2 Şubat 2025 Pazar

 

 

ORTA DOĞU’DA SAVAŞ ATMOSFERİNİN TÜRKİYE’YE YANSIMALARI 

-2-

    Türkiye’deki baş döndürücü gelişmeler kadar, dünyanın bir çok yerinde de  hemen hemen aynı oranda baş döndürücü gelişmeler ortaya çıkıyor. Ekonomik, siyasi, askeri vb. her alanda derin bunalımların yaşanmadığı bölge yok gibi. Uzak Doğu’dan Afrika’ya, Orta Doğu’dan Avrupa kıtasına kadar tüm bölgelerde, ülkelerde harıl harıl savaşa hazırlıklar saklanamaz durumda. Yüzlerce milyar doları bulan silahlanma yarışı gayet doğal karşılanır hale geldi. Kim kime, niçin karşı duruş sergiliyor pek tartışılmıyor. Ortaya çıkan çelişki ve çatışmaları analiz etmeye bile gereksinim duyulmadan savaş tamtamları yükseliyor her alanda. Çok tehlikeli bir sürece doğru ilerlendiği artık tartışma götürmez bir gerçek. Bahsettiğimiz süreç, Amerika Birleşik Devletleri’nde Donald Trump’un başkan seçilmesiyle çok daha ciddi boyutlara ulaşmış durumda. ABD’nin ekonomik, siyasi ve askeri alanda geliştireceği her hareket tarzı, muhakkak ki, dünyanın geri kalan ülkelerinde şu veya bu boyutta etkili olacaktır.   

Batı Dünyasının Birliği Tartışmalı Hale Gelmiştir.

    ABD, genelde, batı dünyası içinde çelişkileri  ciddi  düzeyde kızıştıracağını dillendirmeye başladı. Yani Trump yönetimi, sadece Rusya Federasyonu ve Çin’le değil, Batı’Avrupa ülkeleriyle de boyutu tahmin edilemeyecek zıtlaşmalar veya restleşmeler içine girmekten çekinmeyeceğini açıktan ilan etti. Gümrük duvarlarını yükseltme tehditi bir yana, Kanada’ya şaka yollu ABD’nin eyaleti olma teklifi, hiçte sıradan yapılmış bir teklif olarak görülmemeli. Aslında bir tehdittir. Kanada’nın yıllardan bu yana süren iç çelişkilerine, Fransız-İngiliz ayrışmasının yeri geldiğinde tekrar önplana çıkma olasalığına vurgu yapılıyor. Kanada’nın seçilmesinin asıl nedeni, Avrupa’dır. Çünkü ABD gölgesinde gürbüzleşen Kanada, daha çok Avrupa, AB ile birlikte hareket eder. Kanada’ya karşı alınan tavır, önemli ölçüde Avrupa Birliği’ne  karşı da alınan tavır anlamına geliyor. Nitekim Kanada’yla başlayan tehdıt, hemen akabinde, Grönland adasına da yöneltildi. Trump iktidarı öncelikle Grönland’ı ‘satın alma’ niyetinde olduğunu açıkladı. Gelen tepkiler karşısında daha da sertleşerek ‘işgal etme’ tehditlerine başladı. ABD tehditlerini doğrudan harekete geçiremezse bile, Grönland üzerinde ‘özgür’ hareket edecek kolaylığa ulaşması mümkündür. Danimarka ve EU’nün bu konuda çatışmayı, hele hele savaşı göze alma ihtimali yok denecek kadar azdır. Çünkü korunmasını ve güvenliğini ABD’ye teslim etmiş bir Avrupa vardır. Özellikle Kanada ve Grönland’ın hedef seçilmesinin  en önemli nedenlerinden biri diğeri de; ABD’nin Kuzey Buz Denizi’ne, yani Artik bölgesine daha yakın olma isteğidir. Önümüzdeki birkaç yüzyılı kurtaracak gaz ve yer altı rezervlerinin bölüşüm kavgasında güçlü olmanın çabası içinde. Aynı zamanda kuzeyden Rusya Federasyonu’nu kuşatma isteği de var. Böylece kuzeyde zayıflatılan Moskova’nın Çin’le güç birliği yapma imkânı zayıflatılmış olacak.

    Ayrıca, Avrupa Birliği ülkelerinin çoğunluğu, Pentagon’un gücüne güvenerek Rusya-Ukrayna savaşını kızıştırması, sadece savunmada değil, diğer alanlarda da Amerika Birleşik Devletlerine bağımlı hale gelmelerini sağlamıştır. Trump dönemiyle birlikte  bu bağımlılığın sonuçları alınmaya başlanmıştır.

    Bu yönlü ilişki ve çelişkiler ister istemez NATO içinde de ayrışmaları getirmiştir. Avrupa Birliği’nin olanca savaş çığırtkanlığına rağmen, Nato içinde bile birlikte hareket etme olanağı pek kalmamıştır. Ne Fransa ve Almanya Türkiye için, ne de Macaristan ve İspanya  Almanya için savaşı göze alır. Pentegon mevcut konjektörün bilincindedir. Bu nedenle, Trump yönetimi hem Nato içinde, hem de ekonomik ve mali alanlarda Avrupa Birliğine adeta eyalet muamelesi yaklaşımını göstermektedir.

    Her şeye rağman Avrupa’nın oldukça zayıf bir güç olduğunu, Rusya Federasyonu Karşısında direnme imkânının hiç olmadığını iddia etme, hatalı bir tutumdur. Ama Avrupa’yı edilgen kılan bir çok etmen vardır; örneğin İtalya’da Kuzey-Güney çelişkisi, İspanya’da Katalonya, Fransa’da Korsika, Büyük Britanya’da İskoçya ve İrlanda sorunu vb. Ayrıca Batı-Güney zıtlaşması ve mezhep ayrılıklarını da hesaba katmak gerekir. Tüm bu sorunlara bir de, yükselen ırkçılığın toplumsal yapıda ortaya çıkardığı tahribatlar da eklenmeli. Bu tür sorunlar ve çelişkiler, ister istemez birlikte hareket etmeyi ve bir irade oluşturmayı engellemektedir.

Küreselleşme ve Bölgesel Güçler

    Küreselleşme dünya genelinde önemli değişimlere neden olmuştur. İki kutuplu dünya koşullarından çıkılmış ve bir çok direngi noktalarına sahip dünya düzenine geçilmeye başlanmıştır. ABD, Çin ve Rusya Federasyonu gibi süper güçler ne kadar ’zor’ araçlarına sahip olurlarsa olsunlar, küreselleşmenin yaygınlaşmasıyla birlikte tek başlarına karar verme güçlerini kaybetmiş durumdadırlar.

Artık dünya düzleminde Brezilya, Türkiye, Şili, Hindistan, Meksika ve Pakistan türü bölgesel güçlerin desteği olmaksızın istikrar oluşturma dönemi gerilerde kalmıştır. Bu ülkelere son dönemlerde aldığı ağır darbelerle, gelecekte ne olacağı pek belli olmayan İran’da eklenebilir.

    Bu noktada kısaca Türkiye’ye de değinmek gerekir. Trakya ve Girit’e ABD üslerinin kurulmasıyla birlikte Türkiye’ye Avrupa sınırları yeniden hatırlatıldı. Bu tavır, Türkiye’nin sadece Avrupa sınırları dışına değil, aynı zamanda Nato dışına da itilmiş olduğu anlamını taşır. Ama bu durum, bölgesel düzeyde söz sahibi olmadığı anlamına gelmez. Her şeye rağmen, Türkiye bu ‘dışlanmışlığı’ önemli oranda fırsata çevirmiş durumda. Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Orta Doğu’da, Afrika’da önemli ittifak ve dayanışmalar geliştirmiştir. Ticaret alanında Avrupa dışında yeni partnerler edinmeye başlamıştır.  Tartışılması gereken, mevcut ekonomik ve mali düzeyi ile bu kadar geniş alanda geliştirdiği ilişkileri nereye kadar götürebilir? Bu sorunun yanıtını bugünden verme pek olanaklı değil. Faiz-kur ve sıcak para kıskacında dönen bir ekonominin ne kadar sağlıklı olup olmadığı tartışma götürmez. Alt yapıya ve daha çokta savunmaya yapılan harcamalar bugünkü düzeyi ile devam ettiği sürece, Türkiye’de keskin ekonomik kırılmalar devam edecektir. Bir de buna, her iktidara gelenin kendi burjuvazisini yaratma çabası eklenirse, kırılmaların boyutları ve acımasızlığı kendini gösterir. Ayrıca hukuk, adalet, güçler ayrılığında yaşanan kargaşa, demokrasi ve özgürlükler alanında ortaya çıkan sorunların toplumsal yapımızda açtığı yaralar göz önünde bulundurulursa, durumun vahameti daha iyi kavranır. Unutulmamalı ki, son yüzyılın bir türlü aşılamayan sorunlarıdır bunlar.

Suriye’de iktidarın yıkılışı ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Bölgede oynadığı rol. 

    Suriye’de iktidarın yıkılışının Türkiye’nin bölge genelindeki hedeflerine hizmet ettiği açık; Suriye, Lübnan, Ürdün ve Mısır’a kadar uzanan alanda daha çokta Fransa’yı dıştalamayı temel alan bir strateji izleniyordu. Türkiye, Esad rejiminin yıkılması için yıllardır tüm imkânlarını seferber ettiğini hiçbir zaman saklamadı. Öte yandan, Rusya Federasyonu’nun Akdeniz’de askeri üstler edinmesinden rahatsız olduğunu da gizlemedi. Hele hele İran’ın oluşturduğu şii çemberi içinde kalmayı hiç kabullenmedi. Başlarda ABD ile Suriye üzerinde ittifak yapması da böylesi nedenlere dayanıyordu. Bu çabalara rağmen, Beşar Esad iktidarının yıkılmasında asıl belirleyici rolü İsrail oynamıştır. Gazze üzerinde İsrail’le karşı karşıya gelen Ankara, Suriye üzerinde doğal ittifakçı konumuna gelmiş durumdadır. Bir anlamda Suriye, İsrail ve ABD eliyle Türkiye’nin bohçasına bırakılmış oldu.

    Esad rejiminin yıkılmasından sonra Suriye’de zorlu bir sürecin kapısı da aralanmıştır. Türkiye’nin tek karar verici güç olmadığı ortada. ABD, Avrupa Birliği ve Körfez ülkeleri şu veya bu oranda etkili olmaya çalışacaktır. Şimdiden İktidarın oluşumu ve yönelimleri konusunda hemen herkes söz sahibi olmak istiyor. Buna keskin bıçak üzerinde yürütülen politika da diyebiliriz. Türkiye’nin, Suriye’de istikrarlı bir ortamın egemen hale gelmesinde belirleyici rol oynayıp oynamayacağını bekleyip göreceğiz. Bu alanın Beşir Esad yönetimi dönemindekine benzer şiddetli çatışmalar içine girme ihtimali pek azdır. Çünkü şiddetli ve sürekli hale gelecek çatışmalardan hiç bir tarafın çıkar elde etme imkânı yoktur. Suriye’de iç çatışmaları acımasız ve sürekli kılacak tek zayıf nokta, oluşmaya başlayan iktidarın İslami yapılanmayı temel alarak, Kürtleri, Nasturileri ve diğer dinlere mensup azınlıkları görmemezlikten gelmeye kalkışmasıdır.

    Suriye’de iktidarın biçimlenme sürecinde bir çokları, Pkk/Pyd’nin sorun olacağını, federatif veya Kantonsal bir yapının oluşacağı iddiasında bulunmakta. Hatta ABD ve AB’nin bu konuda sonuna kadar Pyd’ye diretmede bulunacağını ileri sürenler bile var. Bunların hemen hemen tümü hayalden öte bir anlam taşımamaktadır. Böylesi konularda doğru düşünceler ileri sürmek için Pkk/Dem’in  yönetimine ve sahip oldukları niteliklerin yanı sıra girdaplarda yürüttükleri politikanın sonuçlarına bakma yeterlidir. Aynı biçimde Pyd’nin de Suriye’de Arap aşiretlerinin çıkarlarına hizmet eden bir yapılanma olduğu gerçeği görülmeli. Geçmişte Esad rejimine yaptıkları sınır bekçiliğini, HTŞ iktidarı döneminde de sürdüreceklerini şimdiden beyan ettiler. Yani Şam’la ters düşecek herhangi bir çözüm peşinde olmayacaklarının garantisini vermiş durumdalar. Hemen hemen her söylemlerinde ‘Kürt kimliği’peşinde olmadıklarını açıkça söylemekteler. Böylesi koşullarda Pkk/Dem/Pyd hattının halen silahı ön planda tutma istemlerinin başka amaçlar içerdiği artık tartışma götürmez. Aslında Pyd’nin abartılmasının veya hedef gösterilmesinin nedenlerinden birisi de, Roj peşmerge güçlerinin dönüşünü engellemek içindir. Bu anlamda Pkk/Pyd, Roj peşmergelerine karşı tampon olarak kullanılmaktadır. Başından itibaren Esad yönetiminin ‘uç beyliği’ görevini yükümlenmiş Pyd olgusu kabul edilmezse, gerçek tablo ortaya çıkartılamaz. Olaya duygusal ve slogancı perspektiften bakmamak gerekir. Rojava’da olup bitenleri kavramakta zorluk çekilmemesi için, eleştirel düşünme temel alınmalı. Ezberci ve otoriter düşünce halkalarının dışına çıkan yaklaşım tarzı egemen kılınmalıdır.

    Şu günlerde herkes, Yüzer-Gezer Yat’tan ne haber gelecek diye müthiş bir bekleyiş içine girmiş durumdadır. Gelecek açıklamanın hiçbir değeri, dolayısıyla sürece hiçbir etkisi olmayacaktır. Olumlu bir beklenti içinde olanlar varsa, şimdiden onlara mutlu rüyalar... Gelişmelere bakılırsa, Kandil yönetimi İran’da konuşlanarak, ABD ve İsrail tarafından yapılması muhtemel dış müdahale koşullarında Rojhilat’da görev üstlenmenin beklentisi içinde olacak.

    Pkk ve Pyd hangi yöne giderse gitsin, önümüzdeki süreçte, Orta Doğu’da Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni dikkate almayan girişimlerin kalıcı başarılar elde etmesinin zemini kalmamıştır. 16 Ocak 2025’de Pyd’nin Mesut Barzani ile görüşmesinin bir nedeni de budur. Belli ki, değişen koşulların kimlerin lehine işlediğinin farkına varıp, bükemedikleri eli öpme ihtiyacı duydular. Pyd cenahının bu yaklaşımı, gelecekte entrikacı davranmayacakları anlamına gelmez.

    Ne olursa olsun, dünya genelinde olduğu gibi Orta Doğu da çok ciddi değişimlere gebedir.  

2.02.2025

Baki Karer


11 Ocak 2025 Cumartesi

ORTA DOĞU’DA SAVAŞ ATMOSFERİNİN TÜRKİYE’YE YANSIMALARI

 

ORTA DOĞU’DA SAVAŞ ATMOSFERİNİN TÜRKİYE’YE YANSIMALARI
-1-
Önce Büyük Millet Meclisi’nde Dem'lilerin sırtını sıvazlama misali el sıkışmasıyla başladı. Bir çokları gözlerine inanamadı; kimi gözlerini ovuşturmaya başladı, kimi gözlük numaralarının yeterli olmadığı sanısına kapıldı. Oysa Dem sıralarında el öpme yarışına girmenin kargaşalığı yaşanıyordu. Yani hizmetlerinden dolayı ’Yuvaya’ kabul edilişlerinin mutluluğu çehrelerine öylesine yansımıştı ki, sevinçten gözyaşı, salya sümük birbirine karışmıştı. Aradan çok geçmeden 15 Ekim’de Devlet Bahçeli esas sürprizini yaptı; malum bayın hizmet aşkını dillendirerek, "Terörün bittiğini, örgütünün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin" dedi ve noktayı koydu. Ama asıl şaşkınlık, 22 Ekim Milliyetçi Hareket Partisi Meclis Grup Toplantısı’nda yaşandı. Devlet Bahçeli, “Şayet terörist başının tecriti kaldırılırsa, gelsin DEM Parti grup toplantısında konuşsun, terörün bittiğini, örgütün lağvedildiğini ilan etsin.” dedi ve aynı zamanda önümüzdeki süreçte Orta Doğu politikasında izlenecek stratejiyi de belirlemiş oldu. Sadece bu kadar değil; son 50 yılın çok katmanlı örtüsü de böylelikle kaldırılmış oldu. Öcalan ve binbir şürekasının hangi ışık almaz diplerde yetiştirilip kullanıldığının ilanı yapıldı, yani resmen kabullenildi ve bundan böyle tabu olmaktan çıkartıldı. Bu yönüyle çok olumlu bir gelişme olduğunu kabul etmeliyiz. Asıl önemli olan da, bölge genelinde siyasi gelişmelerin ve silahlı çatışmaların aldığı boyutun, bu açıklamalara yol açmış olmasıdır.
Şu anda olup bitenleri kavrayabilmek için Orta Doğu, Avrupa, Çin Denizi ve Arktik bölgelerindeki siyasal ve askeri çatışmaların nedenlerine kısaca değinmekte yarar var. Yani dünya savaşına bile yol açma tehlikesi içeren bir süreç yaşanmakta. Türkiye de mevcut ve muhtemel gelişmelere yönelik bir tavır, duruş veya hazırlık içindedir. Özellikle bölge düzeyinde ortaya çıkabilecek askeri ve siyasi gelişmelerde belirleyici olmanın çabası içinde. Bir çok çelişki ve zıtlıkları içinde barındırsa da, hallaç pamuğu haline gelmiş kucağındaki İmralı misafirini alternatif haline getirme çabalarını, bu çerçevede düşünmek gerekir.
Bölgesel Çatışmaların Nedenleri
Küreselleşme ciddi bir tıkanıklığın içine düşmüş durumda. Uluslararası sermaye genelde kendine bir çıkış ve sürekliliğini devam ettirecek çözümler bulmak istiyor. Sermayenin merkez ülkelerinde her ne kadar demokrasiden, insan haklarından bahsediliyorsa da egemen oldukları pazarlardaki hükümranlıklarından geri adım atmak istemiyorlar. Onlar için demokrasi, insan hakları ve bu yönde oluşmuş kurumların ve sivil oluşumların hareket sahası, önemli ölçüde vahşi kapitalizmin kâr anlayışıyla sınırlandırılmıştır. Kapitalizm, buhranlı noktaya geldiğinde, Protestan geçmişini unutup çok rahat irrasyonelliğe yönelebilmektedir. Dünya savaşlarında yaşanmış yıkım tüm yönleriyle biliniyorken, emperyalizm, hükümranlığı temel alan uygulamalarından geri durmamaktadır. Bugün Orta Doğu’da ve diğer bölgelerde yaşanan çatışmalar ve savaşlar bu anlayışın bir ürünüdür. Yani genelde ve özellikle de Orta Doğu’da parya kapitalizmin yol açtığı buhranın sonuçları yaşanmakta. Enerji ve uluslararası ticaret yollarına sahip olma kavgası verilmekte; son tahlilde yeniden pazar bölüşümü sürecine girmiş durumdayız.
Sosyalist sistemin yıkılışı, Çin’in birtakım farklılıklar içerse de kapitalist sermayenin yoğunlaştığı bir merkez haline gelmesi, ister istemez pazarlarda kayganlığı daha da arttırmıştır. Sanayileşmiş ülkelerin sahip oldukları pazarlarda küreselleşmeyle birlikte yaşanan kayganlık kadar, bu ülkelerdeki çalışanların iş güvencelerinin giderek sınırlandırılması, saldırganlığın yayılmasının bir başka nedenidir. Bazı ülkeler arası ve bölgesel düzeydeki çatışmaların yaygınlık kazanmasını, bir de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Ukrayna-Rusya Federasyonu arasında devam eden çatışmaların pazar bölüşüm kavgası olmadığını kimse iddia edemez. Aynı biçimde şu anda devam eden İsrail-Hamas ve yine İsrail-Hizbullah arasındaki çatışmalar sadece İsrail’in daha fazla toprağa sahip olma isteminden kaynaklanmamakta. Yani, Avrupa’nın desteğiyle ABD öncülüğünde yeni ticaret yollarının açılması ve enerji yollarına tam anlamıyla egemen olma isteminin belirleyici payı var. Orta Doğu’daki bu gelişmelere bir de, Doğu Akdeniz’in yer altı zenginliklerinin bölüşüm çabaları eklenirse, mevcut askeri ve siyasal alandaki çatışmaların hedeflerini de kavramış oluruz.
Başta ABD olmak üzere Batı dünyasının belli başlı ülkelerince İsrail, Orta Doğu’da koçbaşı olarak kullanılmaktadır. İsrail, Gazze’yi önemli oranda ‘sorun’ olmaktan çıkarırken, Lübnan’da da Hizbullah’ı etkisiz hale getirmeye çalışmakta. Aslında İran’ın bölge genelinde dayanakları önemli oranda sınırlandırılmak istenmekte. Özellikle radikal İslami yapılar, Orta Doğu’ya özgü ortaya çıkmış veya çıkartılmış terörist oluşumlar adım adım tasfiye edilmekte. Sonuçta, tüm bu olup bitenler; kapitalist emperyalist sistemin çöküntüye doğru gitmeye başlayan küreselleşme politikasını kurtarmak için dünya pazarlarını yeniden bölüşmeye kalkışma çabasıdır. Bu noktada Amerika Birleşik Devletleri, öncü rol yüklenmiş durumdadır. Birinci Dünya Savaşı sonrası Büyük Britanya’nın oynadığı rolü, günümüz koşullarında Amerika Birleşik Devletleri’nin oynayıp oynayamayacağını önümüzdeki süreç ortaya çıkaracaktır. Orta Doğu’da mevcut sınırların değişip değişmeyeceğinin yanısıra, Artik ve Çin Denizi’nde yaşanan sorunlara yaklaşım tarzı önemlidir.
Milliyetçi Hareket Partisi’nin çağrısı
Herkesin dikkati Ukrayna-Rusya Federasyonu arasındaki çatışmalara odaklandığı bir anda, 7 Ekim 2023’de Gazze’nin hâkimi Hamas, İsrail’e saldırdı. Bu bir nevi savaş ilanının arkasında hangi aklın olduğu ve ne tür amaçlar taşıdığı ayrı bir tartışma konusu. Hamas’ın eylemini fırsat bilen İsrail, karşı taarruza geçerek Hamas’ı büyük oranda etkisiz hale getirdi. Gazze şu anda ağırlıklı olarak İsrail’in işgaline uğramış durumda. Aslında Filistin’nin bölünmüşlüğünü temsil eden Hamas, Filistin ulusunun çıkarlarına ters düşen olumsuz tavrını bir kez daha sergilemiş oldu. Bugünkü olup bitenlere baktığımızda, İsrail’in çıkarlarına hizmet edildiğine şahit olmaktayız. İsrail, devlet sınırlarını Filistin toprakları üzerinde daha da genişletmede sınır tanımamakta artık. En önemlisi de, batı dünyasının bu genişlemenin yanında yer almış olmasıdır. Öte yandan Rusya Federasyonu ve Çin de İsrail’in yeni toprak kazanımına karşı aktif bir yönelim içinde değil. Adeta suskunlar. Belki de, ABD ve Avrupa’nın Orta Doğu’da takılıp kalmasını, çıkarları açısından daha yararlı görüyor olabilirler.
Süper güçlerin bölgesel çıkar ve çelişkilerinden yararlanan İsrail, İran’ın güç kaybetmesini, hatta devlet olarak parçalanmasını istemekte. Bunun için elinden geleni ardına koymuyor. ABD ve Avrupa’yı da bu yönlü girişimlerine pratikte ortak etmenin çabası içinde. Suriye ise önemli ölçüde halledilmiş durumda. Tekrar ayağa kalkmasının uzun yılları alacağı ortada. Suriye üzerinde mezhepleri veya milliyetleri temel alan bölünmelerin ortaya çıkıp çıkmayacağı pek belli değil. ABD ve İsrail’in hareket tarzına bakılırsa, mevcut devlet sınırlarının korunmasından yana bir tavır var. Elbette bu noktada Rojava çok farklı bir zeminde ele alınmalı. Rojava’ya egemen olan yani Pkk/Pyd anlayışı, Kürt toplumunun önemli bir kesimini Esad’ın ve ABD’nin paralı askerleri durumuna getirmiştir. Şu anda Rojava’da sahneleri birbirinden kopuk bir tiyatro sergilenmektedir.
Bazı çevreler, İsrail’in, Gazze’den başlayarak G.Lübnan’ın Litani Nehri’nin doğusunu Golan’la bütünleştirip Rojava sınırlarına dayanacağını iddia etmekte. Bu Bir abartıdır. Bu durum yüz kiloluk bir gövdeye bin kiloluk kanat takmaya benzer. Yani İsrail’in bunu yapacak ne devlet gücü, ne askeri gücü, ne de nüfusu vardır. Bu kadar geniş, aynı zamanda sorunlu arazi parçası üzerinde denetim sağlama imkanı yoktur. ABD’nin aktif desteği olsa bile, İsrail’in böylesine ağır riskleri göze alacak kadar devlet aklından yoksun olduğu düşünülemez. Nitekim, Lübnan topraklarında Hizbullah güçlerine karşı tam bir başarı elde edememektedir. İlerlemede inat etmenin kendisine çok pahalıya mal olacağını görmüş durumda. Şu anda Lübnan’la, aslında Hizbullah'la ‘geçici’ denilse de ateşkes anlaşmasına razı olmuştur. Bu noktada biraz soluklanmak isteyen İsrail’in yeni hedefinin İran olacağı tartışılmakta. İran’a yapılacak bir saldırıya ABD’nin katılma ihtimali, Orta Doğu’ya bambaşka bir çehre kazandıracaktır. Gazze’den başlayan Lübnanı kapsayan ve Suriye’de Baas rejiminin yıkılmasına sebeb olmuş askeri ve siyasi gelişmelerin, Tahran’ı da içine alma olasılığına karşı Türkiye, tayakkuza geçmiş durumdadır. İşte Milliyetçi Hareket Partisi’nin çıkışını bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
MHP’nin çağrısı, uzun vadede Orta Doğu’da muhtemel gelişmelere karşı ‘Kürt kartına' oynamadır. Türkiye için önemli olan Musul-Halep hattıdır ve bu hattı oluşturmanın gayreti içindedir. Musul-Halep hattının dışındaki bölgelerde ABD’nin oynayacağı role karşı ciddi bir tavır yoktur. Türkiye’nin Pençe-Kilit operasyonu, bahsettiğim bu hat ile bağlantılıdır.
Kimileri, İsrail’in İran’ı ve Suriye’yi parçalara böleceğini düşünmekte. Her şeyden önce, İsrail tek başına karar verme gücüne sahip değildir. ABD ise, bu yönde bir hareket tarzı izlememekte; bugün için gücünü, bölge çapında denetim ve baskıyla sınırlama niyetinde. Suriye, Irak, Lübnan ve İran’da mevcut devlet sınırlarıyla oynama yönünde bir tavır sergilememektedir. Gerek bölgesel, gerekse de dünya düzleminde var olan güçler dengesinin, sınırlarla oynamayı ne kadar olanaklı kıldığı ayrı bir tartışma konusu. Ayrıca, uzun süreli savaş ve karmaşa, ticaret ve enerji yollarının güvenliğini tehlikeye atacaktır. Bu durum sanayileşmiş ülkelerin de ekonomilerini sarsacak önemli bir faktördür. Kapitalist-emperyalist sistem her zaman en yüksek kârı nasıl elde edeceğini düşünür. Ama Orta Doğu’da kimse keskin hatlarla belirlenmiş çerçeveler çizemez; her şey her an alt üst olabilir ve beklenmedik gelişmeler ortaya çıkabilir.
ABD’nin Büyük Orta Doğu projesinde başlarda çizdiği hedeflerle günümüz koşullarındaki hedefleri arasında önemli değişiklikler vardır. ABD, İran’ın kolunu kanadını kırdıktan, İsrail’le savaş yapma olanaklarını büyük oranda yok ettikten sonra, güçlerinin büyük bir bölümünü Bölge’den çekecekmiş gibi görülüyor. Ağırlıklı olarak izlenen strateji bu yöndedir. ABD’de iktidarı kazanan Trump’un, dünya pazarlarının yeniden bölüşüm kavgasında belirleyici olan alanlara döneceği iddiası, pek de yabana atılacak iddia değildir. Yani, Arktik ve Çin Deniz’inde güçlerini yoğunlaştırmaya çalışacak.
Tüm çelişki ve askersel çatışmalara karşın Orta Doğu ve Kafkaslar muhtemel bir dünya savaşının belirleyici alanları olmaktan uzaktır.
09.01.2025
Baki Karer

8 Eylül 2024 Pazar

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI TARTIŞMALARI

 

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI TARTIŞMALARI 

    Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimlerine doğru hızla yol alıyor. Seçim tarihi yaklaştıkça, yeni bir dünya savaşı üzerine de tartışmalar yoğunlaşmaya başladı. Dünya savaşı ihtimali üzerine tartışmaların giderek sıklaşmasının nedenlerinden biri, Avrupa genelinde saldırgan milliyetçiliğin, ırkçılığın muazzam bir kitlesel potansiyele ulaşmasıdır. Avrupa Birliği Parlamentosu seçimleri bunun en açık örneğidir. İkinci neden ise, Amerika’da Cumhuriyetçi Parti adına başkanlık seçimlerine girecek olan Donald Trump’un iktidara gelmesi durumunda izleyeceği milliyetçi politikadır.

    Söz konusu ABD olunca, hangi partinin başkanlık adayı iktidar olursa olsun, dış politikada ciddi farklılıkların olmayacağını söyleyebiliriz. Ama Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin arasında başta ekonomik konular olmak üzere, birçok alanda ciddi yaklaşım farklılıkları vardır. Trump, daha fazla ulusal sınırlar içine çekilmeyi ve gümrük duvarlarının daha korumacı olmasını savunuyor. Bu tutum, küreselleşmeyi sınırlama anlamına gelmektedir. Sermayenin çıkış noktalarına geri çekilmesinin, küreselleşmeyi ne oranda kesintiye uğratıp uğratmayacağı elbette tartışmalıdır. Yani sanayileşmiş güçler açısından gümrük duvarlarının yükseltilmesinin, günümüz koşullarında ulusal pazarları ne oranda dinamikleştireceği çok da net değildir. Üretim, istihdam, meta, para, dolaşım vb. konuların ve bunların küresel pazar ilişkileri içindeki yeri ve etkileri yeniden tartışılmaya muhtaçtır. Aslında bu tür konularda izlenecek yol ve yöntemlerde belirsizlik içinde olunduğu içindir ki, bölgesel çatışmalar giderek şiddetlenmekte. Süper güçler ve bu güçlerin etrafında ortaya çıkan kümelenmeler, mevcut belirsizliklere bölgesel çatışmalarla mı, yoksa üçüncü dünya savaşıyla mı çözüm bulmaya çalışacaklar? Veya yuvarlak masa etrafında mı buluşacaklar? İçinde bulunduğumuz sürecin özünü bunlar teşkil etmekte. Şu ana kadar süren bölgesel çatışmaların ortaya çıkardığı tabloya bakarsak, herhangi bir sonuca varılacağını, küresel anlamda yeni bir yapılanmanın ortaya çıkacağını düşünmek pek olası gözükmüyor.

    Günümüz koşullarında dünya dengelerine baktığımızda, üçüncü dünya savaşının bir çözüm olmayacağını söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. Kaldı ki geçmiş yüzyıldan kalan deneyimler yok değil. Yeni bir dünya savaşının tüm insanlık için felaket olacağı kesindir. Hatta yeni bir dünya savaşının salt konvensiyonel silahlar düzeyinde kalacağını kimse garanti edemez. Ama emperyalizmin hükümranlık ve yayılmacı mantığına bakılırsa, zaman zaman yaşadığı bunalımları savaşla çözümlemeye kalkıştığını biliyoruz. İşte Ukrayna-Rusya arasındaki savaş, B.Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin, bir diğer değişle Nato’nun yayılmacı politikasının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Dünya ölçeğinde Rusya ve Çin gerçeği inkâr edilerek izlenecek politika, yıkımların kapısını aralamakla eş değerlidir.

    Nato’nun Ukrayna’yı Rusya Federasyonu’na karşı kışkırtmasıyla birlikte başlayan süreç, 1929-1940’lar arası zaman dilimiyle benzerlik taşımaktadır. Şu anda taşeronlar kullanılarak hem Orta Doğu’da hem de Avrupa’da yaşanan silahlı çatışmalar, dünya çapında ortaya çıkacak bir savaşın ön hazırlıklarını anımsatıyor. Hele hele Çin denizinde giderek belirginleşen saflaşmalar, bahsettiğimiz süreci tanımlamada rol oynayan çok önemli bir olgu olarak karşımızda durmaktadır.

    Ukrayna ile Rusya federasyonu arasındaki savaş, sadece iki ülke arasındaki çatışma veya Nato ile Rusya Federasyonu arasındaki çatışma olarak görülmemeli. Bu aynı zamanda, gelişmiş kapitalist emperyalist ülkeler arasındaki çıkar çelişkilerinin açığa vurumudur. Yani pazarların yeniden bölüşüm mevzilenişidir. Örneğin Almanya’nın birdenbire aşırı silahlanmaya başlaması ve savaş kışkırtıcılığında aktif rol üslenmesi boşuna değildir.

Avrupa Kıtasında Yükselen Tehlike 

    Bugün Fransa, İtalya, Almanya, Hollanda, İsveç başta olmak üzere, tüm kıtada faşist partiler ve örgütlenmeler giderek kitleselleşmekte. Bazı ülkelerde tek başına iktidar olmayı çok az bir farkla kaybetmiş durumdalar. Diğer bazı ülkelerde ise dolaylı veya dolaysız iktidar ortakları konumundadırlar. Bu yönlü siyasal değişimler, insanlık değerleriyle ve demokrasileriyle övünen Avrupa için çok önemli olumsuz gelişmelerdir. Irkçılığı, faşizmi açıktan savunan bu yapılanmaları halen ‘muhafazakarlaşma’ veya ‘kitlelerin sağa kayışı’ olarak nitelendiren çevreler var. Bu tam anlamıyla gerçeği, daha doğrusu, gelen tehlikeyi görmeme ya da kabullenmemedir. Avrupa kıtasında bugünlerde yaşananları, ikinci dünya savaşı öncesi Almanya’sında yaşananlarla kıyaslarsak, gelişmelerin özünü daha iyi kavramış oluruz. İlginç olan, günümüz Avrupa’sında ırkçı, faşist örgütlenmelerin, geçmişin sosyal demokrat ve sol güçlerin savunduklarını dile getirmesidir. Bu yapılanmalar, artık eskinin o ara sokaklarında arada bir boy gösteren ‘dazlakları’ değiller. Bunlar Toplumun hemen her kesitinden destek alan, hatta giderek en güçlü desteği orta sınıflardan almaya başlayan bir konuma yükselmiştir. İşçi sınıfının yoğun olduğu kentlerden, sosyal demokratların ve sol partilerin tabanlarının küçümsenmeyecek bir kesiminden bile destek almaktadır. Peki neden? Avrupa, refah toplumu olma özelliğini hızla kaybetmeye başlamıştır. Sınıflar arası gelir dağılımındaki makas aralığının giderek açılması, tarım, sanayi, sağlık, gıda, hizmet sektörü vb. alanlarda ciddi sorunlarla karşı karşıya kalınması hemen hemen tüm iktidarların sorunu haline gelmiştir.  Her geçen gün ağırlaşan ekonomik krize, bir de dışardan gelen göç eklenince, sosyal alanda geriye gidişin durdurulması hayli zor görünmektedir. İçine düştükleri bu çıkmaz, ırkçı faşist parti ve yapılanmaların ummadıkları oranda kitlesel bir destek bulmalarına yol açmaktadır.  Özellikle Ukrayna-Rusya savaşından bu yana, Sosyalist ve sosyal demokratların küçümsenmeyecek bir kesiminin bile savaş kışkırtıcılığına soyunduğu açık bir gerçek. Amerika Birleşik Devletleri’nin dolar gücünü koruma kuyrukçuluğuna takılmış bir Avrupa, savaş kışkırtıcılığıyla değerlerini ayaklar altına almaya başlamıştır. Oysa ırkçı ve faşist yapılanmalar, halka ‘barış’ ve ‘refah’ vadetmektedir. Bu tutum ve saflaşma kimlerin kitlesel gücünün azalmaya başladığını, kimlerin kitleselleştiğini açıkça ortaya koymaktadır. Avrupa, eğer bu tehlikeyi görmemeyi sürdürmeye devam ederse en büyük zararı yine kendisi görecektir.

    B. Avrupa, Rusya Federasyonu ve Çin gerçeğini kabul etmek zorundadır. Tek kutuplu dünyanın çok kutuplu bir dünyadan çok daha tehlikeli olduğunu yakın geçmişte yaşadık. Çaykovski ve Tolstoy’u inkâr, bireysel, toplumsal ve düşünsel vb. alanlarda yaratılan özgürleşmeye darbe vurma anlamına gelir. Yani rönesansı reddedip Orta Çağ değerlerini tekrar sahiplenmeye dönüşü içerir.

    Geçmişte dünya savaşlarının acı tecrübelerine sahip olan Avrupa, üçüncü dünya savaşı çığırtkanlığının önüne geçmede belirleyici rol oynama yükümlülüğüne sahip olmalıdır.

08.09.2024

Baki Karer

 

 

21 Temmuz 2024 Pazar

NEDEN HATIRLAMALIYIZ?

 NEDEN HATIRLAMALIYIZ?

İnsan hafızası kötü olayları unutmaya meyillidir Bu anlamda Pkk’nin halka yönelik işlediği toplu cinayetlerin hatırlanması için, son dönemlerde çaba içine girilmesi önemlidir. Pkk’nın yıllarca topluma dayattığı terör ve zulmün unutulmaya başlanması toplumsal bir ‘facia’ anlamını taşır. Suç örgütünün kirli yüzünü unutmamak sadece gelecek nesillere aktarmak için değil, geleceğin biçimlendirilmesi için de gereklidir. Geçmişte iyi veya kötü önemli gelişmeleri hatırlama, diri tutma çabaları, aynı zamanda, ulus olma, halk olma bilincinin gelişmesine katkı sağlar. Bu yönlü her girişim, toplumsal hafızanın canlı tutulmasında önemli rol oynar. Bu, aynı zamanda, bilinç altının harekete geçirilmesi demektir. Bilinç altının ve hafızanın kaybedilmeye başlaması, bir anlamda zeka özürlü olmaya doğru yol alma anlamını taşır. İşte Pkk/Dem’in toplumda yapmak istediği de budur. Bunların zaman zaman ‘Kürt/Kürdistan’ söylemleriyle hararetli tartışmalar yürütmelerinin, gürültülü propaganda yapmalarının altında yatan esas neden, Kürt halkının akılla hareket etmesinin önüne geçmek içindir. Bu nedenle geçmişi örtüleme ve toplumsal hafızayı yok etme çabası içine girerler.
Bilinç altı ve hafızası zayıflatılmış veya yok edilmiş bir toplum, hayal kurma gücü elinden alınmış bir toplumdur. Hafıza yoksunu birey, hayal gücünden yoksun bırakılmış, dolayısıyla düşünme yetileri elinden alınmış bireydir. Pkk bu temelde bir müritleşme yaratmış, küçümsenmeyecek oranda da yaygınlaştırmıştır. Bilinç altını kaybetmiş, aklını kullanamayan, hayal kuramayan ve efendisi için kendini inkâr eden köle topluluğu yaratmıştır. Bilinç altını kullanma, hayal kurma ve kurulan hayali gerçekleştirmek için pratiğe geçme cesaret işidir; güçlü olmayı gerektirir, daha da önemlisi bilinç gerektirir. Pkk müritlerinde bu özelliklerin hiçbiri yoktur. O nedenle kabullenici ve saldırgandırlar. Bilinçten yoksun olduklarından sorgulayıcı değillerdir.
Hayal kurmayla ve bilinç altıyla düşünce arasına duvarlar çekme anlamsızdır. Bunlar birbirinden bağımsız değillerdir. Hafızamızı canlı tuttuğumuz oranda geçmişle gelecek arasında bağ kurabiliriz. Bu bağı kurmada başarılı olduğumuz sürece, düşünce üretmede de başarılı olabiliriz. Çünkü her düşünce, bir amaç taşır, bir hedef belirler. Birey veya toplumlar belirledikleri amaç uğruna mücadele yürütürler. Yani belirlenen amaç gerçekleştiği zaman, uğruna mücadele edilen düşünceler de gerçekleşmiş demektir. Halkın çıkarlarını dile getirmeyen amaçtan yoksunluk, güçsüzlüğün ifadesidir. Bu temelde güçsüzlüğünün farkında olanlar, kendini güçlü göstermek için şiddete yönelirler. Düşünce üretimi temelinde amaç belirleyenler donanımlı olanlardır. Dolayısıyla bunlar, silahı ve şiddeti temel almaktan uzak dururlar.
Şimdi sormak gerekir; PKK/Dem, neden silah kullanmaktadır? Ne uğruna terörden medet ummaktadır? Çünkü ne ürettiği bir düşünce ne de halkın çıkarlarına denk düşen bir amaçları vardır. Estirdikleri terör, hiç de sıradan, rastgele hedefler için değildir. Tersine, planlı, Orta Doğu karanlığının belirlediği amaçlara hizmet eden terördür. Bugün Kürdistan Bölgesel Yönetimi topraklarında PKK/Dem’in estirdiği terörü bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Üstelik terörle at başı yürütülen yalan üzerine inşa edilmiş müthiş bir propaganda yapılmaktadır. Malum, ‘Yalan ne kadar büyük olursa inananlar o kadar çok olur’ düşüncesiyle adeta ‘savaş paniği’ atmosferi egemen kılınmak istenmektedir. Böylesi bir hareket tarzı, bizlere, ikinci dünya savaşı öncesi Almanya’sını hatırlatmaktadır. Güçsüzlük ve korku, yalan üretmenin baş aktörleridir. İşte, PKK/Dem’de bunu yapmaktadır.
Kürt aydınları ve politikacılarının özellikle bu günlerde, PKK/Dem’in bu konumuna dikkat çekeceğine inanıyorum. Ve en önemlisi de; bireylerin ve toplumun sosyal davranış biçimlerine etki edecek birçok alanda sosyal kurumlaşmanın adımlarını atmaya başlaması elzemdir.
21.07.2024
Baki Karer

5 Temmuz 2024 Cuma

Pkk’nin BAŞBAĞLAR katliamının yıldönümü.

 Pkk’nin BAŞBAĞLAR katliamının yıldönümü.

Bilgiyi tazelemek, hafıza kaybını engeller.
4 Temmuz 1991 Kahramanmaraş/Pazarcık/Çağlayancirit köyü köyü, 9 kişi öldürüldü.
5 Temmuz 1993 Erzincan/Başbağlar köyü 33 kişi öldürüldü ve köydeki 57 ev ateşe verildi.
7 Temmuz 1992 Çaldıran/ yukarı ve aşağı Yakıntaş köyünde 12 kişi kurşuna dizildi.
10 Temmuz 1992 Bingöl/Solhan'da 5 kişi kurşuna dizildi.
18 Temmuz 1993Van/Bahçesray/Sündüzlü yaylasında silahlı saldırı gerçekleştirdi. Olayda 14’ü çocok 24 kişi öldürüldü.
21 Temmuz 1992 Hani/Kurtlar köyünde 5 kişi kurşuna dizilerek öldürüldü.
22 Temmuz 1991 Marbin/Midyat, sivil araçlara yapılan saldırıda 19 kişi öldürüldü.
23 Temmuz 1992 Karlıova/ Kıraçtepe köyünde 3 kardeş kurşuna dizilerek öldürüldü.
23 Temmuz 1992 Diyadin/Hakçura köyünde 5 kişi kuşuna dizildi,
24 Temmuz 1995 Van’ın/Gürpınar ilçesinde 12 sivil katledildi.
24 Temmuz 1992 Aralık/Çamurlu köyünde bir kişi öldürüldü. Katledilenlerin toplam sayısı 128’dir. Bunlara kim vurduya getirilenler ve taş altı edilenler dahil değildir.
05.07.2024

26 Nisan 2024 Cuma

 

 


PKK TERÖRÜNÜN GELDİĞİ NOKTA

    Epeyce bir süreden bu yana Pkk/Dem’de neler oluyor diye tartışmalar yürütülüyor. Tartışmalarda, son kırk yıldır sürdürülen şiddetinin toplumsal yapıda yol açtığı sosyolojik değişiklik pek dikkate alınmamakta. Halbuki Pkk terörü, sadece Kürt toplumunda değil, Türk toplumunda da muazzam değişime yol açmıştır. Pkk ile yürütülen ‘düşük yoğunluklu çatışma’ Kürtlerde aidiyet bilincini olabildiğince tahrip ederken, Türk toplumunda milliyetçiliği körüklemekle kalmamış, tekelci burjuvazinin baskı ve sömürüsünün güçlenmesine katkı sağlamıştır. Otokratik devlet anlayışında sürekliliğin sağlanması için terör, önemli bir araç olarak kullanılmıştır. Bu duruma denk düşecek biçimde toplumun önemli bir kesiminde, içinde bulunduğu sosyal yaşantıyı geçmişle kıyaslama anlayışı ön plana çıkmıştır. Bu düşünce tarzı, ister istemez şükürçülüğü, baş eğmeyi neredeyse egemen hale getirmiş ve sorgulamayı minimalize etmiştir. Yani her iki kesimde de toplumsal yapının direngi noktaları önemli oranda kırılmıştır. ‘Bezginlik’, ’yorgunluk’ toplumsal psikolojinin temeli haline getirilmiştir. Bu gün tekkelerin, zaviyelerin, tarikatların toplumsal yapıda ciddi boyutlarda yer edinmesinde, Pkk terörünün oynadığı önemli rol inkâr edilemez. Bu noktada, kendini ‘sol’ diye tanımlayan bazı marjinalleşmiş kesimlerin, Pkk/Dem’i desteklemekle kimlere hizmet ettikleri de kendiliğinden açığa çıkar. Ayrıca, SSCB’nin yıkılmasından sonra uluslararası alanda ortaya çıkan değişimlerle birlikte giderek yaygınlaşan küreselleşmenin hem dünya genelinde hem de doğal olarak Türkiye özelinde yol açtığı önemli değişimler böylesi bir sosyal yapının güçlenmesinin tuzu biberi olmuştur. Öte yandan 1980’de cuntanın iktidara el koyması ve PKK’yi Şam'da bile istediği doğrultuda hareket ettirmesi, Yeşil Kuşak projesinden bağımsız düşünülemez.  

    Aslında bu faşizan terör örgütünün niteliğini açığa çıkarma anlamında, sebep olduğu yıkıcılığın boyutlarına tekrar tekrar değinmekte yarar var. Kimileri ‘gerek yok’ dese de, milyonca kez de olsa gözler önüne sermenin gerekli olduğuna inanıyorum. Çünkü gelecek, geçmişin doğru irdelenmesi üzerine şekillenir. Son 40 yıldan bu yana, Üç bine yakın köy boşaltılmış, üç milyonu aşkın kitle Batı’nın metrepollerine göç ettirilmiştir. Daha yakın dönemde, ‘şehir savaşı’ uydurukluğu adına 70 bin hanenin yıkılmasına neden olunmuştur. Terörün yol açtığı ölümlerin; iç infazların, köy ve mezra baskınlarıyla çocuk, kadın ve yaşlı demeden topluca katledilen  insanların sayısı yüzbinin üzerindeki rakamlarla ifade ediliyor. Kırk yıldan bu yana PKK’nin ortaya çıkardığı gerçek tablo bu kadar vahimdir. Bu anlamda; PKK’nin Kürt halkını hedef alan terör eylemlerinin toplumsal yapıda yol açtığı tahribat belirleyici konumdadır.
    Bazıları ‘çözüm nedir’ diye soruyor. Çözüm; geçmişin eleştirisinde, doğru kavranılmasında yatar. Hatta, ‘PKK eskisi kadar iç infaz yapmıyor, sokakta sivilleri fazla öldürmüyor’ diyebilecek kadar cahil cesareti gösterenler bile var. Asıl üzücü yan; bu cahillerden bazılarının bu gün siyasi alanda rol oynama olanağını elde etmiş olmasıdır. Sonuç olarak; para, koltuk, popüler olma uğruna çocuk katilliğini olağan gören ya da hiçe sayan sürüleşmiş bir yapı ortaya çıkarıldı.

YENİ BİR AŞAMAYA GEÇİŞİN SANCILARI YAŞANIYOR

    Gelinen noktada ne iç, ne de uluslar arası koşullar, eski usullerle gidilmesine olanak tanımıyor. Kaldı ki, 40 yıldır temel alınan şiddetle hemen her kesimde yaygınlaştırılmaya çalışılan korku ve yıldırma politikasıyla, toplumsal yapıda yeni bir evreye geçilmiştir. Toplumun ekonomik, sosyal, kültürel vb. yapısında çok ciddi değişimler yaratılmıştır.  Uzun süreli terör, Kürt halkının dokusunda küçümsenmeyecek oranda yıkıcı etkilerde bulunmuştur.
    İçinde bulunduğumuz dönemde, terör ve şiddet sarmalının yol açtığı değişimleri, örgütlü tarzda yeni bir mecraya taşımaya sıra gelmiştir. Pkk’nin parti ismiyle bu kadar sıkça oynamasının, son dönemde kararsızca ortalıkta dolaşmalarının, birbirlerine karşı aşırı güvensizlik içinde olmalarının nedeni de budur. Bu geçiş sürecinde ortaya çıkabilecek boşlukta, erklere bağlı bazı güçlerin rol oynamasına  ortam yaratmamanın çabası verilmektedir. Yani hemen her koşulda yüzer-gezer yatın temsil ettiği karanlık güç odaklarına sadık kalınmakta. Bu noktada, İstanbul belediye başkanlığına adaylık konusunda yaşanan çelişkili durum, yeni döneme özgü stratejinin uygulanmasında karşılaşılan zorluklardandır. Hayata geçirilmek istenen strateji, pek öyle sesiz sedasız uygulamaya konulamamakta; derinlerde ve legal planda bazı çatışma ve çelişkileri beraberinde getirmektedir. Daha doğrusu, karanlık odakların çıkar farklılıkları şu veya bu düzeyde kendini açığa vurmaktadır. Bahsettiğimiz çıkar çelişkilerinden kaynaklanan farklılıklar, Pkk/Dem içinde herhangi bir ayrışmaya neden olmaz, olamaz. Yeri ve zamanı geldiğinde ayrışmayı sağlayacak tek güç, efendilerdir. ‘Gövde Kürt, tepe Türk’ söylemi sadece bir avuntudur. Tepeden ayağa kadar oluşturulmuş bir pazar söz konusudur; bundan böyle bu pazarın alıcıları ve satıcıları oluşmuş durumdadır

PKK/DEM NE YAPMAK İSTİYOR?

    ‘Pkk/Dem ne yapmak istiyor’ veya kimler ne yaptırmak istiyor?’ sorusunu da sorabiliriz. Ama bizi ilgilendiren bu ayrıntıdan ziyade, bahsettiğimiz yapılanmaların gördükleri işlevdir. Yani yerine getirmek için yüklendikleri görevlerdir. Tartışılması ve aynı zamanda tavır alınması gerekli olan da bu görevlerdir.
    Bilindiği gibi, estirilen terör sayesinde 40 yıldan bu yana yeterince göç sağlandı. Batı metropollerine göç eden Kürt nüfusunun ikinci, hatta üçüncü nesli yetişmiş durumdadır. Yeni nesiller dedelerinin, annelerinin ve babalarının acı anılarını dinlemek bile istememekte. Çoğu zaman da anlatılanları, geçmişin ‘basit anıları’ olarak kabul etmekteler. Toplumsal yapıda önemli bir kesimin bu noktaya gelmesinde, tarihin süzgecinden geçerek oluşmuş kurumların şiddet temelinde dağıtılması önemli bir etkendir. Aşiret, şeyh, seyit vb. yapıların her biri bir kurumdur. Bu kurumların şiddet temelinde yok edilmesi ile modernleşme temelinde ulusal bütünlüğün sağlanması arasındaki farklılık görülmeli. Örneğin aşiret bir kanbağını, yani soy ağacının temelini oluşturur. Aynı zamanda kimlik kazanmada ‘öteki’ olmayı içerir.  Bunların şiddet yöntemiyle değil, ulus olma sürecinde giderek merkezileşmeyle aşılması gerekir. Aşiret ilişkileri ve ‘öteki’ olma durumu antropolojik temelde doğru değerlendirilmelidir.

    Metrepollere taşınmak zorunda kalanların durumlarını son 40-45 yılda yaşanan bu altüst oluşların ışığında değerlendirmek gerekir. Elbette göç edenlerin arasında şehir merkezlerinin sosyal ve kültürel yapısıyla bütünleşenler de var. Ama bu bütünleşmede, ağırlıklı olarak hangi kimliğin rol oynadığı ayrı bir tartışma konusudur. Yine de göçmen mahallelerinde sıkışıp kalanlar çoğunluktadır. Mahalle kültürüyle yoğrulmuş ve kimlik edinememenin davranış biçimlerini sergileyen bu kesim, bahsedilen gövdenin müdavimleridir. Pkk bu kesimi ‘Kentleşmiş Kürt’ olarak tanımlamakta. Serpiştirilmiş bu toplulukların yeterince asimile olduğu, Türk kültürü ve diliyle kaynaştığı kabul edilmekte. Bunların Pkk aracılığıyla, yani Dem türü yapılanmalarla kontrol edilmesinin gerekli olmadığı tartışılmaktadır. İstanbul’da, Ankara’da kendini ‘sol’ olarak tanımlayan, marjinalleşmiş ve şu anda Pkk/Dem’le hareket eden grupların yanı sıra, CHP ve CHP çizgisinde hareket eden kesimlerce kontrol edilmesi gerektiği düşüncesi ağırlıktadır. Tartışmaların hareket noktası; yüzer-gezer yatın ‘Mustafa Kemal’in güncellenmesi lazım’ şiarıdır
    Tartışmalarda kullanılan dil ve üslupten hareketle, Diyarbakır, Antep, Maraş, Urfa. Van, Mardin v.b şehirlerde Pkk/Dem’e destek veren kitle için, hemen hemen aynı projeler geliştirilmektedir Bu yörelerdeki destekçi kitleler, ‘Köylü Kürt’olarak tanımlanmakta. ‘Köylü Kürt’ olarak tasnif edilmelerine gösterilen neden ise, sosyal ve kültürel açıdan Batı metropollerinde yaşayanlar kadar gelişmemiş olmalarıdır. ‘Köylü Kürtler’in bir süre daha Dem ve bileşenlerince götürülmesi gerektiği düşüncesi şu anda ağır basmaktadır. Yani ‘kentli Kürt’e evrilmeyi sağlayacak aracı veya transfer güç, Pkk/Dem’dir. Sonuç itibariyle, her iki tarafı aynı amaca hizmet ettirme esas alınmaktadır Dem’de görevlendirilmiş olanların kimlere hizmet ettikleri biliniyorsa da, ‘ontolojik devletle görüşüyorum’ diyenin temsil ettiği odak, her konuda belirleyici konumdadır.
26.04.2024
Baki Karer

 

 

 

 

ANLAMAK ZOR

  ANLAMAK ZOR Birkaç hafta önce, yüzer-gezer yatın adamı, eline sıkıştırılmış bir makale yayınladı. Makalede yıllar önceden değindiği ko...