8 Şubat 2008 Cuma

SAHA TEMİZLİĞİ

BAKI KARER
SAHA TEMİZLİĞİ


Ülkemizde yaşayan halkın yüzde doksandokuza varan bir kesiminin müslüman olduğu bilinmekte. Hiç kimse yaşanan sorunları, İslam dininde aranmalı mı veya aranmamamlı mı gibi bir ikilemin arasına sıkıştırma yanlışlığına düşemez. Dinin toplumsal yapıda oynadığı rol bilinmekte. Ama din konusu hassastır diye, dine dayandırılarak geliştirilen provakasyonları tartışmamazlık yapamayız. Felsefe geleneğinin bulunmadığı toplumumuzda, bir çok konunun “hassastır” diye geşiştirilmesine veya yüceltilerek dokunulmaz bir varlık gibi sunulmasına karşı suskun kalınamaz. Son günlerde olup bitenler, İslam adına yola çıkartılmış gruplar aracılığıyla Doğu ve Güney Doğu’da yaşayan halkımızı her cepheden terörizmle özdeştirme çabalarından başka bir şey değildir. PKK paravanasıyla soldan tamamlanan süreç, şimdi islamcı gruplarla sağdan tamamlanmaktadır.
Son dönemlerde Hizbullah gurubunun sergilediği vahşetlerin toplum nezdinde açığa çıkarılması, hiç tartışmasız olumlu bir gelişmedir. Yalnız, ülkemizde çıkan sorunları bu kadar yalın değerlendirme olanağına, daha doğrusu lüksüne sahip değiliz. Özlemini çektiğimiz demokrasi için onlarca yıldır mücadele verilmekte. Düşünmenin, yazmanın yasak olduğu koşullar henüz tam anlamıyla aşılmış değildir. Entrikacılıkta hep Bizans önsaflarda tutula gelinmiştir, ama egemen güçlerimizin entrikacılığı gerçekten Bizansa taş çıkartacak güçtedir. Ne olursa olsun, bilerek veya bilmeyerek yanlışlıklar yapılmışsa, demokratik olmanın bir ölçütü de yapılmış olan hataların kabul edilmesidir. Eğer bir ülkede yönetim geçmiş hatalarını kabul etmiyor, geçmişe eleştirel bir yaklaşım getirmiyorsa,o ülkede demokrasi geleneğinin yerleştiğini söyleyemeyiz. Malesef, bizde, yönetimde bulunanlar, hata yapmayan bir Tanrı gibi kendilerini lanse etmektedirler. Tüm olumsuzluklardan, yanlışlıklardan uzak, iyiliklerin ve güzelliklerin tümünü yönetime ait gösterme vazgeçilmez bir alışkanlık halini almıştır. Oysa bu mantık, bu davranış biçimi ayıbı olanlara aittir. Ayıbı olmayanlar açık olmadan, eleştiriden, gerçeklerin tüm çıplaklığıyla açığa çıkmasından kaçınmazlar. Çünkü hesabını veremeyeceği birtakım ilişkiler içine girmemiştir. Ama bizde işler böyle yürümemekte. En ufak araştırmaya ve soruşturmaya bile sabır gösterilmez. Gerçeklerin açığa çıkması için çaba gösterenler daha başından susuturulmaya çalışılır. Tepeden tırnağa tertemiz olunduğu iddia edilir. Devlet yönetiminde bulunanlar bu kadar sütten çıkmış kaşık ise, bu kadar cinayet niçin ve nasıl işlenmiştir? Ülkelerin iç sorunlarının aynı zamanda uluslararası sorun olduğu günümüz koşullarında “Devletin hiç bir kusuru yoktur” demekle sorunların üstesinden gelinemeyeceği açıktır. Bugünkü dünya koşullarında demokratik ülke olmanın önkoşulu, geçmişin özgürce sorgulanmasını ve gerçeklerin tüm çıplaklığıyla kamuoyuna sergilenmesinden geçer. Bu anlayış, cumhuriyeti cumhuriyet yapan, cumhuriyeti demokrasiyle kaynaştıran en önemli bir halkadır. Bilindiği gibi, iç sorunun aynı zamanda uluslararası bir sorun olduğunu her zamanki acurluğuyla Türkiye de kabul etmiştir. Ama artık imza atıp sonra da atılan imzayı unutma dönemi çoktan bitmiştir. Bir de bu noktadan hareket edildiğinde, ülkemiz yurttaşlarının can güvenliğini sağlamamanın ceremesini ödemek zorunda olanlar açığa çıkarılmalıdır. Ama görüyoruz ki, sorumlu tutulması gereken kişiler ve kurumlar demokratik hukuk normlarından kaçmanın çabası içindeler. Büyük ihtimalle de hesap vermeyecekler. İnsanın bunca olup bitenler karşısında gerçeği görmek için çok fazla uğraş vermesine gerek yoktur.
Özellikle son yirmi yıldır ülkemizde bir melodidir çalınıp duruyor. Günün her saatinde bize zorla dinletilen bu melodi yüzünden sağlıklı bir toplum olduğumuzu nasıl iddia edebiliriz? Bu nedenledir ki, yolda yürürken kalabalıkta omuzlarımızın birbirine değmesi bile karşılıklı bıçak çekmenin bir nedeni olabilmekte. Pisikoloji ve ruh sağlığı alanında yaşanılan sorunlar, ülkemizde başlı başına bir sektör olmaya doğru gitmekte. Bunun, sanayileşmede dev adımlarla ilerlediğimizden dolayı olmadığını belirtmeye gerek yok. Devletin ceset aramak için kolları sıvama becerikliliğinden kaynaklanmaktadır. Her yönüyle verilen uğraşlar sonucu toplumumuz ağlayan bir toplum haline getirildi. Cumhuriyet ve demokrasi adına her gün atılan salvaların arkasında siper alınarak bireyleri yurttaş olma kriterlerinden uzaklaştırmanın gayretleri sarfedildi. Oysa ümmet toplumundan çıkıp modern toplum, ulus olmanın en önemli ölçütü bireylerin yurttaş haline gelmesidir. Bir yanda aşiretciliği, bilinçlice ayakta tutmanın gayretleri, dolayisiyla genelde demokratik hak ve özgürlüklerin gelişmesini engellemek için yürütülen çabalar, ülkemizi ümmet toplum düzeyinde tutmanın gayretleri değil de nedir? “Düşük yoğunluklu çatışma”ya rağmen, hangi ülkede burjuvazi giderek güçlenen bir konuma gelmiştir? Ama malesef Türkiye’de bu olmuştur. Kapitalizmin gelişme yasasına Türk katkısı! Yoksa başka türlü enflasyonda, trafik kazalarında ve en önemlisi de faili meçhul cinayetlerde dünya birincisi olamazdık. Bugün dünyanın hiç bir ülkesi, binlerle ifade edilen faili meçhul cinayetlerle anılmamaktadır. İslam adına ortaya çıktıklarını iddia eden Hizbullahcıların ve Apocuların bu tabloya sunduğu hizmetlerin unutulur cinsten olmadığı artık bilinen bir gerçektir.

HİZBULLAH HANGİ KOŞULLARIN ÜRÜNÜ

Hizbullah örgütü durup dururken ortaya çıkmadı.Dolayısıyla bir günde keşfedilen bir örgüt de değildir. Hizbullahın ortaya çıkışını 12 Eylül uygulamalarından Öcalan’ın sunduğu hizmetlere kadar bir yığın etken sağladı. Ama ben, daha çok bu kanlı örgütü ortaya çıkartan koşullara ve ilişki ağlarına değinmeyi uygun buluyorum. 24 Ocak kararlarının yürürlüğe konulduğu dönemde, uygulamadan alınacak sonuçların tahmin edilemeyeceğini kimse söyliyemez. O dönemde sahip olunan toplumsal ilişkiler ve ekonomik yapı gözönünde bulundurulduğunda, tepeden inmeci 24 Ocak kararlarının çok pahallıya mal olacağını görmeme mümkün değildi. Halk, bu anlayışa karşı tepkisini, 12 Eylülden sonra yapılan ilk seçimlerde vermişti. Ne yazık ki, kötüler içinde iyisini seçme zorunda kalmıştı. Sosyal demokrasi dahil sol ve ezilmiş, kitleler tek yönlü seçenekle karşıkarşıya bırakılmıştı. Buna bir de Doğu ve Güney Doğu’nun ağalık, şeyhlik ilişkilerinin yanısıra genelde köylülüğün, küçük üreticiliğin ağır basması ve bu kesimlerin geleneksel düşünce ve davranışları eklenince, tutucu bir seçeneğin ortaya çıkması beklenen bir sonuçtu.
Elbette askeri yönetime karşı her zaman sivil bir seçenek tercih edilir bir durumdur. ANAP iktidarı sivil bir seçenek olarak kabul görmüş olmasına karşın, bugün alınan olumsuz sonuçların baş mimarlarından biridir.Yığınlarda doğan boşluk islamcı düşünce ve örgütlenmelerin geliştirilmesiyle giderilmeye çalışılmıştır. Toplumun hemen hemen her kesiminde islamcı düşüncelerin geliştirilmesi için yoğun bir çaba içine girilmiştir. Cumhuriyeti güçlendirme ve demokrasiyi geliştirme adına ümmet toplumunun özellikleri egemen kılınmaya çalışılmıştır. Bu yönlü girişimler, islamcı sermaye ile güçlendirilerek kalıcı hale getirilmek istenmiştir. Bu gün ülkemizde, islamcı-ümmetci kesim, sahip oldukları örgütlenmeleriyle, mali ve ekonomik olanaklarıyla artık sosyal bir olgu haline gelmiş durumundadır. Toplumda kolay kolay silinmeyecek bir konuma yükselmişlerdir. Bu yükselişte 12 Eylülcü devlet anlayışının desteğini inkâr etme, tüm toplumu kör sayma anlayışında diretmedir. Entrikacı alışkanlıklarından sıyrılmayı hazmetmeyen bir yönetime sahibiz hȃlen. Cumhuriyet ve laiklik adına hiç bir ülkede meshepler arası kavga körüklenmez. Devlet, mezheplere eşit oranda uzak durmak zorundadır. Bizde ise devlet, laiklik adına yıllardır sunniliği ön planda tutmuş ve bu mezhebin çağdışı bir anlayışla örgütlenmesine katkı sağlamıştır. Yine azınlıklar ve farklı dinler hiçe sayılarak okullarda din dersi zorunlu kılınmıştır. Burjuva siyasal partileri iktidara gelebilmek için tarikatlara her türlü olanağı sağlamış, kolay yoldan oy kazanmanın hesaplarını örgütlenmelerinin temel direği haline getirmişlerdir. Örgütlenmelerini Doğu’da feodallere, aşiret ve dini reislere dayandırılırken, Batı’da tarikat şehlerine, köy muhtarlarına ve imamlara dayandırılmıştır. Eğer bugün Fethullahcıların sadece eğitim alanında 300 trilyonu bulan bir yatırımından bahsediliyorsa, bunda devlet desteğinin olmadığı iddia edilemez. Alevi köylerine kadar cami inşa eden ve buralarda Kuran kursu açtıran yine devletti. Bu tür uygulamalara karşı çıkan aydınlar, bilim adamları, sendikacılar vb.çevreler ya tutuklandı, ya da katledildi. Öyle ki, Atatürk’ün laiklik ve cumhuriyet üzerine konuşmaları dahi sakıncalı bulunurak yasaklandı. Kemalist olma bile tehlikeli görüldü.
Serbest pazar uygulamaları adına curcunaya dönüştürülen ekonomik uygulamalar kitlelerde yoksullaşmayı had safhaya vardırdı. Giderek nüfusun çoğunluğu şehirlerde yaşamaya başladı. Ama bu yığılmanın, sanayinin işgücü ihtiyacının çok çok üstünde olduğu biliniyordu. Anadolu’nun kırsal kesiminden göç edenler metrepollerin kenar mahallelerini doldurdu. Bunlar her türlü ekonomik ve sosyal güvenceden yoksun bir yaşam sürdürmek zorunda bırakıldı. Sözüm ona serbest pazar uygulamalarıyla küçük bir azınlık her geçen gün cebini şişirirken, açlıkla savaşan 25-30 milyonluk bir kitle yaratıldı. Anadolu’nun iç bölgelerinden gelenlerin imam-muhtar, Doğu’dan gelenlerin ağa-şeyh ilişkisi dışına çıkmamış olmaları dikkate alınarak “zararsız” bir konumda tutulmalarının çaresi, tarikat ilişkileri içine çekilmelerinde görüldü. Refah Partisi’nin birden bire kitleselleşmesi ve bugün bu partinin devamı olduğu söylenen Fazilet Partisi’nin yüzün üzerinde milletvekiliyle mecliste temsil edilmesi, bu uygulamaların bir sonucudur. Fazilet Partisi’nin tabanı her türlü tarikat ilişkilerinin anasıdır. Bu gün Fazilet Partisi’nin tabanını, Doğudan ve Batıdan kırdan kente göç etmiş kitle ile birlikte Anadolu ticaret burjuvazisi ve esnafının önemli bir kesimi oluşturmaktadır. Bu tabanın içinde sorunlarına radikal tarzda çözüm arayanların önü de Hizbullah ve benzeri örgütlerle alınmaya çalışıldı. Daha önce PKK olayında olduğu gibi, silahlı terörü savunan bu dini grupların örgütlenmelerine de aklıevvel ‘devlet kurtarıcıları’ tarafından destek sağlandı. Demokrasinin gelişmesini her dönemde sakıncalı bulan bir zihniyetten farklı bir tavır geliştirmesi beklenilemezdi. Çünkü demokrasi özgürlüklerin gelişmesi demek; sınıflararası gelir dağılımında keskin uçurumların oluşmasının önüne geçilmesi, sosyal güvencenin sağlanması ve hukuk devleti normlarının egemen hale getirilmesi, en önemlisi de yurttaşlık bilincinin gelişmesi anlamına gelir. Bu da, vahşice geliştirilen serbest pazar ekonomisi içinde, kestirmeden köşeyi dönmek ve sermayesini katlamak isteyenlerin işine gelmiyordu.
Fazilet Partisi ve şeriat yanlısı terör örgütlerinin gelişip güçlenmesinde elbette uluslararası bir takım odakların da payı vardır. Ama bizim için önemli olan bu tür örgütlenmelerin varlığında içsel bir takım güçlerin ve sosyal etkenlerin başından itibaren belirleyici rol oynamasıdır. Eğer bunlar başından beri ‘devlet koruyucuları’nın ürünü olmamış olsaydı, dış güçler de kullanma olanağından yoksun bulunmuş olacaklardı. Bizde “kökü dışarda”oldukça bayatsımış bir deyim haline gelmiştir. Eskiden bu deyim kullanıldığında akan sular dururdu. Şimdilerde durdurmaya yetmemekte, yeterli olmasa da şaibelerin altı didiklenmekte, ortaya çıkarılmaya çalışılmaktadır. Daha doğru bir değişle, ilişkiler sorgulanmaya başlanmıştır. “Kökü dışarda” olanın, durup dururken içte kök salamayacağını bilecek kadar duyarlı bir kamuoyu vardır artık. Bu nedenle Hizbullahın niçin ortaya çıkarıldığı ve neden özellikle Kürtleri temel aldığını çok iyi kavramak zorundayız.
Dikkat edilmesi gereken bir diğer durum da, PKK ile hizbullahcıların hemen her noktada benzerlik taşımalarıdır. Bu benzerliğin bir nedeni, hizbullahın çekirdek halinde PKK’ye devredilip, kucaklarında büyütülmüş olmasıdır. Yani hizbullacıların ilk feyzi PKK’den almış olmaları onların sonraki yapılanmalarına da damgasını vurmuştur. 1990’ların başından itibaren hizbullahdan ve bilinen diğer kanallardan başlangıçta militan, sonrada markası ve numarası silinmiş Kırıkkale silahları gönderilerek Apocuların imdadına yetişildiği bilinmekte. Bu nedenle aralarındaki benzerliğe şaşırmamak gerekir. Her ikisi de aynı fabrikanın ürünüdür. İşkence ve cinayet işlemede Apoculardan öğrenilen yöntemler aynen uygulanmıştır. Dolayısıyla bu her iki örgüt de Kürt halkının varlığına kastetmiştir. Dikkat edilirse, her ikiside Kürt halkı adına hareket ettiklerini iddia etmiş, ama her ikisi de dünyada görülmedik vahşilikle bu halktan insanların yaşamlarına son vermişlerdir. Tüm çabalar, demokratik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesine yönelik ciddi gayretlerin önüne geçme yönünde sarfedilmiştir. Türkiye’de işçi, memur ve köylülerin ekonomik ve demokratik istemlerinin hangi bahanelerle bastırıldığı unutulmamalı. Ortaya çıkan gelişmelerin, öyle söylenildiği gibi kendini bilmez birkaç devlet memurunun işgüzarlığıyla başarılacak işler olmadığını herkes bilir. Olayı bu kadar basite indirgeyenler, Şırnak, Viranşehir, Cizre ve daha birçok yerleşim birimlerinde oynanan provakasyonlara da açıklık getirmek zorundadırlar. Bu bölgelerde bir dönem yaşanılmış olan kargaşalarda PKK-Hizbullah işbirliğini bilmeyen yoktur. Ayrıca JITEM’in ülke çapında içinde bulunduğu faaliyet başlı başına değerlendirilmesi gereken bir konudur. Bunlara açıklık getirildiği oranda PKK ve Hizbullahın gerçek nitelikleri açıklığa kavuşturulur.
Gerçekler acıdır ama doğruyu bulabilmek için de kabul etmek zorundayız. Kendine ‘Kürt aydını’ diyen bazı çevreler halen “lider” peşinde koşuyorsa, bunda iyi niyet olduğuna inanmak safdillik olur. Bir takım islamcı çevrelerin, özellikle de fetullahcıların Hizbullah vahşeti karşısında takındığı suskun tavır hiçte dikkatten kaçmamakyadır. Katil hiç bir zaman ve hiç bir koşulda savunulmaz. Abdullah Öcalan’da Kürt halkının kanını dökmüş biridir ve savunulamaz. Halka karşı en garez küfürleri pevasızca savuranlar ve cinayet işleyenler ne zamandan beri halkın lideri olmuştur? Terörizmle, provakatörlerle halk arasına çizgi çekmede çıkarı olmadığını söyleyenlerle elbette tartışılacak ortak bir nokta yoktur. Önemli olan, uluslararası gerici odaklardan destek alan ve kökü içerde olan bu güçlerin niteliklerini ve işlevlerinin halk tarafından kavranılmış olmasıdır.

HİZBULLAH NEDEN BİTİRİLİYOR

Aslında PKK’nin bitirilişine yol açan gelişmelerle hizbullahın bitirilişine yol açan gelişmeler aynıdır. Bugün içe ve dışa yönelik uygulanan politikaların şekillenmesi daha 1996’da başlamıştır. O dönemde belli bir süreç içinde uygulamaya yönelik alınan kararlar bugün hayata geçirilmektedir. SSCB’nin yıkılmasıyla değişen dengeler ve bu değişen dengelerin getirdiği karmaşık ortamı Türkiye 1996’ya gelindiğinde atlatmıştı. Çoğalan komşularıyla ilişkilerde ve bölgelere yönelik politikasında saptamalarda bulunmuş ve rotasına belirginlik kazandırmıştı. Balkan’da, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da gelecekte stabilizeyi sağlıyacak çözümler önemli oranda belirginlik kazanmıştı. Bunun yanısıra, Türkiye’nin stratejik önemi, başta ABD ve Avrupa tarafından bir takım zikzaklardan sonra da olsa kabul edilmişti. Bahsettiğim bu bölgelerde Türkiyesiz kalıcı bir istikrarı sağlamanın olanaklı olmadığı görülmüştü. Ayrıca mali, sanayi ve ekonomik alanlarda kaydedilen gelişmelerle burjuvazi kendine güven duymaya başlamıştı. Artık devlete yön verme gücünü kendinde gören burjuvazi, istikrarlı bir ortamı dayatır hale gelmişti. Sadece Balkan, Kafkasya ve Ortadoğu ile yetinmeyip, Avrupa’ya da açılmayı istiyordu. Güçlü birlikler, ortaklıklar kurmak, yabancı sermayeyi çekebilmek için hemen her alanda yeni baştan düzenlemeyi dayatmıştı. Ayrıca, yirmi yıldan bu yana halka bindirilen yük artık çekilmez hale gelmişti. Yeni bir açılım içine girilmeksizin ekonomik, mali ve sanayi alanlarında atılımı gerçekleştirme olanaksız hale gelmişti. Varolan kazanımlara kazanımlar ekleme içe ve dışa yönelik refomların, yasaların yapılmasının gerekliliği kavranmıştı. Bilinen klasik oyunlarla globelleşen pazar ilişkilerinde yer bulmanın, yaşamı sürekli kılmanın koşullarının bulunmadığını görmemek için tam anlamıyla kör olunması gerekirdi.
Yine Köpenhag kararlarını imzalamış bir Türkiye’nin pöçüğüne takmış olduğu bir dizi ayıplarla Avrupa Birliği’ne girme şansı yoktu. Yani bu birliğe girmeden önce yıllardır kirletilen sahalarda temizlik hareketi başlatılması şarttı. Elbette zamanlamanın çok iyi ayarlandığını da kabul etmek zorundayız. Aynı kıta parçası üzerinde şekillenmiş kültürel yapıda, yani Hıristiyan Avrupa Birliği’nde çok ciddi sıkıntılar yaşanıyordu. Irkçı, nazist hareketler her geçen gün gelişmeye başlamıştı. Türkiye’nin bu birliğin içine çekilmesi, ırkçı hareketlerin gelişmesine karşı adeta bir panzehir olarak sunulmak istenmiştir. Irkçı gelişmenin önünün İslamla ve Asya kökenli kültürlerle entegresyonda arama düşüncesi ağır basmaya başlamıştı. Diğer bir yönüyle de ABD ile her alanda stratejik işbirliğine yönelmiş bir Türkiye, Avrupa açısından rekabet olanağının kısıtlanması ve Kafkaslara istediği boyutta açılmasını engelleyen önemli bir duvar demekti. Yani, güçlerin karşılıklı çıkarlarının kesişmeye başladığı bir aşamada temizlik hareketine girişildi.
Daha birçok ayrıntılarla derinleştirilecek bu çerçeve gözönüne getirildiğinde, Hizbullah ve PKK gibi provakasyon örgütlenmelerinin hareket alanları daraltılmaya başlandı. Zaten 1996’ya gelindiğinde bu provakasyon örgütlenmelerinin temsil ettiği alanlarda ortaya çıkacak tehlikeler önemli oranda bertaraf edilmişti.
Sonuç olarak istenildiği an, yüzbinlerle ifade edilmeye çalışılan bir güç, birkaç günün içinde etkisiz hale getiriliyormuş! Aynı biçimde onbinlerce gerilla teraneleriyle yıllardır abartılan zat işinin bittiği noktada tıpış tıpış İmralı’da misafir edilebiliniyormuş. Her neyse…Son yirmi yılda yaşananlar daha çok tartışılacaktır.

OCAK 2000
BAKİ KARER

2 Şubat 2008 Cumartesi

HAKI KARER/ALBÜM



SEÇİMLER YAKLAŞIRKEN


    12 Haziran seçimlerine fazla bir süre kalmadı. Partiler birbirleriyle kıran kırana bir rekabet yürütmekte.  Gerek iktidar partisinden gerekse de muhalefet partilerinden kitleleri cezbedecek vaadler ileri sürülmekte. Cumhuriyet Halk Partisi’nin özellikle yoksul kesimlere, işsizlere yönelik sosyal güvence programı dikkat çekicidir. Milliyetçi Halk Partisi’nin de bu doğrultuda bir açıklaması var ama tek başına iktidar alternatifi olmadığı için, silik kalmakta. BDP tarafından beslenen MHP’nin, önümüzdeki süreçte pek ciddiye alınacağını sanmıyorum.
    Adalet ve Kalkınma Partisi’nin açıkladığı ‘Çılgın Proje’ diye adlandırılan kanal projesinin yabana atılacak bir proje olmadığını da söylemeliyim. Bu proje belki halkın günlük yaşamına hemen etki etmeyecek ama uzun vadede, hem stratejik, hem de ekonomik açıdan Türkiye’ye çok ciddi getirileri olacaktır. Çevre düzenlemeleriyle birlikte bu proje hayata geçirildiğinde, İstanbul’un, hemen hemen her açıdan Tokyo ya da New York’la eşit bir şehir durumuna yükselme olasalığı yüksektir. Açılacak yeni kanal için 15-20 milyar dolarlık bir maliyetten bahsedilmekte. Bu büyük bir mebladır. Bu maliyetin kaynağı bildiğim kadarıyla henüz açıklanmış değil. Ama bu konuda madalyonun bir de öbür yüzüne bakmak gerekir. Günümüzde bu tür projeler geliştirilirken, ülke genelini gözardı etmemek gerekir. Türkiye henüz alt yapı sorununu halletmiş, buna bağlı olarak sanayileşmede ve sermaye birikiminde çok ileri adımlar atmış bir ülke değildir. Bu anlamda, sadece kanala harcanacak 15-20 milyar dolar, ülke genelinde değişik alanlarda altyapının modernleştirilmesine yatırılsa, ekonomik ve sosyal gelişmeye çok daha ciddi ivmeler kazandıracağı bir gerçektir.
    Önümüzdeki genel seçimin en önemli özelliklerinden biri, Gerek iktidar partisi, gerekse de Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin seçim proğramlarında halkın sosyal yaşamını yükseltmeye yönelik projelere ağırlık vermeleridir. BDP ise bambaşka bir bulvarda seyretmekte. Sisteme olabildiğince nefes aldıran, en ‘yalın’, en ‘sade’ seçim taktiklerine başvurmakta. Buna, bir nevi entegrasyon sancısı da denilebilinir. Günümüz koşullarında entegrasyon bürosu olarak görev ifa etme pek o kadar kolay değil elbette. Bir de bu nedenledir ki, temsil ettiğini iddia ettiği Kürt halkına karşı, gaddarca bir politika geliştirmekte. Kürtlerin her birini, egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda kullanılacak kum torbası olarak görmekte. Şimdiden Saddam’ı aratır hale gelmişlerdir. Bu gidişle önümüzdeki süreçte asker ve polise gerek kalmayacaktır.
    BDP, demokrasi, özgürlükler vb.sorunlar sözkonusu olduğunda, köşe kıvırmada o kadar ustalaşmış ki, saray içi ayak oyunlarını geride bırakıyor. Demokrasi ve özgürlükler üzerine tartışmaların, çözüm önerilerinin yoğunlaştığı her kritik dönemde, ağızlarına tutuşturulan yaprak düdüğü öttürmeye başlıyorlar, hem de hiç değiştirme zahmetine girmedikleri nağmeyle; yüzer-gezer yata özgürlüüük! Ya da ‘Bugün kutsal doğum günü, kutlamalıyız, hatta kutsamalıyız, hurra! Bazen bunları da yeterli görmeyip, ‘O bizim son peygamberimizdir, eline ayağına sürünmeliyiz’ diye çığlıklar atmakta. Nereden bakılırsa bakılsın,  kelle korkusundan kaynaklanan hünkâr yağcılığı...
    Karanlıkların prensi ise;
    ‘Devletle görüşeceğim, görüştüm, görüşüyorum’ diyor ve hemen ekliyor; ‘Bekleyin, doğumumu kutsayın, söylediklerimi terennüm edin ve ayetleştirerek sokaklarda namaz kılın, bu yeni bir dindir, abdest almanıza gerek yoktur’ yönlü fetvalar vermekte.
    Fetvaları sorgulayanlar, yüzer-gezer yatta ağırlanana soruyorlar;
    -Kiminle, Başbakanlıkla mı görüşüyorsun?
    -Hayır, Başbakanlıkla değil.
    -Genel Kurmaylıkla mı?
    -Hayır, yani alt düzeyde ya da diyelim üst düzeyde...
    -Milli İstihbarat Teşkilatıyla mı?
    -Hayır, ama...
    -Peki, kiminle, nasıl bir devletle görüşüyorsun?
    Kızgınlıkla yanıt vermekte;
    -Açıklayamam! Benim annem de Türktür.
    Ve kızgınlıktan hızını alamıyor, devamla;
    -Kestiririm, astırırım, öldürtürüm... Silahlı, silahsız ve kadın, erkek, çocuk demem! diyor
    -Kimse ses çıkartmayacak, biliyorsunuz, devletle görüşüyorum. Açıklayamam! o kadar.
    Peki, ne zaman açıklayacak acaba? Açıklayacağını sanmıyorum. Otuz yıldır hangi mihraklarla görüşmeler yapmışsa yine aynı mihraklarla görüşmelerine devam ettiği bir sır değildir. Kokuşmuş dehlizlerin prensi başka nasıl olunur?
    İşte, demokrasi ve özgürlüklerin önüne engeller koymada ustalaşan Barış ve Demokrasi Partisi denilen silahlı-külahlı takımın seçim proğramının özeti, kısaca budur.
    Bu seçimin de iktidar partisi lehine sonuçlanacağını sanıyorum. Yaygın işsizlik, rüşvet ve kayırmalara karşın, orta sınıfın ve hatta işçi kesiminin önemli bir kesimi henüz iktidardan ümidini kesmiş değil. Adalet ve Kalkınma Partisi, iktidarı döneminde özellikle sağlık alanında getirdiği düzenlemeler, 12 Haziran 2011 seçimlerinde önemli bir rol oynayacaktır. Yetersiz de olsa bu düzenlemelerden halkın çok memnun olduğunu söylemeliyim. Ama yine de, bazı çevrelerin iddia ettiği gibi, yüzde ellilerin üzerinde oy çoğunluğu elde edeceğini sanmıyorum.
    Cumhuriyet Halk Partisi klasik oy oranının biraz üstüne çıkabilir ama tek başına iktidar olamaz. Kitlelerin güvenini henüz kazanmış değildir. Güven verememesinin bir nedeni de, kendi içinde birliğini sağlamamış parti görüntüsü vermesidir. Yıllardır uygulanan globalist ekonomi politikalar sonucu, klasik Kemalist tabanda bölünmeler ortaya çıkmıştır. Bu, CHP’yi daraltan başlıbaşına bir faktördür. Bu nedenledir ki, 12 Haziran seçimlerinde liberal politikaların temsilcilerine ön sıralarda yer vermiştir. Bununla taban kaybını telafi etmeye çalışmaktadır. Değişen sosyal yapıyı yeni farkettiler, bu nedenle tutunulacak yeni zemin arayışı içindeler. Ergenekon tutuklularına sahiplik sadece bir bahanedir. Bu yönelim, CHP’de hem örgütsel alanda, hem de ideolojik planda bir dizi yeni bunalımları da beraberinde getirecektir. Kitleler bunun farkındadır. İşte bir de bu nedenden dolayı, 12 Haziran 2011 seçimlerinde tek başına iktidar alternatifi olamamaktadır.
    12 Haziran seçimlerinden sonra oluşacak meclis, bir ihtimalle, ilk defa sivil anayasa yapacak bir meclis olacak. Bu nedenle, seçimlerden sonra başlayacak süreç, oldukça sancılı bir süreç olacaktır. Epeyce çatışmalı geçecek bu süreçte, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ne oranda direngen davranacağını kestirmek oldukça zor. Özellikle DTP-MHP cephesi, askersiz bir anayasa yapılmasına karşı. CHP’de bu cephenin çabalarının perde arkasını yönlendirecek gibi gözüküyor. Elbette AKP, tek başına, gerçekten sivil, demokratik bir anayasa yapacak olgunluğa ve anlayışa sahip değildir. Sürecin ne kadar çatışmalı geçeceği, biraz da Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tutumuna bağlıdır. Demokratik kurum ve kuruluşların takınacağı aktif tutum, gerçekten demokratik bir anayasa yapılmasında etkili olabilir.  Seçim sonrası dönemde, 12 Eylül Anayasasından kurtulma mümkündür. DTP ve dayanağı Kandil’in, asarım-keserim tehditlerinin arkasında yatan esas neden, sivil, demokratik bir anayasa yapılmasının önüne set çekmedir. Yani darbe çığırtkanlığı bunun için yapılmakta.

BAKİ KARER
10 MAYIS 2011
   




27 Aralık 2007 Perşembe

BAKI KARER/Tablolar
















DEĞİŞİM

    Demirel’in cumhurbaşkanlığı süresinin uzatılması için yürütülen girişimler bir sonuç vermedi. Aslında yağmacı elitiz politikanın sürdürülüp sürdürülmeyeceği konusunda bir yol ayrımına gelinmişti. Ekonomik ve siyasal gelişmelerin kurallarıyla yürütülüp yürütülmeyeceği konusunda bir karar verilmesi zorunluluğu doğmuştu. Demokratik ve özgürlükçü olmayan sistemin zorla ayakta tutulamayacağı artık görülmüştü. Demirel’in Çankaya süresinin uzatılmaması, çağı yakalamaya yönelik maratonun ön hazırlık evresi olarak değerlendirmek için henüz erken. Ama yine de önemli bir adım atıldı.

    Bir ölçüde Ecevit’in de desteğini alan Demirel’in takımı, mevcut düzenin devamı için elinden gelen çabayı yürüttü. Ecevit’in ortaya sergilediği tavır bilinen ‘idare etme’ taktiğidir. Türkiye’de sosyal demokrasinin atılımcı, radikal değişikliklerden yana olmayan, hep sağla uzlaşma içinde kalmayı yeğleyen teslimiyet tavrı en açık biçimde Ecevit tarafından sergilendi. DSP tarafından takınılan tutum, aşağı yukarı 1978-79’larda cunta tehlikesine ve sağ teröre teslim olma anlayışıyla özdeş bir tutumdu. Ecevit, 28 Şubattan sonra kurulan Mesut Yılmaz hükümetinin düşürülmesiyle azınlık hükümet kurmasına fırsat tanıyan ve seçimlerden birinci parti olarak çıkmasına yardımcı olan Demirel’in Cumhur Başkanlığı süresinin uzatılmasını desteklemekle, adeta vefa borcunu ödemek istercesine soygunculuğun sürmesine onay vermiş oldu.

    Cunta ve Özal döneminde türeyen, Demirel döneminde savaş vurgunculuğuyla tekelleşen ama özünde tabela holdingleri takımı gözyaşı dökmeye başladı. Bilinen bu çevreler elli yıldır devleti yağmalayan ve yağmaladıklarını Amerika’da, Avrupa’da har vurup harman savuran kesimlerdi. Bunlar yıllardır halkı soyup soğana çeviren, en ufak yatırımda, üretimde bulunmayan, devletten yağmaladıkları nakit paralarla gününü gün etmeye alışmışlardı. Bunlar, bir avuç elit için “modernleşme” ve yağma özgürlüğü isteyen, içinden çıktığı toplumdan utanan, hatta Londra’nın, Paris’in ve Newyork’un otel lobilerinde milliyetini belirtmekten utanç duyan, Pakistan ve Hindistan’da ekonomik ve siyasal gelişmelere damgasını vuran soytarıların benzerleriydi.

    Basın ve yayının ağırlıklı bir kesimi de Demirel’in borazanlığını üstlendi. Çankaya’dan ayrılışını Cumhuriyetin geleceğiyle özdeşleştirdi. Demirel’den sonra tufandır yaygarasını bastı. Yağma ortamında nemalanan basın ve yayın öylesine bir hava estirdi ki, gerçekten yağmaya yıllarca karşı çıkmış çevreleri bile etki altına aldı. Öylesine suni gündemler yarattılar ki, halk neyin ne olduğunu adeta şaşırdı. Çünkü yıllardır hırsızlığın ve yağmanın borazanlığını üstlenmişti. Haber peşinde koşma yerine ihale takip ediyorlardı artık. Birçok gazeteci, muhabir fazla para veren patron takipçiliğini meslek haline getirmişti. Gerçekleri kamuoyuna sergileyen basın ve yayın çalışanı değil, belirli aile reislerinin, tarikat şeyhlerinin buyrukları doğrultusunda kalem oynatan gazete yazarlığı ve proğram yapımcılığı meşru hale getirilmişti. Birçok basın ve yayın kuruluşu, yarattığı köçekleri meydana salarak, tüm Türkiye’yi çal oynasın, vur patlasın misali eğlenen hayaller dünyasının bir ülkesi gibi gösterip, bir avuç hırsız ve vurguncuyu korumanın muhafızlığına soyunmuştu. Basın ve yayın alanında yaşanılan dejenerasyonun önüne henüz geçilmiş değil, halen bu süreç devam etmektedir. Ama onca yürütülen uğraşlara karşın Demirel’in süresi uzatılmadı.

    Sürenin uzatılmaması Türkiye’de bir dönemin başlangıcıdır. Cumhuriyet’in ilan edilişi nasıl ulus devlete, dolayısıyla sanayi toplumuna geçiş çabasının başlangıcı ise, Demirel ve şürekasının geri plana atılışı da yeni yüzyılı yakalamanın, yani bilgi toplumuna ulaşmanın bir çabasıdır. Şimdi sorun, yirminci yüzyılı geriden takip eden Türkiye’nin, yirmi birinci yüzyılı geriden takip etmesinin önüne nasıl bir ekonomik ve siyasal yapılanmayla geçileceğidir. Tartışmalar, çözüm yolları arayışı bu noktadan hareketle başlatılırsa, gelecek umut verici olur.

    Demirel ve takımı durup dururken ortaya çıkmadı, uzun yıllardan bu yana devlet yönetim anlayışının sentezidir. Demirel’in yaptığı, tek şeflik ve Demokrat Parti’nin yağma dönemlerinin mirasını devletin en üst düzeyinden en alt düzeyine kadar kurumlaştırmasıdır. 12 Eylül Cuntası ve Özal bu kurumlaşmaya hizmet edecek alt yapıyı hazırlayan geçiş döneminin aktörleridir. Bu anlamda Demirel’in son on yıllık pratiğini değerlendirirken, tek şeflik dönemi ve ellili yılların Demokrat Parti iktidarını bir tarafa atamayız. Demirel bu her iki dönemin bir sentezidir ve bu sentezden doğan anlayışın örgütlü hale getirilişidir. Demirel’i yağma politikasının üçüncü ve son halka olarak değerlendirmek de mümkündür. Her ne kadar ANAP ve bugünkü DYP bu anlayışı bölüşme ve devamını sağlama için kavga veriyorlarsa da, hiçbir zaman Demirel kadar başarılı olmayacakları bir gerçektir.

    Tek şeflik dönemi halka üstten bakan, halkı küçümseyen, fildişi kuleleri içinde düzenlenen toplantılarla memleket sorunlarına çözümler getirdiğine inanan, silahlı, külahlı, bol selamlı düzenlenen törenlerle halka gözdağı veren bir anlayışın ürünüdür. Tek şeflik dönemi, Devlet-ü Âliye’nin “menfaatleri” uğruna yıllarca kendini halktan soyutlayıp, sistemi kapalı bir kara kutu haline getirmiştir. Atatürkçülüğün bir sömürü aracı, yani devlet olanaklarını yağmalamada perde haline getirilmesi bu aşamada yaygınlaşmıştır. Kemalizm adına hareket edenlerin önemli bir kesimi İstanbul’un, Ankara’nın lüks salonlarında partiler ve festler düzenleyip hiç anlamadıkları Mozart’ı, Bethowen’i dinlerlerken, sokaktan geçenleri ‘baldırı çıplak’ olarak görmüşlerdir. Atatürkçülüğün şaşmaz savunuculuğunu! yaptığını iddia eden bu bilinen çıkar çevrelerinin Anadolu’da örgütlendiklerine, halkın çıkarlarını dile getiren bir  faaliyet geliştirdiklerine, yolsuzluğa, hırsızlığa karşı kitlesel bir protesto örgütlediklerine kimse şahit olmamıştır. Bunlar İttihat ve Terakki’den kalma saray erkanlığını terk etmeye bir türlü yanaşmamışlardır. Ülkemizin emperyalist güçlere pazarlanmasına karşı dikildikleri görülmemiştir. Tam tersi, karşı çıkanlara “katli vaciptir” diye fermanlar yazmışlardır. Osmanlı dönemine özgü tarikat örgütlenmesini taklit edenlerin irticaya ve her türden gericiliğe karşı mücadelede ciddi olamayacağı bir gerçektir.

    Sorunları kısa yoldan halletmenin yöntemini cuntacılık oynamada görmüşlerdir. Yaşadıkları vitrin daraldıkça, çözümü, daha sık kılıca sarılmada görme alışkanlığını bir türlü bırakamamışlardır. Son dönemlerde bazı demokrat çevrelerin sınrlı da olsa Anadolu’ya açılmalarını, bu bilinen klasikleşmiş kesim hazmedememekte. Hatta demokrasiden bahsedenleri, çağın ihtiyaçlarına göre devletin yeniden yapılandırılması yönündeki çabaları halen alaycı bakışlarla seyretmektedirler. Her zamanki alışkanlıklarıyla “günümüz gelir” bekleyişi içindeler. Ama artık bugünden sonra bekledikleri günün gelmeyeceğini de hesaplıyor olmaları gerekir.

Bugün Kemalist geçinen bu tür çevrelerin ikiyüzlülüklerini kavramak için iflas etmiş bankaların, tabela holdinglerin danışman ve yönetim kurullarının listelerine bakmak yeterlidir. ‘Devletin sahibi benim’ diyen bu anlayış, emperyalist güçlerle işbirliği içinde hırsız, çapulcu, her zaman diktatörlük heveslisi bir kesimin sürekli diri tutulması yönündeki çabalarından halen geri durmuş değildir.

    Tek şefliğin devlet yönetim anlayışı, Demokrat Parti’yi ortaya çıkarmış ve iktidar yapmıştır. Celal Bayar-Adnan Menderes ikilisi, devlet olanaklarını sadece bürokrasi arasında bölüştürmekle yetinmemiş bürokrasi dışında kendilerine yakın gördükleri aile ve bireylerle de bölüştürme sürecini başlatmışlardır. Hırsızlık ve yağmadan pay alanların sayısını çoğaltarak Demokrat Parti’ye sosyal bir taban kazandırmaya yönelmişlerdir. “Her mahallede bir milyoner” yaratma projesi bu anlayışın ürünüdür. Bu aynı zamanda, emperyalist güçlerin çıkarlarına hizmet eden geniş pazar olanakları yaratma projesiydi. Tarım ve sanayi alanlarında halkın çıkarlarını gözeten uygulamalar değil, ABD’nin ekonomik ihtiyaçlarına göre şekillendirilmiş uygulamalar temel alınmaya başlanmıştı. Devlet olanakları bakanlar ve üst bürokratlar etrafında kümelenmiş birkaç aile ve gruplar arasında bölüşülüyordu. Türkiye, ABD’nin ikinci bir Kaliforniya eyaleti yapılmaya hazırlanıyordu.

    Demirel yönetiminin özellikle son on yılını bu her iki dönemden ayıran özelliği, talan ve yağma politikasını devlet yönetiminin merkezine oturtmanın yanısıra bahsedilen bu yalak kesimi uluslararası düzeye yükseltmesidir. Aynı zamanda bu kesimi finans, iç ve dış ticaret alanlarında tam egemen duruma getirmek için sahte savaş ortamını Türkiye’de egemen hale getirmesidir. Yani, sadece devletin elindeki olanakların paylaşımıyla değil, savaş vurgunculuğuyla büyümeyi temel almasıdır. Demirel yönetimi döneminde, otelcilik-turizmin ve yan alanlarıyla yatırımların sınırlandırılması, tarımda makinalaşmanın önüne geçilmesi ve sanayi alanında gelişmenin engellenmesi için olağanüstü çabalar yürütülmesi, ithalatçılığın teşvik edilmesi, tümüyle türeme burjuvaziyi egemen kılma isteminden kaynaklanmaktaydı. Bu nedenle hırsızlara, yankesicilere devlet nişanı verme bir alışkanlık haline getirilmişti. Neredeyse inşaatı bitmeyen tuvaletler bile devlet töreniyle açılır olmuştu. Tüm bu yönlü gayretler, savaş vurgunculuğunu örtülemenin, totaliter devlet anlayışını sürekli kılmanın çabalarıydı.

    Sahte savaş uygulamalarının devamına izin verilmemesi, aynı zamanda, Demirel yönetiminin de sonu oldu. Elbette yürütülmekte olan temizlik hareketinde sadece iç dinamikler değil, dış güçler de belirleyici olmuştur. Emperyalist kesimlerin de Türkiye’de sahte savaş uygulamalarının daha fazla devam etmemesinden yana tavır almalarının nedeni elbette çok farklı nedenlere dayanmaktadır. Kimse Türkiye’nin kara kaşına ve gözüne heves değildir. Alınan bu tavrın altında emperyalizmin döneme özgü çıkarları yatmaktadır. Nasıl ki bir dönem uygulamaya konulan “yeşil hat” projesi emperyalist güçlerin çıkarlarına hizmet etmişse bugün de rüşvetten ve yolsuzluktan arınmış devlet örgütlenmesine sahip Türkiye çıkarlarına gelmektedir. Emperyalist sermaye rahat ve daha geniş tabana yayılabilmesi için “düzen” ve “istikrar” istemektedir. Globalist anlayış kısa zamanda daha fazla kâr peşinde koşmaktadır. Bunun için de ihtimal dahilinde de olsa birtakım engellerle karşılaşma riskini daha başından ortadan kaldırmak istemektedir.

    Bugüne kadar ki uygulamalara baktığımızda memurlar, alt bürokratlar ve bazı iş adamları yakalanmakta, fakat hırsızlığın arkasında duran siyasal güçler korunmaktadır. Tedbirlerin kalıcı hale getirilmesi için ciddi bir idari yapılanmanın içine girilmemektedir. Bu da ister istemez yeni kuşkuların doğmasını getirmektedir. Demirel’in tasfiye edilmesiyle doğan boşluğu ANAP ve benzeri güçlerce doldurulmak istenmesi yönünde algılanmaktadır. Gelişmelere bir de bu açıdan bakıldığında, şu anda yürütülmekte olan operasyonların uluslararası tekellerin ekonomik çıkarlarına cevap verecek “istikrar”ın sağlanması için yapıldığını ve bunu halkın sosyal yaşamının iyileşmesi yönünde kullanılmasının engelleneceğini iddia edenlerin de az olmadığını söylemek gerekir.

    Ülkemizin nerdeyse yüz milyarı aşan pazar olanaklarının emperyalist tekellere kısa yoldan daha kolayca aktarılmasını sağlayacak düzenlemeler değil, halkımızın refah düzeyini çağın yaşam koşullarına uyarlayacak sistemin inşası gereklidir. Hırsızlığın ve vurgunculuğun uluslararası tekellere devredilmesi daha derin bunalımların ortaya çıkmasına hizmet etmekten başka bir işe yaramayacağı ortadadır. 

    Yolsuzluklara ve hırsızlıklara karşı tavır alış uluslararası tekellerin de istek ve talimatları doğrultusunda değil, gerçekten demokratik ve kalkınmış bir Türkiye yaratmayı amaçlayacak doğrultuda bağımsız inisiyatif kullanılarak yapılırsa, doğru ve kalıcı sonuçlara ulaşma sansı daha yüksek olacaktır. Açlık sınırında yaşam sürdürmeye zorlanmış yığınlar bundan tam anlamıyla emin değildir. Türkiye İMF tarafından teslim alınmıştır. Duyunu Umumiye ve Sevr’den de beter “Niyet Mektubu” adı altında anlaşmalar imzalanmıştır. Üstelik bu seferki anlaşma metinleri silah gücüyle dayatılmamış, Devlet-ü Aliye’nin başında olanlar tarafından gönüllü hazırlanmış ve imzalanmıştır. Sonuçları gelecekte hep birlikte göreceğiz. Ama soruna hangi açıdan bakacak olursak olalım, gelinen noktada mevcut yönetim, ‘yerlilerin’ temizlenmesini istese de engelleme olanağına sahip değildir.

    Demirel’in görev süresinin beş yıl daha uzatılmamasına tepkileri iki ana noktada toplamak mümkündür:

    Bunlardan birincisi, Demirel devrinin sona ermesiyle birlikte talan, daha doğrusu savaş ekonomisinden çıkarı olan kesimlerin tepkisi. Bunlar basın ve yayının da önemli bir bölümünü elinde bulundurdukları için ortalığı adeta toz dumana kattılar. Üstü açılacak karanlık dönemin altında kendilerinin çıkacağını bildikleri için uluslararası işbirlikçilerinin desteğiyle olmadık provokasyonlar geliştirdiler. Sosyal varlıklarını tehdit eden gelişmeleri mümkün olan en az zararla atlatmanın çabalarını yürüttüler. Çünkü bunlar, ekonomik güçlerini yüksek enflasyondan, ranttan, devletin yağmalanmasından alıyorlardı, dolayısıyla baskı ve şiddet politikasının üzerinde şekillenmişlerdi. Enflasyonun aşağıya çekilmesi, rant ekonomisinin bitirilişi, bu kesimlere önemli darbeler vuracağı biliniyordu. Bu nedenle zaman zaman askere oynamaktan da çekinmediler. ‘Demirel’siz Türkiye uluslararası alanda biter, içte de bölücüler, yıkıcılar devleti teslim alır’ türünden olmadık felaket senaryoları geliştirdiler. ‘Her tarafı düşmanlarla sarılı Türkiye’ fobisini egemen kılmaya çalıştılar.

    İkinci kategoride yer alanlar ise; Yeni seçilen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Türkiye Avrupa Birliğine ve genelde global ekonomiye teslim olur noktasından hareketle Demirel’in görevinde kalmasını istediler. Aslında bu kesim yolsuzluğa, köşe dönmeciliğe karşı tavır alanlar olmasına rağmen bilinen klasik “istikrar” dan dolayı önlerini göremez duruma gelmişlerdi. Türkiye’de derin devlet olgusunun anlamını ve işlevini yeterince kavramamış olduklarını gösterdiler. Ahmet Sezer’i verdiği birkaç demecinden hareketle geçiş döneminin bir insanı olduğunu görmek istemediler. Ahmet Necdet Sezer’in, demokratikleşmeyi, Avrupa Birliği içinde sağlama eğilimini fazlaca abarttılar. Demirel ve takımının işbaşından uzaklaştırılmasının, güçlü Türkiye’nin yaratılmasında gerçekten önemli bir adım olduğunu bilince çıkartamadılar. Demokratikleşme adına cup diye emperyalizmin kucağına oturmayı kabul eden ve üstelik “sol” olduğunu iddia eden kesimlere yönelemezken, Sezer’in AB yanlısı diye hedef seçilmesi garip kaçıyordu. Sezer AB yanlısı olabilir, ama bu hiçbir zaman yağmanın devamından yana olan kesimlerin çıkarlarıyla çakışacak biçimde hareket etmeyi gerektirmez. Şu anda önemli olan, ülkenin soygunculardan kurtulma çabası içinde bulunmasıdır. Son dönemde moda olan deyimle, ‘Türkiye bağırsaklarını temizliyor’. Barsak temizleme hareketinde iç dinamikler kadar dış güçlerin de etkili olduğunu kimse inkâr edemez. Ama ortada acilen çözümlenmesi gereken bir sorun vardır ve bu soruna ülkemizin daha fazla tahammülü yoktur. Hiçbir koşulda barsak temizleme hareketinin karşısında yer alınamaz. Sonuç olarak bu kesim, Demirel’in içi kof “Büyük Türkiye” sevdasına fazlaca kaptırmıştı kendini. Temizlik hareketi sürdükçe ve tahmin bile edemedikleri sonuçlarla karşılaştıklarında tutumlarından biraz geri adım attıklarını hissettirmeye başladılar.

    Sezer Anayasa Mahkemesi başkanlığı yapmış olmasına rağmen ideolojik ve politik yönleriyle pek tanınan biri değildir. Anayasa Mahkemesi’nin 37 ve 38 kuruluş yıldönümlerinde yaptığı konuşma aşağı yukarı ideolojik ve politik düşüncelerini ele vermektedir. Belli ki ABD’nin ortaya attığı uyduruk globalleşme politikasına ve AB’ne karşı olan biri değil. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin bulunduğu stratejik bölgenin avantajlarını, elindeki olanakları ve gücünü kullanmaya kalkıştığında büyük bir güç olarak varlık göstereceğini kabullenmeye pek yanaşan biri olmadığı anlaşılmakta. Ahmet Necdet Sezer daha çok bir ara dönemin, daha doğrusu Türkiye’yi sözde AB’ye hazırlama sürecinin Cumhur Başkanı da denile bilinir. Ama unutmamalıyız ki, AB ve ABD Türkiye üzerindeki çıkarları her zaman çatışmıştır ve çatışma halinde de kalacaktır. Türkiye ABD’ye girse bile, bu güçlerden biri diğerini Türkiye’den silip atamayacaktır. AB tamamen bitirilmiş ve teslim alınmış bir Türkiye’nin kabul edilmesini neredeyse şart koşmaktadır. ABD ise AB’ye karşı az da olsa ayakları üzerinde kalan ama kendisine sürekli muhtaç olan bir Türkiye’nin AB üyeliğini istemektedir. Çünkü böylece ABD çıkarlarının daha iyi korunacağını düşünmektedir. Son tahlilde her iki taraf da ayakları üzerine basan bir Türkiye’yi karşılarında görmek istemiyor. Bu durum gösteriyor ki, AB ile Türkiye’nin çıkarlarını çakışması oldukça zordur ve bu gidişle de pek çakışacağa benzememektedir. Gerek bazı işveren çevrelerde gerekse de halkta AB’ne karşı tepkinin güçlülüğü göz ardı edilemez. Süreç elleri ve ayakları bağlı, kayıtsız şartsız Avrupa’ya teslim olmak isteyenlerin lehine işlememektedir. Bu nedenle Sezer’in AB’ne girmede fazla bir rol oynayacağını söylemek pek abartılı olur. Aynı biçimde kısa vadede olmasa bile orta vadede Türkiye, ABD’nin de her istediğini yerine getiren bir ülke olmaktan çıkmaya aday bir konumdadır. Son dönem geliştirilen iç ve dış politikalar bunu alt yapısını hazırlamaktadır. Türkiye bugünkü atılımını sürdürürse ABD, AB, Rusya Federasyonu ve Çin arasında dengeli bir politikayla kendini güçlendirecektir. İsrail’e karşı alınan tavır ve Filistin’e açıktan destek verilmeye başlanması, Bağdat’a büyük elçi atanması, Balkan ülkeleriyle olan ilişkilerin düzeyi bunu açık örnekleridir.

    Bu noktada İMF ile olan ilişkilerle uluslararası alanda ABD ve AB’nin onaylamadığı siyasal yönelimler içine girilmesi bir çelişki olarak görüle bilinir. Doğrudur ve bu bir çelişkidir. Genel doğrulardan hareket edecek olursak, ekonomik alanda güçlü olan siyasal alanda da güçlüdür. IMF’nin Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde hareket edecek tüm direnç noktalarını yıkmaya çalıştığı bir gerçektir. Tarımda bitirilmiş bir Türkiye ne sanayisini geliştirebilir, ne de mali, sosyal, genelde ekonomik alanda ciddi bir atılım içine girebilir. Dayatılan özelleştirmeler ülkemizi can damarından vuracak özelleştirmelerdir. Yani hemen her alanda savunma reflekslerimizi yok etmeye çalıştıkları bir gerçektir. Alınan siyasal kararlar, tutarlı ekonomik kararlarla desteklenmezse sonuçta kalıcı olmayacaktır. Neredeyse gelenekselleşmiş çarpıklıklarla devam edilemeyeceği ortadadır. Özellikle son yirmi yıldır izlenen ekonomi politikayla sonuçta böyle bir noktaya gelineceği, yani İMF dayatmalarına teslim olunacağı belliydi. Her yıl onlarca milyar dolar soyulan bir devletin başını vuracağı başka bir duvar yoktur. IMF’nin bugüne kadar hiçbir ülkeyi kurtardığı gözükmemiştir ve Türkiye’yi de kurtaramayacaktır. Hükümetin en büyük hatası, IMF’nin de içinde bulunduğu zafiyeti görerek hareket etmemesi, “koalisyon istikrarı” adına dayatıcı olamamasıdır. TBMM yasama yetkisi dahi IMF’ye verilmiştir. Sadece hükümet değil, aynı zamanda muhalefette bu hakkın devredilmesini onaylamıştır. Tüm bunlara karşın hükümeti siyasal kararlarda biraz olsun cesaretli kılan, Filistin-İsrail çatışması, Irak’ta Saddam iktidarının devam etmesi, Bakü-Ceyhan boru hattı projesi ve en önemlisi de Türkiye ekonomisinin tümden iflası karşısında IMF’nin artık itibarını ve önemini tümden yitirme durumuyla karşı karşıya olmasıdır. Ama tüm bu nedenler geçici, dönemsel nedenlerdir. Bir ülkenin güçlü olması, iç ve dış politikada doğru stratejik hedeflerin saptanmasından, kendi ayakları üzerinde kalacak planlı ekonomik uygulamalardan geçer.

    Böylesine kritik bir dönemde devrimci demokratik örgütlenmelere büyük görevler düşmekte. Çeşitli meslek örgütlenmelerinden sendikalara kadar tüm devrimci demokratik örgütlenmeler İMF dayatmalarını tersyüz edecek asgari müşterekte birleşerek ortak eyleme geçebilmelidir. Hatta esnafları ve tarım kooperatiflerini de içine alacak biçimde cepheyi geliştirme sonuç alma oranını çok daha yüksek kılacaktır. Geçmişte bu dayanışmanın başarılı örnekleri sergilenmişti. İşçi sendikaları merkezi bir rol yüklenirse yine de olumlu sonuçlar alınmaması mümkün değildir. Ama bazı sendikalar adeta İş ve İşçi Bulma Kurumu rolünü benzemeyi her nedense bir görev olarak kabul etmekte. İşsizlere iş bulmanın çabasını yürütmektedir. İşsizliği aşağı çekme iktidarın sorunudur. Kaldı ki İMF dayatmaları başarılı olursa sendikalı işçilerin de büyük bir çoğunluğu işsiz kalmayla karşı karşıya kalacaktır. Zaten bugünden on binlerce işçi işten çıkarılmıştır. Bu politikanın devamı işçi sendikalarını giderek daha güçsüz kılmaya yöneliktir. Sendikalı işçilerin haklarını koruyamayan bir sendikanın işsizlere iş bulma gibi bir garipliğin içine düşemez. Elbette işsizliği aşağı çekmek için sendikalar da bir çaba içinde olmalı ama bunu İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun yükümlülükleri altına girerek değil. Sendikalı işçilerin iş güvenliği ve sosyal güvenceler vb. sorunları bile çözüm beklerken farklı noktalarda, adeta hükümetin uyguladığı İMF patentli politikaya şans tanıma gibi tavırlar içine girilmesi yadırgatıcıdır. Avrupa Birliği ile imzalanan tek taraflı gümrük birliği anlaşması karşısında takınılan vurdumduymaz tavır, AB aday üyeliği ve İMF dayatmaları sürecinde de devam ettirmektedirler. Yine sendikaların çalışanlar açısında olumsuz gidişe karşı destek isteyeceği tek yer, muhalefet diye anılan ve mecliste grubu bulunan partiler değildir. Zaten bunlardan biri, tamamen yüksek enflasyon koşullarının doğurduğu ve emperyalizmin “yeşil hat” projesinin bir ürünü olarak gürbüzleşen İslamcı sermayeye dayanmakta. Hatta İslamcı sermayenin yüzde doksanına varan bir kesimi tamamen kara parayla, yani yasadışı yollardan kazanılmış sermayeyle vücut bulmuştur. Diğeri ise, ülkede demokratik bir rejimin egemen olmasından çıkarı olmayan, devletin soyulmasını neredeyse gelenekselleştiren ve hırsızlığın örgütlü halde devam ettirilmesinde çıkarı olanlardır. Demirel ile yaşadıkları çelişki, geçici ve aynı kamplaşma içinde yer alanların paylaşımda içine düştükleri anlaşmazlıkların ürünüdür. Yoksa temelde herhangi bir farklılıkları yoktur. Enflasyon trendinin biraz aşağıya çekilmeye başlandığı günümüz koşullarında, bu her iki kanat da aslında ‘yer altına’ kaymış durumdadırlar. Yüksek enflasyon, yüksek faiz ve kağıt politikasının, yani yağma düzeninin devamı için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Devlet içinde sahip oldukları bürokratlar ve yine malum tabela holdingler aracılıyla dış güçlerden de destek alarak suni savaş koşullarını egemen kılmanın gayreti içindedirler. Bu kesimler öylesine acımasız davranmaktadır ki, PKK’ ye, Hizbullah’a ve zamanında sol adına ortaya çıkartılmış diğer bazı küçük terör gruplarına tekrar işbaşı yaptırmak için yoğun çabalar içindedirler. Bunların, son dönemlerde Avrupa ülkelerinin bazı istihbarat örgütleriyle yeniden yoğun faaliyetler içinde girdikleri bilinmekte. Bu nedenle “vatanın bütünlüğü ve birliğinden her zamankinden daha fazla dem vurur olmuşlardır. Sonuçta bunlardan İMF dayatmalarına ve emekçi yığınların yaşam koşullarının iyileştirilmesi için yardım bekleme ciddi bir sendikacılıkla bağdaşmaz. IMF’nin tüm çabasının Türkiye’yi yirmi birinci yüzyıl teknolojik gelişmesinin dışında tutuma olduğu artık bir sır değildir.

    Globalleşmeyle birlikte genelde sendikal hareketlerde bir zayıflama olduğu bir gerçektir. Bugün Avrupa ülkelerinde işçiler kazanmış oldukları hakları kaybetme süreci içine girmişleridir. Hatta sosyal yaşamlarında gerileme her geçen gün daha belirgin hale gelmektedir. Avrupa’da sosyal devlet anlayışı neredeyse yok olmaktadır. Sanayileşmiş ve nüfusun yoğun olduğu kentlerde sendikaların karşısına taşeron firmalar çıkarılmaktadır. Genelde böylesi olumsuz gelişmeler, Türkiye’de işçi sendikalarını olumsuz yönde etkilemediğini iddia edemeyiz. Ama Türkiye’nin hemen her yönüyle farklılıklar taşıdığını da göz ardı edemeyiz. Bizde halen örgütlenme özgürlüğü, işçinin iş ve sosyal güvencesi yoktur. Demokrasi, insan hak ve özgürlükleri alanında bir adım bile ileri gidilmemiştir.  Uğruna mücadele edilmesi gereken daha çok haklar vardır. Bugün GSMH’den toplumsal kesimlerin aldığı paylar arasındaki uçurum veya kişi başına düşen milli gelirin oranı dikkate alınırsa, sendikalara düşen görevler de kendiliğinden ortaya çıkar. Ekonomik alanda yaşanılan çarpıklık aynı zamanda hırsızlığın, vurgunculuğun da boyutunu göstermekte. “Verdimse ben verdim” anlayışının aynasıdır.

 

MAYIS 2000

BAKI KARER

    PKK TERÖRÜNÜN GELDİĞİ NOKTA     Epeyce bir süreden bu yana Pkk/Dem’de neler oluyor diye tartışmalar yürütülüyor. Tartışmalarda, son...