26 Şubat 2008 Salı

TÜRBAN SORUNU

06-02-2008

TÜRBAN SORUNU


Başbakan Tayip Erdoğan’ın İspanya gezisi sırasında türban üzerine verdiği bir demeçle Türkiye’de gündem hiç beklenmedik bir biçimde değişiverdi. Son günlerde artık türbanla yatıp kalmaya başladık. Tüm sorunlar unutuldu. Türban, çözüm bekleyen tek sorunumuz haline geldi.
Elbette türban, kara çarşaf ve benzeri sorunları önemsemiyor değilim. Türbanın kara çarşaftan ya da çadırdan hiç bir farkı yoktur. Türbanı İslamla bütünleştirenler tüm toplumu sapıklıklarına alet etmek istiyenlerdir. Ama sorunu uzun vadeli, köktenci çözümlere kavşuturacak tedbirler almaya yönelmeyi yadsıyıp, bir avuç elitin çıkarları doğrultusunda çarpıtmasına karşıyım.
Türkiye’de tüm ekonomik ve siyasal gelişmeler bir anda türbana takılıp kaldı. Erkek egemen toplum özelikllerimizi tüm çirkinliğiyle bir kez daha dünyaya gösterme fırsatı bulduk. Kadınlar adına erkeklerin ne kadar karar verici bir ülke ve toplum olduğumuzu göğsümüzü kabarta kabarta göstermiş olduk.
AKP ve aynı güzergȃhta seyredenlerin türbana takılıp kalmasını anlıyoruz, ama sosyaldemokrat, laik geçinen bir takım çevrelerin de bu noktaya takılmasını anlamak mümkün değil. Kendini laikliği ve Cumhuriyeti savunma memuru olarak gören bazı sosyal demokrat ya da Kemalist geçinen çevreler dürüst davranıyorlar mı? Ben bunların dürüst olduklarını, gerçekten laikliği ve Cumhuriyeti düşündüklerine inanmıyorum. İnanmıyorum çünkü eylem ve davranış biçimleriyle yitirmek üzere oldukları elit olma avantajlarını yeniden elde etme çabası içinde olduklarını artık saklayamaz hale gelmişlerdir. Bunlar, aristokrat döneme özgü dar havuzun, genişliyen kapitalist pazar ilişkileri döneminde de muhafaza edilmesinden yana çaba göstermektedirler. Genişleyen havuzdan her an dıştalannacakları korkusunu yaşamaktalar. Burjuvalaşmayı içinde bulundukları elit kesimle sınırlı tutulması yönünde kavga yürütmekteler. Bence, asıl sorun, bu noktada yatmaktadır.Türban ya da mahalle baskısından falan korktukları yok aslında. Bu nedenle de sorunun özüyle ilgilenme yerine ne yapıp yapıp sarsılan çıkarlarını korumanın peşindeler.
Bilindiği üzere türban tartışmalarının tam ortasında, Davutpaşa’da hiç bir sosyal güvencesi olmadan askeri ücretin de altında bir ücretle çalışan, evine akşam olduğunda bir ekmek götürmenin kavgasını veren 22 insan, 22 Anadolu insanı yangında yok oldu gitti. Yaşanan olay çok korkunçtu. Hükümet doğası gereği olayın üstüne perde çekilmesinden yanaydı. Peki, bahsettiğim sosyal demokratlara ne oluyordu da olayın üstünün kapanmasından yana tavır takındı. Neden hükümetle ittifak içinde hareket etti?
İşte bu, laikliğin, Cumhuriyetin varlığını ve devamını düşünce ve ideolojiden yoksun bırakarak büste indirgeyen anlayışın ta kendisi. Düşüncenin ne kadarını ne zaman ve hatta hangi mekanda verileceğine karar verme yetkisini kendinde görenlerin klasik davranışlarıdır. İnsana, halka odaklı olmadıklarını bir kez daha göstermiş oldular. Bu hareket biçimleriyle, çağdaş olma adına çağdışılığı sergilemeden başka bir şey değildir.
Eğer gerçekten içinde bulunduğumuz çağda laiklik ve Cumhuriyet ayakta tutulmak isteniyorsa, türban ya da karaçarşafa bürünmüş çağdışı toplumsal yaşantı kabul edilmek istenmiyorsa, insan yaşantısına odaklanmaktan başka çıkış yolu yoktur. İnsan yaşantısına odaklanma demokrasiye odaklanmadır. Ama sözüm ona protestocular ya da 222’likler insana üstten bakan, daha doğrusu halkı ‘aşağı tabaka’ olarak görme ilkelliğinden bir türlü kurtulamıyorlar. Korkuyu ve şiddeti egemen hale getirerek, Anadolu halkını yönlendirmeye devam edeceklerni sanıyorlar.
Oysa Türkiye koşullarında türbana, kara çarşafa bürünmenin önüne geçecek en tutarlı davranış, Davutpaşa ve benzeri olayların bir daha olmaması için alınacak önlemlerden geçer.Yani sorunun temeli, sosyal devlet olgusunun kağıt üzerinde değil pratik yaşamda hayata geçirme kavgasındadır.
Türkiye’de sendikalaşma hakkı halen kısıtlıyken; çoğu işyerlerinde sendikalı olma suç sayılırken, genel grev hakkı yokken, sosyal demokratların suskun kalmasının, bu hakları elde etmek için aktif kavga yürütmemesinin anlaşılır hiç bir yanı yoktur.
Yine, bugünkü protestoları düzenliyenler, YÖK’ün devamından yana tavır takınacaklarına, bu anti demokratik kurumun kaldırılmasından ve üniversitelerin özerkleştirilmesinden yana tavır koymalılar. Gerçek öğretim, düşünce ve bilim ancak özerk üniversitelerde olur.
Eğer geleceğe emin adımlarla ilerlemek isteniyorsa, başta gelen sorunlarımızdan biri de, anayasa sorunudur. Oluşturulacak demokratik bir anayasa çağdışı karanlığa yönelmenin önünün alınmasında en temel rolü oynayacaktır. Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen Türkiye, cuntanın yaptığı anayasa ile yönetilmektedir. Bugünkü iktidarın niteliği bahana edilerek sivil bir anayasa yapmanın karşısında yer alma, sosyal demokrat anlayışla bağdaşmaz. Eğer milyonların gücü bu yönde seferber edilirse, demokratik bir anayasa yapma bu iktidar döneminde de olanaklıdır. Ama görüyoruz ki, laiklik ve cumhuriyet denildi mi mangalda kül bırakmayanlar, demokratik anayasa yapmanın sözünü bile etmemektedir. Çünkü çıkarlarıyla çelişmektedir; tüm kurum ve kuruluşlarıyla hukukun egemen olduğu demokratik bir devletin işlerlik kazanması koşullarında, bugünkü yapılanmalarıyla varlık sürdüremeyeceklerini bilmektedirler. Ama kanun devleti işlerine gelmekte; o zaman istedikleri koşullarda, istedikleri kanunları istediklerine, istedikleri biçimde uygularlar ve böylece de hükümranlıklarından bir şey kaybetmiş olmazlar. Laiklik elden gidiyor diye çığırtkanlık yapma yerine, toplumun hemen tüm kesimlerini ilgilendiren temel sorunlarda çözümü dayatmak gerekir.
Banka sermayesinin yüzde ellisinden fazlası yabancıların eline geçmiş olması, GAP’ın ve turistik alanların yabancılar tarafından tarafından talan edilmesi, protestocuların her nedense hiç ilgi alanına girmiyor. Yine bir dönem gıda alanında kendi kendine yeterli on ülke arasında sayılan Türkiye, bugün gıda ve tahıl üretiminde dışa bağımlı hale gelmiştir. AB’nin çıkarları doğrultusunda alınan kararlarla adeta gıda ve tahıl üretimi yasaklanmıştır. Kırsal kesimde giderek kaybolan küçük üretiçiliğin yerini büyük, modern çifliklerin aldığını kimse iddia edemez. İşlenebilecek çoğu tarım arazilerinin boş yatırıldığı bilinmekte. Hem tarımda makinalaşmanın hem de tarım ürünlerini işlemeye yönelik sanayileşmenin önü tıkanmaktadır.
Evet, nereden bakarsak bakalım, Türkiye’nin aydınlığa kavuşmasının önünde daha bir çok temel engeller vardır. Bu engellere karşı aktif mücadele yürütülmediği, yani halkın sorunlarına uzun vadeli kalıcı çözümler bulmanın gayreti içinde olunmadığı sürece, çağdışı uygulamalarla her zaman karşı karşıya kalınacaktır. Önemli olan bu sorunların üstüne cesaretle gidebilmedir. Geçiçi, günlük, üstelik başkalarının dayattığı sorunların peşinde sürüklenerek, Cumhuriyet ve laiklik korunamaz. İşte bu anlamda, elli yıl öncesine göndermeler yapılarak, aba altından sopa göstermeyle bir yerlere varılamaz. Bir avuç tuzu kuru azınlığın, gerçekten aydınlık Türkiye yaratma gayreti içinde olan halkın gücünü lümpence farklı amaçlara yönelendirmesine ve enerjisinin boş yere harcanmasına karşı durmalıyız.

Baki Karer

8 Şubat 2008 Cuma

BAKI KARER/Tutuklamalar Üzerine

BAKI KARER 

 HADEP VE TUTUKLAMALAR ÜZERİNE 

 Son dönemde Avrupa Birliği üyesi ve üyesi olmayan ülkelerin dışişleri bakanları Türkiye’yi arka arkaya ziyaret etmeye başladı. İsveç, Lüksemburk, İsviçre dışişleri bakanları ülkemize geldiklerinde ilk iş olarak insan haklarıyla ilgili dernek yöneticilerini ziyaret ettiler. Bu arada HADEP’li yöneticilerle ve belediye başkanlarıyla da görüştüler. Bunlardan Diyarbakır Belediye Başkanı en dikkat çekici isimler arsındaydı. Gelen bakanlardan kimi HADEP yönticilerine ve bahsettiğim belediye başkanına kebab ısmarladılar. Bu bakanların ziyareti dışarıdan bakıldığında gayet olağan gibi görünüyordu. Anlı-şanlı oldukları için, bu ziyaretlerin arka planını değerlendirme çoğu insanımızın aklından bile geçmiyordu. Ama açık söylemek gerekiyorsa, kuşkuyla karşılayanlar da çoktu. Temkinli olmayı elden bırakmamıştı. Çünkü geleneklerimizin, göreneklerimizin çok farklı olduğu biliniyordu. Avrupa’nın bırakın karşılıksız bir tabak kabab yedirmesini, çöpe atılacak bir elmayı bile yedirmediği bilinmekteydi. Sonuçta olanlar oldu; Diyarbakır, Siirt, Bingöl belediye başkanları tutuklandı ve görevden elçektirildi. Ağrı belediye başkanının da görevine son verildi. GAP bölgesine yatırım dahil, enerji ve haberleşme ihalelerinin peşinde koşanların belediye başkanlarının tutuklanmalarıyla ilgilenecek zamanları yoktu. Elbette onları ilgilendiren bir gelişme değildi. Onlar için önemli olan, pastadan aldıkları pay ve halklarının refahı, yaşam düzeyinin korunmasıdır. İnsan hakları demokrasi sorunları onlar için pastaya ulaşmanın sadece bir aracıdır. Batı Avrupa için bu her zaman böyle olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Dünya çıkar dengeleri üzerine kuruludur. Bunun böyle olduğunu bir türlü anlamak istemeyen, işbirlikçi karakterinden dolayı HADEP ve yöneticileridir. MUHALEFET GELENEĞİ Demokrasi ve özgürlükler için çaba sarfedenler, her şeyden önce, hareket ettiği zemini öğrenmek zorundadır. Gerçekçekten hareket edilen zeminin ve çıkar üzerine sağlanmış dengelerin bilincinde midir? Bence buradan başlamakta yarar var. Demokrasinin gelişmediği, daha doğrusu demokrasi kültürünün bulunmadığı koşullarda muhalefet etme hiçte kolay değildir. Hele Türkiye’de sol adına muhalefet geliştirme bir kat daha zordur. Bırakalım sol’u, bizde burjuva partileri, muhalefet etmeyi, iktidarın her yaptığına ayrım gözetmeksizin karşı çıkmayla özdeş anlamaktadır. Karşı çıkışı yaparken, niçin karşı çıktığına izah getirme zahmetine dahi katlanmaz. Karşı çıkışın getireci siyasi ve sosyal sonuçları, bunların topluma olumlu veya olumsuz yansımalarını düşünmeyi aklının ucundan bile geçirmez. Ne pahasına olursa olsun, karşı çıkış, muhalelefetin tek ilkesi olarak görülür. Muhalefet etmede böylesi bir zemin temel alındığı için kaba, ilkel davranışlar sergilenir. İktidar her zaman halk düşmanıdır, muhalafet de halkın dostudur! Temsil ettiği kesimin çıkarlarını dile getirmenin politik inceliklerinden, manevra gücünden yoksunluğun tüm biçimleri ortaya koyulur. Hemen her koşulda hem halk adına hareket ettiklerini iddia ederler hem de halkın gücünden korktuklarını saklayamazlar. Aslında halkın gücünden ve değişimden korkan bir muhalefet geleneği vardır. Aynı kör süreç muhalefetin iktidara, iktidarın da muhalefete taşındığıında stekrarlanır gider. Bu senaryo, ülkemizde 76 yıldır, cumhuriyet, vatanseverlik vb. çok keskin sloganlarla süslenerek oynana gelmiştir. Hemen her dönemde demokrattan, demokrasi yanlılarından geçilmemiştir ama bir türlü çağın demokratik normlarına ulaşamadığımz da ortadadır. Burjuva partilerinin ister iktidar olanı, ister muhalefet olanı cumhuriyet der cumhuriyet işitir. Bu kelimenin arkasına sığınmanın en kolay ve ucuz olduğu bir ülke varsa, o da Türkiyedir. Oysa cumhuriyet hiçte o kadar ahım şahım dillendirilecek bir şey değildir. Oysa İran, Irak, Suriye, Mısır vb.ülkeler de birer cumhuriyettir. Rejimi monarşi olupta Türkiye’den çok daha demokratik olan ülkelerin olduğunu biliyoruz. Hollanda’yı, Danimarka’yı, İsveç’i hiç kimse demokratik ülke olmadıkları için suçlayamaz? Demek ki, bir rejimin karekterini belirleyen o rejimin demokratik olup olmamasıdır. Evet, Türkiye’de bir Cumhuriyet rejimi var ama, bu istenilen düzeyde demokratikleşememiş bir rejimdir. Demokratik hukuk kurallarının işlemediği bir rejimdir. Güçler ayrılığına adeta meydan okunmaktadır. Bugün beş kişilik liderler grubu yasama görevi yapmaktadır. Seçimler ve parlemento halkın iradesini değil, bu beş kişinin iradesini temsil etmektedir. Demokrasi ve hukuk kuralları savunuculuğu adına ortaya çıkıpta, hukuk ve adaleti ayaklar altına alan kurumlarla doludur ülkemiz. Kurum olarak Anayasa Mahkemesi de bu tutuma gösterilecek örneklerden bir tanesidir. İlericiliği, demokratlığı çağdaşlığı hiç kimseye bırakmazlar!... Cuntalar karşısında elpence divan duranların başında gelir. Rejimin hukuk kurumu olduklarını iddia ederler ama öbür yandan da ulema toplumu, cemaat toplumu oluşturmak isteyenler karşısında suspus kalmada da pek becerikli olduklarını çok iyi ispatlamışlardır. Ülkemizde egemen güçlerin ve bunların temsilcilerinin cumhuriyet kalkanını sürekli siper edinmeleri pek boşuna olmadığı bilinmekte. Demokrasiyle bütünleşmemiş bir cumhuriyet bayraktarlığı yapma kadar kolay bir şey yoktur. Böylesi koşullarda, böylesi anlayışla iktidar partisi olma da, muhalefet olma da kolaydır. Özellikle burjuva partilerinin 12 Mart ve 12 Eylül’de görüldüğü gibi birilerinin çıkıp “hişt” dediği anda birden bire ortadan silinmelerinin bir sırrı da işte burada yatmaktadır. Kendi içinde demokratik olmayan, halka dayanmayan bir kurumun demokrasi için kavga verdiği görülmemiştir. Ama demokrasiyle uzaktan yakından ilişkisi bulunmayanların demokrasi havarisi kesildiği bir ülkeye örnek verilecek olunursa, o da yine Türkiye’dir. HADEP bu taplonun neresinde hangi rengi temsil etmekte? Hareket tarzına baktığımızda bir yerlere tutunma gayreti içinde olduğunu görüyoruz. Fazilet Partisi’nden daha şaşkın bir halde. Avrupa’ya mı, yoksa ABD’ye mi tutunma gayreti içinde? Bu iki güç arasında sallanıp durmakta. Adeta bir mandacı arama peşinde. Ama görüldüğü kadarıyla Avrupa ile hareket etme, onların desteğiyle varlığını südürmeye çalıştığı da bir gerçek. Bugün için en azında böyle. Eğer ileride büyük patron yeşil ışık yakarsa rotayı her an değiştirebilir. Böylesi politika yürütenlerin geçmişte SHP’in yokedilmesi için çaba yürüttüklerini, böylece ABD’nin ve içte tekelci bujuvazinin ekmeğine epeyce yağ sürdüklerini ve bu tutumlarıyla da övündüklerini biliyoruz. ABD ve Avrupa’nın bir dediğini iki yapmayan bir anlayışın içte sol’a, sosyal-demokrasiye karşı böylesi bir tavır içinde olması elbette yadırganacak bir durum değildir. HADEP böylesi bir anlayışın temsilcisi olarak yoluna devam etmede ısrarlı olduğunu hemen her eylemiyle göstermektedir. Ayrıca, HADEP bir milliyet esasına göre mi, yoksa Türkiye genelinde örgütlenmeyi hedeflemiş bir parti midir? Eğer bölge temelinde örgütlenmiş bir parti ise, İzmir’de, Anlalya’da, İstanbul’da şubeler açması ve örgütsel faaliyetler içinde bulunmasının anlamı nedir? Batı’da Kürtlere yönelik örgütsel faaliyette bulunmanın milliyetçilikten de öte bir amaç için hareket edildiğini kabul etmek zorundadır. Yok milliyet esasına, bölge esasına göre örgütlenmiş milliyetçi bir parti olduğunu söylüyorsa, buna uygun proğramı nedir? Kaldı ki, milliyetçi bir örgütlenmenin Türkiye gerçekliğiyle bağdaşır hiç bir yanı yoktur. Her iki alternatif kabul edilmiyorsa, İbrahim Tatlıses’in ulusal yayın yapan tv ekranlarından özgürce “Ben Kürdüm” diyerek Kürtçe türküler söylemesini ve hem de popolaritesini sürdürmesi, aynı zamanda ticaretine devam etmesini sağlamak için kavga verdiklerini söyliyebilmeliler. Eğer hedef bu ise, o zaman bugünkü iç ve dış ilişki bağlarını, hareket biçimlerini terk etmek zorundadırlar. Terörle, ABD ve Avrupa ülkeleriyle işbirliği içinde varılmak istenen bu hedeflere ulaşılması olanaklı değildir. Nereden bakılırsa bakılsın, HADEP en temel konularda bile kendini çözümlemiş bir güç değildir. Günlük hareket ve anlayışlarla hareket edilmekte. Direksiyonsuz bir otomobilde yol alınmaya çalışılmakta. Açık ki, ülke koşullarında nerede duracağını bilmeyen, yerini belirlememiş ama halkın sorunlarını çözümleyecek ‘güç’ olduğunu söyliyen bir ucubeyle karşıkarşıyayız. İstihdam, işsizlik, tarım, sağlık, sanayi, kültür vb. alanlarda somut projeler geliştirmekten uzak bir anlayış nasıl olur da halk adına hareket ettiğini söyleyebilir. Yönetime geldikleri belediyelerin, akla gelebilecek her konuda yeni yapılanmalara ihtiyacı vaken, Avrupa’yı suyolu yapmanın savunulacak hiçbir yanı yoktur. Bu anlamda HADEP’in, bugüne kadar ANAP, DYP, FP ve benzeri partilerden farklı bir tutum sergilememiştir. Yani bilinen burjuva partilerinden edinilen gelenekle devam edilmektedir. Dillerine dolandırdıkları ve her yerde “barış”la ne kastedildiği de belli değil. Savaş yok ki, barış olsun. Kullanılan barış sözcüğü insana Anadolu’da sıkça anlatılan Kadı hikayesini çağrışım yapmaktadır. Evet, muhalefet yapmak zordur, halkın sorunlarına çözüm getirecek güç haline gelmek zor olanı başarmaktan geçer. Halkı duvarda asılı resim gören bürokrat anlayışla hareket etme alışkanlığı bırakılmadığı sürece, içinde bulunduğumuz koşullarda muhalefet etme bir yana, örgütsel varlığın dahi korunamayacağı bilinmelidir. DEĞER YARATMAYAN BASKICI OLUR Avrupada, düşünce üretimi ve sanayileşme dev adımlarla ilerlerken, Osmanlı yönetiminde elit bir kesim, ‘Devleti yaratan benim, ben karar veririm”de diretmeyi sürdürüyordu. Bu nedenle de işine geleni aldı, işine gelmeyeni “Kutsal değildir” diyerek engelledi. Saraylarda lüks yaşam sürdürmeyi, eğlelenceyi zenginliğin ölçütü olarak gördü.Bir pazar etrafında toplumun birliğini sağlamaya yönelik yaratıcı çalışmalar yerine, sürekli dini önplanda çıkararak birlik sağlanmaya gidildi. Bu tarz harket ediş, hayali birlikler yaratmadan öte bir şey değildi. Nitekim sonuçta da dağılmak zorunda kaldı. Üretenler, değer yaratanlar, yaratılan refahı halkıyla bölüşenler kazandı, hurefelerle egemen olmaya çalışanlar kaybetti. Ülkemizde çağdaşlaşma, daha düne kadar takım elbise giyme, mini etekle dolaşma, tanınmış marka otomobille seyehat etmeyle özdeş sayılırdı. Burjuvalaşmada bu kıstaslar aranırdı. Devlete en yakın olanlar, köşe dönmede becerikli olanlar başarılı bujuvalar olarak görülürdü. Bu anlayış her ne kadar tümüyle kalkmamışsa da, aşılmak için önemli çabaların verildiğini söylemek mümkündür. Bugünkü çözümsüzlüklerin kaynağını bu anlamda devletin örgütlenme geleneğinde ve burjuvazinin gelişme biçiminde aramak gerekir. Bizde her şey, çağdaşlaşma bile, kutsal, dokunulmaz, bir avuç elit kesimin insiyatifinde görüldü. Halka neyin, ne zaman, ne kadar verileceğini hep bu elit kesim karar verdi. “Her şey benimdir” veya ‘Her şey benim eserimdir” anlayışında olanlar, gelişme adına zor ve baskı gücünü kullnarak, değişimi halktan soyutladılar. Osmanlının ‘kutsallık’ anlayışı aşılamadı. Cumhuriyet, Atatürk ve daha birçok şey kutsal sayıldı. Kutsallık bu sefer bir başka açıdan, yani çağdaşlık adına günlük yaşamanın bir parçası haline getirildi. Aslında yapılmak istenen düşüncelerin açılıp, serpilmesini engellemekti. Düşüncelerin özgürce dile getirilemediği ortamda, sanayi alanında da aşama sağlanaması beklenemezdi. Teknolijideki ilerlemenin takip edilmesi için düşünce üretiminin olması gerekir. Düşünce üretiminin yasaklanması teknoloji üretiminin de yasaklanması demektir. Yaratıcı, yenilikci bir toplum haline gelinmemesinin bir nedeni, hatta esas nedeni budur. Araştırma, inceleme, bilimsel değerler yaratma yasaklanmıştır. Düzeni demir yumrukla kontrol edenlerin izin verdiği oranda düşünme ve bir de üstüne üstlük yaratıcı olma beklenmezdi. Daha baştan itibaren kapitalist kalkınma modelini seçilmiş olunmasına rağmen, düşünce ve daha birçok alanda özgürlüklerin önüne geçildiği için kapitalist kalkınmanın özüne de ters düşülmüş olundu. Eğer benzetmede bir hata olmazsa, kapitalizm Avrupadan bize gelirken, ‘sınırlardan içeriye’ adeta ilahlaşarak girdi. Türkiye de kapitalizm kutsallaştırıldı. Buna kim karşı çıkmışsa kâfir ilan edildi. Çünkü ‘Hamiline’ havale edebilmeleri için bu gerekliydi. Başka türlü bir anda köşe dönmeciler yaratılamazdı. Bu nedenle de kapitalizm bizim egemen güçlerin elinde bir ucubeye dönüştürüldü. Sabırsızdılar; sermaye edinilecek, teknikerler yetiştirilecek, fabrikalar kurulacak, üretim yapılacak, ürürünler pazara sürülecek ve satışlardan kâr yapılacak... Bu uzun işleme gerek kalmadan devletin baskı gücü kullanılarak, yine devletin sırtından burjuvalaşma daha kolay ve kestirme yoldu. Bu yolu seçtiler ve bir anda da neredeyse hiç bir ülkede görülmeyen bir hızla ‘büyüdüler.’ 80’lerin ortalarında itibaren yerden ot biter misali holdingler türedi. Bugün aile, tarikat holdingleri gılle gitmekte. Bunlara piçleşmiş kapitalizmin holdingleri de denilebilinir. Bugün kendine sanayici diyen birçok holdingin devlete verdiği borç parayla büyümesi hiçte şaşırtıcı değildir. Bir dönem genel ev patroniçelerinin, hısızların vergi rekortmeni seçilmesinin sırrını bahsedilen kutsallaştırmada aramak gerekir. Elbette böylesi koşullarda nüfun yüzde kırkını aşan bir kesim yoksulluk içinde yüzecektir. İstihdam ve işsizlik sorunları dizboyu olacaktır. Böylesine çarpık ayaklar üzerine kurulu düzende sosyal sorunların üzerine gitmede, sözümona çözümlemede şiddetin kutsanır hale getilmesine şaşmamak gerekir. Ülkemizde basit bir kriminal olaya da, sosyal bir soruna da güvenlik konsepti açısından bakılması bu nedenledir. Özgür düşünmenin, okumanın ve yazmanın önüne yine bu mantıkla geçilmek istenmektedir. Kitap, gazete okumanın çok düşük olduğu bir ülkede en fazla baskıya uğrayanların düşünce üreticilerinin olmasının çarpıklığı da buradan gelmekte. Çükü düşünme engellendiği oranda insan faktörünün önü alınmakta. İnsan faktörü geri plana itildiği oranda da demokratik gelişmenin önü alınmakta, böylece halkın sorgulama gücü engellenmiş olunmaktadır. Tüm bunlar ister istemez çatışmayı, çözümsüzlüğü sürekli kılmaktadır. Sonuçta çağın gelişmesinin gerisinde kalınmaktadır. Yaratamayan, özgürce düşünemeyen toplumunun çağı takip etmesi düşünülemez. Nitekim bu durumda olduğumuz için İMF başkente postunu serip Türkiye’yi yönetmekte, Clinton TBMM giderek iç ve dış politikada izlenmesi gereken politika konusunda “yönetenlere” bir güzel ders vermekte. ABD’nin büyük elçisi bırakın uzun vadeli, günlük politikaya yön vermeye çalışmaktadır. Bunlar Türkiye’nin bilinen utanç taplosudur. KORKULAR YARATMA POLİTİKASI Kalkınmada, modernleşmede anlayış bu olunca, içte ve dışta bolca düşmanlar yaratmaya gidildi. Uluslaşmasını yeterince sağlayamamış, kalkınmasında hamleler yapamamış toplumlara özgü ne kadar çirkeflikler varsa hemen hepsi de sergilendi. Çok gerilere gitmeye gerek yok. 24 Ocak kararları, kurulacak yeni toplum düzeni düşünülmeden eski toplum düzenine çomak sokmadır. Hem varolan ekonomik, sosyal yapıyı dönüşüme uğratmak isteyeceksin ama hem de ortaya çıkacak yeni ekonomik ve sosyal yapının getireceği sorunların çözümü üzerinde düşünmeyeceksin. Bu lumpen anlayışıdır. 24 Ocak kararlarının zorla hayata geçirilmesinden yükümlü 12 Eylül Cuntası ve Özal iktidarı buna tipik örneklerdir. Hısızlığın, soygunculuğun ve bunlara karşı duranlara baskı ve şiddetin kutsallaştırılması en fazla bu dönemde kendini gösterdi. Ekonomik ve sosyal altüst oluşların getireceği sorunlar çağdaş bir yaklaşımla çözümleme yöntemi yerine entikacılık temel alındı. Bunun bir ürünü olarak da Türk-İslam sentezi denilen ne idüğü belli olmayan teoriler ortaya atıldı. Cumhuriyeti koruma adına siyasetle İslam bilinçlice birbirine karıştırıldı. Metropollere göç sorunu böylece halledilmeye çalışıldı. Bir yandan laiklik kimseye bırakılmadı diğer yandan da laiklik İslamla bütünleştirilmeye çalışıldı. Cuma namazlarına gidenler, Kurandan ayetlerle demeçlerini süsleme becerisini gösterenler en fazla laik kesilenler oldu. Eski düzeni bozulan ama yerine yeni bir düzenin kurulamadığı koşullarda kırsal kesime boyun eğdiriş, Türk-İslam tezinin bizzat devlet eliyle yaygınlaştırılmasıyla sağlandı. Çağın zaten gerisinde yaşam sürdüren köylülük, Anadolu’nun geleneksel esnaf kesimleri, tarikatların eline teslim edildi. Tepeden inmeci serbest pazar uygulamarının toplumda yaygın altüst oluşlara sebeb olacağı, tahmin edilmeyecek bir gelişme değildi. Altüst oluşları göğüsleyecek ne sermaya birikimi, ne de mevcut sanayileşmenin gücü vardı. Bu durumu fırsat bilen tarikatlar, Refah Partisinin de desteğini alarak ortaya çıkan boşluğu değerlendirdi. Bu politika devletin işine geldi ve geçici de olsa sisteme nefes aldırıcı bir taktik olarak bakıldı. Refah Partisi’nin birden bire birinci parti durumuna gelmesi bu anlamda hiçte tesadüfi bir durum değildir. Daha sonraları DEP aracılığyla SHP’nin de götürülmesi hem yeni holdingleşmeye başlayan islamcı güçlerin, hem de İstanbul sanayi tekellerinin işine yaradı. Zaten geri, eğitimsiz, örgütsüz köylülükle birlikte büyük kentler etrafında kümelenmiş göç, böylece uzun bir süre kontrol altında tutulmuş oldu. Metropollere göç etmiş kitle tipik uluslaşmasını tamamlamamış bir toplumun aynasıydı. Büyük şehirlerin kenar mahallelerine serpilmiş göçmen kitle, adeta ayazda hissediyordu kendini. Şaşkınlıklarını kısa zamanda gidermeleri beklenemezdi. Kırdan kente göç eden kitle, göç ettikleri yerlerde gettolar oluşturmuşlardı. Malatyalılar, Trabzonlular, Kayserililer vs. mahalleleri oluşmaya başlamıştı. Sadece bölgeler temelinde bir gettolaşma kendini göstermemiş, aynı zamanda Kürtlerin, Gürcülerin, kafkaslıların, Arnavutların vs. milliyetler esasına dayalı gettolaşma da ortaya çıkmıştır. Gelişen serbest pazar ilişkileri mozaiğin açığa çıkmasını sağlamıştır. Gettolaşma, göç kitlesini daha da kendi içine kapanmayı getirdi. Bu tür bir gettolaşma uluslaşmasını tamamlamış topluma özgü bir durumdur. Göç kitlesi, göç ettikleri şehrin yerleşik nüfusunun üstünde olmasına karşın en ufak etkileri yoktu, olması da mümkün değildi. Bu tür özelliklere sahip kitleye bir de Türk-İslam sentezi şırınga edildi. Böylece, her açıdan itaat aden kitle konumundan çıkarılmamış oldular. Sadık, şükürcü köylü kültürü, büyük kentlerin etrafında gettolarda da korunmuş oldu. Gettolarda giderek askeri kıta disiplini egemen kılındı. Çünkü, günlük yaşamın ihtiyaçları bile Allaha havale edilmişti. Bu kesimler içinde harç görevi ütlenen İslam ideolijisine rolü yeterince oynatıldı. Bu disipline gelemeyenler ve İslam ideolojisinin katı kurallarına yan çizenlerin, bir süreliğine çeteçilik yapmaları görmezden gelindi. Ortaya atılan Türk-İslam sentezi o kadar başarılı oldu ki, sol kesilen birtakım çevreleri bile etkisi altına aldı. İnsan hakları ve demokrasi mücadelesi bahanesiyle bazı çevreler Refah Partisiyle ve tarikatlarla ittifak içine bile girdiler, ortak pretostolar geliştirmeye başladılar. Öylesine ucube bir demokrasi havarisi kesildiler ki, tarikatlara örgütlenme özgürlüğü istediler. Yakalandıkları oltadan artık kendilerini kurtaramadılar. Süreç içinde bahsettiğim solun bir kesimi pek kopmak da istemiyordu. İslamcı kesimlerler birlikte hareket ediş, süreç içinde bıyıklarının kaytanlanmasını ve dudaklarının yağlanmasını getirmişti. Sol adına hareket eden bazı çevrelerin varlığı bugün böylesi bir ‘dayanışmaya’ bağlı hale gelmiştir. Hatta islamcı çevrelerle birlikte sol adına yeni oluşumlar geçer akçe haline getirildi. Oysa, islamcı güçlerle ittifak halinde özgürlükler değil, Ortaçağ karanlığına geri dönüş sağlanır. İran ve Afganistan bunun açık örnekleridir. Böyle bir hareket zemini seçenlerin ülkemizde insan hakları ve özgürlüklerin egemen hale getirilmesi için yürütülen çabalarla bir ilgileri olacağını sanmıyorum. Bunlar, orta sınıf içinde yükselme becerisi gösteremeyen cambazlardır. Oysa Türkiye’de siyasallaşan İslam, değişime uğramamış küylülüğün temsilcisidir. Daha geniş anlamıyla, geleneksel yapının temsilcileridir. Bu anlamda, bu güçlerle ittifak peşinde koşan sol veya demokrat geçinenler hareket tarzlarıyla değişimin karşısında yer aldıklarını kabul etmek zorundadırlar. Bunları söylerken, Türkiye toplumsal gerçeğini inkâr ediyor değilim. Modernleşmeye gidilirken, demokratik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi sağlanırken, ezici çoğunluğun müslüman olması elbette dikate alınmalıdır. Değişimin bir anda olmayacağı açıktır. DEĞİŞİM KENDİNİ DAYATMAKTA Bizde değişim, yani modernleşme her dönemde devlet eliyle yaratılmıştır. Alttan gelen bir zorlamayla yenilikler yaratan bir toplum değiliz. Tanzimattan bu yana Avrupalılaşma çabaları yürütüle gelinmiştir, ama bir türlü de Avrupalı olmamışızdır. Avrupa toplumları üretim temelinde değişimi sağlarken, biz modernleşmeye höykünmüşüzdür. Yani Avrupa çağdaş değerler toplumu olurken biz, hurefeleşmiş dinsel kaidelerle yoğrulan bir toplum haline geldik. Üretimime dayalı değişimi temel alan bir yol izlenmemiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan buyana bir avuç bürokrasi eliyle, dolayısıyla devlet eliyle değişim yaratılmaya çalışılmıştır. İster istemez bu, sınıflar arası uçurumu derinleştirmiş, zaman zaman da şidettli çatışmayı getirmiştir. Çatışmayı önlemenin tek yolu da baskıda görülmüştür. Toplumsal muhalefet baskıyla engellenmek istenmiştir. Bir adım yürüyenin, iki laf edenin kafasına vurulmuştur. Doğal olarak böylesi koşullarda baskıya lumpen bir milliyetçilik karıştırılmaktan da geri durulmamıştır. Ne zaman islamcılığın, ne zaman lumpen milliyetçiliğin yaygınlaştırılmasına da ‘üstteki akıllılar’ karar vermiştir. Ekonomik uygulamalar bile milliyetçilikle izah edilmeye çalışılmıştır. Üstten aşağı empoze edilen ekonomik kararları başka türlü hayata geçirme mümkün değildi. Bu uluslaşma düzeyimizin de bir göstergesidir. Türk uluslaşması 90’lı yılların ortalarından sonra yeni bir evreye girmeye başlamıştır. Çünkü “herşeyi ben yarattım” diyen, ulusu ve uluslaşmayı temsil ettiğini iddia eden bürokrasinin etkisi önemli oranda kırılmıştır. Orta sınıflar yaygınlaşmaya başlamıştır, ve toplumda eğitim düzeyi her geçen gün yükselme trendine girmiştir. Köylülükte artık küçük toprak mülkiyeti önemini yitirmekte, yerini yavaş ta olsa işletmeciliğe bırakmaktadır. Günümüzde feodalitenin yok olması geşmişte olduğu gibi feodalleri zenginleştiren toprak reformunda değil, işletmeciliğin yaygınlaşmasından geçmektedir. Köylülüğün daraldığı, orta sınıfların geliştiği, işçi sınıfının örgütlülüğü arttığı oranda ekonomik ve siyasal talepler de artacaktır. Demokratik ve özgürlükçü ortamın egemen olması kaçınılmazdır. Gidiş bu yöndedir. Burjuvazinin sermaye gücü artmış; ister kendi olanaklarıyla, ister dış ortaklıklarla olsun uluslararası planda yatırımlar yapacak düzeydedir. Bu aşamadan itibaren ciddi bir değişim kendini dayatmış durumdadır. Burjuvazi de açılan derin uçurumların belirli ölçülerde giderilmesinden yana tavır takınmaktadır. Çatışma değil, azda olsa dengelerin korunduğu bir ortamda çıkar görmektedir. Bujuva partileri belli bir sınıf yapısına oturmak zorundadır. Aynı sınıf tabanında aile partileri olmaktan çıkmak zorundalar. Sosyal gelişme bu ayrışımı zaten kendiliğinden yapmaya başlamıştır. Birkaç partinin zaten dar olan aynı sosyal tabanı bölüşmesi gibi bir kavga sona ermeye başlamıştır. Zaten burjuva partilerinde yaşanan tıkanıklıkların bir nedeni de bu idi. Son seçimlerde DYP ve ANAP’ın daralmalarının bir nedeni de, her ikisinin dar bir kapıdan aynı anda içeri girmeye çalışmalarıdır. Hatta CHP’nin de parlemento dışı kalmasında önemli oranda bu rol oynadı. Dünyanın ve Türkiyenin değişen koşullarını değerlendirip devletin koruyucu kollarının altında siyaset geliştirme alışkanlığından geri durmamanın cezasını ödediler. Artık geniş kitleleri duyarsız kılan politikalardan uzaklaşıp, temsil ettikleri kesimin örgütlü siyasal hareketleri olmak ve bugüne kadar oluşturamadıkları uzun vadeli ulusal politikaları geliştirmek zorundadırlar. Çağla tanışmamış köylülükten oy avcılığı yapma alışkanlığıyla bir yerlere gidilemeyeceği görülmektedir. Bu aşamadan sonra, bugün de varolan ve önümüzdeki süreçte kendini daha çok dayatacak olan birey sorunudur, bireye inme sorunudur. Serbest pazar ilişkileri ülkemizde artık en ücra köşelere kadar girmiştir ama gerekli bilgi ve kültürü yaygınlaştıramamıştır. İstihdamı sürekli kılma, yani iş olanakları sağlama, eğitim seferberliği vb. daha birçok alanda hızlı, ciddi, planlı çalışmalarla insanların çağla tanışması sağlanır. Tüm bu yönlü gelişmeler özgürlükleri, demokrasinin genişletilmesini dayatmaktadır. Demokrasinin çağın ölçülerine uygun bir biçimde geliştirilmesi ve kararnameler devletinden çıkıp hukuk kurallarının egemen olduğu bir devlet yapısına geçilmesi yönünde yürütülen çabaların önü artık alınamaz bir noktaya gelmiştir. Bir çok sorunu yok saymakla, inkârcılıkla yol alınamayacağı açıktır. Önümüzdeki süreçte sorunları halletmek için içte ve dışta bolca düşmanlar yaratarak gidilemeyeceği ortadadır. Halkıyla barışık olmayan devlet olmaktan çıkmak zorunluluktur. Eğer ayak diretmeye devam edilirse, giderek gelişen, zenginleşen bir ülke konumundan ziyade fakirleşen ve çağın tümüyle dışında kalmaya mahkum olmuş bir ülke konumuna gelinmiş olunacaktır. Serbest rekâbetin hüküm sürdüğü koşullarda azınlıklar ve milliyetler sorununa şiddetle çözüm bulunmaya kalkışılması geçersiz bir yöntemdir. Kapitalist ilişkiler geliştikçe farklı dil ve kültürler de bir o kadar açılıp serpilecektir. Asimilasyon uygulamalarıyla sonuca ulaşılmasının zamanı çoktan geçmiştir. İç pazarın uluslararsı tekellere sınırsız açılımı için çaba gösterilirken, farklı dilleri ve kültürleri inkâr etmede direnme olanaklı değildir. Osmanlı’yı yükselten, büyük yapan özellikler bir kez daha gözden geçirilmeli. Henüz aşılamamış lumpen milliyetçilikle gelişmelerin önüne geçilemeyeceği bilinmelidir. Kaldı ki, milliyetçi olduklarını iddia edenler de uluslararası sermayeye çoktan teslim olmuşlardır. Bunu artık saklamalarına gerek yoktur. Ayrıca insan hakları ve düşünce özgülüğünün sağlandığı koşullarda herkesin farklılıklarını ortaya sergilemesi o kadar korkulacak bir şey değildir. Tam tersi, farklılıkların kendini sergileme olanağı bulamadığı koşullar tehlikelidir. Eğer bir halk karşılaştığı baskı ve şiddet sonucu kimlik krizi içine girerse bu çok daha tehlikelidir. Sıkışmış gaz misali bir noktada patlama gereği görür. 15 yıldır PKK maşası kullanılarak estirilen terör sonucu Kürt halkı büyük bir kriz içine sürüklenmiştir. Serbest pazar ilişkilerinin yaygınlaşmasıyla ortaya çıkacak değişimlerin alacağı biçimlerden korkulduğu için PKK terörü kullanılmıştır. Bir yandan da uyanmak üzere olan Kürt milliyetşiliğinin islamla birleşmesini engellemek için İslamcı terör haraketi geliştirilmiştir. İlk başlarda bunun alt yapısı Refah Partisiyla hazırlanmış Hizbullhla son darbe indirilmiştir. Batı’da İslam tesettüre takılırken, Doğu ve Güney Doğu’da sonuçta Hizbullah terörüyle birleştirildi. Her iki biçimle de halk uysallaştırılmıştır. Bir dönem Türk-İslam tezi geliştirilirken bu tür incelikler de gözardı edilmemiştir. Demokratik değişimler ve kültürel açılımlar da PKK eliyle bastırılmıştır. Doğu ve Güney Doğu uzun yıllar çok yönlü bir kuşatma içinde tutulmuştur. Böylece Sorun halledilmeye çalışılmıştır. Böylece demokratik hak ve özgürlüklerin gelişiminin önüne geçilmiş, kitleler iliklerine kadar sömürülmüş ve tekelci sermayeye daha bir güç kazandırılmış olundu. Ama artık bir yol ayrımına gelinmiştir. Böylesi becerileri sergileyen kompartıman görevlileri artık yerlerini terk etmek zorundadırlar. AVRUPA BİLİĞİNİN KEBABI YENMEZ Yeni yol ayrımında Kürt aydınlarına büyük görevler düşmektedir. Bugüne kadar bu konuda birçok hatalar yapılmıştır. Terörden medet umma, teröre dayanarak bir takım haklar elde etmeye çalışma gibi yanlışlıklara düşülmüştür. Terörle demokratik hak ve özgürlükler arsında kesin bir çizgi vardır. Araya çizgi çekilmedikçe demokratik hak ve özgürlükler için kavga verilemez. Kaldı ki, hiç kimse elinde tuttuğu maşayı bir başkasına kullandırmaz. Nitekim kullandırılmamıştır da. Tüm bu gerçekler ortada dururken HADEP’in demokratik hak ve özgürlükler adına PKK külfetinden kurtulmak istememesi ilginçtir. Bu ilginçliğin nedenleri çok yönlü irdelenebilir. Bunca tarihi tecrübeden sonra, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin Kürt kartını hangi biçimlerde kullandığını HADEP’in bilmememsi düşünülemez. Bu güçler, Türkiye’ye çıkarlarına uygun politikalarını uygulatmak için Doğu ve Güney Doğu’nun içinde bulunduğu koşulları bahane etmektedirler. Çıkarlarını elde ettikleri gün de Kürdü unutmaktalar. Globelleşen düya koşullarında Türkiye’nin jeo-politik konumu dikkate alınırsa ne ABD’nin ne de Batı Avrupa’nın Kürt sorununu geçmişte olduğu gibi ciddi biçimde dürtükleyeceklerini sanmıyorum. Bakü-Ceyhan boru hattı bu politikanın pratikta pekiştirilmesinin sadece bir örneğidir. Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğuda bu güçlerin çıkarlarına uygun köşe direklerinin yerinde tutulması Türkiyenin güçlülüğünden geçtiği bilinmektedir. Bugün Avrupa Birliği’nden gelen devlet görevlilerinin Doğu ve Güney Doğu bölgelerine kısa süreli turistik geziler düzenlemelerinin altında yatan esas neden, pastada payı büyütme çabasından ibarettir. Türkiye pazarları üzerinde ABD ve B.Avrupa, özellikle de Almanya büyük bir çekişme içersindedir. Bu çekişmeyi şimdilik, bölgede köşebaşlarını tutma anlamında ABD kazanmış görünmektedir. İveç’in, Lüksemburg’un, Kanada’nın Diyarbakır belediye başkanını ve HADEP yöneticilerini ziyareti pastanın bölüşüm çabalarının bir ürünüdür. Herkes GAP, enerji, telekominikasyon yatırımlarından ve askeri araç-gereç alımlarından payını istemektedir. Nitekim payını alan köşesine çekilip oturmakta demokrasi insan hakları vb. sorunları unutmakta. Bu ülkelerin sahtekârlıkları, ikiyüzlü davranışları yıllardan buyana sürüp gitmektedir. Emperyalist güçlerin amaçları bilindiği halde, yakasına ‘Kürt aydını’ yaftası yapıştırmış bazı çevrelerin gönüllü işbirlikçiliğe soyunması hiçte anlaşılır bir şey değil. Aslında Avrupa Birliğinin diğer ülkelerini Türkiye’ye karşı böylesi bir yönelim içine zorlayan da daha çok Almaya’dır. PKK’nin yıllardan buyana esrar-eroion, Doğu ülkelerinde beyazkadın ve Ortadoğu- Avrupa arasında insan kaçakçılığını yaptığını bilmekte. Bu tür faaliyetlerin PKK aracılığyla Kürtler arasında yaygınlık kazanmasını da teşvik etmekte. Bu yolla hem kaçakçılık yollarını denetimi altında bulundurmakta, gelirler elde etmekte hem de kürt kitlesini bataklığın içine sürüklemektedir. Öbür yandan da ‘sorun’ çözümü teranasiyle boy göstermekte. PKK içinde merkezden alt birimlere kadar kendisine bağlı ekibi yıllardan buyana yaratmıştır. Hatta PKK içinde çoğu birimlerin kurulmasında Almanya istihbaratının onayı alınmaktadır. Bu ekibin kimlerden oluştuğu herkesce bilinmekte. Almanya’nın ve daha birkaç Avrupa Birliği ülkelerinin ayarlı desteği olmaksızın PKK Avrupa’da bir gün bile ayakta kalamaz. Bu destekte Almanya’nın rolü belirleyicidir. Diğer ülkeler daha çok Almanya’yı izlemektedirler, bir anlamda da izlemek zorundadırlar. Almanya bir dönem daha PKK kozunu kullanma taraftarıdır. Son dönemlerde PKK’ye yönelik hazırlıkları bu yöndedir. Fanatik islamcı akımlarla olan ilişkileri başlıbaşına irdelenmesi gereken bir sorundur. Bu tür ilişkiler üzerine söylenecek daha çoktur. Farklı dilleri ve kültürleri kabul etmeyen Almanya gibi bir ülkeden medet umma tam bir safdilliktir. Bu tablo karşısında HADEP’in takındığı tavır, PKK ve Avrupa ülkeleriyle olan ilişkileri pek dikkat çekicidir. HADEP, PKK ile olan ilişkilerini inkâr edemez, çünkü Abdullah Öcalan’da bu ilişkileri açıklamıştır. Eğer kabul etmiyorlarsa, önce Öcalan’ı yalanlamaları gerekir. Bugün bir takım çevreler, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday üye olarak kabul edilmesini olduğundan çok fazla abartılmakta. Kabul etmek gerekir ki, Türkiyenin AB’ye ihtiyaci kadar AB’nin de Türkiye’ye ihtiyacı vardır. Hiç kimse bu pazarı kaybetme riskini göze alamaz. Ayrıca SSCB’nin yıkılmasından sonra Türkiye’nin de olanakları olabildiğince artmıştır. Bugün AB ile yapılan ticaret hacmi, Rusya ile yapılan ticaret hacmiyle neredeyse eşit durumdadır. Ayrıca Kafkas ve Orta Asya pazarları da Türkiye açısından büyük olanaklar getirmektedir. Bu olanaklardan da akılllıca yararlanmaya başlandığı söylenebilir. Yine yeni de olsa Çine açılma çabaları da vardır. Sermaye ve sanayi girdilerinde dışa bağımlılık gibi konular veya sorunlar bahane edilerek, gelişmelerin yönü görmemezlikten gelinemez. Salt bir noktayı önplana çıkartarak polika geliştirilmez. Bugün Türkiye’de yeni bir süreç yaşanmakta ve bu süreçte uluslararası pazarlarda rekabet etmek isteyen bir burjuvazi vardır. Açıkcası çıkarların karşılıklı olduğu unutulmamalıdır. Ülkemizde demokrasi sorununa bir de bu açıdan bakılmalıdır. Türkiye AB üyeliğine olmazsa olmaz kuşuluyla bakmamaktadır, bakmamalıdır da. Şıkıştırıldığı noktada çok rahat bu üyeliği tepebilir. Çünkü gerektiğinde kullanabileği alternatifler çoktur. AB, Türkiye’nin üyeliği sorununa aynı zamanda güvenlik açısından da bakmaktadır. Bu aynı zamanda onların zayıf noktasını oluşturmakta. Er veya geç Rusya sorunlarına çözüm getirecektir ve yeniden ayakları üzerinde duracaktır. Gelişmeler de bu yöndedir. Ayakları üzerine duran bir Rusya’nın, Çevre ülkeleriyle geliştereceği ittifaklarla, Avrupa ve ABD’ye karşı süper güç rolünü tekrar oynama konumuna gelme ihtimali yüksektir. AB bugün politikasını geliştirirken, bu yönlü gelişmeleri dikkate almaktadır. Burada AB için güvenlik sorunu ciddi biçimde gündemleşmektedir. Uzun vadeli güvenlik sorunu da Türkiye alternatifini ister istemez önplana çıkarmaktadır. Bu noktada Türkiye ye ihtiyaçları vardır ve olacaktır da. Türkiye bugün Balkan, Kafkas ve Ortadoğu’da bir istikrar unsurudur. Bu istikrar unsuru ayakta kaldığı müddetce Avrupa istikrarını sürdürebilir. Avrupa’nın zaman zaman Türkiye’yi orasından burasında inciklemesi binciklemesi aşk oynundan öte birşey değildir. Türkiye bugün Avrupa, ABD ve Rusya arasında bir denge kurma çalışması içindedir ve bu dengeyi büyük oranda başardığını söyleyebiliriz. Mavi Akım projesi bu çabanın bir ürünüdür. Son dönemlerde içte girişilen temizlik faaliyetlerini böylesi bir dengenin ürünü olarak da değerlendirmek gerekir. Avrupa’nın dayatmalarında nasıl bir sahtekâr olduğunu göstermek için bir başka olguya daha değinmekte yarar var. Avrupa Birliği, SSCB’nin dağılmasından sonra, ABD’nin etki alanında çıkma eğilimine girmiştir. Ama bunda pek başarılı olmadığı da ortadadır. Balkanlar’da ortaya çıkan gelişmeler acizliklerinin göstergesidir. Ayrıca Küreselleşen dünya koşullarında ABD, Avrupanın pazar olanaklarını daraltmada başarılı olmuştur. ABD’nin Meksika ve Kanadayla yaptığı ticaret işbirliği ve bu işbirliğinin diğer Latin Amerika ülkelerini de kapsayacak biçimde geliştirmesi Avrupanın pazar olanaklarını giderek kısıtlamakta. Avrupa, Türkiye’ye karşı yaklaşımlarında, ABD karşısında rekabet gücünü dikkate alarak hareket etmektedir. Arka arkaya Ankara ziyeretleri boşuna değildir. İnsan hakları ve demorasiden dem vurmaları da mandolinde si sesi çıkarma misalidir. Dikkat edilirse malum ziyaretçiler, sendikalaşma, toplu sözleşme, genel grev, üniversite özerkliği vb. konuları telefuz bile etmemekteler. Bu da onların ne kadar sahtekâr olduklarını gösteren bir başka ölçüdür. Sorunu bir başka açıdan da irdeleme gerekir: HADEP kitleler nezdinde gerçekten inandırıcı olmakta mıdır? Her şeyden önce bir belediye başkanın onlarca kez Avrupa başkentlerinde ne işi vardır? “Bu gerekliydi” deniyorsa, yapılan ziyaretler sonucunda yatırımlara yönelik ne tür yardımlar almıştır, hangi projeleri başlatmıştır? Yardım ve projeler hangi alanlara yöneliktir? Tüm bunların kamuoyu nezdinde hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde açıklığa kavuşturulmalıdır. Ayrıca kopartılan bu kadar fırtınadan sonra belediyelerinde tüm gelir ve giderlerini halk nezdinde açıklığa kavuşturmalılar. Böylece holdingci basın ve yayınların iddiaları çürütülür ve en önemlisi de halka güven verilmiş olunur. Yoksa töhmet altında kalmaya devam ederler ve güven verici olmaktan uzak olurlar. Ama bana kalırsa bu kadar bol seyahatle zaman geçireceklerine ve belediyelerin mali olanaklarını boşuna harcayacaklarına, bu paralarla halka hizmet götürülmesi daha yararlı olur. Gerçekten demokrasi için yola çıktıklarını iddia edenler, demokrat olduklarını göstermeliler. Kaldı ki HADEP yasal bir partidir. O zaman proğram ve yasal kurallar çerçevesinde hareket etmeyi kabul etmiş demektir. Çağdaş bulmadığı yasaların değiştirilmesi için mücadele etme bambaşka bir sorundur. Yasalar çerçevesinde faaliyet yürütme demokratik olmayan yasaların kaldırılması mücadelesini yadsımaz. Bunun yol ve yöntemleri vardır. Demokrat olmanın, demokrasi ve özgürlükler için mücadele vermenin bir ölçütü de, terörizme karşı aktif tavır almaktır. HADEP, PKK provakasyonuna, hatta bu çete ekibiyle ilişki içinde giderek korucuların örgütlenmesi haline gelmek istemiyorsa, cesaretini toplayıp kendine yeni baştan çeki düzen vermelidir. Emperyalist güçlerin temsilcileriyle kebab yeme yerine, kebabı halkla birlikte yeme daha tutarlı bir yoldur. 

ŞUBAT 2000 
BAKİKARER

SAHA TEMİZLİĞİ


BAKI KARER
SAHA TEMİZLİĞİ


Ülkemizde yaşayan halkın yüzde doksandokuza varan bir kesiminin müslüman olduğu bilinmekte. Hiç kimse yaşanan sorunları, İslam dininde aranmalı mı veya aranmamamlı mı gibi bir ikilemin arasına sıkıştırma yanlışlığına düşemez. Dinin toplumsal yapıda oynadığı rol bilinmekte. Ama din konusu hassastır diye, dine dayandırılarak geliştirilen provakasyonları tartışmamazlık yapamayız. Felsefe geleneğinin bulunmadığı toplumumuzda, bir çok konunun “hassastır” diye geşiştirilmesine veya yüceltilerek dokunulmaz bir varlık gibi sunulmasına karşı suskun kalınamaz. Son günlerde olup bitenler, İslam adına yola çıkartılmış gruplar aracılığıyla Doğu ve Güney Doğu’da yaşayan halkımızı her cepheden terörizmle özdeştirme çabalarından başka bir şey değildir. PKK paravanasıyla soldan tamamlanan süreç, şimdi islamcı gruplarla sağdan tamamlanmaktadır.
Son dönemlerde Hizbullah gurubunun sergilediği vahşetlerin toplum nezdinde açığa çıkarılması, hiç tartışmasız olumlu bir gelişmedir. Yalnız, ülkemizde çıkan sorunları bu kadar yalın değerlendirme olanağına, daha doğrusu lüksüne sahip değiliz. Özlemini çektiğimiz demokrasi için onlarca yıldır mücadele verilmekte. Düşünmenin, yazmanın yasak olduğu koşullar henüz tam anlamıyla aşılmış değildir. Entrikacılıkta hep Bizans önsaflarda tutula gelinmiştir, ama egemen güçlerimizin entrikacılığı gerçekten Bizansa taş çıkartacak güçtedir. Ne olursa olsun, bilerek veya bilmeyerek yanlışlıklar yapılmışsa, demokratik olmanın bir ölçütü de yapılmış olan hataların kabul edilmesidir. Eğer bir ülkede yönetim geçmiş hatalarını kabul etmiyor, geçmişe eleştirel bir yaklaşım getirmiyorsa,o ülkede demokrasi geleneğinin yerleştiğini söyleyemeyiz. Malesef, bizde, yönetimde bulunanlar, hata yapmayan bir Tanrı gibi kendilerini lanse etmektedirler. Tüm olumsuzluklardan, yanlışlıklardan uzak, iyiliklerin ve güzelliklerin tümünü yönetime ait gösterme vazgeçilmez bir alışkanlık halini almıştır. Oysa bu mantık, bu davranış biçimi ayıbı olanlara aittir. Ayıbı olmayanlar açık olmadan, eleştiriden, gerçeklerin tüm çıplaklığıyla açığa çıkmasından kaçınmazlar. Çünkü hesabını veremeyeceği birtakım ilişkiler içine girmemiştir. Ama bizde işler böyle yürümemekte. En ufak araştırmaya ve soruşturmaya bile sabır gösterilmez. Gerçeklerin açığa çıkması için çaba gösterenler daha başından susuturulmaya çalışılır. Tepeden tırnağa tertemiz olunduğu iddia edilir. Devlet yönetiminde bulunanlar bu kadar sütten çıkmış kaşık ise, bu kadar cinayet niçin ve nasıl işlenmiştir? Ülkelerin iç sorunlarının aynı zamanda uluslararası sorun olduğu günümüz koşullarında “Devletin hiç bir kusuru yoktur” demekle sorunların üstesinden gelinemeyeceği açıktır. Bugünkü dünya koşullarında demokratik ülke olmanın önkoşulu, geçmişin özgürce sorgulanmasını ve gerçeklerin tüm çıplaklığıyla kamuoyuna sergilenmesinden geçer. Bu anlayış, cumhuriyeti cumhuriyet yapan, cumhuriyeti demokrasiyle kaynaştıran en önemli bir halkadır. Bilindiği gibi, iç sorunun aynı zamanda uluslararası bir sorun olduğunu her zamanki acurluğuyla Türkiye de kabul etmiştir. Ama artık imza atıp sonra da atılan imzayı unutma dönemi çoktan bitmiştir. Bir de bu noktadan hareket edildiğinde, ülkemiz yurttaşlarının can güvenliğini sağlamamanın ceremesini ödemek zorunda olanlar açığa çıkarılmalıdır. Ama görüyoruz ki, sorumlu tutulması gereken kişiler ve kurumlar demokratik hukuk normlarından kaçmanın çabası içindeler. Büyük ihtimalle de hesap vermeyecekler. İnsanın bunca olup bitenler karşısında gerçeği görmek için çok fazla uğraş vermesine gerek yoktur.
Özellikle son yirmi yıldır ülkemizde bir melodidir çalınıp duruyor. Günün her saatinde bize zorla dinletilen bu melodi yüzünden sağlıklı bir toplum olduğumuzu nasıl iddia edebiliriz? Bu nedenledir ki, yolda yürürken kalabalıkta omuzlarımızın birbirine değmesi bile karşılıklı bıçak çekmenin bir nedeni olabilmekte. Pisikoloji ve ruh sağlığı alanında yaşanılan sorunlar, ülkemizde başlı başına bir sektör olmaya doğru gitmekte. Bunun, sanayileşmede dev adımlarla ilerlediğimizden dolayı olmadığını belirtmeye gerek yok. Devletin ceset aramak için kolları sıvama becerikliliğinden kaynaklanmaktadır. Her yönüyle verilen uğraşlar sonucu toplumumuz ağlayan bir toplum haline getirildi. Cumhuriyet ve demokrasi adına her gün atılan salvaların arkasında siper alınarak bireyleri yurttaş olma kriterlerinden uzaklaştırmanın gayretleri sarfedildi. Oysa ümmet toplumundan çıkıp modern toplum, ulus olmanın en önemli ölçütü bireylerin yurttaş haline gelmesidir. Bir yanda aşiretciliği, bilinçlice ayakta tutmanın gayretleri, dolayisiyla genelde demokratik hak ve özgürlüklerin gelişmesini engellemek için yürütülen çabalar, ülkemizi ümmet toplum düzeyinde tutmanın gayretleri değil de nedir? “Düşük yoğunluklu çatışma”ya rağmen, hangi ülkede burjuvazi giderek güçlenen bir konuma gelmiştir? Ama malesef Türkiye’de bu olmuştur. Kapitalizmin gelişme yasasına Türk katkısı! Yoksa başka türlü enflasyonda, trafik kazalarında ve en önemlisi de faili meçhul cinayetlerde dünya birincisi olamazdık. Bugün dünyanın hiç bir ülkesi, binlerle ifade edilen faili meçhul cinayetlerle anılmamaktadır. İslam adına ortaya çıktıklarını iddia eden Hizbullahcıların ve Apocuların bu tabloya sunduğu hizmetlerin unutulur cinsten olmadığı artık bilinen bir gerçektir.

HİZBULLAH HANGİ KOŞULLARIN ÜRÜNÜ

Hizbullah örgütü durup dururken ortaya çıkmadı.Dolayısıyla bir günde keşfedilen bir örgüt de değildir. Hizbullahın ortaya çıkışını 12 Eylül uygulamalarından Öcalan’ın sunduğu hizmetlere kadar bir yığın etken sağladı. Ama ben, daha çok bu kanlı örgütü ortaya çıkartan koşullara ve ilişki ağlarına değinmeyi uygun buluyorum. 24 Ocak kararlarının yürürlüğe konulduğu dönemde, uygulamadan alınacak sonuçların tahmin edilemeyeceğini kimse söyliyemez. O dönemde sahip olunan toplumsal ilişkiler ve ekonomik yapı gözönünde bulundurulduğunda, tepeden inmeci 24 Ocak kararlarının çok pahallıya mal olacağını görmeme mümkün değildi. Halk, bu anlayışa karşı tepkisini, 12 Eylülden sonra yapılan ilk seçimlerde vermişti. Ne yazık ki, kötüler içinde iyisini seçme zorunda kalmıştı. Sosyal demokrasi dahil sol ve ezilmiş, kitleler tek yönlü seçenekle karşıkarşıya bırakılmıştı. Buna bir de Doğu ve Güney Doğu’nun ağalık, şeyhlik ilişkilerinin yanısıra genelde köylülüğün, küçük üreticiliğin ağır basması ve bu kesimlerin geleneksel düşünce ve davranışları eklenince, tutucu bir seçeneğin ortaya çıkması beklenen bir sonuçtu.
Elbette askeri yönetime karşı her zaman sivil bir seçenek tercih edilir bir durumdur. ANAP iktidarı sivil bir seçenek olarak kabul görmüş olmasına karşın, bugün alınan olumsuz sonuçların baş mimarlarından biridir.Yığınlarda doğan boşluk islamcı düşünce ve örgütlenmelerin geliştirilmesiyle giderilmeye çalışılmıştır. Toplumun hemen hemen her kesiminde islamcı düşüncelerin geliştirilmesi için yoğun bir çaba içine girilmiştir. Cumhuriyeti güçlendirme ve demokrasiyi geliştirme adına ümmet toplumunun özellikleri egemen kılınmaya çalışılmıştır. Bu yönlü girişimler, islamcı sermaye ile güçlendirilerek kalıcı hale getirilmek istenmiştir. Bu gün ülkemizde, islamcı-ümmetci kesim, sahip oldukları örgütlenmeleriyle, mali ve ekonomik olanaklarıyla artık sosyal bir olgu haline gelmiş durumundadır. Toplumda kolay kolay silinmeyecek bir konuma yükselmişlerdir. Bu yükselişte 12 Eylülcü devlet anlayışının desteğini inkâr etme, tüm toplumu kör sayma anlayışında diretmedir. Entrikacı alışkanlıklarından sıyrılmayı hazmetmeyen bir yönetime sahibiz hȃlen. Cumhuriyet ve laiklik adına hiç bir ülkede meshepler arası kavga körüklenmez. Devlet, mezheplere eşit oranda uzak durmak zorundadır. Bizde ise devlet, laiklik adına yıllardır sunniliği ön planda tutmuş ve bu mezhebin çağdışı bir anlayışla örgütlenmesine katkı sağlamıştır. Yine azınlıklar ve farklı dinler hiçe sayılarak okullarda din dersi zorunlu kılınmıştır. Burjuva siyasal partileri iktidara gelebilmek için tarikatlara her türlü olanağı sağlamış, kolay yoldan oy kazanmanın hesaplarını örgütlenmelerinin temel direği haline getirmişlerdir. Örgütlenmelerini Doğu’da feodallere, aşiret ve dini reislere dayandırılırken, Batı’da tarikat şehlerine, köy muhtarlarına ve imamlara dayandırılmıştır. Eğer bugün Fethullahcıların sadece eğitim alanında 300 trilyonu bulan bir yatırımından bahsediliyorsa, bunda devlet desteğinin olmadığı iddia edilemez. Alevi köylerine kadar cami inşa eden ve buralarda Kuran kursu açtıran yine devletti. Bu tür uygulamalara karşı çıkan aydınlar, bilim adamları, sendikacılar vb.çevreler ya tutuklandı, ya da katledildi. Öyle ki, Atatürk’ün laiklik ve cumhuriyet üzerine konuşmaları dahi sakıncalı bulunurak yasaklandı. Kemalist olma bile tehlikeli görüldü.
Serbest pazar uygulamaları adına curcunaya dönüştürülen ekonomik uygulamalar kitlelerde yoksullaşmayı had safhaya vardırdı. Giderek nüfusun çoğunluğu şehirlerde yaşamaya başladı. Ama bu yığılmanın, sanayinin işgücü ihtiyacının çok çok üstünde olduğu biliniyordu. Anadolu’nun kırsal kesiminden göç edenler metrepollerin kenar mahallelerini doldurdu. Bunlar her türlü ekonomik ve sosyal güvenceden yoksun bir yaşam sürdürmek zorunda bırakıldı. Sözüm ona serbest pazar uygulamalarıyla küçük bir azınlık her geçen gün cebini şişirirken, açlıkla savaşan 25-30 milyonluk bir kitle yaratıldı. Anadolu’nun iç bölgelerinden gelenlerin imam-muhtar, Doğu’dan gelenlerin ağa-şeyh ilişkisi dışına çıkmamış olmaları dikkate alınarak “zararsız” bir konumda tutulmalarının çaresi, tarikat ilişkileri içine çekilmelerinde görüldü. Refah Partisi’nin birden bire kitleselleşmesi ve bugün bu partinin devamı olduğu söylenen Fazilet Partisi’nin yüzün üzerinde milletvekiliyle mecliste temsil edilmesi, bu uygulamaların bir sonucudur. Fazilet Partisi’nin tabanı her türlü tarikat ilişkilerinin anasıdır. Bu gün Fazilet Partisi’nin tabanını, Doğudan ve Batıdan kırdan kente göç etmiş kitle ile birlikte Anadolu ticaret burjuvazisi ve esnafının önemli bir kesimi oluşturmaktadır. Bu tabanın içinde sorunlarına radikal tarzda çözüm arayanların önü de Hizbullah ve benzeri örgütlerle alınmaya çalışıldı. Daha önce PKK olayında olduğu gibi, silahlı terörü savunan bu dini grupların örgütlenmelerine de aklıevvel ‘devlet kurtarıcıları’ tarafından destek sağlandı. Demokrasinin gelişmesini her dönemde sakıncalı bulan bir zihniyetten farklı bir tavır geliştirmesi beklenilemezdi. Çünkü demokrasi özgürlüklerin gelişmesi demek; sınıflararası gelir dağılımında keskin uçurumların oluşmasının önüne geçilmesi, sosyal güvencenin sağlanması ve hukuk devleti normlarının egemen hale getirilmesi, en önemlisi de yurttaşlık bilincinin gelişmesi anlamına gelir. Bu da, vahşice geliştirilen serbest pazar ekonomisi içinde, kestirmeden köşeyi dönmek ve sermayesini katlamak isteyenlerin işine gelmiyordu.
Fazilet Partisi ve şeriat yanlısı terör örgütlerinin gelişip güçlenmesinde elbette uluslararası bir takım odakların da payı vardır. Ama bizim için önemli olan bu tür örgütlenmelerin varlığında içsel bir takım güçlerin ve sosyal etkenlerin başından itibaren belirleyici rol oynamasıdır. Eğer bunlar başından beri ‘devlet koruyucuları’nın ürünü olmamış olsaydı, dış güçler de kullanma olanağından yoksun bulunmuş olacaklardı. Bizde “kökü dışarda”oldukça bayatsımış bir deyim haline gelmiştir. Eskiden bu deyim kullanıldığında akan sular dururdu. Şimdilerde durdurmaya yetmemekte, yeterli olmasa da şaibelerin altı didiklenmekte, ortaya çıkarılmaya çalışılmaktadır. Daha doğru bir değişle, ilişkiler sorgulanmaya başlanmıştır. “Kökü dışarda” olanın, durup dururken içte kök salamayacağını bilecek kadar duyarlı bir kamuoyu vardır artık. Bu nedenle Hizbullahın niçin ortaya çıkarıldığı ve neden özellikle Kürtleri temel aldığını çok iyi kavramak zorundayız.
Dikkat edilmesi gereken bir diğer durum da, PKK ile hizbullahcıların hemen her noktada benzerlik taşımalarıdır. Bu benzerliğin bir nedeni, hizbullahın çekirdek halinde PKK’ye devredilip, kucaklarında büyütülmüş olmasıdır. Yani hizbullacıların ilk feyzi PKK’den almış olmaları onların sonraki yapılanmalarına da damgasını vurmuştur. 1990’ların başından itibaren hizbullahdan ve bilinen diğer kanallardan başlangıçta militan, sonrada markası ve numarası silinmiş Kırıkkale silahları gönderilerek Apocuların imdadına yetişildiği bilinmekte. Bu nedenle aralarındaki benzerliğe şaşırmamak gerekir. Her ikisi de aynı fabrikanın ürünüdür. İşkence ve cinayet işlemede Apoculardan öğrenilen yöntemler aynen uygulanmıştır. Dolayısıyla bu her iki örgüt de Kürt halkının varlığına kastetmiştir. Dikkat edilirse, her ikiside Kürt halkı adına hareket ettiklerini iddia etmiş, ama her ikisi de dünyada görülmedik vahşilikle bu halktan insanların yaşamlarına son vermişlerdir. Tüm çabalar, demokratik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesine yönelik ciddi gayretlerin önüne geçme yönünde sarfedilmiştir. Türkiye’de işçi, memur ve köylülerin ekonomik ve demokratik istemlerinin hangi bahanelerle bastırıldığı unutulmamalı. Ortaya çıkan gelişmelerin, öyle söylenildiği gibi kendini bilmez birkaç devlet memurunun işgüzarlığıyla başarılacak işler olmadığını herkes bilir. Olayı bu kadar basite indirgeyenler, Şırnak, Viranşehir, Cizre ve daha birçok yerleşim birimlerinde oynanan provakasyonlara da açıklık getirmek zorundadırlar. Bu bölgelerde bir dönem yaşanılmış olan kargaşalarda PKK-Hizbullah işbirliğini bilmeyen yoktur. Ayrıca JITEM’in ülke çapında içinde bulunduğu faaliyet başlı başına değerlendirilmesi gereken bir konudur. Bunlara açıklık getirildiği oranda PKK ve Hizbullahın gerçek nitelikleri açıklığa kavuşturulur.
Gerçekler acıdır ama doğruyu bulabilmek için de kabul etmek zorundayız. Kendine ‘Kürt aydını’ diyen bazı çevreler halen “lider” peşinde koşuyorsa, bunda iyi niyet olduğuna inanmak safdillik olur. Bir takım islamcı çevrelerin, özellikle de fetullahcıların Hizbullah vahşeti karşısında takındığı suskun tavır hiçte dikkatten kaçmamakyadır. Katil hiç bir zaman ve hiç bir koşulda savunulmaz. Abdullah Öcalan’da Kürt halkının kanını dökmüş biridir ve savunulamaz. Halka karşı en garez küfürleri pevasızca savuranlar ve cinayet işleyenler ne zamandan beri halkın lideri olmuştur? Terörizmle, provakatörlerle halk arasına çizgi çekmede çıkarı olmadığını söyleyenlerle elbette tartışılacak ortak bir nokta yoktur. Önemli olan, uluslararası gerici odaklardan destek alan ve kökü içerde olan bu güçlerin niteliklerini ve işlevlerinin halk tarafından kavranılmış olmasıdır.

HİZBULLAH NEDEN BİTİRİLİYOR

Aslında PKK’nin bitirilişine yol açan gelişmelerle hizbullahın bitirilişine yol açan gelişmeler aynıdır. Bugün içe ve dışa yönelik uygulanan politikaların şekillenmesi daha 1996’da başlamıştır. O dönemde belli bir süreç içinde uygulamaya yönelik alınan kararlar bugün hayata geçirilmektedir. SSCB’nin yıkılmasıyla değişen dengeler ve bu değişen dengelerin getirdiği karmaşık ortamı Türkiye 1996’ya gelindiğinde atlatmıştı. Çoğalan komşularıyla ilişkilerde ve bölgelere yönelik politikasında saptamalarda bulunmuş ve rotasına belirginlik kazandırmıştı. Balkan’da, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da gelecekte stabilizeyi sağlıyacak çözümler önemli oranda belirginlik kazanmıştı. Bunun yanısıra, Türkiye’nin stratejik önemi, başta ABD ve Avrupa tarafından bir takım zikzaklardan sonra da olsa kabul edilmişti. Bahsettiğim bu bölgelerde Türkiyesiz kalıcı bir istikrarı sağlamanın olanaklı olmadığı görülmüştü. Ayrıca mali, sanayi ve ekonomik alanlarda kaydedilen gelişmelerle burjuvazi kendine güven duymaya başlamıştı. Artık devlete yön verme gücünü kendinde gören burjuvazi, istikrarlı bir ortamı dayatır hale gelmişti. Sadece Balkan, Kafkasya ve Ortadoğu ile yetinmeyip, Avrupa’ya da açılmayı istiyordu. Güçlü birlikler, ortaklıklar kurmak, yabancı sermayeyi çekebilmek için hemen her alanda yeni baştan düzenlemeyi dayatmıştı. Ayrıca, yirmi yıldan bu yana halka bindirilen yük artık çekilmez hale gelmişti. Yeni bir açılım içine girilmeksizin ekonomik, mali ve sanayi alanlarında atılımı gerçekleştirme olanaksız hale gelmişti. Varolan kazanımlara kazanımlar ekleme içe ve dışa yönelik refomların, yasaların yapılmasının gerekliliği kavranmıştı. Bilinen klasik oyunlarla globelleşen pazar ilişkilerinde yer bulmanın, yaşamı sürekli kılmanın koşullarının bulunmadığını görmemek için tam anlamıyla kör olunması gerekirdi.
Yine Köpenhag kararlarını imzalamış bir Türkiye’nin pöçüğüne takmış olduğu bir dizi ayıplarla Avrupa Birliği’ne girme şansı yoktu. Yani bu birliğe girmeden önce yıllardır kirletilen sahalarda temizlik hareketi başlatılması şarttı. Elbette zamanlamanın çok iyi ayarlandığını da kabul etmek zorundayız. Aynı kıta parçası üzerinde şekillenmiş kültürel yapıda, yani Hıristiyan Avrupa Birliği’nde çok ciddi sıkıntılar yaşanıyordu. Irkçı, nazist hareketler her geçen gün gelişmeye başlamıştı. Türkiye’nin bu birliğin içine çekilmesi, ırkçı hareketlerin gelişmesine karşı adeta bir panzehir olarak sunulmak istenmiştir. Irkçı gelişmenin önünün İslamla ve Asya kökenli kültürlerle entegresyonda arama düşüncesi ağır basmaya başlamıştı. Diğer bir yönüyle de ABD ile her alanda stratejik işbirliğine yönelmiş bir Türkiye, Avrupa açısından rekabet olanağının kısıtlanması ve Kafkaslara istediği boyutta açılmasını engelleyen önemli bir duvar demekti. Yani, güçlerin karşılıklı çıkarlarının kesişmeye başladığı bir aşamada temizlik hareketine girişildi.
Daha birçok ayrıntılarla derinleştirilecek bu çerçeve gözönüne getirildiğinde, Hizbullah ve PKK gibi provakasyon örgütlenmelerinin hareket alanları daraltılmaya başlandı. Zaten 1996’ya gelindiğinde bu provakasyon örgütlenmelerinin temsil ettiği alanlarda ortaya çıkacak tehlikeler önemli oranda bertaraf edilmişti.
Sonuç olarak istenildiği an, yüzbinlerle ifade edilmeye çalışılan bir güç, birkaç günün içinde etkisiz hale getiriliyormuş! Aynı biçimde onbinlerce gerilla teraneleriyle yıllardır abartılan zat işinin bittiği noktada tıpış tıpış İmralı’da misafir edilebiliniyormuş. Her neyse…Son yirmi yılda yaşananlar daha çok tartışılacaktır.

OCAK 2000
BAKİ KARER

2 Şubat 2008 Cumartesi

HAKI KARER/ALBÜM



SEÇİMLER YAKLAŞIRKEN


    12 Haziran seçimlerine fazla bir süre kalmadı. Partiler birbirleriyle kıran kırana bir rekabet yürütmekte.  Gerek iktidar partisinden gerekse de muhalefet partilerinden kitleleri cezbedecek vaadler ileri sürülmekte. Cumhuriyet Halk Partisi’nin özellikle yoksul kesimlere, işsizlere yönelik sosyal güvence programı dikkat çekicidir. Milliyetçi Halk Partisi’nin de bu doğrultuda bir açıklaması var ama tek başına iktidar alternatifi olmadığı için, silik kalmakta. BDP tarafından beslenen MHP’nin, önümüzdeki süreçte pek ciddiye alınacağını sanmıyorum.
    Adalet ve Kalkınma Partisi’nin açıkladığı ‘Çılgın Proje’ diye adlandırılan kanal projesinin yabana atılacak bir proje olmadığını da söylemeliyim. Bu proje belki halkın günlük yaşamına hemen etki etmeyecek ama uzun vadede, hem stratejik, hem de ekonomik açıdan Türkiye’ye çok ciddi getirileri olacaktır. Çevre düzenlemeleriyle birlikte bu proje hayata geçirildiğinde, İstanbul’un, hemen hemen her açıdan Tokyo ya da New York’la eşit bir şehir durumuna yükselme olasalığı yüksektir. Açılacak yeni kanal için 15-20 milyar dolarlık bir maliyetten bahsedilmekte. Bu büyük bir mebladır. Bu maliyetin kaynağı bildiğim kadarıyla henüz açıklanmış değil. Ama bu konuda madalyonun bir de öbür yüzüne bakmak gerekir. Günümüzde bu tür projeler geliştirilirken, ülke genelini gözardı etmemek gerekir. Türkiye henüz alt yapı sorununu halletmiş, buna bağlı olarak sanayileşmede ve sermaye birikiminde çok ileri adımlar atmış bir ülke değildir. Bu anlamda, sadece kanala harcanacak 15-20 milyar dolar, ülke genelinde değişik alanlarda altyapının modernleştirilmesine yatırılsa, ekonomik ve sosyal gelişmeye çok daha ciddi ivmeler kazandıracağı bir gerçektir.
    Önümüzdeki genel seçimin en önemli özelliklerinden biri, Gerek iktidar partisi, gerekse de Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin seçim proğramlarında halkın sosyal yaşamını yükseltmeye yönelik projelere ağırlık vermeleridir. BDP ise bambaşka bir bulvarda seyretmekte. Sisteme olabildiğince nefes aldıran, en ‘yalın’, en ‘sade’ seçim taktiklerine başvurmakta. Buna, bir nevi entegrasyon sancısı da denilebilinir. Günümüz koşullarında entegrasyon bürosu olarak görev ifa etme pek o kadar kolay değil elbette. Bir de bu nedenledir ki, temsil ettiğini iddia ettiği Kürt halkına karşı, gaddarca bir politika geliştirmekte. Kürtlerin her birini, egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda kullanılacak kum torbası olarak görmekte. Şimdiden Saddam’ı aratır hale gelmişlerdir. Bu gidişle önümüzdeki süreçte asker ve polise gerek kalmayacaktır.
    BDP, demokrasi, özgürlükler vb.sorunlar sözkonusu olduğunda, köşe kıvırmada o kadar ustalaşmış ki, saray içi ayak oyunlarını geride bırakıyor. Demokrasi ve özgürlükler üzerine tartışmaların, çözüm önerilerinin yoğunlaştığı her kritik dönemde, ağızlarına tutuşturulan yaprak düdüğü öttürmeye başlıyorlar, hem de hiç değiştirme zahmetine girmedikleri nağmeyle; yüzer-gezer yata özgürlüüük! Ya da ‘Bugün kutsal doğum günü, kutlamalıyız, hatta kutsamalıyız, hurra! Bazen bunları da yeterli görmeyip, ‘O bizim son peygamberimizdir, eline ayağına sürünmeliyiz’ diye çığlıklar atmakta. Nereden bakılırsa bakılsın,  kelle korkusundan kaynaklanan hünkâr yağcılığı...
    Karanlıkların prensi ise;
    ‘Devletle görüşeceğim, görüştüm, görüşüyorum’ diyor ve hemen ekliyor; ‘Bekleyin, doğumumu kutsayın, söylediklerimi terennüm edin ve ayetleştirerek sokaklarda namaz kılın, bu yeni bir dindir, abdest almanıza gerek yoktur’ yönlü fetvalar vermekte.
    Fetvaları sorgulayanlar, yüzer-gezer yatta ağırlanana soruyorlar;
    -Kiminle, Başbakanlıkla mı görüşüyorsun?
    -Hayır, Başbakanlıkla değil.
    -Genel Kurmaylıkla mı?
    -Hayır, yani alt düzeyde ya da diyelim üst düzeyde...
    -Milli İstihbarat Teşkilatıyla mı?
    -Hayır, ama...
    -Peki, kiminle, nasıl bir devletle görüşüyorsun?
    Kızgınlıkla yanıt vermekte;
    -Açıklayamam! Benim annem de Türktür.
    Ve kızgınlıktan hızını alamıyor, devamla;
    -Kestiririm, astırırım, öldürtürüm... Silahlı, silahsız ve kadın, erkek, çocuk demem! diyor
    -Kimse ses çıkartmayacak, biliyorsunuz, devletle görüşüyorum. Açıklayamam! o kadar.
    Peki, ne zaman açıklayacak acaba? Açıklayacağını sanmıyorum. Otuz yıldır hangi mihraklarla görüşmeler yapmışsa yine aynı mihraklarla görüşmelerine devam ettiği bir sır değildir. Kokuşmuş dehlizlerin prensi başka nasıl olunur?
    İşte, demokrasi ve özgürlüklerin önüne engeller koymada ustalaşan Barış ve Demokrasi Partisi denilen silahlı-külahlı takımın seçim proğramının özeti, kısaca budur.
    Bu seçimin de iktidar partisi lehine sonuçlanacağını sanıyorum. Yaygın işsizlik, rüşvet ve kayırmalara karşın, orta sınıfın ve hatta işçi kesiminin önemli bir kesimi henüz iktidardan ümidini kesmiş değil. Adalet ve Kalkınma Partisi, iktidarı döneminde özellikle sağlık alanında getirdiği düzenlemeler, 12 Haziran 2011 seçimlerinde önemli bir rol oynayacaktır. Yetersiz de olsa bu düzenlemelerden halkın çok memnun olduğunu söylemeliyim. Ama yine de, bazı çevrelerin iddia ettiği gibi, yüzde ellilerin üzerinde oy çoğunluğu elde edeceğini sanmıyorum.
    Cumhuriyet Halk Partisi klasik oy oranının biraz üstüne çıkabilir ama tek başına iktidar olamaz. Kitlelerin güvenini henüz kazanmış değildir. Güven verememesinin bir nedeni de, kendi içinde birliğini sağlamamış parti görüntüsü vermesidir. Yıllardır uygulanan globalist ekonomi politikalar sonucu, klasik Kemalist tabanda bölünmeler ortaya çıkmıştır. Bu, CHP’yi daraltan başlıbaşına bir faktördür. Bu nedenledir ki, 12 Haziran seçimlerinde liberal politikaların temsilcilerine ön sıralarda yer vermiştir. Bununla taban kaybını telafi etmeye çalışmaktadır. Değişen sosyal yapıyı yeni farkettiler, bu nedenle tutunulacak yeni zemin arayışı içindeler. Ergenekon tutuklularına sahiplik sadece bir bahanedir. Bu yönelim, CHP’de hem örgütsel alanda, hem de ideolojik planda bir dizi yeni bunalımları da beraberinde getirecektir. Kitleler bunun farkındadır. İşte bir de bu nedenden dolayı, 12 Haziran 2011 seçimlerinde tek başına iktidar alternatifi olamamaktadır.
    12 Haziran seçimlerinden sonra oluşacak meclis, bir ihtimalle, ilk defa sivil anayasa yapacak bir meclis olacak. Bu nedenle, seçimlerden sonra başlayacak süreç, oldukça sancılı bir süreç olacaktır. Epeyce çatışmalı geçecek bu süreçte, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ne oranda direngen davranacağını kestirmek oldukça zor. Özellikle DTP-MHP cephesi, askersiz bir anayasa yapılmasına karşı. CHP’de bu cephenin çabalarının perde arkasını yönlendirecek gibi gözüküyor. Elbette AKP, tek başına, gerçekten sivil, demokratik bir anayasa yapacak olgunluğa ve anlayışa sahip değildir. Sürecin ne kadar çatışmalı geçeceği, biraz da Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tutumuna bağlıdır. Demokratik kurum ve kuruluşların takınacağı aktif tutum, gerçekten demokratik bir anayasa yapılmasında etkili olabilir.  Seçim sonrası dönemde, 12 Eylül Anayasasından kurtulma mümkündür. DTP ve dayanağı Kandil’in, asarım-keserim tehditlerinin arkasında yatan esas neden, sivil, demokratik bir anayasa yapılmasının önüne set çekmedir. Yani darbe çığırtkanlığı bunun için yapılmakta.

BAKİ KARER
10 MAYIS 2011
   




27 Aralık 2007 Perşembe

BAKI KARER/Tablolar
















DEĞİŞİM

    Demirel’in cumhurbaşkanlığı süresinin uzatılması için yürütülen girişimler bir sonuç vermedi. Aslında yağmacı elitiz politikanın sürdürülüp sürdürülmeyeceği konusunda bir yol ayrımına gelinmişti. Ekonomik ve siyasal gelişmelerin kurallarıyla yürütülüp yürütülmeyeceği konusunda bir karar verilmesi zorunluluğu doğmuştu. Demokratik ve özgürlükçü olmayan sistemin zorla ayakta tutulamayacağı artık görülmüştü. Demirel’in Çankaya süresinin uzatılmaması, çağı yakalamaya yönelik maratonun ön hazırlık evresi olarak değerlendirmek için henüz erken. Ama yine de önemli bir adım atıldı.

    Bir ölçüde Ecevit’in de desteğini alan Demirel’in takımı, mevcut düzenin devamı için elinden gelen çabayı yürüttü. Ecevit’in ortaya sergilediği tavır bilinen ‘idare etme’ taktiğidir. Türkiye’de sosyal demokrasinin atılımcı, radikal değişikliklerden yana olmayan, hep sağla uzlaşma içinde kalmayı yeğleyen teslimiyet tavrı en açık biçimde Ecevit tarafından sergilendi. DSP tarafından takınılan tutum, aşağı yukarı 1978-79’larda cunta tehlikesine ve sağ teröre teslim olma anlayışıyla özdeş bir tutumdu. Ecevit, 28 Şubattan sonra kurulan Mesut Yılmaz hükümetinin düşürülmesiyle azınlık hükümet kurmasına fırsat tanıyan ve seçimlerden birinci parti olarak çıkmasına yardımcı olan Demirel’in Cumhur Başkanlığı süresinin uzatılmasını desteklemekle, adeta vefa borcunu ödemek istercesine soygunculuğun sürmesine onay vermiş oldu.

    Cunta ve Özal döneminde türeyen, Demirel döneminde savaş vurgunculuğuyla tekelleşen ama özünde tabela holdingleri takımı gözyaşı dökmeye başladı. Bilinen bu çevreler elli yıldır devleti yağmalayan ve yağmaladıklarını Amerika’da, Avrupa’da har vurup harman savuran kesimlerdi. Bunlar yıllardır halkı soyup soğana çeviren, en ufak yatırımda, üretimde bulunmayan, devletten yağmaladıkları nakit paralarla gününü gün etmeye alışmışlardı. Bunlar, bir avuç elit için “modernleşme” ve yağma özgürlüğü isteyen, içinden çıktığı toplumdan utanan, hatta Londra’nın, Paris’in ve Newyork’un otel lobilerinde milliyetini belirtmekten utanç duyan, Pakistan ve Hindistan’da ekonomik ve siyasal gelişmelere damgasını vuran soytarıların benzerleriydi.

    Basın ve yayının ağırlıklı bir kesimi de Demirel’in borazanlığını üstlendi. Çankaya’dan ayrılışını Cumhuriyetin geleceğiyle özdeşleştirdi. Demirel’den sonra tufandır yaygarasını bastı. Yağma ortamında nemalanan basın ve yayın öylesine bir hava estirdi ki, gerçekten yağmaya yıllarca karşı çıkmış çevreleri bile etki altına aldı. Öylesine suni gündemler yarattılar ki, halk neyin ne olduğunu adeta şaşırdı. Çünkü yıllardır hırsızlığın ve yağmanın borazanlığını üstlenmişti. Haber peşinde koşma yerine ihale takip ediyorlardı artık. Birçok gazeteci, muhabir fazla para veren patron takipçiliğini meslek haline getirmişti. Gerçekleri kamuoyuna sergileyen basın ve yayın çalışanı değil, belirli aile reislerinin, tarikat şeyhlerinin buyrukları doğrultusunda kalem oynatan gazete yazarlığı ve proğram yapımcılığı meşru hale getirilmişti. Birçok basın ve yayın kuruluşu, yarattığı köçekleri meydana salarak, tüm Türkiye’yi çal oynasın, vur patlasın misali eğlenen hayaller dünyasının bir ülkesi gibi gösterip, bir avuç hırsız ve vurguncuyu korumanın muhafızlığına soyunmuştu. Basın ve yayın alanında yaşanılan dejenerasyonun önüne henüz geçilmiş değil, halen bu süreç devam etmektedir. Ama onca yürütülen uğraşlara karşın Demirel’in süresi uzatılmadı.

    Sürenin uzatılmaması Türkiye’de bir dönemin başlangıcıdır. Cumhuriyet’in ilan edilişi nasıl ulus devlete, dolayısıyla sanayi toplumuna geçiş çabasının başlangıcı ise, Demirel ve şürekasının geri plana atılışı da yeni yüzyılı yakalamanın, yani bilgi toplumuna ulaşmanın bir çabasıdır. Şimdi sorun, yirminci yüzyılı geriden takip eden Türkiye’nin, yirmi birinci yüzyılı geriden takip etmesinin önüne nasıl bir ekonomik ve siyasal yapılanmayla geçileceğidir. Tartışmalar, çözüm yolları arayışı bu noktadan hareketle başlatılırsa, gelecek umut verici olur.

    Demirel ve takımı durup dururken ortaya çıkmadı, uzun yıllardan bu yana devlet yönetim anlayışının sentezidir. Demirel’in yaptığı, tek şeflik ve Demokrat Parti’nin yağma dönemlerinin mirasını devletin en üst düzeyinden en alt düzeyine kadar kurumlaştırmasıdır. 12 Eylül Cuntası ve Özal bu kurumlaşmaya hizmet edecek alt yapıyı hazırlayan geçiş döneminin aktörleridir. Bu anlamda Demirel’in son on yıllık pratiğini değerlendirirken, tek şeflik dönemi ve ellili yılların Demokrat Parti iktidarını bir tarafa atamayız. Demirel bu her iki dönemin bir sentezidir ve bu sentezden doğan anlayışın örgütlü hale getirilişidir. Demirel’i yağma politikasının üçüncü ve son halka olarak değerlendirmek de mümkündür. Her ne kadar ANAP ve bugünkü DYP bu anlayışı bölüşme ve devamını sağlama için kavga veriyorlarsa da, hiçbir zaman Demirel kadar başarılı olmayacakları bir gerçektir.

    Tek şeflik dönemi halka üstten bakan, halkı küçümseyen, fildişi kuleleri içinde düzenlenen toplantılarla memleket sorunlarına çözümler getirdiğine inanan, silahlı, külahlı, bol selamlı düzenlenen törenlerle halka gözdağı veren bir anlayışın ürünüdür. Tek şeflik dönemi, Devlet-ü Âliye’nin “menfaatleri” uğruna yıllarca kendini halktan soyutlayıp, sistemi kapalı bir kara kutu haline getirmiştir. Atatürkçülüğün bir sömürü aracı, yani devlet olanaklarını yağmalamada perde haline getirilmesi bu aşamada yaygınlaşmıştır. Kemalizm adına hareket edenlerin önemli bir kesimi İstanbul’un, Ankara’nın lüks salonlarında partiler ve festler düzenleyip hiç anlamadıkları Mozart’ı, Bethowen’i dinlerlerken, sokaktan geçenleri ‘baldırı çıplak’ olarak görmüşlerdir. Atatürkçülüğün şaşmaz savunuculuğunu! yaptığını iddia eden bu bilinen çıkar çevrelerinin Anadolu’da örgütlendiklerine, halkın çıkarlarını dile getiren bir  faaliyet geliştirdiklerine, yolsuzluğa, hırsızlığa karşı kitlesel bir protesto örgütlediklerine kimse şahit olmamıştır. Bunlar İttihat ve Terakki’den kalma saray erkanlığını terk etmeye bir türlü yanaşmamışlardır. Ülkemizin emperyalist güçlere pazarlanmasına karşı dikildikleri görülmemiştir. Tam tersi, karşı çıkanlara “katli vaciptir” diye fermanlar yazmışlardır. Osmanlı dönemine özgü tarikat örgütlenmesini taklit edenlerin irticaya ve her türden gericiliğe karşı mücadelede ciddi olamayacağı bir gerçektir.

    Sorunları kısa yoldan halletmenin yöntemini cuntacılık oynamada görmüşlerdir. Yaşadıkları vitrin daraldıkça, çözümü, daha sık kılıca sarılmada görme alışkanlığını bir türlü bırakamamışlardır. Son dönemlerde bazı demokrat çevrelerin sınrlı da olsa Anadolu’ya açılmalarını, bu bilinen klasikleşmiş kesim hazmedememekte. Hatta demokrasiden bahsedenleri, çağın ihtiyaçlarına göre devletin yeniden yapılandırılması yönündeki çabaları halen alaycı bakışlarla seyretmektedirler. Her zamanki alışkanlıklarıyla “günümüz gelir” bekleyişi içindeler. Ama artık bugünden sonra bekledikleri günün gelmeyeceğini de hesaplıyor olmaları gerekir.

Bugün Kemalist geçinen bu tür çevrelerin ikiyüzlülüklerini kavramak için iflas etmiş bankaların, tabela holdinglerin danışman ve yönetim kurullarının listelerine bakmak yeterlidir. ‘Devletin sahibi benim’ diyen bu anlayış, emperyalist güçlerle işbirliği içinde hırsız, çapulcu, her zaman diktatörlük heveslisi bir kesimin sürekli diri tutulması yönündeki çabalarından halen geri durmuş değildir.

    Tek şefliğin devlet yönetim anlayışı, Demokrat Parti’yi ortaya çıkarmış ve iktidar yapmıştır. Celal Bayar-Adnan Menderes ikilisi, devlet olanaklarını sadece bürokrasi arasında bölüştürmekle yetinmemiş bürokrasi dışında kendilerine yakın gördükleri aile ve bireylerle de bölüştürme sürecini başlatmışlardır. Hırsızlık ve yağmadan pay alanların sayısını çoğaltarak Demokrat Parti’ye sosyal bir taban kazandırmaya yönelmişlerdir. “Her mahallede bir milyoner” yaratma projesi bu anlayışın ürünüdür. Bu aynı zamanda, emperyalist güçlerin çıkarlarına hizmet eden geniş pazar olanakları yaratma projesiydi. Tarım ve sanayi alanlarında halkın çıkarlarını gözeten uygulamalar değil, ABD’nin ekonomik ihtiyaçlarına göre şekillendirilmiş uygulamalar temel alınmaya başlanmıştı. Devlet olanakları bakanlar ve üst bürokratlar etrafında kümelenmiş birkaç aile ve gruplar arasında bölüşülüyordu. Türkiye, ABD’nin ikinci bir Kaliforniya eyaleti yapılmaya hazırlanıyordu.

    Demirel yönetiminin özellikle son on yılını bu her iki dönemden ayıran özelliği, talan ve yağma politikasını devlet yönetiminin merkezine oturtmanın yanısıra bahsedilen bu yalak kesimi uluslararası düzeye yükseltmesidir. Aynı zamanda bu kesimi finans, iç ve dış ticaret alanlarında tam egemen duruma getirmek için sahte savaş ortamını Türkiye’de egemen hale getirmesidir. Yani, sadece devletin elindeki olanakların paylaşımıyla değil, savaş vurgunculuğuyla büyümeyi temel almasıdır. Demirel yönetimi döneminde, otelcilik-turizmin ve yan alanlarıyla yatırımların sınırlandırılması, tarımda makinalaşmanın önüne geçilmesi ve sanayi alanında gelişmenin engellenmesi için olağanüstü çabalar yürütülmesi, ithalatçılığın teşvik edilmesi, tümüyle türeme burjuvaziyi egemen kılma isteminden kaynaklanmaktaydı. Bu nedenle hırsızlara, yankesicilere devlet nişanı verme bir alışkanlık haline getirilmişti. Neredeyse inşaatı bitmeyen tuvaletler bile devlet töreniyle açılır olmuştu. Tüm bu yönlü gayretler, savaş vurgunculuğunu örtülemenin, totaliter devlet anlayışını sürekli kılmanın çabalarıydı.

    Sahte savaş uygulamalarının devamına izin verilmemesi, aynı zamanda, Demirel yönetiminin de sonu oldu. Elbette yürütülmekte olan temizlik hareketinde sadece iç dinamikler değil, dış güçler de belirleyici olmuştur. Emperyalist kesimlerin de Türkiye’de sahte savaş uygulamalarının daha fazla devam etmemesinden yana tavır almalarının nedeni elbette çok farklı nedenlere dayanmaktadır. Kimse Türkiye’nin kara kaşına ve gözüne heves değildir. Alınan bu tavrın altında emperyalizmin döneme özgü çıkarları yatmaktadır. Nasıl ki bir dönem uygulamaya konulan “yeşil hat” projesi emperyalist güçlerin çıkarlarına hizmet etmişse bugün de rüşvetten ve yolsuzluktan arınmış devlet örgütlenmesine sahip Türkiye çıkarlarına gelmektedir. Emperyalist sermaye rahat ve daha geniş tabana yayılabilmesi için “düzen” ve “istikrar” istemektedir. Globalist anlayış kısa zamanda daha fazla kâr peşinde koşmaktadır. Bunun için de ihtimal dahilinde de olsa birtakım engellerle karşılaşma riskini daha başından ortadan kaldırmak istemektedir.

    Bugüne kadar ki uygulamalara baktığımızda memurlar, alt bürokratlar ve bazı iş adamları yakalanmakta, fakat hırsızlığın arkasında duran siyasal güçler korunmaktadır. Tedbirlerin kalıcı hale getirilmesi için ciddi bir idari yapılanmanın içine girilmemektedir. Bu da ister istemez yeni kuşkuların doğmasını getirmektedir. Demirel’in tasfiye edilmesiyle doğan boşluğu ANAP ve benzeri güçlerce doldurulmak istenmesi yönünde algılanmaktadır. Gelişmelere bir de bu açıdan bakıldığında, şu anda yürütülmekte olan operasyonların uluslararası tekellerin ekonomik çıkarlarına cevap verecek “istikrar”ın sağlanması için yapıldığını ve bunu halkın sosyal yaşamının iyileşmesi yönünde kullanılmasının engelleneceğini iddia edenlerin de az olmadığını söylemek gerekir.

    Ülkemizin nerdeyse yüz milyarı aşan pazar olanaklarının emperyalist tekellere kısa yoldan daha kolayca aktarılmasını sağlayacak düzenlemeler değil, halkımızın refah düzeyini çağın yaşam koşullarına uyarlayacak sistemin inşası gereklidir. Hırsızlığın ve vurgunculuğun uluslararası tekellere devredilmesi daha derin bunalımların ortaya çıkmasına hizmet etmekten başka bir işe yaramayacağı ortadadır. 

    Yolsuzluklara ve hırsızlıklara karşı tavır alış uluslararası tekellerin de istek ve talimatları doğrultusunda değil, gerçekten demokratik ve kalkınmış bir Türkiye yaratmayı amaçlayacak doğrultuda bağımsız inisiyatif kullanılarak yapılırsa, doğru ve kalıcı sonuçlara ulaşma sansı daha yüksek olacaktır. Açlık sınırında yaşam sürdürmeye zorlanmış yığınlar bundan tam anlamıyla emin değildir. Türkiye İMF tarafından teslim alınmıştır. Duyunu Umumiye ve Sevr’den de beter “Niyet Mektubu” adı altında anlaşmalar imzalanmıştır. Üstelik bu seferki anlaşma metinleri silah gücüyle dayatılmamış, Devlet-ü Aliye’nin başında olanlar tarafından gönüllü hazırlanmış ve imzalanmıştır. Sonuçları gelecekte hep birlikte göreceğiz. Ama soruna hangi açıdan bakacak olursak olalım, gelinen noktada mevcut yönetim, ‘yerlilerin’ temizlenmesini istese de engelleme olanağına sahip değildir.

    Demirel’in görev süresinin beş yıl daha uzatılmamasına tepkileri iki ana noktada toplamak mümkündür:

    Bunlardan birincisi, Demirel devrinin sona ermesiyle birlikte talan, daha doğrusu savaş ekonomisinden çıkarı olan kesimlerin tepkisi. Bunlar basın ve yayının da önemli bir bölümünü elinde bulundurdukları için ortalığı adeta toz dumana kattılar. Üstü açılacak karanlık dönemin altında kendilerinin çıkacağını bildikleri için uluslararası işbirlikçilerinin desteğiyle olmadık provokasyonlar geliştirdiler. Sosyal varlıklarını tehdit eden gelişmeleri mümkün olan en az zararla atlatmanın çabalarını yürüttüler. Çünkü bunlar, ekonomik güçlerini yüksek enflasyondan, ranttan, devletin yağmalanmasından alıyorlardı, dolayısıyla baskı ve şiddet politikasının üzerinde şekillenmişlerdi. Enflasyonun aşağıya çekilmesi, rant ekonomisinin bitirilişi, bu kesimlere önemli darbeler vuracağı biliniyordu. Bu nedenle zaman zaman askere oynamaktan da çekinmediler. ‘Demirel’siz Türkiye uluslararası alanda biter, içte de bölücüler, yıkıcılar devleti teslim alır’ türünden olmadık felaket senaryoları geliştirdiler. ‘Her tarafı düşmanlarla sarılı Türkiye’ fobisini egemen kılmaya çalıştılar.

    İkinci kategoride yer alanlar ise; Yeni seçilen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Türkiye Avrupa Birliğine ve genelde global ekonomiye teslim olur noktasından hareketle Demirel’in görevinde kalmasını istediler. Aslında bu kesim yolsuzluğa, köşe dönmeciliğe karşı tavır alanlar olmasına rağmen bilinen klasik “istikrar” dan dolayı önlerini göremez duruma gelmişlerdi. Türkiye’de derin devlet olgusunun anlamını ve işlevini yeterince kavramamış olduklarını gösterdiler. Ahmet Sezer’i verdiği birkaç demecinden hareketle geçiş döneminin bir insanı olduğunu görmek istemediler. Ahmet Necdet Sezer’in, demokratikleşmeyi, Avrupa Birliği içinde sağlama eğilimini fazlaca abarttılar. Demirel ve takımının işbaşından uzaklaştırılmasının, güçlü Türkiye’nin yaratılmasında gerçekten önemli bir adım olduğunu bilince çıkartamadılar. Demokratikleşme adına cup diye emperyalizmin kucağına oturmayı kabul eden ve üstelik “sol” olduğunu iddia eden kesimlere yönelemezken, Sezer’in AB yanlısı diye hedef seçilmesi garip kaçıyordu. Sezer AB yanlısı olabilir, ama bu hiçbir zaman yağmanın devamından yana olan kesimlerin çıkarlarıyla çakışacak biçimde hareket etmeyi gerektirmez. Şu anda önemli olan, ülkenin soygunculardan kurtulma çabası içinde bulunmasıdır. Son dönemde moda olan deyimle, ‘Türkiye bağırsaklarını temizliyor’. Barsak temizleme hareketinde iç dinamikler kadar dış güçlerin de etkili olduğunu kimse inkâr edemez. Ama ortada acilen çözümlenmesi gereken bir sorun vardır ve bu soruna ülkemizin daha fazla tahammülü yoktur. Hiçbir koşulda barsak temizleme hareketinin karşısında yer alınamaz. Sonuç olarak bu kesim, Demirel’in içi kof “Büyük Türkiye” sevdasına fazlaca kaptırmıştı kendini. Temizlik hareketi sürdükçe ve tahmin bile edemedikleri sonuçlarla karşılaştıklarında tutumlarından biraz geri adım attıklarını hissettirmeye başladılar.

    Sezer Anayasa Mahkemesi başkanlığı yapmış olmasına rağmen ideolojik ve politik yönleriyle pek tanınan biri değildir. Anayasa Mahkemesi’nin 37 ve 38 kuruluş yıldönümlerinde yaptığı konuşma aşağı yukarı ideolojik ve politik düşüncelerini ele vermektedir. Belli ki ABD’nin ortaya attığı uyduruk globalleşme politikasına ve AB’ne karşı olan biri değil. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin bulunduğu stratejik bölgenin avantajlarını, elindeki olanakları ve gücünü kullanmaya kalkıştığında büyük bir güç olarak varlık göstereceğini kabullenmeye pek yanaşan biri olmadığı anlaşılmakta. Ahmet Necdet Sezer daha çok bir ara dönemin, daha doğrusu Türkiye’yi sözde AB’ye hazırlama sürecinin Cumhur Başkanı da denile bilinir. Ama unutmamalıyız ki, AB ve ABD Türkiye üzerindeki çıkarları her zaman çatışmıştır ve çatışma halinde de kalacaktır. Türkiye ABD’ye girse bile, bu güçlerden biri diğerini Türkiye’den silip atamayacaktır. AB tamamen bitirilmiş ve teslim alınmış bir Türkiye’nin kabul edilmesini neredeyse şart koşmaktadır. ABD ise AB’ye karşı az da olsa ayakları üzerinde kalan ama kendisine sürekli muhtaç olan bir Türkiye’nin AB üyeliğini istemektedir. Çünkü böylece ABD çıkarlarının daha iyi korunacağını düşünmektedir. Son tahlilde her iki taraf da ayakları üzerine basan bir Türkiye’yi karşılarında görmek istemiyor. Bu durum gösteriyor ki, AB ile Türkiye’nin çıkarlarını çakışması oldukça zordur ve bu gidişle de pek çakışacağa benzememektedir. Gerek bazı işveren çevrelerde gerekse de halkta AB’ne karşı tepkinin güçlülüğü göz ardı edilemez. Süreç elleri ve ayakları bağlı, kayıtsız şartsız Avrupa’ya teslim olmak isteyenlerin lehine işlememektedir. Bu nedenle Sezer’in AB’ne girmede fazla bir rol oynayacağını söylemek pek abartılı olur. Aynı biçimde kısa vadede olmasa bile orta vadede Türkiye, ABD’nin de her istediğini yerine getiren bir ülke olmaktan çıkmaya aday bir konumdadır. Son dönem geliştirilen iç ve dış politikalar bunu alt yapısını hazırlamaktadır. Türkiye bugünkü atılımını sürdürürse ABD, AB, Rusya Federasyonu ve Çin arasında dengeli bir politikayla kendini güçlendirecektir. İsrail’e karşı alınan tavır ve Filistin’e açıktan destek verilmeye başlanması, Bağdat’a büyük elçi atanması, Balkan ülkeleriyle olan ilişkilerin düzeyi bunu açık örnekleridir.

    Bu noktada İMF ile olan ilişkilerle uluslararası alanda ABD ve AB’nin onaylamadığı siyasal yönelimler içine girilmesi bir çelişki olarak görüle bilinir. Doğrudur ve bu bir çelişkidir. Genel doğrulardan hareket edecek olursak, ekonomik alanda güçlü olan siyasal alanda da güçlüdür. IMF’nin Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde hareket edecek tüm direnç noktalarını yıkmaya çalıştığı bir gerçektir. Tarımda bitirilmiş bir Türkiye ne sanayisini geliştirebilir, ne de mali, sosyal, genelde ekonomik alanda ciddi bir atılım içine girebilir. Dayatılan özelleştirmeler ülkemizi can damarından vuracak özelleştirmelerdir. Yani hemen her alanda savunma reflekslerimizi yok etmeye çalıştıkları bir gerçektir. Alınan siyasal kararlar, tutarlı ekonomik kararlarla desteklenmezse sonuçta kalıcı olmayacaktır. Neredeyse gelenekselleşmiş çarpıklıklarla devam edilemeyeceği ortadadır. Özellikle son yirmi yıldır izlenen ekonomi politikayla sonuçta böyle bir noktaya gelineceği, yani İMF dayatmalarına teslim olunacağı belliydi. Her yıl onlarca milyar dolar soyulan bir devletin başını vuracağı başka bir duvar yoktur. IMF’nin bugüne kadar hiçbir ülkeyi kurtardığı gözükmemiştir ve Türkiye’yi de kurtaramayacaktır. Hükümetin en büyük hatası, IMF’nin de içinde bulunduğu zafiyeti görerek hareket etmemesi, “koalisyon istikrarı” adına dayatıcı olamamasıdır. TBMM yasama yetkisi dahi IMF’ye verilmiştir. Sadece hükümet değil, aynı zamanda muhalefette bu hakkın devredilmesini onaylamıştır. Tüm bunlara karşın hükümeti siyasal kararlarda biraz olsun cesaretli kılan, Filistin-İsrail çatışması, Irak’ta Saddam iktidarının devam etmesi, Bakü-Ceyhan boru hattı projesi ve en önemlisi de Türkiye ekonomisinin tümden iflası karşısında IMF’nin artık itibarını ve önemini tümden yitirme durumuyla karşı karşıya olmasıdır. Ama tüm bu nedenler geçici, dönemsel nedenlerdir. Bir ülkenin güçlü olması, iç ve dış politikada doğru stratejik hedeflerin saptanmasından, kendi ayakları üzerinde kalacak planlı ekonomik uygulamalardan geçer.

    Böylesine kritik bir dönemde devrimci demokratik örgütlenmelere büyük görevler düşmekte. Çeşitli meslek örgütlenmelerinden sendikalara kadar tüm devrimci demokratik örgütlenmeler İMF dayatmalarını tersyüz edecek asgari müşterekte birleşerek ortak eyleme geçebilmelidir. Hatta esnafları ve tarım kooperatiflerini de içine alacak biçimde cepheyi geliştirme sonuç alma oranını çok daha yüksek kılacaktır. Geçmişte bu dayanışmanın başarılı örnekleri sergilenmişti. İşçi sendikaları merkezi bir rol yüklenirse yine de olumlu sonuçlar alınmaması mümkün değildir. Ama bazı sendikalar adeta İş ve İşçi Bulma Kurumu rolünü benzemeyi her nedense bir görev olarak kabul etmekte. İşsizlere iş bulmanın çabasını yürütmektedir. İşsizliği aşağı çekme iktidarın sorunudur. Kaldı ki İMF dayatmaları başarılı olursa sendikalı işçilerin de büyük bir çoğunluğu işsiz kalmayla karşı karşıya kalacaktır. Zaten bugünden on binlerce işçi işten çıkarılmıştır. Bu politikanın devamı işçi sendikalarını giderek daha güçsüz kılmaya yöneliktir. Sendikalı işçilerin haklarını koruyamayan bir sendikanın işsizlere iş bulma gibi bir garipliğin içine düşemez. Elbette işsizliği aşağı çekmek için sendikalar da bir çaba içinde olmalı ama bunu İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun yükümlülükleri altına girerek değil. Sendikalı işçilerin iş güvenliği ve sosyal güvenceler vb. sorunları bile çözüm beklerken farklı noktalarda, adeta hükümetin uyguladığı İMF patentli politikaya şans tanıma gibi tavırlar içine girilmesi yadırgatıcıdır. Avrupa Birliği ile imzalanan tek taraflı gümrük birliği anlaşması karşısında takınılan vurdumduymaz tavır, AB aday üyeliği ve İMF dayatmaları sürecinde de devam ettirmektedirler. Yine sendikaların çalışanlar açısında olumsuz gidişe karşı destek isteyeceği tek yer, muhalefet diye anılan ve mecliste grubu bulunan partiler değildir. Zaten bunlardan biri, tamamen yüksek enflasyon koşullarının doğurduğu ve emperyalizmin “yeşil hat” projesinin bir ürünü olarak gürbüzleşen İslamcı sermayeye dayanmakta. Hatta İslamcı sermayenin yüzde doksanına varan bir kesimi tamamen kara parayla, yani yasadışı yollardan kazanılmış sermayeyle vücut bulmuştur. Diğeri ise, ülkede demokratik bir rejimin egemen olmasından çıkarı olmayan, devletin soyulmasını neredeyse gelenekselleştiren ve hırsızlığın örgütlü halde devam ettirilmesinde çıkarı olanlardır. Demirel ile yaşadıkları çelişki, geçici ve aynı kamplaşma içinde yer alanların paylaşımda içine düştükleri anlaşmazlıkların ürünüdür. Yoksa temelde herhangi bir farklılıkları yoktur. Enflasyon trendinin biraz aşağıya çekilmeye başlandığı günümüz koşullarında, bu her iki kanat da aslında ‘yer altına’ kaymış durumdadırlar. Yüksek enflasyon, yüksek faiz ve kağıt politikasının, yani yağma düzeninin devamı için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Devlet içinde sahip oldukları bürokratlar ve yine malum tabela holdingler aracılıyla dış güçlerden de destek alarak suni savaş koşullarını egemen kılmanın gayreti içindedirler. Bu kesimler öylesine acımasız davranmaktadır ki, PKK’ ye, Hizbullah’a ve zamanında sol adına ortaya çıkartılmış diğer bazı küçük terör gruplarına tekrar işbaşı yaptırmak için yoğun çabalar içindedirler. Bunların, son dönemlerde Avrupa ülkelerinin bazı istihbarat örgütleriyle yeniden yoğun faaliyetler içinde girdikleri bilinmekte. Bu nedenle “vatanın bütünlüğü ve birliğinden her zamankinden daha fazla dem vurur olmuşlardır. Sonuçta bunlardan İMF dayatmalarına ve emekçi yığınların yaşam koşullarının iyileştirilmesi için yardım bekleme ciddi bir sendikacılıkla bağdaşmaz. IMF’nin tüm çabasının Türkiye’yi yirmi birinci yüzyıl teknolojik gelişmesinin dışında tutuma olduğu artık bir sır değildir.

    Globalleşmeyle birlikte genelde sendikal hareketlerde bir zayıflama olduğu bir gerçektir. Bugün Avrupa ülkelerinde işçiler kazanmış oldukları hakları kaybetme süreci içine girmişleridir. Hatta sosyal yaşamlarında gerileme her geçen gün daha belirgin hale gelmektedir. Avrupa’da sosyal devlet anlayışı neredeyse yok olmaktadır. Sanayileşmiş ve nüfusun yoğun olduğu kentlerde sendikaların karşısına taşeron firmalar çıkarılmaktadır. Genelde böylesi olumsuz gelişmeler, Türkiye’de işçi sendikalarını olumsuz yönde etkilemediğini iddia edemeyiz. Ama Türkiye’nin hemen her yönüyle farklılıklar taşıdığını da göz ardı edemeyiz. Bizde halen örgütlenme özgürlüğü, işçinin iş ve sosyal güvencesi yoktur. Demokrasi, insan hak ve özgürlükleri alanında bir adım bile ileri gidilmemiştir.  Uğruna mücadele edilmesi gereken daha çok haklar vardır. Bugün GSMH’den toplumsal kesimlerin aldığı paylar arasındaki uçurum veya kişi başına düşen milli gelirin oranı dikkate alınırsa, sendikalara düşen görevler de kendiliğinden ortaya çıkar. Ekonomik alanda yaşanılan çarpıklık aynı zamanda hırsızlığın, vurgunculuğun da boyutunu göstermekte. “Verdimse ben verdim” anlayışının aynasıdır.

 

MAYIS 2000

BAKI KARER

Bölüm1                                                                                        01/12/ 2007

 

 

 

SÖZÜN BAŞLADIĞI NOKTADAYIZ

    Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, Apocuların estirdiği teröre karşı alınacak önlemler konusunda açıklama yaparken, ‘sözün bittiği noktadayız’ diyerek hükümetin duruşunda gelinen noktayı ifade etmeye çalıştı. Ama bana göre sözün bittiği noktada değil, tam tersine başladığı noktada olduğumuzdur. Türkiye bugüne kadar alınan ve bugünden sonra da alacağı tedbirlerle henüz sözünün bitmediğini tüm kararlılığıyla göstermek zorundadır. Söylemesi gerekenleri ya önümüzdeki kısa süreçte söyleyecek ya da hiçbir zaman söyleyemeyecek. Bugün söylenmesi gerekenler, ülkemizin en az elli yıllık geleceğini tayin etmede belirleyici rol oynayacaktır.  

    Dağlıca baskınının nasıl gerçekleştiğini teknik açıdan irdeliyecek değilim. PKK’nın gücünü ve çapını bilenler açısından bu bir muamma değildir. Zaten kaçırılan askerlerin geriye verilmesi sırasında yapılan tören her şeyin ispatıdır.

    Yani dönem bir paylaşım savaşı dönemidir. Bu paylaşım dinsel, mezhepsel, kültürel ve etnik farklılıklara dayandırılarak piyonlar aracılığıyla yapılmaktadır. Her ne kadar Bush ve Putin arada bir üçüncü dünya savaşından bahsediyor olsalar da, ben, birinci ve ikinci dünya savaşlarına benzer bir paylaşım savaşlarının içinde yaşadığımız çağda olacağına çok az ihtimal verenlerdenim. Balkanlarda, Orta Asya’da ve Orta Doğu’da olup bitenler geçmiştekileri aratmayacak cinten savaşlardır. Sadece yapılış biçimi farklıdır.

    Bugünkü paylaşım savaşının merkezini Ortadoğu ve Avrasya oluşturmakta. Yani petrol kaynaklarının yoğun olarak bulunduğu alanlar ve yakın çevreleri savaş alanlarıdır. Türkiye açısından sorun şu; geliştirilen bu saldırgan tavırlar karşısında geri adım mı atılacak yoksa karşı taaruza geçip bu paylaşım savaşından güçlenerek mi çıkacak? Bu dönemde boyun eğme ile başkaldırı arasında ikircikli bir politika içine girilmesinin büyük bir yıkımı getireceği açıkça ortadadır.

    Geçmişte içerde komünizm düşmanlığı dışarıda NATO şemsiyesi altında SSCB’ye karşı ileri karakol görevlerini yerine getirmekle yükümlü Türkiye için günümüzde artık böylesine basit iç ve dış politikalar yürütme çok gerilerde kalmıştır. Türkiye için her geçen gün iç ve dış politikalar yürütme çok daha çetrefelli hale gelmekte. İster istemez bu birçoklarının iddia ettiği gibi ülkemizin bölge ve dünya çapında önemini yitirdiği anlamına gelmemekte, tam tersine oynadığı ve oynayacağı rollerin önemini bir kat daha fazlalaştırmakta. Türkiye artık bölgesindeki gelişmelerde olduğu kadar uluslararası politik gelişmelerin yönünü tayin etmede rol oynayan baş aktörlerden biri konumundadır. Bu, birçok dezavantajlara karşın Türkiye’nin gücüne güç katan en önemli avantajlardan biridir aynı zamanda. Ortadoğuda ve Kafkaslarda ulusal çıkarlarımıza ters düşecek bir politikayı başta ABD olmak üzere hiç bir süper güç hayata uygulama gücüne sahip değildir.

    Elbette bizi bu konumumuzdan geri plana itmenin her türlü taktikleri ABD ve AB tarafından hayata geçirilmektedir. Bu güçler bizi ne kadar güçsüz düşürürlerse emperyalist planlarını da o kadar rahatça hayata geçirebilme fırsatına kavuşacaklardır. O nedenledir ki, birinci dünya savaşı döneminde Balkanlarda uyguladıkları taktiklerin neredeyse benzerini bu gün uygulamaya koymuşlardır. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın günümüz koşullarında başarılı olamayacakları bir gerçektir. ABD ve AB’nin ‘ılımlı islam’ ve demokrasi maskesi altında mezhep ve milliyet temelinde geliştirdikleri ırkçı tezler doğrultusunda ülkemizde kışkırtmaya çalıştıkları çatışma senaryoları boşa atılan salvolardan öteye gidememektedir. Gidememektedir çünkü tüm zaaflıklara karşın ekonomik, kültürel ve askeri vb. alanlarda alınan mesafeler onların çirkef amaçları önünde en büyük engelerdir. Emperyalizme karşı durma 20’li yılları aratmayacak düzeyde, üstelik daha bilinçli biçimde en geniş halk yığınlarında kendini bulmakta. Anadolu’da halkın emperyalizme karşı bu derece bilinçli karşı duruşunda rol oynayan en önemli neden halkın ABD saldırganlığını hemen yanıbaşında hissetmesidir. Bu duruş, tüm sınıf ve tabakaların ezici çoğunluğunda artık bir kültür haline gelmiştir. Bu aynı zamanda uluslaşma aşamasında geldiğimiz düzeyi de göstermektedir. Emperyalist güçlerin zorlandığı temel nokta da burasıdır.

    Yakın zamanda özellikle ABD‘nin ‘ılımlı islam’ teziyle demokratik gelişmelerin önü alınarak adeta despot, çağdışı bir devlet biçimi empoze edilmeye çalışıldı. Çok basit gibi gözüken başörtüsü sorunundan hareketle, halkımızı kamplara bölerek iç çatışmaya sürükleme senaryoları uygulanmaya koyuldu. Demokrasi türbana takılmaya çalışıldı. Oysa Anadolunun türban diye bir sorunu yoktu. Bu senaryo, arkadan gelecek mezhepsel ve etnik kökenli çatışmaların adeta bir önprovasıydı. Laik Cumhuriyetin ortaya çıkardığı tüm kazanımları şidettle, bir daha geri getirilemeyecek biçimde yok edip küçültülmüş kukla bir ikinci Suudi Arabistan yaratma projesiydi. Düşürülmüş bir Türkiye’den sonra Ortadoğu ve Kafkaslarda istedikleri düzenlemeyi yapma çok basitti. Bu noktada Anadolu, haçlı seferleri döneminde oynadığı rolü bir kez daha yüklenmiş durumdadır. Nato’nun genişletilmesinden Amerika’nın Doğu Avrupa ülkelerine askeri üsler konuşlandırmasına ve Irak’ın işgalinden sonra Suriye ve İran’ın tehdit edilmesine kadar tüm gelişmeler, Rusya’nın etkisizleştirilmesine yönelik olduğu kadar Türkiye’nin tehdit altında bulundurulmasına da hizmet etmektedir. Bunlara bağlı olarak, birçok Avrupa parlemontolarında ‘soykırım’ yasalarının çıkartılması da dikkate alınırsa, tüm bu gelişmelerin Türkiye’yi yeni bir Serve zorlamaya yönelik olduğu apaçık ortadadır.

    Bölgesel ve uluslararası çapta Türkiye’ye yönelik bunlar ve bunlara benzer daha bir çok uygulamalara bakarak hezeyan içine girmeye gerek yoktur. ‘Her tarafımız düşmanla çevrili’, ‘Türkün Türkten başka dostu yoktur’ benzeri feryat etmenin de bir anlamı yok. Dönem stratejik coğrafı konumumuzu dikkate alarak iç ve dış politikada, hemen her alanda uzun erimli doğru projeler geliştirme dönemidir. Uzun vadeli projelere bağlı akılcı taktiklerle hareket edildiği sürece emperyalist emeller rahatça boşa çıkartılacaktır. Şu anda durulan nokta, ülkemiz üzerinde oynanan oyunların boşuna çıkartıldığını göstermektedir. Unutmamalıyız ki, bu bir paylaşım savaşıdır. 

SSCB’nin dağılmasıyla ululararası alanda ortaya çıkan boşluğun verdiği sersemliği Türkiye geçte olsa atlatmıştır. Son dönemlerde hiçte alışık olmadığımız siyasal uygulamalar bunu göstermektedir. Bunlardan en önemlisi AKP ile Ordu arasındaki ilişkileri irdeleme sanıyorum yeterlidir. AKP hangi koşulların bir ürünü olarak iktidara geldi ayrı bir tartışma konusu. Ama üst üste hem de oylarını artırarak ikinci sefer iktidar oldu. Bunda sadece dış desteklerin beliryeci olduğunu iddia etmek tam bir safdillik olur. Bu anlayış, iç dinamikleri, dolayısıyla Türkiye’yi hiçe saymaktır. Yani kendi kendimizi inkȃr etmedir. Özellikle Özalla birlikte yaygınlaşan serbest pazar ilişkilerinin toplumda yolaçtığı ayrışmanın bir ürünü olarak değerlendirmek gerekir. AKP bu dönüşüm sürecinde sadece bir köprü görevini yüklenmiş durumdadır. Bu noktadan daha ileri bir aşamaya, yani kalıcı olup olmayacağı sosyal gelişmeleri algılamada göstereceği dönüşüm becerisine ve en önemlisi de salt inanaçla değil, bilinçle hareket etme evrimine ulaşıp ulaşmamasına bağlıdır. Ama Çankaya’ya bile çıkmış olmalarına karşın sergiledikleri davranış biçimleri ve birçok uygulamaları bir noktada takılıp kaldıklarını göstermektedir. Yani çağımızın gerektirdiği değişimde başarılı olamadıklarıdır. Babaannemin ‘çember’ ya da ‘yazma’ dediği başörtüsü endazesine takılıp kalacaklar. Kaldıki onlar başörtüsü olarak yazma değil, marjinal, yeni türeme ‘üst sınıf’a özgü bir nevi rozet kullanmaktalar.   

    Her şeye rağmen AKP bugün meşru bir hükümettir. Önümüzdeki yerel seçimlerde hem Doğuda hem Batıda ezici bir çoğunlukla başarısını sürdüreceğini sanıyorum. Gelişmeler bu yönü işaret etmektedir. Şimdi bu iktidardan rahatsız olan bazı çevreler, uzun vadeli politikalar geliştirme yerine, kısa yoldan iktidar olmanın taktilerini geliştirmektedir. Onlara göre en kestirme yol, Ordunun iktidara el koymasıdır. Bu ulusal çıkarlar adına tam bir felaket tellallığıdır. Geçmişlerini sorgulamaktan uzak bu çevreler, ülkenin bu noktaya gelişinde hiç payları yokmuşçasına davranmabilmektedirler. Bunları günümüzün ‘hami’sınıfı olarak adlandırıyorum.

    Aslında değişen ekonomik ve sosyal koşullar bu ‘tuzu kuru’ kesimin sınıfsal çıkarlarını altüst etmeye başlamıştır. Yıllardır Türkiye’de eş, dost, akraba ve arkadaş çevresini devletin her kademesine ‘hamiline’ yazılı direktiflerle atayarak devlet yönetiminde bulunan bu çevreler, birden bire ‘ulusal politikacı’ olup çıktılar. Bunlar Cumhuriyetin, laikliğin ve demokrasinin korunmasını halkla kaynaşarak, birlikte koruma yerine, orduya teslim etmeyi çıkarlarına daha uygun gördüler. Bir yandan laiklik ve Cumhuriyet diye yanıp tutuştular diğer yandan padişahın yerini aldılar. Anadolu halkını yıllardır küreğe ve sabana mahkum ederek, eğitimden yoksun bırakarak ‘vatan, millet, sakarya’ nutuklarıyla kolayca yöneteceklerini sandılar. Büyük şehirlerde yarattıkları gettolara üsten bakan bir kültür edindiler. En ufak üretimde bulunmayan bu kesim, yıllardır ekonominin sırtında bir kene gibi asılıp kaldı. Şimdi bu keneler yeterince kemirememekteler. Şaşkınlar; Kasımpaşalı Kasımpaşalı, Tuzlucalı Tuzlucalı olarak kalmalıydı. Beyoğlulu, Üsküdarlı, Büyük Adalalılar varken halen göçmen olarak gördükleri Kasımpaşalıların devlet yönetiminde işi ne... Aslında tepkileri her zamanki gibi Anadoluya.

Tüm çığırtkanlıklara karşın Ordu İktidara el koymadı, düşünce ve hareket biçimleriyle de darbe yapma gibi bir niyetinin olmadığını da gösterdi. Böylece emperyalizmin oynu bozuldu. Balkanlardan Avrasya’ya ve Ortadoğu’ya kadar geniş bir alanda paylaşımın yürütüldüğü bir dönemde Ordunun yönetime elkoyması demek, Türkiye’nin kaldıramayacağı kadar ağır iç çatışmaların içine sürüklenmeyi getireceğini görmemek için kör olmak gerekir. Bu da uluslararsı, özellikle de bölgesel gelişmelerden tümüyle safdışı edilme demektir. İşte bu noktada Türkiye, ABD ve AB tarafından dayatılan her türlü politikaya boyun eğme durumuyla karşıkarşıya kalabilir. Yani, geçmişte İngiliz emperyalizminin hayal ettiği Ankarayla sınırlı küçük Anadolu’nun gerçekleşmesi anlamına gelir. Kaldı ki, 12 Eylül faşist cuntasının uygulamalarını Laikliği ve Cumhuriyeti ne kadar tehlikeye düşürdüğünü, sınırlı demokrasiye bile tahammül edemeyip nasıl ayaklar altına aldığını gözardı edemeyiz. Bugünkü olumsuz gelişmeler, özellikle güçlenen islamcı akımlar kaynağını ve gücünü 12 Eylül cuntasından almıştır. Ordu yönetiminin bu gerçeklere gözünü kapayarak hareket etmesi beklenmemeliydi. Kaldı ki demokrasinin ve laik cumhuriyetin en geniş kitleler tarafından özümsenmesinin bir ölçütü de askeri bürokrasinin siyasette ağırlığını yitirmesiyle orantılıdır. Askeri bürokrasinin siyasette ağırlığını yitirmesi ise yaygınlaşan pazar eknomisine bağlı olarak burjuvalaşmanın, sermaye birikiminin yoğunluğuna bağlıdır. Günümüzde bu alanlarda alınanan mesafelerde hiçte küçümsenecek düzeyde değildir. Önümüzdeki süreçte siyasete müdahale radikal islamcı akımların alacağı boyutla orantılı bir hale gelmiştir. Belki zaman zaman sınırları hatırlatma biçiminde müdahalelerde bulunabilinir. Türkiyenin daha çok jeopolitik konumundan kaynaklanan bu durum, epeyce uzun bir süre daha devam edecektir. Bu müdahalelerin önümüzdeki süreçte 12 Mart ya da 12 Eylül benzeri darbelerle sonuçlanacak bir düzeye geleceğine ihtimal vermiyorum. Zaten halkla arasına mesafe koymuş laik bir cumhuriyetin salt ordunun korumasıyla ayakta kalacağı savları hiç bir zaman kabul görmedi. Laik bir cumhuriyet gelişen rafahla orantılı demokrasiyle bütünleştiği oranda esas olarak halk tarafından ayakta tutulur. Demokrasinin ve laik cumhuriyetin esas savunucusu ve bekçisi halktır. 1940’dan bu yana laiklik ve cumhuriyet bu günkü kadar halkla bütünleşme içine girmemişti, bu derece benimsenmemişti. Artık varolan ve gelecekte doğacak tehlikelere karşı halk, kendi darbesini yapacaktır. Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri de gelinen bu noktanın bilinciyle hareket etmektedir. Rejimin temel niteliklerini korumasını, ordunun siyasete darbe ile müdahalesinde değil, halkın ekonomik ve sosyal yaşam düzeyinin yükseltilmesinde ve buna paralel uluslararası dengeler dikkate alınarak bölgeye yönelik geliştirilecek uzun vadeli siyasal stratejilerde ve bunların kararlılıkla uygulanmasında aramalıyız. Türkiye elbette dünya politikada belirleyici rol aynayacak güçte değildir, ama bölgesel çapta çok rahatça belirleyici rol oynayabilir. Buradan hareketle, uluslararası politikaları etkileyecek ciddi bir konuma gelebilir. Zaten Irak’a yönelik tezkereyle birlikte yaşanan süreçte bunun bir kanıtıdır.

    ABD tarafından ileri sürülen ılımlı İslam yutturmacası izlenen akılcı taktiklerle etkisiz hale getirilmiştir. AKP’de iktidara geldiği ilk dönemlerdeki gibi salt ideolojik temelde hareket etmeyi terk ederek, Türkiye düzleminde siyaset yapmaya yönelmiştir. ‘Değiştik’ demelerinin bir nedeni de budur. Bu alana kaymaları için biraz da zorlanmışlardır. Hem ulusal birlik korundu hem de şeriatçı islamcı akımların yine islamcı kesilen bir taraf eliyle marjinal bir düzeye çekilmesi başarılmış olundu. Böylece Türkiye’ye zoraki giydirilmek istenen ılımlı İslam gömleği parçalandı, laiklik, Cumhuriyet ve demokrasi en geniş halk desteği ile daha bilenmiş halde yoluna devam edecek konuma geldi. Ilımlı veya ılımsız İslam projesi zaten Anadolu’nun ne tarihsel geçmişiyle ne kültürel yapısıyla ne de ekonomik gelişmişlik düzeyiyle bağdaşan bir projedir.

    Bugün keskin bıçak sırtında yürütülen politikayı anlamak için biraz da geçmişe bakmak gerekir. 27 Mayıs, sağın güçlenmesini ve giderek Ordu’nun Kemalist duruştan uzaklaşarak içte Amerikancı kanadın egemen hale gelmesini sağladı. 12 mart, 70’li yıllar boyunca kanlı iç çatışmalara ortam hazırladı. ‘Yeşil Hat’ projesinin uygulayıcısı 12 Eylül, Türkiye’yi çağ dışına atarak laikliği ve Cumhuriyeti yok olmanın eşiğine getirdi. 28 Mayıs, AKP’nin ortaya çıkmasını sağladı. Demek ki, direk müdahaleler çatışmayı getirmekte ve kan kaybına neden olmakta. Ordu AKP ile ilişkisini sürdürürken, geçmişin deneyimlerini dikkate alarak hareket etmektedir.  

    Devlet kurumlarının AKP ile uyum içinde hareket etmesinin başka açılardan da zorunluluğu vardır. Laiklik, Cumhuriyet elden gidiyor çığlıkları atan o bilinen çevreler, ortaya çıkardıkları yapı karşısında dehşete kapılmalarına hiçte gerek yok. Yıllardan bu yana yasadışı mülk edinmenin, hizmet elde etmenin, yine yasadışı yollardan sermaye sahibi olmanın yollarını açtılar. Şimdi AKP’yi varoşların partisi diye küçümsüyorlar. Peki, laikliğin tehlikede olduğunu iddia edenler gecekondulara gidip oy istiyorlar mı, istemiyorlar mı? İstiyorlar, hem de yalvarıyorlar. Kaldı ki AKP varoşlardan aldığı oy kadar sanayi işçisinden, memurdan ve köylüden de oy aldı. Ama asıl önemli olan varoşları kimin yarattığıdır. Evet, varoşların hemen hemen tümü zaten yasadışıdır. Yasadışı mülk edinmişler, yasadışı hizmet almışlar ve yasadışı iş edinerek para kazanmışlardır. Sonuçta sistemle bütünleştirilmeye çalışılmıştır. Oysa gecekondu demek yasadışılık demektir. Adam yıllar boyu çalışarak kazanılacak mülküyeti bir gecede elde ediyor, hem de bir çok kişinin yardımıyla. Bunun ismi hukukta örgütlü suçtur. Yani, devlet, örgütlü suçun yıllar boyu teşvikçisi konumundadır. Sonuçta örgütlü suç sistemin bir parçası haline gelmiş, meşrulaştırılmıştır. ‘Meşru’ hale gelmiş bu suç üzerinden politika yürütülmüştür, yürütülmeye de devam edilmektedir. Meşru yollardan kazanç elde etmemiş, bir anlamda vatandaş olmayan bu topluluktan laikliği, Cumhuriyeti savunmasını nasıl isteyebiliriz? Bugün toplumsal yapımızda ve değerlerimizde bir bozulma görüyorsak, ‘köşe dönmecilik’ ciddi bir problem haline gelmişse, sorunun kaynağını bir de bu nokta aramak zorundayız. Tarikat ve cemaatlerin yıllar boyu varoşlarda nasıl hayat buldukları bir muamma değildir. 12 Eylül’ün hayat buldurduğu, Özal’ın holdingleştirdiği islamcı sermaye dediğimiz sermaye, esas olarak buralarda gelişip güçlendi. Son dönemlerde ‘mahalle baskısı’ çığırtlanlığı yapılmakta. Mahalle baskısını ortadan kaldırmanın tek yöntemi, gecekondularda yaşamaya mahkum edilmiş toplulukları Cumhuriyetin bireyleri haline getirmekten geçer. Gecekondu bir aymazlık, ülkemizin yüzkarasıdır. Bu sorun çözüldüğü, dolayısıyla buralarda yaşayanlar vatandaş konumuna yükseldiği oranda mahalle baskısı diye bir sorun da kalmaz. Ekonomiyi armut, arpa, textile dayandırmaktan kurtulduğumuzda gecekondu sorunu kalmaz ve mahalle baskısı da tehlike olmaktan çıkar. Yani ulus-devletin önünde halen çözüm bekleyen önemli bir sorun vardır. İşte AKP’nin hemen alaşağı edilmesini isteyenler bu gerçeğe gözlerini kapamakta. Artık üstten yönlendirmelerle, açıkçası seçkinci takımının buyruklarıyla ulusal politika yürütmenin dönemi çoktan gerilerde kalmıştır. AKP, mahalle baskısı diye adlandırdığımız sosyal bir sorunu çatışmasız çözümlenmesinde önemli bir aracı rolü oynamakta. Uzun vadeli çıkarlarına ters düşse de bu rolü oynamak zorunda kalmıştır.  

    İçte bunlar ve benzeri daha bir çok sorunlardan bağımsız dış politika yürütme neredeyse olanaksız. İç politik alanda amaçlanan hedefler ister istemez dış politikayı etkilemekte. Bir okadar da uluslararası ve bölgesel çaptaki siyasal gelişmeler de iç politikadaki gelişmeleri etkilemektedir. Özellikle bölgesel alanda atılan ve daha atılacak her adımda iç dengelerin gözetilmesi gerekmektedir. Bu çok ciddi bir hassaslığı gerektirmekte. Ama ne olursa olsun, Türkiye, ABD emperyalizminin bölgeye yönelik projelerini, çıkarlarına en uygun biçimde işlevsiz hale getirmek zorundadır. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi Türkiye’ye rağmen uygulama alanı bulmamalıdır. Geçmişte cetvelle çizilmiş olsa da bu sınırlar korunmalı. Artık varolan sınırların, Ortadoğu’da ulusların bağımsızlığını ve iradesini belirleyen sınırlar olduğu gerçeğini kabul etmek zorundayız. Her şeye rağmen bölgesel bir güç olan Türkiye, tarihsel rolünü bu yönde kullanmalı. Harita değişikliği yönünde göstereceği en ufak bir zaafiyet, kısa ve orta vadede çıkarlarına uygun düşse de uzun vadede Türkiye’nin aleyhine işleyecektir. Bölgeden, Kafkasya’dan ve Balkanlar’dan teçrit olmuş, özellikle de Ortadoğu halklarının nefretini kazanmış olacağız. Sadece nefret edilen ülke konumuna düşmekle kalmayacağız, tekleştirildiğimiz için de düşürülmemiz çok daha kolay olacaktır. Evet, bir paylaşım savaşından bahsediyoruz: Paylaşım savaşında emperyalizme karşı dik duruş sergileme yeni topraklar edinme anlamında ele alınmamalı. Nesli tükenmekte ve çıkarları yaşadığımız bu süreçte epeyce sarsılan bazı çevreler, koşulları bir fırsat olarak değerlendirip Musul ve Kerkük’ü de almalıyız biçimde üst perdeden atmaktalar. ‘Gitmeliyiz, gitmeliyiz’ diye her gün bağırmaktalar. Halen büyük Osmanlı rüyasından uyanamamış bu çevreler, farzedelim ki gittiler, ne götürecekler, ne verecekler acaba? 85 yıldır Şırnak’a, Hakkari’ye Van’a bile gidilemediğinin farkında değiller sanıyorum. Doğu ve Güneydoğu’da kadınlar arasında okuma yazma oranını henüz yüzde ellileri bile bulmadığı ortada. Bırakalım bu bölgeleri, sanaayinin en gelişkin olduğu Marmara’da bile kadınlar arasında okuma yazma oranı halen %86 seyretmektedir. Yani bir anlamda Batı’ya dahi gidilememiştir. Hȃl böyleyken, kime hizmet ettikleri malum olan bu çevreler, kılıçlarını kuşanmışlar ha bire gidiyorlar... Bu nedenle de sürekli ölüm edebiyatı yapmaktalar. Ölüm edebiyatı köylü toplumlarına özgü, daha çok dinsel önyargılardan kaynaklanan bir alışkanlıktır. Yani aç toplumlarda midesi doymayan halkın midesini doymuş hissettirme terapisidir. Ama günümüzde bu terapilerin hiç bir işe yaramadığı ortadadır. ‘Vatan, bayrak için ölürüm’ edebiyatının egemen bir devletle bağdaşır hiç bir yanı yoktur. Egemen olduğunu iddia eden bir devletin halka olan sorumlulukları, görevleri vardır. Hemen her konuda vatan ve bayrağı öne sürerek ölümü öncelleştirirsen, vatanı ve bayrağı kim koruyacak? İnsanı koruyabildiğin, refah ve mutlu kılabildiğin oranda vatanını ve milletini savunabilirsin. Aç bırakılmış toplumlar her zaman emperyalizmin provakasyonlarına açık toplumlardır. Egemen devletlerde artık insan ögesi birincildir. Gelişmiş, yaşanılan çağın refah düzeyine ulaşmış halklar vatanını ve bayrağını bilinçlice savunabilir. Ölüm için değil, yaşam için çabaların önplana çıkarıldığı bir anlayışla hareket edilmesi gerekir. Aç ve sefil toplumların kaybedeceği, verebileceği bir şey yoktur, ama kalkınmış toplumların verebileceği ve direnmezse kaybedebilecği çok şeyler vardır. Türkiye bölgede belirleyicilik rolünü ikinci dünya savaşı öncesinden kalma devlet anlayışıyla değil, günümüzün modern devlet anlayışını önplana çıkararak hareket ederse oynayabilir.

    Bugün Türkiye’yi en yakından tehdit eden Büyük Ortadoğu Porojesi’sidir. Ne yazık ki, bu projeyi uygulama alanına sokacak eşgüdüm başkan yardımcılığında da Türkiye Cumhuriyeti Başbakanın olduğu söylenmekte. Kafkas, Orta Asya ve Ortadoğu halklarını tehdit eden böylesi bir proje içinde yer alan hükümet ister istemez yaşanılan süreçte belirleyici rol oynamamakta. Zaten AKP’yi sınırlayan da iç politik hesaplardan dolayı ABD ve AB ile kurmuş olduğu bu ve benzeri ilişkilerdir. Onlar bu ilişkileri ayakta kalma pahasına kurarken, uzun vadede hiçte amaçlarına hizmet etmemektedir. AKP’yi bu derece ikilem içine itikleyen neden de, sistemle bütünleşmeye karşı gösterdiği dirençtir. İşte bu noktada takiye güncelliğini yitirmemekte. Bizdenleştirirci eğiliminden geri durmadıkları için laikliği tartışır olmaktan çıkarmıyorlar. Halen ‘birey laik olmayabilir ama devlet olabilir’ benzeri tartışmaları inatla yürütmekteler. Bu bir anlamda açık kapı siyasetidir. Böylece karşı taraf diye nitelendirdikleri tarafa yönelik her an şiddet uygulayabileceklerini ima etmiş oluyorlar. Sonuçta, herkesi, istedikleri biçimde yorumladıkları ve belirledikleri kurallara uymaya zorlamayı, mecbur bırakmayı hedef olarak görmekteler. Bir anlamda saf ulus yaratmayla eş değerli kendilerine özgü saf ‘islam toplumu’ yaratma ilkesinden geri durmadıklarını göstermiş oluyorlar. Laikliğin dinde seçiçiliği, özgürlüğü içerdiği gerçeğini kabule yanaşmıyorlar. İşte İslamcı geçinen politik örgütlenmelerin işbirlikçi olmalarını zorunlu kılan nedenlerden biri de bu zoraki bizdenleştirici anlayışlarıdır. Bu anlayış ister istemez emperyalist güçlerin stratejilerine hizmet etmektedir. Bu noktada Osmanlı dönemimde ticaret ve mali alana hakim olan imtiyazlı azınlıklara ait tüccar ve esnaflarla tekke ve zaviyelerin işbirliği içinde nasıl hareket ettikleri unutulmamalıdır. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte bunların etkilerı giderek azaltılmıştı. Üretimde, ticarette ve mali alanlarda belirleyici rol oynamaktan çıkarılmıştı. AKP iktidarı döneminde yapılanlar ise geçmişte kalan bu ittifakı yeniden canladırmadır. Borsanın %70’i, bankaların neredeyse çoğunluğu ve stratejik kuruluşlar özelleştirmeler yoluyla yabancıların eline geçmiş durumda. Aynı biçimde tekke ve zaviyelere sermaya akışı başta olmak üzere her türlü kolaylık tanınarak yeniden palazlandırılmakta. Artık ‘kartım yeşil’ diyenlere ihalelerde öncelik tanınmakta. Yani tekke va zaviler yabancı sermaye ile örülerek holdingleşmekte. Böylece Türkiye’nin iç ve dış politikasına yön vermek isteyen ittifak sağlanmaya çalışılmakta. Ama bu süreci başlatanın da AKP olduğunu söyleyemeyiz. Özalla ivme kazandırılan bu sürece, Demirel ve Ecevit hükümetleri de müdahalede bulunmamışlardır.

    AKP bürokrasiye egemen olma avanatajını mahalle örgütlenmelerinin gücüyle birleştirerek kalıcı mevziler kazanacaklarını sanıyor. Ama bu mevzilerin kalıcı olacağına inanmıyorum. Elde ettikleri mevzileri iktidarlarıyla sınırlı kalmaya mahkumdur. Bu birlikler amaç birliğinden daha çok çıkar birliğine dönüşmüş durumdadır. Artık namazların başlangıç duası ‘yarabbim bana milyarlar ver’, bitiş duası da ‘spor bir araba istiyorum’ olmuş.

    Tüm bu olumsuzlıklara rağmen bu dönem AKP hükümetiyle aşılmak zorundadır. İçinde yaşadığımız koşullarda her iradi zorlama Türkiyeyi bulunduğu pozisyondan hemen her açıdan daha geriye itikleyecektir. Önemli olan, devletin sonuçta ulusal çıkarlardan taviz vermeyecek biçimde hareket etmesidir. Günümüzde bölgesel çıkarlarımızdan geri adım atmayacak biçimde hareket etmenin anahtarını Irak politikası oluşturmaktadır. Irak’a yönelik geliştirilecek doğru straji taktikler Ortadoğu genelinde Balkanlarda ve Kafkaslarda        Türkiye’ye büyük açılımlar kazandıracaktır.

    Bir çok kesim ABD’nin Irak’ta zor durumda olduğunu, bataklığa girdiğini iddia etmektedir. Aslında gelişmelere bakıldığında gerçekler hiçte böyle değildir. ABD Irak’ta ne bataklığa batmıştır ne de fırsatını bulur bulmaz geri çekilecektir. Kabul etmekte zorlanıyoruz ama gerçek odur ki, ABD artık Irak’ta kalıcı olacaktır. İleri tarihlerde bir kısım askeri birliklerini geri çekmesi Irak’ı denetlemeyeceği anlamına gelmemelidir. Irak’ı elde bulundurma, tüm Ortadoğu’nun kontrol altında tutulmasıyla sınırlı kalmamakta aynı zamanda AB’nin denetlenmesi ve Rusya’nın da bir ölçüde etkisizleştirilmesi anlamına gelmekte.

    Irak’ta zaten ABD işgaline karşı ulusal bir direnme yoktur. Ufukta ulusal direnişin sergileneceğine dair bir işarette yoktur. Direk işgalci güç askerlerine karşı yapılan eylemler çok cılız ve bunların etkileri de piyonlar aracılığıyla organize edilen mezhep çatışmalarıyla yok edilmekte. Zaten ulusal birliği olmayan, zamanında Osmanlıya karşı masa başında zoraki yaratılmış bir ülkedir. Bu nedenle mezhepsel ve milliyet temelinde bir süre daha belki gevşek federasyon biçiminde sözde varlığını sürdürecektir. Bu durum ABD’ye nefes aldıran ve üstün konumda tutan önemli bir etkendir. Buradan hareketle bölge ülkelerine karşı çıkarlarına uygun biçimde operasyonlar geliştirmekte ve yeniden bir  düzenlemeye doğru gitmektedir. Irak’tan başlayarak Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Mısır’ı kapsayacak biçimde bir Şii hattı çizmeye çalışmaktadır. Belki bir yüzyıl daha sürecek çatışmalar zincirinin alt yapısının hazırlığı içinde. Mezhepsel temelde bölünmüş bir Ortadoğu  kendi içinde çatışmalı hale getirilerek yönetilmesi daha da kolaylaşaçaktır. Yani bu gün Irak’ta görülen istikrarsızlık emperyalist güçler açısında istikrarlılık anlamına gelmektedir. İstikrarsızlık diye tarif edilen durum, işgalci konumunda bulunan güç açısından hedefe ulaşmada kullanılan taktikdir.

    Ama ABD’nin hedeflerine ulaşmasında çok ciddi engeller vardır. Lübnan’nın Hıristiyan, Sunni ve Şii mezhepleri temel alınarak bölünmesi, öbür yandan İran’ın ve bir ölçüde de Suriyenin güçlenmesi anlamına gelmektedir. Bölgedeki diğer ülkelerin bölünmesi ise tek süper gücün kaldıramayacağı kadar karmaşık siyasal sonuçlara yol açaçaktır. Bu nedenle de Suriye ve İran ilk etapta hedef konumundadırlar. Hem mezhepsel temelde yeni devletler ortaya çıkartılacak hem de özellikle İran etkisizleştirecek sihirli bir formül henüz bulunmuş değil. ABD bu nedenle İran’a karşı savaş çığlıkları atmakta, tehdit etmekte. Irak’tan sonra Suriye’nin halen ayakta kalışı bir de bu engelden kaynaklanmakta. İran ise kolay yutulacak bir lokma değil. Bölgenin Türkiye’den sonra hem en köklü hem de en güçlü devleti konumunda. Ayrıca rejiminin özelliğinden dolayı gücü ülkesiyle sınırlı değil. Bölge ülkelerinde refahın ve demokrasinin gelişmesi İran’ın gücünü sınırlayacak en temel alternatiflerden biridir. Bu da ne Arap egemen güçlerinin ve ne de ABD’nin işine gelmekte. Demokrasinin ve ekonomik refahın gelişkin olduğu Ortadoğu, emperyalist güçlerin cirit atamayacağı Ortadoğu’dur. Bazı çevreler kȃrın çoğalan dünya nüfusuna göre silah üretimine dayandırma döneminin çoktan geçtiğini, bilgisayar ve cep telefonlarının üretimine orantılı olarak hesaplandığı bir dönemin başladığını, dolayısıyla geri kalmış ülkelerde refahın ve demokrasinin temel alındığını iddia etmekteler. Bu küresel ekonomi-politikanın yağmacı yüzünü maskelemektir. Ayrıca, bunlar, demokrasinin yük gemisiyle veya trenle ithal ya da ihraç edilen bir nesne olmadığı gerçeğini de bilmek zorundalar. Büyük patron havarilerinin yutturmacalarına bölge halkının karnı toktur. Türkiye’de bu düşünceyi savunanlar ABD’nin BOP’sini destekleyenlerdir. Bu nedenle de Türkiye’nin İran karşısında ABD ve İsrail’le ittifak içine girmesini istemektedirler. Bu çevreler geçmişin mandacı yanlıların iflah olmaz mirasçılarıdır.

    Demokrasi adına İran da en az dört veya beş parçaya bölünmeye çalışılmakta. Irak’tan sonra İran düşürülebilinirse Kafkas ve Orta asyaya da egemen olunacağının hesapları yapılmakta. Yenilgiye uğratılmış İran’dan sonra Suriye’nin fazla bir varlık gösteremeyeceği bilinmekte. Ama nereden bakarsak bakalım ABD’nin İran gibi bir gücü bölmeyi başarma olasalığı yoktur. ABD nükleer silah yapımını bahane ederek müdahalede bulunmaya çalışmakta, ama İran ne Irak ne Lübnan, ne de Suudi Arabistan’dır. Hangi nedeni bahane ederse etsin, ABD’nin İran’ı işgale kalkışması, Ortadoğu’da kendi varlığını sonladırmakla sınırlı kalmayacağı açıktır. Bunu nihayet anladığı içindir ki, AB ve Rusya’yı yanında görmek istemekte. En azından bunların da onayını alarak bir müdahale denemesi yapmanın yollarını aramakta. Rusyan’nın bu müdahalede bugün için bir çıkarı yok. AB ise mümkün olduğunca askeri destekten kaçınmakta, çözümü diplomasiyle sınırlandırmak istemekte. Çin ise şimdilik daha çok gelişmelerin seyrini takip etmekle yetinmekte.

    ABD çok iyi farkında ki, Türkiye kilit rol oynayan bir ülkedir. Bu nedenle de İrana karşı kışkırtmak için elinden gelen çabayı göstermekte. Başlatılacak bir savaşın uzun vadeli, içinde bir çok belirsizlikler taşıyan bir savaş olacağını bildiği için Türkiye’yi İran’a karşı bir üst olarak kullanmaya çalışmakta. Uzun vadede ise savaşın Türkiye İran arasında sürdürülmesini hedeflemekte. Böylece bir taşla iki kuş vuracağını zannetmekte. Sonuçta her iki ülke de güçten düşürüldükten sonra bölgede istediği biçimde sınırlar çizmenin önünde engeller kalmamış olacak. Bu konuda o kadar pervasız davranmakta ki, Türkiye’yi 1980lerin Irak’ı gibi her an kullanabileciği bir piyon olarak görmek istediğini açıkça belli etmekte.

    Artık ABD bir yol ayrımına gelmiş durumda. Putin’in Tahran ziyareti bir anlamda fitili ateşlemiştir. Doyısıyla Türkiye ulusal çıkaraları doğrultusunda aktif harekete geçmek zorunda kalmıştır. Birdenbire Kandil’in önplana çıkartılması bu nedenledir. Kısa süre önce herkesin bir El Kaide’si vardı, şimdilerde de herkesin bir PKK’sı var. Her kesim edindiği piyonuyla, siyasal tercihlerini göstermekte, daha doğrusu mevzilenmekteler. Piyonlar da verilen komutlara öylesine alışkınlar ki, maşallah! Eğil dedin mi eğiliyorlar, yat dedin mi yatıyorlar. Alışmış kudurmuştan beterdir diye boşuna söylememiş atalarımız. Bu konuda öylesine şartlandırılmışlar ki, verilen bu ve benzeri komutlara kayalıklar arasında olduğu kadar şehirlerin cadde ortalarında bile pervasızca harfiyen uymaktalar.

    Türkiye son çıkışıyla BOP’tan yana değil, karşısında tavır koymaktadır. ABD açıkçası Irak sınırları içinde tutulmaya çalışılmakta. Şu anda Irak’ta çıkış noktası bulmak isteyen emperyalist proje, yine bu alanda bitirilmelidir. Türkiye’nin ister anlaşmalı ister tek taraflı olarak Irak topraklarına yönelik düzenleyeceği askeri harekȃt, ABD’yi bölgede sınırlayacak ve değişik arayışlara mecbur bırakacaktır. Sorun, kimilerinin iddia ettiği gibi Kuzey Irak veya Kürt yönetimi değildir. Sorunu sadece Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi olarak ele alırsak, uzun vadeli hedeflerden uzaklaşmış oluruz ve bu da emperyalist güçlerin amacına hizmet eder. Türkiye kararlı davrandığı sürece daha fazla gerilememek adına ABD geri adım atacaktır. Böylece Türkiye’nin ulusal çıkarlarına darbe vuramayacak bir noktaya itiklenmiş olacaktır. Bu ise son tahlilde BOP’nin iflası anlamına gelir. Artık Irakta yarattığı istikrarsızlığı kendi açısından istikrar görme politikasından ümidini keserek fiili işgali sonlandırma noktasına gelecektir. ABD bu aşamadan itibaren Türkiyesiz İran’la karşı karşıya gelmiş olacak, dolayısıyla harekȃt imkȃnları sınırlanacak. AB’nin sınırlı desteğiyle ekonomik amborgolardan ve ileri aşamalarda bir kaç füze fırlatmadan ileri gidemeyecektir. Ama bu durumda da  İran, Pakistan, Afganistan, Irak ve Lübnan’a kadar geniş bir alanda ABD’ye karşı manevra yapma kabiliyeti daha da güçlenmiş olacaktır.

    Türkiye zaten son dönemlerde izlediği dış politikayla İran’a karşı aktif bir tavır içinde olmayacağını, iyi komşuluk ilişkilerini sürdürmede kararlı olduğunu göstermiştir. Yapılan enerji anlaşmaları, yatırımların karşılıklı geliştirilmesi yönünde atılan adımlar kararlı tavrın önemli göstergelerdir. Ayrıca Suriye ile kurulan ekonomik ve siyasal ilişkilerle de politik tavır pekiştirilmiştir. Yani Ortadoğu’nun ABD’nin arka bahçesi olmadığı, olamayacağı gösterilmiştir. Kandilli operasyoları da bu politikanın askersel alanla bütünleştirilmesini ifade etmektedir. ‘Operasyon’ adı altında veya herhangi başka nedene dayanarak Irak’a yönelik geliştirilecek her türlü askeri harekȃt aynı zamanda Kıbrıs üzerinden tavizler koparma politikasının da önüne set çekecektir. İşte bu anlamda söylenecek söz bir seferde değil kısa vadeli sürece yaygınlaştırılarak söylenmeli ve üstelik bunun maliyetide alınacak tavizlerle karşı tarafa ödettirilmeli. Sonuçta BOP Irak topraklarında erimeye mahkum edilmeli.

    Elbette İran‘ın bölgede mezhepsel faklılıkları kullanarak kendine nüfuz alanları yaratması ve nükleer silaha sahip olma girişimleri bölge dengeleri açısında Türkiye’nin çıkarlarıyla ters düşmekte. Ayrıca İsrailin de nükleer silaha sahip olduğu ve bunun da çıkarlarımızla bağdaşmadığı gözardı edilmemeli. İran’ın nükleer silaha sahip olma koşullarında bile bölgede yeniden dengeyi sağlayacak güçlü alternatiflere Türkiye sahiptir. Kaldı ki bölgenin dinamik güçleri, aralarında ortaya çıkacak sorunlara, birbirlerinin çıkarlarını dışlamayacak biçimde çözümler bulacak kadar deney ve tecrübeye sahiptirler. Sonuçta Türkiyenin bölgede kendini tekleştirecek her türlü politikaya karşı durma zorunluluğu vardır.

    Aslında Türkiye, ABD ve AB emperyalist güçlerinin bölgeye yönelik politikasını tümüyle boşa çıkartacak yeni bir atılım başlatma olanağına sahiptir. AB, Atlantik ötesinde NAFTA ve  İran olayına bir başka cepheden daha bakmak gerekir: İran sahip olmak istediği nükleer enerji ve silah alanlarında tamemen Rusya’ya bağımlı. Rusya’da bu ülkenin nükleer silaha sahip olması konusunda ciddi değildir. Daha doğrusu böylesi bir silaha sahip olmasını istemiyor. Çünkü İran’ın nükleer silaha sahip olma koşullarında dinsel ve mezhepsel argumanları kullanarak Avrasya’da etkinlik kurmaya çalışmayacağına dair elinde bir garanti yoktur. Bir de İran’da islamcı devlet yapılanmasının ne kadar süre daha ayakta kalacağını kestirememekte. Er veya geç bu ülke kabustan kurtulacaktır. Kurtulduğu noktada hangi taraftan yana tercihini kullanacağını bugünden kestirememektedir. Rusya’yı kaygılandıran diğer bir alternatif ise İran’ın nükleer silaha sahip olması koşullarında Türkiye’nin de böyle bir güce sahip olmak için arayışlar içinde olacağıdır. Bu durum ise Kremlin’in hiç işine gelmez.

    Körfez  İşbirliği  Konseyi üçgeninde sıkışıp kalmak istemiyorsa, daha fazla zaman kaybetmeden yönünü Doğu’ya çevirmesi gerekmektedir. Bölge ülkeleriyle bir yandan ticaret başta olmak üzere her alanda işbirliği ve dayanışma geliştirirken bir yandan da bu işbirliği ve dayanışmasını bir çatı altında toplayacak girişimlerde bulunarak kalıcı bir ticaret ortaklığına öncülük yapabilir. Elbette bunun güçlü sanayi, teknoloji ve finans gerektirdiği açıktır. Ama Türkiye bu konuda öncülük yapacak altyapıya sahiptir. Her alanda yapacağı hazırlıklarla ve atılımlarla kısa sürede böyle bir alternatifin şimdiden temellerini atabilir. Salt Türk cumhuriyetlerini kapsayacak ticari birlik uzun vadede fazla bir etki sağlamaz. Başlarda Türk cumhuriyetleriyle başlansa da giderek bu birlik İran ve Suriye’yi kapsamalı, Pakistan, Mısır ve Irak’la genişletilmeli. Siyasal ve askersel biriliği de hedefleyecek biçimde kurulması gereken bu ticari birlik, ne AB’yi ne ABD’yi ve ne de Rusya ile Çin’i karşısına almalı. Herbirine karşı aynı mesafede olmayı başarabilmelidir. Birini diğerine karşı tercih etme gibi bir yanlışlığa düşmemelidir. Her açıdan kendini çekim merkezi haline getirerek ekonomik ve sosyal yapılanmasını sağlamaya yönelmelidir. Avrasya ve Ortadoğu’nun dinsel, mezhepsel ve etnik çatışmalardan arındırılması tarihsel kültürel birikim ve değerleriyle barış içinde bir arada yaşaması ekonomik olanakların bir çatı altında seferber edilmesiyle mümkündür.

    Bu doğrultuda ortak bir irade sağlanabilinirse, emperyalist güçlerin bu bölge halklarının özgür iradesine gem vuran projeler geliştirmesinin önüne geçilebilinir. Talan alanları sınırlandırılan saldırgan güçler, sonuçta kendi içlerinde yayılma alanları yaratmaya zorlanmış olunacaktır. Türkiye’nin ABD’nin Doğu Avrupa’nın güvenliği ve genişletilmiş NATO gerekçeleriyle sulandırdığı, etkisizleştirdiği AB’ye girmek için çırpınması boşuna zaman kaybetmesidir. Artık AB’nin 70 milyonluk Türkiye’ye vereceği bir şey kalmamıştır. Anayasa referandumları göstermiştir ki, AB sonuçta dağılma sürecine girmiş bir birlik görünümü sergilemeye başlamıştır. Elbette kısa sürede dağılacağını iddia edemeyiz ama, ‘birlik’ adı altında her ülke çoktan başının çaresine bakmaya başlamıştır. Artık bütçe dengelerini tutturmakta, cari açıklarını belirlenen seviyenin altına çekmekte zorlanmaktalar. Yeterli yatırımlar yapılamamakta, her geçen gün işsizlik artmakta sosyal güvenlik alanındaki çöküş engellenememekte. Sınıflararası uçurumu dizginleyemez hale gelmiştir. İşsizler ve çalışan düşük ücretliler fakirleşmiştir. Teknolojik ve askeri alanlarda ABD’ye bağımlılık giderek artmakta. Bu sorunların yanında biraz da devletlerin sinsi destekleriyle ayrımcılık ve rasizim güçlenmekte. Avrupa’da güçlenen rasizm sadece göçmen nüfusa karşı halkın kendiliğinden bir tepkisi olarak görülmemeli.

    Türkiye AB’ye girme çabası yerine, bu ve benzeri gerçekleri görerek,Avrupa’ya verdiği göçten kaynaklanan gücünü harekete geçirmek için çaba göstermeli. Bu nüfusun ekonomik ve mali gücünü yapılandırmada ve yönlendirmede önemli roller oynayabilir. Siyasal yönetim henüz bunun bilincine varabilmiş değildir. Elindeki bu alternatifi harekete geçirerek Avrupa’nın bir çok konuda haksızca sıkıştırma taktiklerini bertaraf edeceği gibi, demokrasi anlayışlarındaki sahteliği de açığa çıkarmış olacaktır.

    Sonuçta Türkiye’nin şu anda askeri alanda yürüttüğü hazırlıkların etkileri Ortadoğu ile sınırlı kalmayacağı bellidir. Bu nedenledir ki, AB ikiyüzlü de olsa teröre destek çıkmayacağını aniden dillendirmeye başladı. Böylece aleyhine bozulmaya başlayan dengeleri bir noktada tutmaya çalışmakta. Sadece mesafenin daha fazla açılmaması için çaba yürütür konuma gelmiştir. Kararlı duruşuna süreklilik kazandırdığı ve dengeleri çok iyi hesap ederek ilerlediği sürece AB ve ABD artık atacakları adımlarda Türkiye’yi hesaba katmak zorunda kalmışlardır. Yani sözün bittiği değil, başladığı noktadayız.

 

*********

 

 

GLADİO BİTİRİLECEK

 

BÖLÜM 2

 

    Artık bu süreçte Kandilliye yer yoktur. Ümidini Kandilliye bağlamış, biraz ABD biraz da AB ipinde oynayan içte sivil görünümlü klaşinkoflu oluşum da sonladırılılacaktır. Baştan itibaren yolgeçen hanı olan bu oluşum, buraya kadar ömür sürdürebilirdi. Bunlar her ne kadar ‘Biz bir partiyiz’ diyorlarsa da partiden başka her şeye benzemektedirler. Birbirine en zıt çıkar uçlarının bir arada tutulduğu bir topluluk; kimi çalışmadan bir daira sahibi olmanın, kimi de toprak ağalığından burjuvalığa atlamanın çabası içinde. Bu topluluk içinde güçler dengesi hassas olduğu kadar da değişken. Kısa süreliğine de olsa azıcık ağır basan taraf diğer tarafın üzerinde en azgın diktatörlük uygulamakta. Birbirlerine karşı duydukları kin ve nefret zaman zaman en acımasız biçimiyle açığa çıkmakta. Buluştukları ortak tek nokta, köşedönmecilik uğruna halka karşı içledikleri suçlardır. Bu suç örgütlenmesinin iç ve dış bağlantıları da beklentileri doğrultusundadır; Kandilli’yi Amerika, içtekileri Alman-Fransız Lejyon karması yönlendiriyor. Kandilli’yi Alman-Lejyon ittikakı ele geçirmek için epey bir çaba gösterdi ama büyük abilerine karşı başarılı olamadı. Yönetimde iki-üç kişiyle temsil edilmeden öte geçemediğinden, birkaç alt birimle yetinmek zorunda kaldı.

    Gelinen noktada, ABD ve AB ipinde oynayan sivil görünümlü uzantı yorgun düştüğünü kabul etti. Akıllarınca ortamı boşluk olarak değerlendirip bir an evvel burjuvalaşacaklarını zanneden ağa takımı, bu işin o kadar kolay olmadığını sonuçta kabul etti. Birkaç metre karelik apartman dairesi peşinde koşanlar veya elindeki birkaç dönüm toprağını büyütmek isteyenler, daha doğrusu sınıf atlamayı hayal edenler de uzun bir süredir ekmek elden su gölden misali yaşamanın ‘tadını’ çıkardılar.

    Sivil görünümlü yapılanma gerek örgütlenmesinde gerekse de faaliyetlerinde Barzani’yi örnek aldı. Kuzey Irak’ın hızla burjuvalaşmaya yöneldiğini fark ederek kendilerinin de aynı yolla burjuvalaşabileceklerini, böylece Doğu ve Güney Doğu’nun efendisi olabileceklerini hesapladılar. Bu nedenle bir yandan yönetiminde bulundukları belediyelerin olanaklarından ve bir yandan da tehditlerle, santajlarla hiçte küçümsenmiyecek oranda mali güçe kavuştular. Bu konuda öylesine açgözlü davrandılar ki ağaların aşiretine mensup olmayanlar birtarafa, ağa kökeninden gelmeyenler örgütlenmenin eşiğine bile yaklaştırılmadı. Adeta kast sistemi uygulandı. Demokrasi ve barış yanlısı olduklarını iddia eden belediye başkanları ve milletvekillerinin sınıfsal kökenlerine bakılırsa, bu durum daha iyi anlaşılır. İnsan hakları, özgürlük, demokrasi yaygaralarıyla ağalar yine ağa, marabalar da maraba olarak kaldılar.

    Partinin ağaları öylesine acımasız davrandılar ki talanda en ufak bölüşüme şans tanımadılar. Yakın akrabalarından bir kısmını Kandilli’ye bir kısmını Avrupaya ve bir kısmını da terörün propaganda ve ajitasyonunu yapacak basın ve yayın alanlarına gönderdiler. 

    Çok sınırlı da olsa bazı istisnalar görmüyor değiliz. Kimden bahsettiğimi herkesin tahmin ediyor olması gerekir; İsmail Beşikçi. Beşikçi, PKK’den ayrılanları, genelde bu güruha karşı muhalefet edenleri karalamakla, hanlikle suçlamakla görevlendirildi. Öyle ki, PKK’nin derin devlet desteğinde katlettiği binlerce devrimciyi, yurtseveri hiç düşünmeden suçlamayı bir görev olarak kabul etti. Öbür yandan Karanlık güçlerin emrindeki PKK’ya ve Öcalan’a  övgüler yağdırdı, Öcalan’ın propaganda mekanizması olarak çalıştı, çalıştırıldı. Bu konuda kıralcıdan daha kıralcı kesilerek, bir değil, binlerce Kürtkıran Apo’nun ortaya çıkmasını savundu; ‘...Apo’ları çoğaltmak gerekir. Onlarca, yüzlerce Apo olmalıdır.“* “… Herkes Apo olmaya çalışmalıdır.“* “Bütün Apolara selamlar olsun!“ **  Hangi bilimsel araştırmalarla böylesi sonuçlar elde edildiği ayrı bir tartışma konusudur

    Bu tür unsurları bir istisna olarak değerlendirirsek, sonuçta, Doğu’nun Gladio’su nemalanacağı hiç bir alanı boş bırakmadı. Bu feodal örgütlemmenin yapısı ve ilişki ağları biraz incelenirse, böylesine ‘demokratik’ bir yapılanmayla karşılaşırız.

    Sadece belediyelerden değil, uyuşturucudan silah kaçakçılığından sınır ve insan ticaretine kadar uzanan birçok alanda elde edilen vurgunlarla burjuvalaşacaklarını ümit eden ağalar, hayal kırıklığına uğradılar. Barzani ailesinin tanıdığı imtiyazlar da yetmedi. Ekonomik ve ticari gelişmeleri salt silah ve baskıyla yönlendirilemeyeceğini kavrayamadılar. Ayrıca elde etikleri kapitali sevk ve idare edecek bilgi ve beceriden yoksundular. Bu nedenle de kurumlaşmadan kaçındılar. Kurumlaşma en azından bir  firma çatısı altında yasal sınırlar içinde vergi ödeyerek çalışmayı, elinde bulundurduğu kapitali yatırıma yöneltmeyi gerektiriyordu. Tüm bunlar süereç içinde aşiret yapısından kopmayı göze alma demekti. Hem aşiret yapısını koruyup hem de burjuvalaşma mümkün değildi. Bu nedenle korkak, ticari atılım yapacak cesatetten yoksun kaldılar. Ceplerine yerleştirdikleri günlük vurgunlarını akşam olduğunda binlikleri yüzlükleri birbirinden ayırmadan öte bir becerileri yoktu. Burjuvalaşmayı marka elbise giyip son model otomobillerle caddelerde gösterişte bulunmayla eşdeğerli gördüler.Ama öbür yandan, dönemin koşullarını değerlendirip burjuvalaşanlar piyasaya egemen oluyor,belli bir sermaye birikimi sağladıktan sonra da yatırımlarını daha emin ve alım gücü yüksek Batı’ya yönlendiriyordu.

    Pazar ilişkilerinin kendine has işleyiş kuralları sonucu toplumun tortusu haline gelmeyi bir türlü sindirememekteler.  Bu nedenledir ki, meclis içinde ve dışında en olmaz önerilerle bulundukları zeminden çıkış arayışı içindedirler. Ellerine tutuşturulan bildirilerle feodal tehditvari çıkışlarla korkularını gizlemeye çalışmaktalar. Ama korkunun acele faydası yok.

Zaten sürecin kendilerini dıştaladığını gördükleri için parti adına seçime girme cesaretini gösteremediler. Halkı temsil ettiğini iddia eden örgütlü hiç bir güç, böylesi bir taktiğe baş vurmaz. Seçimde baraj oranı bahane olarak gösterilemez. Başvurdukları taktikler, halktan destek bulamamanın kanıtlarıdır. Başından itibaren örgütlenme ve hareket etme tarzlarıyla emperyalist güçlerin uzantıları olduklarını netçe ortaya koydular.

    Halkın sorunlarını dile getirmeyen uğraşlarla zaman geçirmeyi adeta meslek edindiler. Onlar için yoksullukla ve işsizlikle mücadele diye bir sorun yok. Sendikalaşma, kadın hakları vb. sorunların çözümü yönünde en ufak plan ve proje geliştirmeyi akıllarından bile geçirmediler. En etkin oldukları alanlarda yüzlerce genç kız ve kadın töreye kurban giderken, parmaklarını bile oynatmadılar. Bırakın çözüm için çaba göstermeyi, görmemezlikten gelme daha çok işlerine geldi. Çünkü yaraya parmak basma dayandıkları alt yapının çöküşü anlamına geldiğini biliyorlardı. Ama efendileriyle uyum içinde hareket etmelerini sağlıyacak taktikler geliştirip uygulamada ne kadar başarılı olduklarını kabul etmek gerekir.

    Her alanda çözüm adına çözümsüzlüğü sürekli kılacak sihirli anahtarı bulmuşlardı; karanlıkların prensi ‘seruk’. Çünkü ‘seruk’ ‘derin’ güçlerle bağlantıyı oluşturan köprüydü. Seruk labirentlerin sesini, statükonun gücünü temsil ediyordu. Batıda laiklik ve Cumhuriyeti korumayı kendine maske edinmiş Gladio’nun Doğuda alt birimini temsil eden bu feodal örgütlenme artık bitirilecektir. Yani Gladyo’nun Türkiye genelinde bitirilmesi, en azından tehlike olmaktan çıkarılması için düğmeye basılmıştır. Kandillinin ve Kandilliye bağlı sivil uzantıların bititrilmesi Türkiye genelinde Gladio’nun bitirilmesi demektir.

 01/12/ 2007

Baki Karer   

*PKK Üzerine Düşünceler. S.115 

** PKK Üzerine Düşünceler. S.117


ANLAMAK ZOR

  ANLAMAK ZOR Birkaç hafta önce, yüzer-gezer yatın adamı, eline sıkıştırılmış bir makale yayınladı. Makalede yıllar önceden değindiği ko...