz sahibi olmak istemeleri, durumu daha bir karmaşık hale getirmekte. Geçmişte olduğu gibi herhangi bir süper gücün tek başına veya birkaç süper gücün bir araya gelmesiyle ne bir bölgeye, ne de dünyaya yeniden biçim verme olanağı yoktur. Günümüz koşullarında yeni Yalta ve Potsdam’ların geçerli olacağı kanaatinde değilim.
6.02.2015 tarihinde ‘Ortadoğu’da Dönüşümün Sancıları’ başlıklı makalemde şöyle demiştim:
“Örneğin geçmişte Marshall Planı’nın en fazla savunuculuğunu yapan Türkiye ve İran’dı ama şimdi bunlar her istenileni itirazsız yerine getiren ülkeler konumundan çıkmışlardır. Yine Arjantin, Hindistan, Brezilya vb. ülkeler, bölgelerinde güç olma konumuna gelmişlerdir. Çin ise artık süper güç olmuştur ve giderek ekonomik olarak ABD’yi sollayacak bir düzeye gelmiştir. Yani ABD, liderliğini dayatmadan ziyade, liderliği kaptırmamanın kavgası içine düşmüştür diyebiliriz. Çin’in sanayileşmede katettiği aşama ve günümüz teknolojini pazarda hizmete sunma gücü elbette tartışılır. Ne olursa olsun, genel ve bölgesel güçlerin konumları değerlendirildiğinde, ABD ve Batı Avrupa’nın gelecekte hareket etmek için oluşturmaya çalıştıkları zeminin, hayal ettikleri kadar pürüzsüz olmayacağı gerçeği inkâr edilemez.”
İşte bu ve benzeri nedenlerle, günlük değişken denklemler ortamında Ortadoğu’nun barışçıl bir ortama kavuşma ihtimali, yakın bir gelecekte pek zayıftır.
Ayrıca, yaşadığımız coğrafyada peşpeşe çok sarsıcı gelişmeler oluyor. Bazen takip etmekte zorlanıyoruz. Çoğu zaman bazılarını unutuyoruz. Nereden bakılırsa bakılsın, IŞİD’in ortaya çıkış koşulları çok ilginçtir. İŞİD’in ortaya çıkışını değerlendirirken, bir başka noktaya daha dikkat çekmede yarar var: Kürdistan Bölgesel Yönetimi, önemli ölçüde Bağdat’tan bağımsız hareket ederek Türkiye ile enerji anlaşmaları imzaladı. Bu anlaşmalara, Erbil’in Türkiye’ye petrol satmasına en fazla tepki gösterenlerin başında, Amerika Birleşik Devletleri gelmekteydi. Hatta birçok Kürt çevresi bile Barzani’yi eleştirmişti bu tutumundan dolayı. Eleştirinin nedenini anlamak çok zor elbette. Erbil elindeki petrolü satmayıp da sabah kahvaltısında mı kullanacaktı? Sonuç olarak, Kürt Federe Yönetimi Bağdat’tan ekonomik olarak bağımsızlaşmaya yönelik adımlar atmaya başladığı bir dönemde, IŞİD’in Kürt halkının üzerine yürütülmesi pek tesadüf olarak görülmemesi gerekir. Yani IŞİD her ne kadar bölgenin genelini yeniden dizayn etmek için ortaya sürülmüşse de, özel olarak Erbil yönetimi de hedeflemiştir; en azından bağımsız hareket imkanlarından yoksun bırakılmaya çalışılmıştır. Ama istenilen sonuçlar alınamamıştır.
Bunca çelişkilerin ve savaşların yaşandığı ortamda Kürdistan Bölgesel Yönetimi, yaygınlaştırılmak istenen mezhep ve etnik kışkırtmaların dışında kalmayı bilmiştir; etnik ve mezhepler arasında çelişki ve çatışmaları önleyecek ciddi reformlar yapabilmiştir. En önemlisi de, Bağdat’la anlaşmazlık içinde olduğu sınır sorununu çözüme kavuşturmuştur. Bunlar, Kürdistan Bölgesel yönetimi açısından çok ciddi kazanımlardır. Gelinen bu noktada birlikte veya bağımsız yaşamaya karar verecek güç, halk ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’dir. Ortadoğu denkleminde artık Kürt halkı da vardır.
 
KUZEY VE BATI KÜRDİSTAN
 
Diğer bölgeleri de kısaca değerlendirecek olursak, Kuzey’de kanalizasyon ve hendek aşmakla meşgul olanlar, sonuçta Kemalist güçlerin nasıl ayak pası olduklarını saklayamaz hale gelmişlerdir. Hendek bitiminden sonra yeni bir evreye girilecek; Kürdi güçlerle Kemalistler arasında ayrışma daha da derinleşecektir.
Batı Kürdistan’a gelince, bugüne kadar Batı Kürdistan’da şöyle devrim oldu, böyle devrim oldu hikayeleri anlatıldı. Anlatılanların hiç birinin de aslı yoktur. Kobani’de devrim yaşanmamış, tam tersine ülkenin harabeye dönüştürülmesine seyirci kalınmıştır. Her zaman söyledim, Batı Kürdistan’da Kürt halkının dinamikleriyle oynanmamış olunsaydı, IŞİD saldırı yapmayı aklına bile getiremezdi. Orada Kürt toplumunu ayakta tutan tüm değerler, Esad’ın çıkarları doğrultusunda çok önceden yerle bir edilmişti.
Devrim yapıldı hikayeleri, seksenli ve doksanlı yıllarda Türkiye’de pazarlanan sigorta poliçeleri hikayeleridir. Batı Kürdistan gençleri, Esad’ın ve ABD’nin paralı askerleri haline getirilmiştir. Bu durum, bu bölge halkı için çok acıdır. Kobani başta olmak üzere diğer yörelerde, bayrağına saygısızlaşmayı görev bilen topluluk yaratılmıştır. Herkesin şu soruyu sorması gerekir;, devrim bu mudur?
30.01.2016
Baki Karer
 

22 Aralık 2015 Salı

KANALIZASYON YA DA HENDEK

www.


KANALIZASYON YA DA HENDEK

    Epeyce bir süredir Kanalizasyon veya hendek hikayeleriyle yatar kalkar olduk. İnşaat sektörürün epeyce yaygın olduğu ülkemizde, bu yönlü tartışmaların aktüel olması pek şaşırtıcı olmaması gerekir. Ama her nedense son bir kaç aydır hendek hikayeleri şaşkınlıkla dinleniyor. Kimileri çıkmış hendek kazmada, kanalizasyon inşaatlarında sergilenen bazı becerileri  vatan, millet, Sakarya hikayeleri misali allandıra pullandıra anlatıyor. Şaşmamak elde değil. Oysa ortada çok kötü taklit orta oynu oynanıyor. Oynun hiç bir kuralı yok; Mukaddimeden önce muhavereye atlanıyor ya da  muhavereden önce fasıla geçiliyor. Her şey karman çorman. Çünkü oyuncular sokaktan toplanıp kulaklarından tutularak sahneye itiklenmişler. Seyirciler de pek bildik; kimi, oynun sahneleniş biçimine hiç bakmadan öylesine bir çoşkuya kapılıyor ki, 'Vurulduk, kırıldık ey halkım bizi unutma' misali derin ajitasyonlar çekerken öyelesine kendilerinden geçiyorlarki, bedenlerini ruhlara teslim ediyorlar. Kimileri de, 'iyi kazın, hendek kazmaya devam edin'  yönlü talimatlar göndermekle yetinmiyor, üstüne üstlük acıma edebiyatı parçalıyor; 'devlet bizi eziyor, kurşuna diziyor'la başlayıp, 'kurşuna dizmekten, tankla topla üzerimize gelmekten vazgeçmeli' türü yakarışlarla devam ediyor. Tüm bunların yanında gelişmeleri iç ve dış dinamiklerle ilişki içinde ele alıp değerlendirenler, sorgulayanlar da var.

Kimse Kimseyi kandırmaya çalışmasın

    Çok uzun bir süre geçmedi, 7 Haziran seçim öncesini hatırlayalım. Dillere pelesenk olmuş 'Çözüm süreci' vardı. Bu süreçte PKK-HDP'nin halka yaptıklarını unutmak mümkün mü? Bu dönemin Kürt sevicileri, hendek övücüleri neredeydiler? Şırnak, Cizre, Diyarbakır, Hakkari ve daha bir çok bölgede halkın üzerine çöreklenmiş PKK'nin yaptıkları niçin dillendirilmiyor. Yerel polis teşkilatlarının yardımıyla kurulmuş mahkemeler halka kan kusturuyordu. Halktan toplanan haraçlar, bir çok aileyi yerinden yurdundan edip sürgüne göndermeler, mallarına, mülklerine el koymalar vb. en aşağılık baskı biçimlerini yazmakla bitiremeyiz. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, düzinelerce faili meçhul cinayetler işlendi PKK tarafından. Örneğin 6-7 Ekim'de katledilenler Kürt değil miydi? Bir günde 60 kişiyi katlettiler, sırf farklı düşündükleri için. Farklı düşüncelerden dolayı insan katleden yaratıklar, şimdi kanalizasyonlarda Kürt halkına özgürlük verecek öyle mi? Sur'da, Lice'de, Nusaybin'de yaşanan hendek olayları, Kürt halkı için değil, Ankara'da Kemalist kanada can vermek içindir. Ankara'nın karanlık dehlizlerinde çizilmiş iktidar olma oyunları, Şırnak'ta, Cizre'de ve bir çok yerlerde Kürt gençlerinin kanlarıyla oynanmakta.

Gerekçelerin Uydurukluğu Niyetlerini Ortaya Çıkartmakta.

    PKK uzun bir süredir karanlık amaçlarını örtülemek için kullandığı gerekçe, Yerel Yönetimler Özerkliği'dir. PKK-HDP bunu aynı zamanda 'demokratik özerlik' olarak tanımlamakta. Tanımlamanın ucubeliğini tartışma ayrı bir konu. Her neyse.. Yerel Yönetimler Özerkliği zaten AB ile ilişkiler bağlamında Türkiye'nin gündemini hep meşgul etmiştir. AB ile anlaşma imzalanırken Türkiye'nin bu konuya şerh koyduğunu da biliyoruz. Ama tüm bunlara rağmen, gerek iktidar partisi içinde, gerekse de muhalefet partilerince bu konu sürekli tartışılmakta, bir çözüme ulaştırılmak istenmekte. Nereden bakılırsa bakılsın, yerel yönetimlerde özerklik sorunu, özünde, neo-liberalizmin toplumu kapilalist sömürüye daha açık hale getirmesidir. Özellikle doksanlı yılların ortasından itibaren, küresel ekonomik ve mali güçlerin dayattığı bir politikadır bu. İşte PKK-HDP'nin 'demokratik özerkliği' ya da daha yalın bir biçimde tanımlayacak olursak, belediye meclis yetkilerinin genişletilmesi isteklerinin altında yatan budur. Tekelci kapitalizmle demokrasi arasındaki ilişki ne ise, bir şehrin kamusal alandaki hizmetlerle demokrasi arasındaki ilişki odur. Neo-kapitalizme, taşaronculuğa hizmet eden bu politikanın daha acımasız hayata geçirilmesi uğruna, Kürt gençlerinin kanını dökme neden? İşte sorgulanması gereken budur. Demek ki sorun, Kürt/ Kürdistan sorunu değilmiş. Kaldı ki, Kürt halkı için hendek kazan kurtçuklar bir kaç adım ötemizde Kürdistan bayrağını ayaklar altına alıp çiğnedi.

    PKK-HDP'nin kanalizasyon veya hendek politikası, Kürt halkını bel kemiğinden vurma politikasıdır. Orta sınıfa darbe vurulmakta, yokedilmekte. PKK eliyle halkın göçe zorlanmasının bir nedeni de budur. Geçmişte Kürt egemen güçlerinin önemli bir kesimi halkla bütünleşmekten uzak dururdu. Bu, ister istemez Kürt halkının uluslaşma sürecini yavaşlatan ya da engelleyen bir durumdu. Bu gün ise, PKK eliyle burjuvalaşma ve sermaye birikimi engellenmekte. PKK'nin Kürt orta sınıflarına yönelmesi, 'Direniş' bahanesiyle halkı ateş hattına itiklemesi ve göçe zorlaması aslında Kemalist politikanın en katı biçimiyle uygulanmasıdır.

23.12.2015

Baki Karer

1 Nisan 2015 Çarşamba

Yaklaşan Genel Seçimler Üzerine


Yaklaşan Genel Seçimler Üzerine

 

7 Haziran 2015 genel seçimi yaklaştıkça, tartışmalar da yoğunlaşmaya başladı. Siyasal atmosfer tahminlerinde ötesinde alevlendi. Hemen her tarafta hangi partinin ne oranda oy alacağı, alınacak oylarla kimin ne kadar milletvekili çıkarabileceği tahminleri yürütülmekte. Bana kalırsa 7 Haziran 2015 seçimlerinin ilginç yanlarından biri, bu. Yani matematiksel hesaplar üzerinden politika oluşturma çabalarıdır. Özellikle muhalefet kanadı artık vaadler, projeler üzerine tartışmalar yürütülmüyor, günü kurtarmanın, yani iktidar partisinin tek başına anayasayı değiştirecek çoğunluğa ulaşmasını engelleyecek geçici taktikler üzerinde tartışmaları temel almış durumda. Bu bir anlamda ümitsizliğin ifadesidir. İçinde bulundukları koşullara teslim olma anlamını taşır. Muhalefet etmeyi sandalye sayısıyla özdeştirme, işin daha başında yenilgiyi kabullenme demektir. Peşembe’nin geleceği Çarşamba’ dan bellidir misali muhalefet güçlerinin bugüne kadar izledikleri hareket tarzı, böylesine köşeye sıkışmaya yol açacağı belliydi.

Bugün muhalefet denildiğinde, ilk akla gelen Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Peki, CHP hiçte azımsanmayacak milletvekili ile bugüne kadar muhalefet yürütebilmiş midir? Buna verilecek yanıt, koca bir hayır. Muhalefet etme, salt aleyhte eleştiri olarak kabul edilmiştir. İster doğru olsun, ister yanlış olsun, hemen her şeye, her koşulda olumsuz eleştiri yöneltmenin muhalefet etmeyle bir alakası olamaz. CHP öyle bir noktaya gelmiştir ki, ‘İstemezük’le tanımlanmaya başlanmıştır. ‘Devleti kuran parti’ koltuğundan inmediği sürece, baldırı çıplak olarak kalıp ‘İstemezük’de diretmeye devam edecektir.

Bu noktada sadece muhalefeti eleştirmek haksızlık olur. Bizde iktidar demek, aynı zamanda, muhalefetten gelen eleştirileri haklı da olsa, dikkate almama demektir. Türkiye’de iktidar sahibi kim olursa olsun, demokrasi ve özgürlüğü salt sandıktan çıkan oy çoğunluğuyla sınırlama anlayışı egemendir. Bu adeta bir gelenek haline getirilmiştir. İktidar kavgalarının kör bir noktaya sürüklenmesinin temel etkenlerinden biri de, budur. Bu kör döğüş sadece bugüne özgü bir durum değildir. Günümüzde ki fark, çatışmayı en yüksek seviyede ve sürekli kılmadır. Aslında bu bir anlamda topluma uygulanan şiddettir. Bugün insanlar, kaldırımda yürürken dirseklerin birbirine değmesini bahane ederek bıçak çekme aşamasına gelmişse, egemen kılınan siyasal atmosferin bunda payının olmadığını söyleyemeyiz. İktidar ve Muhalefet partilerinin birbirlerine alternatif olma anlayışının yerini kin ve nefret almaya başlamışsa, ne muhalefet, ne de iktidar demokrasinin geliştirilip güçlenmesi için mücadele etmiyor demektir. İktidarla muhalefet arasında birbirine rakip olma anlayışının yerini, düşman kamplara bölünmüşlük almışsa, çoğulculuk, çok seslilik bastırılıyor demektir. Henüz süreklileşen bir mevzi savaşından bahsedemeyiz, ama zaman zaman da mevzi savaşlarını andıran çatışmaların içine girilmediğini de inkâr edemeyiz. Bu durum, hemen her açıdan çok tehlikeli bir durumdur. Çünkü toplum bu gidişle dumura uğratılmakta, bastıklanmaktadır. Bu noktada örgütlü şiddetin rolü tartışılmalıdır. Örgütlü şiddet, toplumu düşünerek hareket etmekten uzaklaştırıp, sürüleştirmeye çalışmaktadır.

Bugün iktidarla muhalefet arasında kıyasıya bir kavganın yürütülmesinin bir nedeni de, doksan yıldır burjuva yaratma çabası yatmaktadır. İktidara gelen her kanat şu veya bu düzeyde kendine dayanak olacak burjuva yaratma çabası içine girmiştir. Tümüyle de başarısız olunduğu söylenemez. Bugün ‘İstanbul burjuvazisi’ olarak adlandırılan kesim, özellikle kırklı yıllardan itibaren palazlandırılmaya başlanmış ve hem sermaye, hem de sanayileşme açısından hiçte küçümsenmeyecek bir konuma gelmiştir, daha doğrusu, getirilmiştir. Şimdilerde ise, yıllardır bastıklanan Anadolu’da bir an evvel burjuvalaşma çabası içine girildi. Yarı kendi imkanlarıyla, yarı devlet eliyle epeyce bir yol katettiler. Sonradan yükselmeye başlayan bu burjuvalaşma eylemi, 1860’ların kapitalist iştahına fatiha okuttu. Ama ne İstanbul, ne de Anadolu burjuvazisi ‘Levanten’likten kurtulamamıştır. Sonuçta şu anda yaşanan çatışmaların bir nedeni de, kentsoylu’dan yükselmeye başlamayan burjuvalaşmadır. Yani Avrupa’nın iki yüz yılda katettiği aşamayı’ kısa bir süre içinde ‘Akıncı’ usulüyle elde etmeye çalışma, yaşanan sorunların bir başka kaynağını oluşturmakta. Bir de bunun küreselleşme dönemine denk gelmesi, ayrıca bir sorun. İstanbul burjuvazisinin şansızlığı, Anadolu burjuvazisi için de geçerlidir.

İstanbul burjuvazi ile özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde palazlanmaya başlayan Anadolu burjuvazisi arasında kıyasıya bir rekabet var. Ama Anadolu’da gelişmekte olan burjuvazi, İstanbul burjuvazinin sermaye etkinliğini henüz kırabilmiş değildir. Bugün her iki kanadın etrafında oluşmuş elit kesimler mevcut. Bir taraf seküler ve laik olarak kendini tanımlarken, diğer kesim, yani Anadolu tarafı ise, İslami değerler üzerinden kendini tanımlamaktadır. Ama her iki kesimin de birçok ortak noktalarda buluştuğu inkâr edilemez. Her iki tarafın buluştuğu en önemli ortak noktalardan biri, halka üstten sistem empoze etmeye çalışmasıdır. Kısa yoldan ifade edecek olursak, bir tarafın laiklik ve sekülerlik anlayışı ne kadar halktan kopuksa, diğerinin de İslam anlayışı o kadar halktan kopuktur; biri Bonapartçı, diğeri Muaviyeci. Her ikisinin de dar alanda oyun kurma özelliklerinden öte bir vasfı yoktur. Her iktidara gelenin kendine dayanak olacak sermaye kesimi yaratma çabasını son bulacağı sosyal ortam tam anlamıyla şekillenmediği sürece, iktidarla muhalefet arasında keskin kılıçların çekildiği sahneler yaşanmaya devam edilecektir; sermayenin ulaştığı boyutla orantılıdır.

Yürütülen iktidar kavgası ortamında Adalet ve Kalkınma Partisi, her iki kesimden de önemli oranda destek almakta. Liberal ekonomi politikanın en acımasız biçimiyle uygulandığı koşullarda bir taraf güçlenmek için iktidar partisinden yana tercihini koyarken, diğer tarafın hiçte küçümsenmeyecek bir bölümü, neo-liberal ekonomi politikanın yarattığı pazar olanaklarından yararlanmak için iktidar partisine destek vermekte. Hele hele küreselleşme koşullarında gelişmekte olan ülkelerin en önemli sorunu, istikrar ortamını egemen kılmadır. Dışardan da dayatılan ‘istikrar’ az çok yakalandığında, bunun devam etmesi, burjuvazinin hemen her kanadının çıkarınadır. AK Parti, bu bileşkeleri çok iyi kullanmayı bilmektedir. Bu arada Kemalist kanadın artık eski bütünlüğünün koruyamaz hale gelmiş olması da önemlidir. Yani Kemalist kanat kendi içinde ayrışmaya uğramıştır. Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu derece gerilemesinin hatta iktidar olmada ümidini kesmesinin bir nedeni de budur.

Tüm bunlara rağmen, 7 Haziran’da yapılacak genel seçimlere çok az bir süre kala, tablo nedir. Tabloyu ele alırken, unutulmaması gereken bir nokta, son 14 yıldan bu yana girdiği tüm seçimlerde başarıyla çıkmış bir Adalet ve Kalkınma Partisi var. Diğer tarafta da CHP’nin başını çektiği muhalefet cephesi var. Muhalefet cephesinde birbirine en zıt noktada olanların birleştiği ana ortak nokta, ne pahasına olursa olsun AKP’yi iktidardan yıkmadır. Muhalefet cephesini oluşturanların özelliklerine kısaca biraz daha yakından bakmakta yarar var.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)-Halkların Demokratik Partisi (HDP)-Vatan Partisi (VP)-Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)

Bir seçim, hele hele genel seçimler sözkonusu olduğunda her bir partinin özelliklerini ve ortaya koydukları projeleri isimleri altında irdelemek en doğru yoldur. Çünkü parti demek, iktidara gelme mücadelesi demektir. Her parti iktidar için kavga verir, stratejisini, programını buna göre oluşturduğu gibi halka yönelik vaadlerini ve projelerinin de bu doğrultuda ortaya koyar.

Ama ne yazık ki, yukarıda isimlerini sıraladığım partilerin hiçbiri de ortaya projeler koyma yerine, sadece siyasal olarak iktidarı düşürmenin yol ve yöntemi arayışı içindeler. Muhalefette yer alan bu belli başlı partilerden hiç biri sermaye, sanayi, enerji, tarım, teknoloji ve daha bir çok alanlarda ne tür bir politika uygulayacaklarını, iktidarla aralarındaki farklılıkları ortaya koymuş değiller. En önemlisi de, neo-liberal ekonomi politikanın uygulayıcısı mı olacaklar, yoksa farklı bir ekonomi politika mı izleyecekler? Hiçbiri bunlara açıklık getirmeye yanaşmamaktadır. Sadece ve sadece ulusalcı, yani milliyetçi söylemlerle yetindiklerini görmekteyiz. Şu anda ulusalcı cephede yar alan partiler özellikle CHP, HDP ve VP’lilerin dönüp dolaşıp çakıldıkları nokta İttihat ve Terakki’dir.

7 Haziran’da yapılacak seçimlerin en önemli bir özelliği de ulusalcı cephenin, ‘Kürdüm’ diyen HDP’yi aralarına alarak zenginleşmesidir! Bu durum, Kemalist kanadın hem zayıflığını, hem de geçmiş tecrübelerine dayanan manevra kıvraklığını göstermektedir. Peki, gösterdiği manevra kıvraklığı nedir? Ulusalcı takıma göre şimdiye kadar ‘en iyi Kürt ölü Kürt’tü. Şimdilerde, yani küreselleşme koşullarında ‘ölü Kürt’ten asimile edilmiş Kürt’te dönüş yapmalarıdır. İttihat ve Terakki anlayışının günümüz koşullarına uygulanış becerisini, ulusalcı cephe hanesine artı puan olarak yazmak gerekir. Elde edilen bu artı puan iktidar yolu açar mı? Buna verilecek yanıt, kocaman bir hayırdır. O zaman HDP’nin kapıdan içeri alınmasının, dışardan yönlendirmenin yerine içerden yönlendirmeye başlanmasının bir başka nedeni olması gerekir. Önümüzdeki süreçte Kürt halkına yönelik örgütlü şiddette, silahlı kapıkulu askerlerine sahip olma ve giderek darbecilikle iktidara gelme hayalidir. Peki, mümkün mü? Kesinlikle hayır, ama bugüne kadar olduğu gibi denemekte yarar görüyorlar. Dışardan yönlendirme yerine yakın markajın tercih edilmesinin bir başka nedeni de, 7 Haziran seçimleridir. Markaja alan, markaja aldığıyla karşı tarafa markaj uygulamaya çalışacak. Denklem o kadar da karmaşık değil. Dönemin hassas dengeleri bunu gerektiriyor. ‘Hayırlara vesile olsun’

Dönemin popüler tartışmalarına değinmek için HDP sorununu biraz daha açmakta yarar var. Bilindiği üzere, HDP hiç bir zaman PKK’dan ayrı düşünülemez. Açıkcası, HDP mayoz bölünmenin hoploit hücresidir. Bu günlerde PKK-HDP’nin açıktan ulusal cephenin yanında yer almasını yadırgayanlar epeycedir. Öne sürdükleri gerekçeler de oldukça garip; ‘şehitler verdik, gerilla var, Kürtlüğü bir tarafa bıraktılar’ v.b… Hayır, bunların tümü de akılcı düşünmeden, mevcut ortamı ve geleceği doğru değerlendirmeden uzaktırlar. PKK ve türevleri ya da iz düşümleri veya bir dizi harf sıralamalarından ibaret yapılanmalar, hiç bir zaman Kürt/Kürdistan adına hareket etmemiştir. PKK-HDP, ‘Ulusal Cephe’ diye adlandırılan kesimin politik çıkarları doğrultusunda kurgulanmış bir savaşın neferidir. Bu neferlerin birincil hedefi, Kürt’ü bitirmedir. Bu noktada, gerilla merilla hepsi hikayedir. Tamam, PKK’ye katılmış iyi niyetli insanlar olabilir ama bazı insanların iyi niyetli olması, gerçeği değiştiren temel unsur değildir. Direksiyonu elinde tutanlar arabayı nereye isterse oraya sürer. Bu, bu kadar nettir. Birçokları ‘Grillaya sahip çıkıyoruz ama yönetime değil’ benzeri argümanlar ortaya atıyor. Bu söylem, ortaya atılan yeme atlamadan başka bir şey değildir. Kürt halkına karşı kullanılan silaha karşı çıkma, herkesin görevi olmalıdır. Bu nedenle, PKK’nın koşulsuz silah bırakmasının kavgası verilmelidir. PKK ve HDP’yi erkler savaşımının parçası olarak görmeme, siyasal körlüğe yol açar. Kürt halkı içinde devşirmelerden oluşturulan elit bir kesimin, bir nevi iç diktatörlüğe yönelimin adıdır PKK ve de HDP. Silahların susturulması, bu engelin aşılmasını getirir.

Kürt halkına karşı silah kullanmanın en yakın örneğini, 6-7 Eylül 2014’de Diyarbakır’da yaşadık. Bir anda 50 Kürt HDP-PKK çağrısıyla katledildi. Sadece insanlar katledilmedi, müzeler, kütüphaneler, kitaplar, okullar yakıldı, yıkıldı; Ortaçağ’ı aratacak eylemler yapıldı. Kürt kültürünü yağmalandı ve toplumun değerleri ayaklar altına alınmak istendi. Yapılan yağmadan, çapulculuktan elde edilen iki milyona yakın gelir, PKK kasalarına aktarıldı. 6-7 Eylül çapulculuğu, ulusalcı cephe ile ittifak halinde Kürt halkına karşı gözdağı vermeye kalkışmadır. Kobani ve Hüda Par sedece bir bahaneydi. Maaşlı ve sigortalı kolluk kuvvetleri olduklarında, nasıl sadık olacaklarının ispat etmeye çalışmışlardır.

Konumları bu iken, şimdi halkın karşısına çıkmışlar oy istiyorlar. Üstelikte 50 bin Kürt’ün ölümüne sebep olduklarını,15 bin faili meçhul cinayet işlediklerini, milyonlarca halkın yerlerinden yurtlarından göç ettirilmelerine neden olduklarını bile bile ‘En demokrat biziz’ diyecek kadar arsızlaşıyorlar. ‘Savaş yapıyoruz’ bahanesiyle öldürülmeleri için dağlara sürülen gençlerin hesabını bilen yok.

PKK ve HDP’nin gerçek yüzü bu iken, ulusalcı basın ve diğer şakşakçılar tarafından kamuoyu önünde propagandalarının yapılması, artık garipsenecek bir tavır olmaktan çıkmıştır. Kuş konmaz kervan geçmez dağların tepelerinde çekilen silahların kimlerin çıkarlarına hizmet ettiğini tekrar tekrar ele almaya, irdelemeye gerek yok. Çatışmalardan kimler palazlanıyorsa ve bu palazlanmadan payını alan grand tuvaletli Ankara’da Türk, Şırnak’ta Kürt olan yaz bozlar, kem küm ederek bir süre daha silahların susmasının önüne geçmeye çalışacaktır. Çünkü bunlar için silahların çekilmesi Mercedes, daire, yazlık villa demek, hatta oğullarını ve kızlarını ‘Yürsek mertebeli’ aile çocuklarıyla evlendirme demektir. İşte, ulusalcı takımın fedailerinde ‘Kürtlük’ kıstasları… Bu arada malum fedailerin tanımlanmasında kullanılan ‘Eşme ruhu’nu da unutmamak gerekir. Silah bırakmada ayak diretilmesinin nedeni, şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Bu durumu daha açık bir biçimde ifade edecek olursak, Kürtler de devşirmelerden sosyal şöven ihracına başlamış oldu. Bu gelişmeyi, bir nevi bağırsakların temizlenmesi olarak kabul etmek gerekir. Karmaşanın son bulup, safların belirgin hale gelmesinden şikayet etmemek gerekir.

Genel seçimlere az bir süre kala tüm taktik ataklara karşın, önümüzdeki süreçte pek ciddi değişimlerin ortaya çıkacağını sanmıyorum. CHP, eğer HDP barajı geçerse, koalisyon hükümeti kurmanın çabası içinde. Ama nereden bakılırsa bakılsın, CHP’nin, diğer muhalefet güçleriyle ortaklaşa hükümet kuracak çoğunluğu elde etmesi her açıdan güç gözükmektedir. Koalisyonlar döneminin toplum üzerinde yarattığı korku henüz silinmiş değil. Her şeye rağmen toplumun çoğunluğu tek parti iktidarını istikrar olarak algılamakta. Yani tek parti iktidarı düşüncesi hemen her kesimde ağır basmaktadır. Ulusalcı takımdan alınacak ödünç oylarla ve olabildiğince pohpohlamalarla geçici yeni dengeler oluşturarak, HDP’nin barajı aşması sağlanmak istenmekte. Amaç; iktidar partisinin tek başına çoğunluk elde etmesini engellemektir. Hatta son olarakta alevi oylarının avcılığı yapılmakta. Alevi oyları HDP’ye yönlendirilmek istenmekte. Ama aleviler Sivas ve benzeri katliamları unutmuş olamaz ve beyhude bir çırpınıştır. Aslında bu girişimin arkasında olanlar, 6-7 Eylül 2014’te PKK ile ortaklaşa Diyarbakır katliamını düzenleyenlerdir. Kürt/Kürdistan denildiğinde her türlü entrikalar çeviren ulusalcı takım, nasıl oluyor da PKK-HDP’nin meclise daha büyük bir çoğunlukla girmesi için kavga veriyor? Herkes bir kez daha düşünmeli. Bu girişimin de başarılı olma şansı yok.

CHP ve MHP’nin oylarında sınırlı da olsa bir artış olacağı ihtimal dahilinde. Ama koalisyon kuracak bir çoğunluğa ulaşacaklarına ihtimal verme çok zor. Tüm uğraşlara, alması muhtemel ödünç oylara karşın, HDP’nin baraj sorununu aşacağını da sanmıyorum, barajın üzerine çıksa da elde edilecek milletvekili sayısı, yine koalisyon hükümeti kurmaya yetmeyecektir. Uluslararası ve özellikle iç dengelerde beklenmedik sert alt üstler olmadıkça, Adalet ve Kalkınma Partisi 1923’e kadar tek başına iktidar olmayı sürdürecek bir konuma sahiptir. Bu söylemimi birkaç yıl önceki bir makalemde ileri sürmüştüm. Nedenleri üzerinde tekrar durmaya gerek yok. Toplumsal yapıların muhafazakârlaşmaya yönelimi, sadece Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Avrupa’daki gelişmeler de gözden kaçırılmamalı.

01.04.2015

Baki Karer

 

22 Şubat 2015 Pazar

KADIN CİNAYETLERİ


 

KADIN CİNAYETLERİ

 

    11 Şubat günü Özgecan Aslan, Mersin'de vahşice işlenmiş bir cinayete kurban gitti. Cinayet, toplumun tüm kesimlerinde çok ciddi infiale yol açtı. Gösterilen tepkinin bu derece yaygın olmasının bir nedeni de, toplu taşıma aracında cinayetin işlenmiş olmasıdır.

    Gün geçmiyor ki kadın cinayetinden bahsedilmesin. Erkek cinayetine kurban gitmiş bir kadının cenazesi daha kaldırılmadan, bir başka kadın cinayeti haberi ortalığı sarsıyor. Sonuna kadar bir direnç ve inatlaşma var. Bu erkeklerin direnişi ve inatlaşmasıdır. Neden? Elbette bir çok neden sayabiliriz. 'Mahallenin namus bekçiliği'nden alaşağı edilişine karşı direnme olarakta görebiliriz. Kadının pazar ilişkileri içinde kendi ayakları üzerinde durmasına, yani ekonomik özgürlüğe ulaşmasına karşı dikilme olarakta algılıyabiliriz. Sonuçta kadının özgürleşmesini hazmedememe vardır. Hele hele kültürel faktörler, tartışmanın bir başka boyutudur. Arka arkaya bunca cinayetin işlenmesinin altında yatan nedenler elbette çok çeşitlidir.

    Kadınlara yönelik cinayetler, sadece bize özgü bir durum değildir. Dünyanın gelişmiş, gelişmemiş hemen her ülkesinde kadın cinayetleri işlenmekte. Ama bizde bu derece sıklıkla ve çok vahşice cinayetlerin işlenmesinin bir çok açıdan farklılıklar içerdiğini de kabul etmeliyiz. Günümüzde kadınlara karşı içlenen cinayetlerin bu derece yaygın oluşunda, yaşamın hemen her alanında şidetin ve şiddet dilinin yaygın olmasının büyük rolü var. Bizde medyanın önemli bir kısmı, şiddeti olağanlaştırmada çekince duymamaktadır. Kültürle, teknoloji ve bilimle bu kadar iç içe olan bir alanın, şiddeti toplumda yaygınlaştırıcı bir araç olarak kullanılması gerçekten şaşırtıcı. Halen bir çok gazetenin 2-3 çü sayfaları, 'Namusunu temizledi' başlığı altında  kadın cinateylerini haberleştirmesi, toplumda şiddeti içseltirme çabalarıdır.

    Şiddet, toplumsal şekillenmemizde her zaman önemli bir rol oynamıştır; işverenin işçiye, komutanın askere, öğretmenin öğrenciye,ustanın çırağa, anne ve babanın çocuğa uyguladığı şiddet... Bunlardan henüz kurtulmuş değiliz.

    Bir başka temel nedene, daha doğrusu, halen kapanmamış bir yaraya daha değinmekte yarar var; özellikle  80'li yıllarda başlayan ve 90 yıllarda yoğunlaşan köyden kente kontrolsüz göç olayı, günümüzde yaşanan olumsuzluklarda önemli rol oynamaya devem etmekte. 90'lı yıllarda metropollerin kenarlarında oluşmaya başlayan gettolar artık getto olmaktan çıkmaya başlamıştır. Geçmişin gettoları, kimlik çelişkisinden kurtulup kimlik edinmeye doğru yol almaya başlamıştır. Bu yerleşim yerleri son on, onbeş yılda modern kentler haline gelmiştir. Süreç içinde metrepollerin merkezleriyle farklılıkları aza indirgenmeye başlanmıştır. Geçmişin gettolarında yükselen modern kentler, semtler metropollerin merkezleriyle önemli oranda bütünleşmeye başlamıştır. 15-20 yıl önce 'kenar mahalle ahalisi' olarak küçümsenenler, şimdilerde merkezlerde ticaret yapan 'zenginler' haline gelmişlerdir. Ama geçmişin metropol sakinlerince yine de kıskançlıkla işaret edilmekten kutulduklarını söyleyemeyiz. Boynunda muska, elinde tesbih göç eden neslin yerini daha eğitimli, lüks dairelerde yaşayan, lüks arabalar kullanan, modern toplum olmanın nimetlerinden yararlanan yeni bir nesil almaya başlamıştır. Yeni neslin bir önceki nesile rağmen eğitimli ve modern yaşama olan düşkünlüğne karşın, eski neslin taşıdığı kültürel değerlerden henüz tümüyle kutulmuş değildir. İşte sorun da daha çok bu noktada başlamakta. Sorunu biraz daha geniş bir çerçevede ele alırsak, modern toplumsal yapının şekillenmesinde rol oynayan pazar ilişkilerinde geç kalmışlığın verdiği sorunlar yaşanmaktadır. Bir de bunlara, küreselleşmenin getirdiği gereksiz tüketim alışkanlığının kazandırdığı davranış bozuklukları da eklemek gerekir

    Ekonomik ve sosoyal gelişmeler, 'Ev Kadını' kimliğini yok etmekte. 'Ev kadınlığı' yok olduğu oranda 'Namus bekçiliği'de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmekte. Sonuçta modern yaşamın tüm nimetlerinden yaralanmayı kendisi için normal gören erkek, kadının sosyal yaşamın her alanında söz sahibi olmasına karşı ayak diretmekte. Kadının toplumda statü sahibi olmasına karşı direnç göstermekte. Kadına yönelik cinayetlerin artan bir grafik izlemesi, özünde kadının özgürleşmesine karşı duyulan tepkiden kaynaklanmakta. Yani kadının cinselliği yok edilmek istenmekte. Kadının cinselliği erkeğin çizdiği fasit bir daireye hapis edilmeye çalışılmakta.

    Bu arada İslam adına söylemde bulunan bazı kesimlerin sapıkca söylemleri, kadına karşı şiddeti teşvik etmekte. 'Hamile kadın sokağa çıkmamalı', 'Yedi yaşındaki kızla evlilik yapılır', 'Annenin eteği dizden yukarı olursa tahrik edicidir' yönlü söylemler, kadını yok saymayı hedeflemektedir. Bunların amaçları, kadını sindirmedir, hiçleştirmedir.

    İşkencecilerin, tecavüzcülerin, kadına karşı şiddet uygulayanların ortak özelliği; kendine güvensizlik, kişiliksizlik ve şiddeti çözüm aracı olarak görmedir. Özgecan Aslan'ı ve daha bir çok kadını katledenler, böylesine düşkün, insanlıktan zerre kadar nasibi almamış olanlardır.

Baki Karer

2015-02-22

 

   

   

 

11 Şubat 2015 Çarşamba


Ortadoğu'da  Dönüşümün Sancıları

 

    Irak-Şam İslam Devleti isimli eli kanlı örgütün Irak ve Suriye'de başlattığı saldırı devam etmektedir. Bu örgütün saldırıları uzun süre daha devam edeceğe benzemektedir. İŞİD saldırılarıyla birlikte, gerek Ortadoğu ülkeleri, gerekse de Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri açısından grift bir durum ortaya çıkmıştır.

    Özellikle ABD'nin enerji yollarını denetim altına almak ve aynı zamanda İsrail'in uzun vadeli güvenliğini sağlamak için Irak'ı işgal ettiğinden bu yana,  Ortadoğu'da mezhepler arası kışkırtmalarda daha bir aktif rol oynadığı bilinmektedir. İŞID'din güç toplamasını, silahlanmasını niçin görmezden geldiğini bir de bu bağlamda tartışmak gerekir. Bu kadar büyük gücün bir anda ortaya çıkmasını, hele hele bir yerlere dayanmaksızın  muazzam bir askeri güce sahip olmasını doğal görmek akıl işi değildir. Bugün Suriye'de ve Irak'ta yapılan katliamların, ABD silahlarıyla yapılıyor olması, salt tesadüflerle açıklanamaz. Ama kabul etmek gerekir ki, olayların dizginlenemez düzeye gelmesinin sorumlularından biri de, İran destekli Şii-Maliki iktidarı olmuştur. Irak'ta fay hatlarını derinleştirilmesine katkıda bulunarak, bugünkü tablonun oluşmasını körüklemiştir.   

    Bugün DAIŞ'e aracı rolü oynatılarak gelecekte Ortadoğu'da yapılacak dizaynın ön adımları atılmakta. Şu anda mevcut çatışmaların boyutuna bakılırsa, Irak ve Suriye'de mezhepleri temel alan federal veya konfederal bir çözümden ziyade bağımsız devletler biçiminde bir ayrışmaya doğru gidiş vardır. Mezheplere dayalı yeni bağımsız devletlerin ortaya çıkması, Bölge'de  gerçekten uzun vadeli barışı getirip getirmeyeceği tartışmalıdır. Ortadoğu ülkeleri,  Çin, Rusya, ABD ve B.Avrupa'nın, hangi ortak noktalarda çıkarlarının dengeleneceği tam bir muammadır. Bu nedenle de, Bölgede mezheplere dayalı yeni sınırların çizilmesi pek o kadar kolay gözükmüyor.

    Ortadoğu'nun yeniden bölüşümünde Başta Türkiye ve İran gözardı edilemez. İşte, 'Grift bir durum ortaya çıkmıştır' derken, bu noktayı da kastediyorum? İçinde bulunduğumuz koşullar, Birinci Dünya Savaşı koşullarından çok farklıdır. İran ve Türkiye'nin kabul etmediği çözümlerin, geciçi de olsa başarıya ulaşması mümkün değildir. Ayrıca Bölgenin böylesi bir temelde parçalara ayrılması, İran'ı daha da güçlendirme olasılığı vardır. İran, bir kaç müttefike kavuşmuş olacaktır. Aynı durum, Türkiye için de geçerlidir. Amerika Birleşik Devletleri ve B.Avrupa'nın, Ortadoğu'nun yeniden bölüşümünde, Türkiye'yi ve İran'ı dolaylı da olsa güçlendirecek bir çözümden yana tavır alması, sadece paylarına düşecek pastanın büyüklüğü ile orantılı değildir. Çünkü aktörler çok ve de güçlüdürler. Sahnede boy gösteren aktörlerin sayısını azaltacak yeni Hiroşima'ya kimse cesaret edemez. Bu da, yürütülen savaşın, daha çok yıllar alacağı anlamına gelir. Ortadoğu bu gidişle, çok daha ciddi alt-üst oluşlara sahne olacağa benzemektedir.

    Yürütülen savaş, salt dinler ya da mezhepler arası savaşı gibi gösterilmek isteniyorsa da, aslında tam anlamıyla yeniden bölüşüm savaşıdır. Sosyalist sistemin dağılmasıyla birlikte 'barışçıl ortam' beklentisi yayan emperyalist güçler, tam tersi bir ortamın ortaya çıkmasına neden oldular. Kapitalizmin her zamanki aç  gözlülüğü ağır bastı; talanla, savaşla ve silahlanmayla krizlerine çare aramaya devam etti.

    Amerika Birleşik Devletleri soğuk savaş döneminde Eisenhower doktrini'ni uygulamaya koyarken, İngiltere' nin bölüp bölüştürdüğü sınırları temel almayı çıkarlarına uygun bulmuştu. Buna bir anlamda mecbur kalmıştı, çünkü karşısında Sovyetler Birliği vardı. Süreç içinde her iki sistemin her alanda başlattğı rekabetten Sovyetler Birliği yenik olarak çıktı. ABD'nin başını çektiği Batı dünyası başarılı oldu. Arkasından dünyada istediği anda, istediği ülkelere, istediği biçimde müdahale etti; Afganistan, Irak ve Libya. Buralarla da sınırlı kalmayıp Osmanlı İmparatorluğu'nun egemen olduğu alanı yeniden yapılandırma çabası içine girdi. Birinci Düya Savaşı döneminde Britanya'nın oynadığı rolü oynamaya koyuldu. Ve şu anda Bölge, tam bir kaosa sürüklenmiştir. Yaşanan bu kaos ortamına karşı Batı dünyasının takındığı tavır, sömürgeci geleneğinden kaynaklanan reflexle hareket etmedir. Şu anda kurulan kooalisyon, kaosu önlemeye değil, çıkarlarını tehdit edecek boyuta ulaşmasını engellemeye yöneliktir. Bir nevi nöbet bekleyişi içindeler diyebiliriz. Bu da gösteriyor ki, ABD'nin günümüz koşullarında Bölgeyi yeniden dizayn etme çabaları, pek o kadar kolay gözükmemektedir. Önünde çok ciddi engellerin olmadığını kimse söyleyemez.   

    ABD'nin günümüzde rahatça hareket edememesinin bir çok nedeni vardır. Her şeyden önce günümüz koşulları çok farklı. Bunlardan en önemlisi de, Rusya Federasyonu başta olmak üzere, dünyanın bir çok bölgesinde bir çok ülke hemen her alanda epeyce güçlenmiş durumdadırlar. Örneğin geçmişte Marsall Planı'nın en fazla savunuculuğunu yapan Türkiye ve İran'dı ama şimdi bunlar her istenileni itirazsız yerine getiren ülkeler konumundan çıkmışlardır. Yine Arjantin, Hindistan, Brezilya v.b ülkeler, bölgelerinde  güç olma konumuna gelmişlerdir. Çin ise artık süper güç olmuştur ve giderek ekonomik olarak ABD'yi sollayacak bir düzeye gelmiştir. Yani ABD, liderliğini dayatmadan ziyade, liderliği kaptırmamanın kavgası içine düşmüştür diyebiliriz. Çin'in sanayileşmede katettiği aşama ve günümüz teknolojini pazarda hizmete sunma gücü elbette tartışılır. Ne olursa olsun, genel ve bölgesel güçlerin konumları değerlendirildiğinde, ABD ve B.Avrupa'nın gelecekte hareket etmek için oluşturmaya çalıştıkları zeminin, hayal ettikleri kadar pürüzsüz olmayacağı gerçeği inkâr edilemez. Bu durum, 'Globalist' denilen sistemin çöküşünün ifadesidir bir anlamda. Özellikle doksanlı yıllardan itibaren gezginci sermayenin bölgesel, etniksel, mezhepsel ve hatta kültürel farklılıkları körükleyerek sömürü ağını daha da genişletme gayretleri, günümüzde ABD ve B.Avrupa'ının kendi iç çelişkilerinin alevlenmesine de neden olmuştur. Şimdi, sınırlanmaya karşı tahammülsüzlüğün verdiği hırçın davranışlar sergiliyorlar.Avrupa'nın göbeğinde faşist örgütlenmelerin neredeyse iktidara yürümeleri boşuna değildir. Geçmişte olduğu gibi Washıngton'da, Londra'da veya Brüksel'de yuvarlak masa etrafında bir araya gelip istedikleri çözümü dayatma dönemi geçti. Yuvarlak masada  dayatmaya çalışacakları 'çözümler', evlerinin bacalarında yangın çıkarma tehlikesini de içinde barındırmaktadır.

    Diğer bir nokta ise, Oratadoğu halkları diktatörlüklere karşı mücadelede önemli deneyimler elde etti ve birçoğunu da yıkmayı başardı. Bu süreç şu veya bu biçimde engellenmeye çalışılmakta. Ama ister örgütlü, ister kendiliğinden olsun, kitleler, demokrasi ve özgürlüklerin mücadele ile alınacağını kavramış durumdadır.

    Ortadoğu halkları uzun yıllar krallıklar ve Baas rejimleriyle cendere içinde tutulmuştur. Artık kapak açılmıştır. Şimdi mezhep kavgaları yaygınlaştırılarak, halkların demokrasi ve özgürlüklere ulaşması engellenmek istenmekte, daha doğrusu, emperyalist güçler, çıkarlarını sarsmayacak yeni iktidar biçimleri yaratmanın kavgasını vermekteler. Bunun pek mümkün olmayacağı açığa çıkmıştır. DAİŞ/IŞID, El-Kaide, PKK, Boko Haram türü çağ dışı dayatmalarla sonuç alınamayacaktır. Er veya geç Bölgede yaşanan kaos sona erecek ve şu veya bu biçimde bir çözüme ulaşılacak. Ama ne tür bir çözüm ortaya çıkarsa çıksın, her koşulda da emperyalist güçlerin pastaları küçülecek.

    Bir başka önemli nokta ise, çatışmaların, savaşların yoğun olarak sürdüğü alan sadece Ortadoğu değil, Kuzey Afrika, Nijerya, Myanmar, Orta Afrika Cumhuriyeti, Afganistan ve Ukrayna var. Bu kadar geniş bir çoğrafyada aynı anda çatışma ve savaşların ortaya çıkması ABD ve B.Avrupa'nın da güclerinin bölünmesini getirmektedir.  Artık ister Ortadoğu'da, ister Afrika'da halkların iradesini temel almayan çözümler başarılı olamaz.

    Ortadoğu'da kıran kırana yürütülen savaşta,  Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ni farklı bir zeminde ele almak gerekir. Nedenleri gayet açıktır. Yukarıda değindiğim örgütler halklara karşı kanlı eylemler gerçekleştirirken, Kürdistan Yönetimi halkını korumanın kavgasını vermiştir. Hem Batı'da, hem de Güney'de Kürt halkının katliamdan kurtarmıştır. Bu büyük bir başarıdır. Son model silahlarla donanmış katil bir gücü toprakları üzerinde yenilgiye uğratmıştır. Bu arada Bağdat yönetimiyle yaşadığı sınır anlaşmazlıklarını da çözmüştür. Aynı zamanda ekonomik, siyasal ve askeri alanlarda muazzam oranda güç kazanmıştır. Tüm bunlardan daha da önemlisi, dayatılan mezhep kavgasının içine girmemiştir.Çok renkliliği ve çok sesliliği korumayı başarmıştır. Dönemin koşullarını fırsat bilerek çok sesliliği bastırmanın içine girmemiştir. Çağ dışı kanlı bir örgüte karşı mücadelenin önderliğini başarıyla yapmıştır. Bu, diğer tüm halklar açısından da bir kazançtır.

    Ama bu noktada bir parentez açarak kandan fırsat edinmeye çalışan sürüngene, bir diğer adıyla PKK ve de çıngırdaklarına da değinmek gerekir. Bunlar ilk başlarda stratejilerini Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin yenilgisi ihtimali üzerine oturttular. DAİŞ/IŞID'in halklara karşı giriştiği kanlı terör eylemleri umurlarında bile değildi. 1988 Enfal'linden sonra yaptıkları çapulculuğu yeniden organize etmenin planlarını yaptılar ama tutmadı. Hatta Erbil'in düşmesi için dua ettiler. Eğer PKK ve çıngırdaklarına kalsaydı bugün yüzbinlerce Kürt katledilmiş olacaktı. Bazıları yine ortaya çıkıp, 'öyle değil, ucundan kıyından direndiler' diyecek. Bunlar inandırıcı olamazlar. Rojawa'da Toplumu toplum yapan tüm dinamikleri yıktılar. Yani toplumun direnç merkezlerini yok ettiler. Esad cenderesinden kurtulmayı uman kitleler daha beter bir cenderenin içine tıkıldı PKK eliyle. Beşşar Esad rejiminde en geri düzeyde de olsa bir devlet hukuku vardı. Ama PKK-PYD'de bırakın en geri düzeyde bir hukuk anlayışını, kitleler üzerinde sistematik terör estirmeyi hukukun temel prensibi haline getirdiler.  Hukuk, farklı, aykırı düşünen herkesin kafasına kurşun sıkmayla özdeştirildi. Kürt halkı bu derece düşürülmemiş olsaydı DAİŞ Rojava'nın yanından bile geçemezdi ve hele hele bu derece tahribat yapamazdı. Rojawa halkı adeta iki ateş arasında bırakıldı, çareyi Türkiye'ye kaçmakta buldu. Gerçekten direnmek isteyen, eli silah tutan halk, ümitsizliğe sürüklendi. Ensesi kalınların ve göbek şişirenlerin yönetiminde savaşmayı kabul etmedi aslında. Hem Esad'la işbirliği yapacaksın, hem de Ankara'nın lüks kebab salonlarında kese doldurmak için dilencilik yapacaksın...Eli silah tutan onbinlerce gencin Türkiye'ye geçişi kurtuluş olarak görmesi bu nedenledir.

    İşte böylesi koşullarda peşmerge, Türkiye'nin açtığı koridordan geçerek duruma müdahale etmek zorunda kaldı, hem de açılmış bir kaç cephede savaşmayı göze alarak. Sonuçta peşmerge güçlerinin sabırlı ve uzun mücadelesiyle İŞİD çeteleri yenilgiye uğratıldı. Şu anda da laylom-lay partileri düzenliyorlar, onca müceleye ve emeğe saygısızlık yaparcasına. Bu da yetmiyor, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne karşı provokatif çıkışlar yapmaya devam ediyorlar. Hatta Şengal'de kanton için pervasızca provokasyonlar geliştiriyorlar. Batı Kürdistan'da ilan ettikleri kantonlarda tango yaparken, DAİŞ'in Kobani'yi işgal etmesine seyirci kalmalarını unutturacaklarını sanıyorlar.

    Sonuç olarak, ne yerel güçlerin, ne de emperyal güçlerden her hangi birinin isteği doğrultusunda Ortadodu'da sorunlara çözüm bulma imkansızlaşmıştır. Halkların iradesini temel alan çözümler, uluslararası dengelerde yerini bulacaktır.

6.02.2015

Baki Karer