DEĞİŞİM
Demirel’in cumhurbaşkanlığı süresinin
uzatılması için yürütülen girişimler bir sonuç vermedi. Aslında yağmacı elitiz
politikanın sürdürülüp sürdürülmeyeceği konusunda bir yol ayrımına gelinmişti.
Ekonomik ve siyasal gelişmelerin kurallarıyla yürütülüp yürütülmeyeceği
konusunda bir karar verilmesi zorunluluğu doğmuştu. Demokratik ve özgürlükçü
olmayan sistemin zorla ayakta tutulamayacağı artık görülmüştü. Demirel’in
Çankaya süresinin uzatılmaması, çağı yakalamaya yönelik maratonun ön hazırlık
evresi olarak değerlendirmek için henüz erken. Ama yine de önemli bir adım
atıldı.
Bir ölçüde Ecevit’in de desteğini alan
Demirel’in takımı, mevcut düzenin devamı için elinden gelen çabayı yürüttü.
Ecevit’in ortaya sergilediği tavır bilinen ‘idare etme’ taktiğidir. Türkiye’de
sosyal demokrasinin atılımcı, radikal değişikliklerden yana olmayan, hep sağla
uzlaşma içinde kalmayı yeğleyen teslimiyet tavrı en açık biçimde Ecevit
tarafından sergilendi. DSP tarafından takınılan tutum, aşağı yukarı 1978-79’larda
cunta tehlikesine ve sağ teröre teslim olma anlayışıyla özdeş bir tutumdu.
Ecevit, 28 Şubattan sonra kurulan Mesut Yılmaz hükümetinin düşürülmesiyle
azınlık hükümet kurmasına fırsat tanıyan ve seçimlerden birinci parti olarak
çıkmasına yardımcı olan Demirel’in Cumhur Başkanlığı süresinin uzatılmasını
desteklemekle, adeta vefa borcunu ödemek istercesine soygunculuğun sürmesine
onay vermiş oldu.
Cunta ve Özal döneminde türeyen, Demirel
döneminde savaş vurgunculuğuyla tekelleşen ama özünde tabela holdingleri takımı
gözyaşı dökmeye başladı. Bilinen bu çevreler elli yıldır devleti yağmalayan ve
yağmaladıklarını Amerika’da, Avrupa’da har vurup harman savuran kesimlerdi.
Bunlar yıllardır halkı soyup soğana çeviren, en ufak yatırımda, üretimde
bulunmayan, devletten yağmaladıkları nakit paralarla gününü gün etmeye
alışmışlardı. Bunlar, bir avuç elit için “modernleşme” ve yağma özgürlüğü
isteyen, içinden çıktığı toplumdan utanan, hatta Londra’nın, Paris’in ve
Newyork’un otel lobilerinde milliyetini belirtmekten utanç duyan, Pakistan ve
Hindistan’da ekonomik ve siyasal gelişmelere damgasını vuran soytarıların
benzerleriydi.
Basın ve yayının ağırlıklı bir kesimi de
Demirel’in borazanlığını üstlendi. Çankaya’dan ayrılışını Cumhuriyetin geleceğiyle
özdeşleştirdi. Demirel’den sonra tufandır yaygarasını bastı. Yağma ortamında
nemalanan basın ve yayın öylesine bir hava estirdi ki, gerçekten yağmaya
yıllarca karşı çıkmış çevreleri bile etki altına aldı. Öylesine suni gündemler
yarattılar ki, halk neyin ne olduğunu adeta şaşırdı. Çünkü yıllardır
hırsızlığın ve yağmanın borazanlığını üstlenmişti. Haber peşinde koşma yerine
ihale takip ediyorlardı artık. Birçok gazeteci, muhabir fazla para veren patron
takipçiliğini meslek haline getirmişti. Gerçekleri kamuoyuna sergileyen basın
ve yayın çalışanı değil, belirli aile reislerinin, tarikat şeyhlerinin
buyrukları doğrultusunda kalem oynatan gazete yazarlığı ve proğram yapımcılığı
meşru hale getirilmişti. Birçok basın ve yayın kuruluşu, yarattığı köçekleri
meydana salarak, tüm Türkiye’yi çal oynasın, vur patlasın misali eğlenen
hayaller dünyasının bir ülkesi gibi gösterip, bir avuç hırsız ve vurguncuyu
korumanın muhafızlığına soyunmuştu. Basın ve yayın alanında yaşanılan
dejenerasyonun önüne henüz geçilmiş değil, halen bu süreç devam etmektedir. Ama
onca yürütülen uğraşlara karşın Demirel’in süresi uzatılmadı.
Sürenin uzatılmaması Türkiye’de bir dönemin
başlangıcıdır. Cumhuriyet’in ilan edilişi nasıl ulus devlete, dolayısıyla
sanayi toplumuna geçiş çabasının başlangıcı ise, Demirel ve şürekasının geri
plana atılışı da yeni yüzyılı yakalamanın, yani bilgi toplumuna ulaşmanın bir
çabasıdır. Şimdi sorun, yirminci yüzyılı geriden takip eden Türkiye’nin, yirmi birinci
yüzyılı geriden takip etmesinin önüne nasıl bir ekonomik ve siyasal
yapılanmayla geçileceğidir. Tartışmalar, çözüm yolları arayışı bu noktadan
hareketle başlatılırsa, gelecek umut verici olur.
Demirel ve takımı durup dururken ortaya
çıkmadı, uzun yıllardan bu yana devlet yönetim anlayışının sentezidir. Demirel’in
yaptığı, tek şeflik ve Demokrat Parti’nin yağma dönemlerinin mirasını devletin
en üst düzeyinden en alt düzeyine kadar kurumlaştırmasıdır. 12 Eylül Cuntası ve
Özal bu kurumlaşmaya hizmet edecek alt yapıyı hazırlayan geçiş döneminin aktörleridir.
Bu anlamda Demirel’in son on yıllık pratiğini değerlendirirken, tek şeflik
dönemi ve ellili yılların Demokrat Parti iktidarını bir tarafa atamayız.
Demirel bu her iki dönemin bir sentezidir ve bu sentezden doğan anlayışın
örgütlü hale getirilişidir. Demirel’i yağma politikasının üçüncü ve son halka
olarak değerlendirmek de mümkündür. Her ne kadar ANAP ve bugünkü DYP bu
anlayışı bölüşme ve devamını sağlama için kavga veriyorlarsa da, hiçbir zaman
Demirel kadar başarılı olmayacakları bir gerçektir.
Tek şeflik dönemi halka üstten bakan, halkı
küçümseyen, fildişi kuleleri içinde düzenlenen toplantılarla memleket
sorunlarına çözümler getirdiğine inanan, silahlı, külahlı, bol selamlı
düzenlenen törenlerle halka gözdağı veren bir anlayışın ürünüdür. Tek şeflik
dönemi, Devlet-ü Âliye’nin “menfaatleri” uğruna yıllarca kendini halktan
soyutlayıp, sistemi kapalı bir kara kutu haline getirmiştir. Atatürkçülüğün bir
sömürü aracı, yani devlet olanaklarını yağmalamada perde haline getirilmesi bu
aşamada yaygınlaşmıştır. Kemalizm adına hareket edenlerin önemli bir kesimi
İstanbul’un, Ankara’nın lüks salonlarında partiler ve festler düzenleyip hiç
anlamadıkları Mozart’ı, Bethowen’i dinlerlerken, sokaktan geçenleri ‘baldırı
çıplak’ olarak görmüşlerdir. Atatürkçülüğün şaşmaz savunuculuğunu! yaptığını
iddia eden bu bilinen çıkar çevrelerinin Anadolu’da örgütlendiklerine, halkın
çıkarlarını dile getiren bir faaliyet
geliştirdiklerine, yolsuzluğa, hırsızlığa karşı kitlesel bir protesto
örgütlediklerine kimse şahit olmamıştır. Bunlar İttihat ve Terakki’den kalma
saray erkanlığını terk etmeye bir türlü yanaşmamışlardır. Ülkemizin emperyalist
güçlere pazarlanmasına karşı dikildikleri görülmemiştir. Tam tersi, karşı
çıkanlara “katli vaciptir” diye fermanlar yazmışlardır. Osmanlı dönemine özgü
tarikat örgütlenmesini taklit edenlerin irticaya ve her türden gericiliğe karşı
mücadelede ciddi olamayacağı bir gerçektir.
Sorunları kısa yoldan halletmenin yöntemini
cuntacılık oynamada görmüşlerdir. Yaşadıkları vitrin daraldıkça, çözümü, daha
sık kılıca sarılmada görme alışkanlığını bir türlü bırakamamışlardır. Son
dönemlerde bazı demokrat çevrelerin sınrlı da olsa Anadolu’ya açılmalarını, bu
bilinen klasikleşmiş kesim hazmedememekte. Hatta demokrasiden bahsedenleri,
çağın ihtiyaçlarına göre devletin yeniden yapılandırılması yönündeki çabaları
halen alaycı bakışlarla seyretmektedirler. Her zamanki alışkanlıklarıyla
“günümüz gelir” bekleyişi içindeler. Ama artık bugünden sonra bekledikleri
günün gelmeyeceğini de hesaplıyor olmaları gerekir.
Bugün Kemalist geçinen bu
tür çevrelerin ikiyüzlülüklerini kavramak için iflas etmiş bankaların, tabela
holdinglerin danışman ve yönetim kurullarının listelerine bakmak yeterlidir.
‘Devletin sahibi benim’ diyen bu anlayış, emperyalist güçlerle işbirliği içinde
hırsız, çapulcu, her zaman diktatörlük heveslisi bir kesimin sürekli diri
tutulması yönündeki çabalarından halen geri durmuş değildir.
Tek şefliğin devlet yönetim anlayışı,
Demokrat Parti’yi ortaya çıkarmış ve iktidar yapmıştır. Celal Bayar-Adnan
Menderes ikilisi, devlet olanaklarını sadece bürokrasi arasında bölüştürmekle
yetinmemiş bürokrasi dışında kendilerine yakın gördükleri aile ve bireylerle de
bölüştürme sürecini başlatmışlardır. Hırsızlık ve yağmadan pay alanların
sayısını çoğaltarak Demokrat Parti’ye sosyal bir taban kazandırmaya
yönelmişlerdir. “Her mahallede bir milyoner” yaratma projesi bu anlayışın
ürünüdür. Bu aynı zamanda, emperyalist güçlerin çıkarlarına hizmet eden geniş
pazar olanakları yaratma projesiydi. Tarım ve sanayi alanlarında halkın
çıkarlarını gözeten uygulamalar değil, ABD’nin ekonomik ihtiyaçlarına göre
şekillendirilmiş uygulamalar temel alınmaya başlanmıştı. Devlet olanakları
bakanlar ve üst bürokratlar etrafında kümelenmiş birkaç aile ve gruplar arasında
bölüşülüyordu. Türkiye, ABD’nin ikinci bir Kaliforniya eyaleti yapılmaya
hazırlanıyordu.
Demirel yönetiminin özellikle son on yılını
bu her iki dönemden ayıran özelliği, talan ve yağma politikasını devlet
yönetiminin merkezine oturtmanın yanısıra bahsedilen bu yalak kesimi
uluslararası düzeye yükseltmesidir. Aynı zamanda bu kesimi finans, iç ve dış
ticaret alanlarında tam egemen duruma getirmek için sahte savaş ortamını
Türkiye’de egemen hale getirmesidir. Yani, sadece devletin elindeki olanakların
paylaşımıyla değil, savaş vurgunculuğuyla büyümeyi temel almasıdır. Demirel
yönetimi döneminde, otelcilik-turizmin ve yan alanlarıyla yatırımların
sınırlandırılması, tarımda makinalaşmanın önüne geçilmesi ve sanayi alanında
gelişmenin engellenmesi için olağanüstü çabalar yürütülmesi, ithalatçılığın
teşvik edilmesi, tümüyle türeme burjuvaziyi egemen kılma isteminden
kaynaklanmaktaydı. Bu nedenle hırsızlara, yankesicilere devlet nişanı verme bir
alışkanlık haline getirilmişti. Neredeyse inşaatı bitmeyen tuvaletler bile
devlet töreniyle açılır olmuştu. Tüm bu yönlü gayretler, savaş vurgunculuğunu
örtülemenin, totaliter devlet anlayışını sürekli kılmanın çabalarıydı.
Sahte savaş uygulamalarının devamına izin
verilmemesi, aynı zamanda, Demirel yönetiminin de sonu oldu. Elbette
yürütülmekte olan temizlik hareketinde sadece iç dinamikler değil, dış güçler
de belirleyici olmuştur. Emperyalist kesimlerin de Türkiye’de sahte savaş
uygulamalarının daha fazla devam etmemesinden yana tavır almalarının nedeni
elbette çok farklı nedenlere dayanmaktadır. Kimse Türkiye’nin kara kaşına ve
gözüne heves değildir. Alınan bu tavrın altında emperyalizmin döneme özgü
çıkarları yatmaktadır. Nasıl ki bir dönem uygulamaya konulan “yeşil hat”
projesi emperyalist güçlerin çıkarlarına hizmet etmişse bugün de rüşvetten ve
yolsuzluktan arınmış devlet örgütlenmesine sahip Türkiye çıkarlarına
gelmektedir. Emperyalist sermaye rahat ve daha geniş tabana yayılabilmesi için
“düzen” ve “istikrar” istemektedir. Globalist anlayış kısa zamanda daha fazla
kâr peşinde koşmaktadır. Bunun için de ihtimal dahilinde de olsa birtakım
engellerle karşılaşma riskini daha başından ortadan kaldırmak istemektedir.
Bugüne kadar ki uygulamalara baktığımızda
memurlar, alt bürokratlar ve bazı iş adamları yakalanmakta, fakat hırsızlığın
arkasında duran siyasal güçler korunmaktadır. Tedbirlerin kalıcı hale
getirilmesi için ciddi bir idari yapılanmanın içine girilmemektedir. Bu da
ister istemez yeni kuşkuların doğmasını getirmektedir. Demirel’in tasfiye
edilmesiyle doğan boşluğu ANAP ve benzeri güçlerce doldurulmak istenmesi
yönünde algılanmaktadır. Gelişmelere bir de bu açıdan bakıldığında, şu anda
yürütülmekte olan operasyonların uluslararası tekellerin ekonomik çıkarlarına
cevap verecek “istikrar”ın sağlanması için yapıldığını ve bunu halkın sosyal
yaşamının iyileşmesi yönünde kullanılmasının engelleneceğini iddia edenlerin de
az olmadığını söylemek gerekir.
Ülkemizin nerdeyse yüz milyarı aşan pazar
olanaklarının emperyalist tekellere kısa yoldan daha kolayca aktarılmasını sağlayacak
düzenlemeler değil, halkımızın refah düzeyini çağın yaşam koşullarına
uyarlayacak sistemin inşası gereklidir. Hırsızlığın ve vurgunculuğun
uluslararası tekellere devredilmesi daha derin bunalımların ortaya çıkmasına
hizmet etmekten başka bir işe yaramayacağı ortadadır.
Yolsuzluklara ve hırsızlıklara karşı tavır
alış uluslararası tekellerin de istek ve talimatları doğrultusunda değil,
gerçekten demokratik ve kalkınmış bir Türkiye yaratmayı amaçlayacak doğrultuda
bağımsız inisiyatif kullanılarak yapılırsa, doğru ve kalıcı sonuçlara ulaşma
sansı daha yüksek olacaktır. Açlık sınırında yaşam sürdürmeye zorlanmış
yığınlar bundan tam anlamıyla emin değildir. Türkiye İMF tarafından teslim
alınmıştır. Duyunu Umumiye ve Sevr’den de beter “Niyet Mektubu” adı altında
anlaşmalar imzalanmıştır. Üstelik bu seferki anlaşma metinleri silah gücüyle
dayatılmamış, Devlet-ü Aliye’nin başında olanlar tarafından gönüllü hazırlanmış
ve imzalanmıştır. Sonuçları gelecekte hep birlikte göreceğiz. Ama soruna hangi
açıdan bakacak olursak olalım, gelinen noktada mevcut yönetim, ‘yerlilerin’
temizlenmesini istese de engelleme olanağına sahip değildir.
Demirel’in görev süresinin beş yıl daha
uzatılmamasına tepkileri iki ana noktada toplamak mümkündür:
Bunlardan birincisi, Demirel devrinin sona
ermesiyle birlikte talan, daha doğrusu savaş ekonomisinden çıkarı olan
kesimlerin tepkisi. Bunlar basın ve yayının da önemli bir bölümünü elinde
bulundurdukları için ortalığı adeta toz dumana kattılar. Üstü açılacak karanlık
dönemin altında kendilerinin çıkacağını bildikleri için uluslararası
işbirlikçilerinin desteğiyle olmadık provokasyonlar geliştirdiler. Sosyal
varlıklarını tehdit eden gelişmeleri mümkün olan en az zararla atlatmanın
çabalarını yürüttüler. Çünkü bunlar, ekonomik güçlerini yüksek enflasyondan,
ranttan, devletin yağmalanmasından alıyorlardı, dolayısıyla baskı ve şiddet
politikasının üzerinde şekillenmişlerdi. Enflasyonun aşağıya çekilmesi, rant
ekonomisinin bitirilişi, bu kesimlere önemli darbeler vuracağı biliniyordu. Bu
nedenle zaman zaman askere oynamaktan da çekinmediler. ‘Demirel’siz Türkiye uluslararası
alanda biter, içte de bölücüler, yıkıcılar devleti teslim alır’ türünden
olmadık felaket senaryoları geliştirdiler. ‘Her tarafı düşmanlarla sarılı
Türkiye’ fobisini egemen kılmaya çalıştılar.
İkinci kategoride yer alanlar ise; Yeni
seçilen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Türkiye Avrupa Birliğine ve
genelde global ekonomiye teslim olur noktasından hareketle Demirel’in görevinde
kalmasını istediler. Aslında bu kesim yolsuzluğa, köşe dönmeciliğe karşı tavır
alanlar olmasına rağmen bilinen klasik “istikrar” dan dolayı önlerini göremez
duruma gelmişlerdi. Türkiye’de derin devlet olgusunun anlamını ve işlevini
yeterince kavramamış olduklarını gösterdiler. Ahmet Sezer’i verdiği birkaç
demecinden hareketle geçiş döneminin bir insanı olduğunu görmek istemediler.
Ahmet Necdet Sezer’in, demokratikleşmeyi, Avrupa Birliği içinde sağlama
eğilimini fazlaca abarttılar. Demirel ve takımının işbaşından uzaklaştırılmasının,
güçlü Türkiye’nin yaratılmasında gerçekten önemli bir adım olduğunu bilince
çıkartamadılar. Demokratikleşme adına cup diye emperyalizmin kucağına oturmayı
kabul eden ve üstelik “sol” olduğunu iddia eden kesimlere yönelemezken,
Sezer’in AB yanlısı diye hedef seçilmesi garip kaçıyordu. Sezer AB yanlısı
olabilir, ama bu hiçbir zaman yağmanın devamından yana olan kesimlerin
çıkarlarıyla çakışacak biçimde hareket etmeyi gerektirmez. Şu anda önemli olan,
ülkenin soygunculardan kurtulma çabası içinde bulunmasıdır. Son dönemde moda
olan deyimle, ‘Türkiye bağırsaklarını temizliyor’. Barsak temizleme hareketinde
iç dinamikler kadar dış güçlerin de etkili olduğunu kimse inkâr edemez. Ama
ortada acilen çözümlenmesi gereken bir sorun vardır ve bu soruna ülkemizin daha
fazla tahammülü yoktur. Hiçbir koşulda barsak temizleme hareketinin karşısında
yer alınamaz. Sonuç olarak bu kesim, Demirel’in içi kof “Büyük Türkiye”
sevdasına fazlaca kaptırmıştı kendini. Temizlik hareketi sürdükçe ve tahmin
bile edemedikleri sonuçlarla karşılaştıklarında tutumlarından biraz geri adım
attıklarını hissettirmeye başladılar.
Sezer Anayasa Mahkemesi başkanlığı yapmış
olmasına rağmen ideolojik ve politik yönleriyle pek tanınan biri değildir.
Anayasa Mahkemesi’nin 37 ve 38 kuruluş yıldönümlerinde yaptığı konuşma aşağı
yukarı ideolojik ve politik düşüncelerini ele vermektedir. Belli ki ABD’nin
ortaya attığı uyduruk globalleşme politikasına ve AB’ne karşı olan biri değil.
Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin bulunduğu stratejik bölgenin avantajlarını,
elindeki olanakları ve gücünü kullanmaya kalkıştığında büyük bir güç olarak
varlık göstereceğini kabullenmeye pek yanaşan biri olmadığı anlaşılmakta. Ahmet
Necdet Sezer daha çok bir ara dönemin, daha doğrusu Türkiye’yi sözde AB’ye
hazırlama sürecinin Cumhur Başkanı da denile bilinir. Ama unutmamalıyız ki, AB
ve ABD Türkiye üzerindeki çıkarları her zaman çatışmıştır ve çatışma halinde de
kalacaktır. Türkiye ABD’ye girse bile, bu güçlerden biri diğerini Türkiye’den
silip atamayacaktır. AB tamamen bitirilmiş ve teslim alınmış bir Türkiye’nin
kabul edilmesini neredeyse şart koşmaktadır. ABD ise AB’ye karşı az da olsa
ayakları üzerinde kalan ama kendisine sürekli muhtaç olan bir Türkiye’nin AB
üyeliğini istemektedir. Çünkü böylece ABD çıkarlarının daha iyi korunacağını
düşünmektedir. Son tahlilde her iki taraf da ayakları üzerine basan bir
Türkiye’yi karşılarında görmek istemiyor. Bu durum gösteriyor ki, AB ile Türkiye’nin
çıkarlarını çakışması oldukça zordur ve bu gidişle de pek çakışacağa benzememektedir.
Gerek bazı işveren çevrelerde gerekse de halkta AB’ne karşı tepkinin güçlülüğü göz
ardı edilemez. Süreç elleri ve ayakları bağlı, kayıtsız şartsız Avrupa’ya
teslim olmak isteyenlerin lehine işlememektedir. Bu nedenle Sezer’in AB’ne
girmede fazla bir rol oynayacağını söylemek pek abartılı olur. Aynı biçimde
kısa vadede olmasa bile orta vadede Türkiye, ABD’nin de her istediğini yerine
getiren bir ülke olmaktan çıkmaya aday bir konumdadır. Son dönem geliştirilen
iç ve dış politikalar bunu alt yapısını hazırlamaktadır. Türkiye bugünkü
atılımını sürdürürse ABD, AB, Rusya Federasyonu ve Çin arasında dengeli bir
politikayla kendini güçlendirecektir. İsrail’e karşı alınan tavır ve Filistin’e
açıktan destek verilmeye başlanması, Bağdat’a büyük elçi atanması, Balkan
ülkeleriyle olan ilişkilerin düzeyi bunu açık örnekleridir.
Bu noktada İMF ile olan ilişkilerle
uluslararası alanda ABD ve AB’nin onaylamadığı siyasal yönelimler içine
girilmesi bir çelişki olarak görüle bilinir. Doğrudur ve bu bir çelişkidir. Genel
doğrulardan hareket edecek olursak, ekonomik alanda güçlü olan siyasal alanda
da güçlüdür. IMF’nin Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde hareket edecek tüm
direnç noktalarını yıkmaya çalıştığı bir gerçektir. Tarımda bitirilmiş bir Türkiye
ne sanayisini geliştirebilir, ne de mali, sosyal, genelde ekonomik alanda ciddi
bir atılım içine girebilir. Dayatılan özelleştirmeler ülkemizi can damarından
vuracak özelleştirmelerdir. Yani hemen her alanda savunma reflekslerimizi yok
etmeye çalıştıkları bir gerçektir. Alınan siyasal kararlar, tutarlı ekonomik
kararlarla desteklenmezse sonuçta kalıcı olmayacaktır. Neredeyse
gelenekselleşmiş çarpıklıklarla devam edilemeyeceği ortadadır. Özellikle son
yirmi yıldır izlenen ekonomi politikayla sonuçta böyle bir noktaya gelineceği,
yani İMF dayatmalarına teslim olunacağı belliydi. Her yıl onlarca milyar dolar
soyulan bir devletin başını vuracağı başka bir duvar yoktur. IMF’nin bugüne
kadar hiçbir ülkeyi kurtardığı gözükmemiştir ve Türkiye’yi de
kurtaramayacaktır. Hükümetin en büyük hatası, IMF’nin de içinde bulunduğu
zafiyeti görerek hareket etmemesi, “koalisyon istikrarı” adına dayatıcı
olamamasıdır. TBMM yasama yetkisi dahi IMF’ye verilmiştir. Sadece hükümet
değil, aynı zamanda muhalefette bu hakkın devredilmesini onaylamıştır. Tüm
bunlara karşın hükümeti siyasal kararlarda biraz olsun cesaretli kılan,
Filistin-İsrail çatışması, Irak’ta Saddam iktidarının devam etmesi, Bakü-Ceyhan
boru hattı projesi ve en önemlisi de Türkiye ekonomisinin tümden iflası
karşısında IMF’nin artık itibarını ve önemini tümden yitirme durumuyla karşı
karşıya olmasıdır. Ama tüm bu nedenler geçici, dönemsel nedenlerdir. Bir
ülkenin güçlü olması, iç ve dış politikada doğru stratejik hedeflerin
saptanmasından, kendi ayakları üzerinde kalacak planlı ekonomik uygulamalardan
geçer.
Böylesine kritik bir dönemde devrimci
demokratik örgütlenmelere büyük görevler düşmekte. Çeşitli meslek
örgütlenmelerinden sendikalara kadar tüm devrimci demokratik örgütlenmeler İMF
dayatmalarını tersyüz edecek asgari müşterekte birleşerek ortak eyleme
geçebilmelidir. Hatta esnafları ve tarım kooperatiflerini de içine alacak
biçimde cepheyi geliştirme sonuç alma oranını çok daha yüksek kılacaktır.
Geçmişte bu dayanışmanın başarılı örnekleri sergilenmişti. İşçi sendikaları merkezi
bir rol yüklenirse yine de olumlu sonuçlar alınmaması mümkün değildir. Ama bazı
sendikalar adeta İş ve İşçi Bulma Kurumu rolünü benzemeyi her nedense bir görev
olarak kabul etmekte. İşsizlere iş bulmanın çabasını yürütmektedir. İşsizliği
aşağı çekme iktidarın sorunudur. Kaldı ki İMF dayatmaları başarılı olursa
sendikalı işçilerin de büyük bir çoğunluğu işsiz kalmayla karşı karşıya
kalacaktır. Zaten bugünden on binlerce işçi işten çıkarılmıştır. Bu politikanın
devamı işçi sendikalarını giderek daha güçsüz kılmaya yöneliktir. Sendikalı
işçilerin haklarını koruyamayan bir sendikanın işsizlere iş bulma gibi bir
garipliğin içine düşemez. Elbette işsizliği aşağı çekmek için sendikalar da bir
çaba içinde olmalı ama bunu İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun yükümlülükleri altına
girerek değil. Sendikalı işçilerin iş güvenliği ve sosyal güvenceler vb.
sorunları bile çözüm beklerken farklı noktalarda, adeta hükümetin uyguladığı
İMF patentli politikaya şans tanıma gibi tavırlar içine girilmesi
yadırgatıcıdır. Avrupa Birliği ile imzalanan tek taraflı gümrük birliği
anlaşması karşısında takınılan vurdumduymaz tavır, AB aday üyeliği ve İMF
dayatmaları sürecinde de devam ettirmektedirler. Yine sendikaların çalışanlar
açısında olumsuz gidişe karşı destek isteyeceği tek yer, muhalefet diye anılan
ve mecliste grubu bulunan partiler değildir. Zaten bunlardan biri, tamamen
yüksek enflasyon koşullarının doğurduğu ve emperyalizmin “yeşil hat” projesinin
bir ürünü olarak gürbüzleşen İslamcı sermayeye dayanmakta. Hatta İslamcı
sermayenin yüzde doksanına varan bir kesimi tamamen kara parayla, yani yasadışı
yollardan kazanılmış sermayeyle vücut bulmuştur. Diğeri ise, ülkede demokratik
bir rejimin egemen olmasından çıkarı olmayan, devletin soyulmasını neredeyse
gelenekselleştiren ve hırsızlığın örgütlü halde devam ettirilmesinde çıkarı
olanlardır. Demirel ile yaşadıkları çelişki, geçici ve aynı kamplaşma içinde
yer alanların paylaşımda içine düştükleri anlaşmazlıkların ürünüdür. Yoksa
temelde herhangi bir farklılıkları yoktur. Enflasyon trendinin biraz aşağıya
çekilmeye başlandığı günümüz koşullarında, bu her iki kanat da aslında ‘yer
altına’ kaymış durumdadırlar. Yüksek enflasyon, yüksek faiz ve kağıt
politikasının, yani yağma düzeninin devamı için ellerinden geleni
yapmaktadırlar. Devlet içinde sahip oldukları bürokratlar ve yine malum tabela
holdingler aracılıyla dış güçlerden de destek alarak suni savaş koşullarını
egemen kılmanın gayreti içindedirler. Bu kesimler öylesine acımasız
davranmaktadır ki, PKK’ ye, Hizbullah’a ve zamanında sol adına ortaya çıkartılmış
diğer bazı küçük terör gruplarına tekrar işbaşı yaptırmak için yoğun çabalar
içindedirler. Bunların, son dönemlerde Avrupa ülkelerinin bazı istihbarat örgütleriyle
yeniden yoğun faaliyetler içinde girdikleri bilinmekte. Bu nedenle “vatanın
bütünlüğü ve birliğinden her zamankinden daha fazla dem vurur olmuşlardır.
Sonuçta bunlardan İMF dayatmalarına ve emekçi yığınların yaşam koşullarının
iyileştirilmesi için yardım bekleme ciddi bir sendikacılıkla bağdaşmaz. IMF’nin
tüm çabasının Türkiye’yi yirmi birinci yüzyıl teknolojik gelişmesinin dışında
tutuma olduğu artık bir sır değildir.
Globalleşmeyle birlikte genelde sendikal
hareketlerde bir zayıflama olduğu bir gerçektir. Bugün Avrupa ülkelerinde
işçiler kazanmış oldukları hakları kaybetme süreci içine girmişleridir. Hatta
sosyal yaşamlarında gerileme her geçen gün daha belirgin hale gelmektedir. Avrupa’da
sosyal devlet anlayışı neredeyse yok olmaktadır. Sanayileşmiş ve nüfusun yoğun
olduğu kentlerde sendikaların karşısına taşeron firmalar çıkarılmaktadır.
Genelde böylesi olumsuz gelişmeler, Türkiye’de işçi sendikalarını olumsuz yönde
etkilemediğini iddia edemeyiz. Ama Türkiye’nin hemen her yönüyle farklılıklar
taşıdığını da göz ardı edemeyiz. Bizde halen örgütlenme özgürlüğü, işçinin iş
ve sosyal güvencesi yoktur. Demokrasi, insan hak ve özgürlükleri alanında bir
adım bile ileri gidilmemiştir. Uğruna
mücadele edilmesi gereken daha çok haklar vardır. Bugün GSMH’den toplumsal
kesimlerin aldığı paylar arasındaki uçurum veya kişi başına düşen milli gelirin
oranı dikkate alınırsa, sendikalara düşen görevler de kendiliğinden ortaya
çıkar. Ekonomik alanda yaşanılan çarpıklık aynı zamanda hırsızlığın,
vurgunculuğun da boyutunu göstermekte. “Verdimse ben verdim” anlayışının
aynasıdır.
MAYIS 2000
BAKI KARER
Bölüm1
01/12/ 2007
SÖZÜN BAŞLADIĞI NOKTADAYIZ
Hükümet
sözcüsü Cemil Çiçek, Apocuların estirdiği teröre karşı alınacak önlemler
konusunda açıklama yaparken, ‘sözün bittiği noktadayız’ diyerek hükümetin
duruşunda gelinen noktayı ifade etmeye çalıştı. Ama bana göre sözün bittiği
noktada değil, tam tersine başladığı noktada olduğumuzdur. Türkiye bugüne kadar
alınan ve bugünden sonra da alacağı tedbirlerle henüz sözünün bitmediğini tüm
kararlılığıyla göstermek zorundadır. Söylemesi gerekenleri ya önümüzdeki kısa süreçte
söyleyecek ya da hiçbir zaman söyleyemeyecek. Bugün söylenmesi gerekenler,
ülkemizin en az elli yıllık geleceğini tayin etmede belirleyici rol oynayacaktır.
Dağlıca
baskınının nasıl gerçekleştiğini teknik açıdan irdeliyecek değilim. PKK’nın
gücünü ve çapını bilenler açısından bu bir muamma değildir. Zaten kaçırılan
askerlerin geriye verilmesi sırasında yapılan tören her şeyin ispatıdır.
Yani dönem
bir paylaşım savaşı dönemidir. Bu paylaşım dinsel, mezhepsel, kültürel ve etnik
farklılıklara dayandırılarak piyonlar aracılığıyla yapılmaktadır. Her ne kadar
Bush ve Putin arada bir üçüncü dünya savaşından bahsediyor olsalar da, ben,
birinci ve ikinci dünya savaşlarına benzer bir paylaşım savaşlarının içinde
yaşadığımız çağda olacağına çok az ihtimal verenlerdenim. Balkanlarda, Orta
Asya’da ve Orta Doğu’da olup bitenler geçmiştekileri aratmayacak cinten
savaşlardır. Sadece yapılış biçimi farklıdır.
Bugünkü paylaşım savaşının merkezini
Ortadoğu ve Avrasya oluşturmakta. Yani petrol kaynaklarının yoğun olarak
bulunduğu alanlar ve yakın çevreleri savaş alanlarıdır. Türkiye açısından sorun
şu; geliştirilen bu saldırgan tavırlar karşısında geri adım mı atılacak yoksa
karşı taaruza geçip bu paylaşım savaşından güçlenerek mi çıkacak? Bu dönemde
boyun eğme ile başkaldırı arasında ikircikli bir politika içine girilmesinin
büyük bir yıkımı getireceği açıkça ortadadır.
Geçmişte
içerde komünizm düşmanlığı dışarıda NATO şemsiyesi altında SSCB’ye karşı ileri
karakol görevlerini yerine getirmekle yükümlü Türkiye için günümüzde artık böylesine
basit iç ve dış politikalar yürütme çok gerilerde kalmıştır. Türkiye için her
geçen gün iç ve dış politikalar yürütme çok daha çetrefelli hale gelmekte.
İster istemez bu birçoklarının iddia ettiği gibi ülkemizin bölge ve dünya
çapında önemini yitirdiği anlamına gelmemekte, tam tersine oynadığı ve oynayacağı
rollerin önemini bir kat daha fazlalaştırmakta. Türkiye artık bölgesindeki
gelişmelerde olduğu kadar uluslararası politik gelişmelerin yönünü tayin etmede
rol oynayan baş aktörlerden biri konumundadır. Bu, birçok dezavantajlara karşın
Türkiye’nin gücüne güç katan en önemli avantajlardan biridir aynı zamanda. Ortadoğuda
ve Kafkaslarda ulusal çıkarlarımıza ters düşecek bir politikayı başta ABD olmak
üzere hiç bir süper güç hayata uygulama gücüne sahip değildir.
Elbette
bizi bu konumumuzdan geri plana itmenin her türlü taktikleri ABD ve AB
tarafından hayata geçirilmektedir. Bu güçler bizi ne kadar güçsüz düşürürlerse
emperyalist planlarını da o kadar rahatça hayata geçirebilme fırsatına
kavuşacaklardır. O nedenledir ki, birinci dünya savaşı döneminde Balkanlarda
uyguladıkları taktiklerin neredeyse benzerini bu gün uygulamaya koymuşlardır. Hangi
açıdan bakılırsa bakılsın günümüz koşullarında başarılı olamayacakları bir
gerçektir. ABD ve AB’nin ‘ılımlı islam’ ve demokrasi maskesi altında mezhep ve
milliyet temelinde geliştirdikleri ırkçı tezler doğrultusunda ülkemizde kışkırtmaya
çalıştıkları çatışma senaryoları boşa atılan salvolardan öteye gidememektedir.
Gidememektedir çünkü tüm zaaflıklara karşın ekonomik, kültürel ve askeri vb.
alanlarda alınan mesafeler onların çirkef amaçları önünde en büyük engelerdir.
Emperyalizme karşı durma 20’li yılları aratmayacak düzeyde, üstelik daha
bilinçli biçimde en geniş halk yığınlarında kendini bulmakta. Anadolu’da halkın
emperyalizme karşı bu derece bilinçli karşı duruşunda rol oynayan en önemli
neden halkın ABD saldırganlığını hemen yanıbaşında hissetmesidir. Bu duruş, tüm
sınıf ve tabakaların ezici çoğunluğunda artık bir kültür haline gelmiştir. Bu
aynı zamanda uluslaşma aşamasında geldiğimiz düzeyi de göstermektedir.
Emperyalist güçlerin zorlandığı temel nokta da burasıdır.
Yakın zamanda
özellikle ABD‘nin ‘ılımlı islam’ teziyle demokratik gelişmelerin önü alınarak
adeta despot, çağdışı bir devlet biçimi empoze edilmeye çalışıldı. Çok basit
gibi gözüken başörtüsü sorunundan hareketle, halkımızı kamplara bölerek iç çatışmaya
sürükleme senaryoları uygulanmaya koyuldu. Demokrasi türbana takılmaya çalışıldı.
Oysa Anadolunun türban diye bir sorunu yoktu. Bu senaryo, arkadan gelecek
mezhepsel ve etnik kökenli çatışmaların adeta bir önprovasıydı. Laik
Cumhuriyetin ortaya çıkardığı tüm kazanımları şidettle, bir daha geri
getirilemeyecek biçimde yok edip küçültülmüş kukla bir ikinci Suudi Arabistan
yaratma projesiydi. Düşürülmüş bir Türkiye’den sonra Ortadoğu ve Kafkaslarda istedikleri
düzenlemeyi yapma çok basitti. Bu noktada Anadolu, haçlı seferleri döneminde
oynadığı rolü bir kez daha yüklenmiş durumdadır. Nato’nun genişletilmesinden
Amerika’nın Doğu Avrupa ülkelerine askeri üsler konuşlandırmasına ve Irak’ın
işgalinden sonra Suriye ve İran’ın tehdit edilmesine kadar tüm gelişmeler, Rusya’nın
etkisizleştirilmesine yönelik olduğu kadar Türkiye’nin tehdit altında
bulundurulmasına da hizmet etmektedir. Bunlara bağlı olarak, birçok Avrupa
parlemontolarında ‘soykırım’ yasalarının çıkartılması da dikkate alınırsa, tüm
bu gelişmelerin Türkiye’yi yeni bir Serve zorlamaya yönelik olduğu apaçık
ortadadır.
Bölgesel
ve uluslararası çapta Türkiye’ye yönelik bunlar ve bunlara benzer daha bir çok
uygulamalara bakarak hezeyan içine girmeye gerek yoktur. ‘Her tarafımız
düşmanla çevrili’, ‘Türkün Türkten başka dostu yoktur’ benzeri feryat etmenin
de bir anlamı yok. Dönem stratejik coğrafı konumumuzu dikkate alarak iç ve dış
politikada, hemen her alanda uzun erimli doğru projeler geliştirme dönemidir. Uzun
vadeli projelere bağlı akılcı taktiklerle hareket edildiği sürece emperyalist
emeller rahatça boşa çıkartılacaktır. Şu anda durulan nokta, ülkemiz üzerinde
oynanan oyunların boşuna çıkartıldığını göstermektedir. Unutmamalıyız ki, bu
bir paylaşım savaşıdır.
SSCB’nin dağılmasıyla ululararası alanda ortaya çıkan
boşluğun verdiği sersemliği Türkiye geçte olsa atlatmıştır. Son dönemlerde
hiçte alışık olmadığımız siyasal uygulamalar bunu göstermektedir. Bunlardan en
önemlisi AKP ile Ordu arasındaki ilişkileri irdeleme sanıyorum yeterlidir. AKP
hangi koşulların bir ürünü olarak iktidara geldi ayrı bir tartışma konusu. Ama
üst üste hem de oylarını artırarak ikinci sefer iktidar oldu. Bunda sadece dış
desteklerin beliryeci olduğunu iddia etmek tam bir safdillik olur. Bu anlayış,
iç dinamikleri, dolayısıyla Türkiye’yi hiçe saymaktır. Yani kendi kendimizi
inkȃr etmedir. Özellikle Özalla birlikte yaygınlaşan serbest pazar
ilişkilerinin toplumda yolaçtığı ayrışmanın bir ürünü olarak değerlendirmek
gerekir. AKP bu dönüşüm sürecinde sadece bir köprü görevini yüklenmiş durumdadır.
Bu noktadan daha ileri bir aşamaya, yani kalıcı olup olmayacağı sosyal
gelişmeleri algılamada göstereceği dönüşüm becerisine ve en önemlisi de salt
inanaçla değil, bilinçle hareket etme evrimine ulaşıp ulaşmamasına bağlıdır.
Ama Çankaya’ya bile çıkmış olmalarına karşın sergiledikleri davranış biçimleri
ve birçok uygulamaları bir noktada takılıp kaldıklarını göstermektedir. Yani
çağımızın gerektirdiği değişimde başarılı olamadıklarıdır. Babaannemin ‘çember’
ya da ‘yazma’ dediği başörtüsü endazesine takılıp kalacaklar. Kaldıki onlar
başörtüsü olarak yazma değil, marjinal, yeni türeme ‘üst sınıf’a özgü bir nevi
rozet kullanmaktalar.
Her şeye
rağmen AKP bugün meşru bir hükümettir. Önümüzdeki yerel seçimlerde hem Doğuda
hem Batıda ezici bir çoğunlukla başarısını sürdüreceğini sanıyorum. Gelişmeler
bu yönü işaret etmektedir. Şimdi bu iktidardan rahatsız olan bazı çevreler,
uzun vadeli politikalar geliştirme yerine, kısa yoldan iktidar olmanın taktilerini
geliştirmektedir. Onlara göre en kestirme yol, Ordunun iktidara el koymasıdır.
Bu ulusal çıkarlar adına tam bir felaket tellallığıdır. Geçmişlerini sorgulamaktan
uzak bu çevreler, ülkenin bu noktaya gelişinde hiç payları yokmuşçasına
davranmabilmektedirler. Bunları günümüzün ‘hami’sınıfı olarak adlandırıyorum.
Aslında
değişen ekonomik ve sosyal koşullar bu ‘tuzu kuru’ kesimin sınıfsal çıkarlarını
altüst etmeye başlamıştır. Yıllardır Türkiye’de eş, dost, akraba ve arkadaş
çevresini devletin her kademesine ‘hamiline’ yazılı direktiflerle atayarak devlet
yönetiminde bulunan bu çevreler, birden bire ‘ulusal politikacı’ olup çıktılar.
Bunlar Cumhuriyetin, laikliğin ve demokrasinin korunmasını halkla kaynaşarak, birlikte
koruma yerine, orduya teslim etmeyi çıkarlarına daha uygun gördüler. Bir yandan
laiklik ve Cumhuriyet diye yanıp tutuştular diğer yandan padişahın yerini
aldılar. Anadolu halkını yıllardır küreğe ve sabana mahkum ederek, eğitimden
yoksun bırakarak ‘vatan, millet, sakarya’ nutuklarıyla kolayca yöneteceklerini
sandılar. Büyük şehirlerde yarattıkları gettolara üsten bakan bir kültür
edindiler. En ufak üretimde bulunmayan bu kesim, yıllardır ekonominin sırtında
bir kene gibi asılıp kaldı. Şimdi bu keneler yeterince kemirememekteler. Şaşkınlar;
Kasımpaşalı Kasımpaşalı, Tuzlucalı Tuzlucalı olarak kalmalıydı. Beyoğlulu, Üsküdarlı,
Büyük Adalalılar varken halen göçmen olarak gördükleri Kasımpaşalıların devlet
yönetiminde işi ne... Aslında tepkileri her zamanki gibi Anadoluya.
Tüm çığırtkanlıklara karşın Ordu İktidara el
koymadı, düşünce ve hareket biçimleriyle de darbe yapma gibi bir niyetinin
olmadığını da gösterdi. Böylece emperyalizmin oynu bozuldu. Balkanlardan
Avrasya’ya ve Ortadoğu’ya kadar geniş bir alanda paylaşımın yürütüldüğü bir
dönemde Ordunun yönetime elkoyması demek, Türkiye’nin kaldıramayacağı kadar
ağır iç çatışmaların içine sürüklenmeyi getireceğini görmemek için kör olmak
gerekir. Bu da uluslararsı, özellikle de bölgesel gelişmelerden tümüyle safdışı
edilme demektir. İşte bu noktada Türkiye, ABD ve AB tarafından dayatılan her
türlü politikaya boyun eğme durumuyla karşıkarşıya kalabilir. Yani, geçmişte
İngiliz emperyalizminin hayal ettiği Ankarayla sınırlı küçük Anadolu’nun
gerçekleşmesi anlamına gelir. Kaldı ki, 12 Eylül faşist cuntasının
uygulamalarını Laikliği ve Cumhuriyeti ne kadar tehlikeye düşürdüğünü, sınırlı
demokrasiye bile tahammül edemeyip nasıl ayaklar altına aldığını gözardı edemeyiz.
Bugünkü olumsuz gelişmeler, özellikle güçlenen islamcı akımlar kaynağını ve gücünü
12 Eylül cuntasından almıştır. Ordu yönetiminin bu gerçeklere gözünü kapayarak
hareket etmesi beklenmemeliydi. Kaldı ki demokrasinin ve laik cumhuriyetin en
geniş kitleler tarafından özümsenmesinin bir ölçütü de askeri bürokrasinin
siyasette ağırlığını yitirmesiyle orantılıdır. Askeri bürokrasinin siyasette
ağırlığını yitirmesi ise yaygınlaşan pazar eknomisine bağlı olarak
burjuvalaşmanın, sermaye birikiminin yoğunluğuna bağlıdır. Günümüzde bu
alanlarda alınanan mesafelerde hiçte küçümsenecek düzeyde değildir. Önümüzdeki
süreçte siyasete müdahale radikal islamcı akımların alacağı boyutla orantılı
bir hale gelmiştir. Belki zaman zaman sınırları hatırlatma biçiminde
müdahalelerde bulunabilinir. Türkiyenin daha çok jeopolitik konumundan
kaynaklanan bu durum, epeyce uzun bir süre daha devam edecektir. Bu
müdahalelerin önümüzdeki süreçte 12 Mart ya da 12 Eylül benzeri darbelerle
sonuçlanacak bir düzeye geleceğine ihtimal vermiyorum. Zaten halkla arasına
mesafe koymuş laik bir cumhuriyetin salt ordunun korumasıyla ayakta kalacağı
savları hiç bir zaman kabul görmedi. Laik bir cumhuriyet gelişen rafahla
orantılı demokrasiyle bütünleştiği oranda esas olarak halk tarafından ayakta tutulur.
Demokrasinin ve laik cumhuriyetin esas savunucusu ve bekçisi halktır. 1940’dan
bu yana laiklik ve cumhuriyet bu günkü kadar halkla bütünleşme içine
girmemişti, bu derece benimsenmemişti. Artık varolan ve gelecekte doğacak
tehlikelere karşı halk, kendi darbesini yapacaktır. Bugün Türk Silahlı
Kuvvetleri de gelinen bu noktanın bilinciyle hareket etmektedir. Rejimin temel
niteliklerini korumasını, ordunun siyasete darbe ile müdahalesinde değil, halkın
ekonomik ve sosyal yaşam düzeyinin yükseltilmesinde ve buna paralel uluslararası
dengeler dikkate alınarak bölgeye yönelik geliştirilecek uzun vadeli siyasal stratejilerde
ve bunların kararlılıkla uygulanmasında aramalıyız. Türkiye elbette dünya
politikada belirleyici rol aynayacak güçte değildir, ama bölgesel çapta çok
rahatça belirleyici rol oynayabilir. Buradan hareketle, uluslararası
politikaları etkileyecek ciddi bir konuma gelebilir. Zaten Irak’a yönelik
tezkereyle birlikte yaşanan süreçte bunun bir kanıtıdır.
ABD tarafından ileri sürülen ılımlı İslam
yutturmacası izlenen akılcı taktiklerle etkisiz hale getirilmiştir. AKP’de
iktidara geldiği ilk dönemlerdeki gibi salt ideolojik temelde hareket etmeyi
terk ederek, Türkiye düzleminde siyaset yapmaya yönelmiştir. ‘Değiştik’ demelerinin
bir nedeni de budur. Bu alana kaymaları için biraz da zorlanmışlardır. Hem
ulusal birlik korundu hem de şeriatçı islamcı akımların yine islamcı kesilen
bir taraf eliyle marjinal bir düzeye çekilmesi başarılmış olundu. Böylece
Türkiye’ye zoraki giydirilmek istenen ılımlı İslam gömleği parçalandı, laiklik,
Cumhuriyet ve demokrasi en geniş halk desteği ile daha bilenmiş halde yoluna devam
edecek konuma geldi. Ilımlı veya ılımsız İslam projesi zaten Anadolu’nun ne
tarihsel geçmişiyle ne kültürel yapısıyla ne de ekonomik gelişmişlik düzeyiyle
bağdaşan bir projedir.
Bugün keskin bıçak sırtında yürütülen
politikayı anlamak için biraz da geçmişe bakmak gerekir. 27 Mayıs, sağın
güçlenmesini ve giderek Ordu’nun Kemalist duruştan uzaklaşarak içte Amerikancı
kanadın egemen hale gelmesini sağladı. 12 mart, 70’li yıllar boyunca kanlı iç
çatışmalara ortam hazırladı. ‘Yeşil Hat’ projesinin uygulayıcısı 12 Eylül,
Türkiye’yi çağ dışına atarak laikliği ve Cumhuriyeti yok olmanın eşiğine
getirdi. 28 Mayıs, AKP’nin ortaya çıkmasını sağladı. Demek ki, direk
müdahaleler çatışmayı getirmekte ve kan kaybına neden olmakta. Ordu AKP ile
ilişkisini sürdürürken, geçmişin deneyimlerini dikkate alarak hareket
etmektedir.
Devlet kurumlarının AKP ile uyum içinde hareket etmesinin başka
açılardan da zorunluluğu vardır. Laiklik, Cumhuriyet elden gidiyor çığlıkları
atan o bilinen çevreler, ortaya çıkardıkları yapı karşısında dehşete kapılmalarına
hiçte gerek yok. Yıllardan bu yana yasadışı mülk edinmenin, hizmet elde
etmenin, yine yasadışı yollardan sermaye sahibi olmanın yollarını açtılar.
Şimdi AKP’yi varoşların partisi diye küçümsüyorlar. Peki, laikliğin tehlikede
olduğunu iddia edenler gecekondulara gidip oy istiyorlar mı, istemiyorlar mı?
İstiyorlar, hem de yalvarıyorlar. Kaldı ki AKP varoşlardan aldığı oy kadar
sanayi işçisinden, memurdan ve köylüden de oy aldı. Ama asıl önemli olan
varoşları kimin yarattığıdır. Evet, varoşların hemen hemen tümü zaten
yasadışıdır. Yasadışı mülk edinmişler, yasadışı hizmet almışlar ve yasadışı iş
edinerek para kazanmışlardır. Sonuçta sistemle bütünleştirilmeye çalışılmıştır.
Oysa gecekondu demek yasadışılık demektir. Adam yıllar boyu çalışarak
kazanılacak mülküyeti bir gecede elde ediyor, hem de bir çok kişinin
yardımıyla. Bunun ismi hukukta örgütlü suçtur. Yani, devlet, örgütlü suçun
yıllar boyu teşvikçisi konumundadır. Sonuçta örgütlü suç sistemin bir parçası
haline gelmiş, meşrulaştırılmıştır. ‘Meşru’ hale gelmiş bu suç üzerinden
politika yürütülmüştür, yürütülmeye de devam edilmektedir. Meşru yollardan
kazanç elde etmemiş, bir anlamda vatandaş olmayan bu topluluktan laikliği,
Cumhuriyeti savunmasını nasıl isteyebiliriz? Bugün toplumsal yapımızda ve değerlerimizde
bir bozulma görüyorsak, ‘köşe dönmecilik’ ciddi bir problem haline gelmişse,
sorunun kaynağını bir de bu nokta aramak zorundayız. Tarikat ve cemaatlerin
yıllar boyu varoşlarda nasıl hayat buldukları bir muamma değildir. 12 Eylül’ün
hayat buldurduğu, Özal’ın holdingleştirdiği islamcı sermaye dediğimiz sermaye,
esas olarak buralarda gelişip güçlendi. Son dönemlerde ‘mahalle baskısı’ çığırtlanlığı
yapılmakta. Mahalle baskısını ortadan kaldırmanın tek yöntemi, gecekondularda
yaşamaya mahkum edilmiş toplulukları Cumhuriyetin bireyleri haline getirmekten
geçer. Gecekondu bir aymazlık, ülkemizin yüzkarasıdır. Bu sorun çözüldüğü, dolayısıyla
buralarda yaşayanlar vatandaş konumuna yükseldiği oranda mahalle baskısı diye
bir sorun da kalmaz. Ekonomiyi armut, arpa, textile dayandırmaktan
kurtulduğumuzda gecekondu sorunu kalmaz ve mahalle baskısı da tehlike olmaktan
çıkar. Yani ulus-devletin önünde halen çözüm bekleyen önemli bir sorun vardır.
İşte AKP’nin hemen alaşağı edilmesini isteyenler bu gerçeğe gözlerini
kapamakta. Artık üstten yönlendirmelerle, açıkçası seçkinci takımının buyruklarıyla
ulusal politika yürütmenin dönemi çoktan gerilerde kalmıştır. AKP, mahalle
baskısı diye adlandırdığımız sosyal bir sorunu çatışmasız çözümlenmesinde
önemli bir aracı rolü oynamakta. Uzun vadeli çıkarlarına ters düşse de bu rolü
oynamak zorunda kalmıştır.
İçte
bunlar ve benzeri daha bir çok sorunlardan bağımsız dış politika yürütme
neredeyse olanaksız. İç politik alanda amaçlanan hedefler ister istemez dış
politikayı etkilemekte. Bir okadar da uluslararası ve bölgesel çaptaki siyasal
gelişmeler de iç politikadaki gelişmeleri etkilemektedir. Özellikle bölgesel
alanda atılan ve daha atılacak her adımda iç dengelerin gözetilmesi
gerekmektedir. Bu çok ciddi bir hassaslığı gerektirmekte. Ama ne olursa olsun, Türkiye,
ABD emperyalizminin bölgeye yönelik projelerini, çıkarlarına en uygun biçimde
işlevsiz hale getirmek zorundadır. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi Türkiye’ye
rağmen uygulama alanı bulmamalıdır. Geçmişte cetvelle çizilmiş olsa da bu
sınırlar korunmalı. Artık varolan sınırların, Ortadoğu’da ulusların
bağımsızlığını ve iradesini belirleyen sınırlar olduğu gerçeğini kabul etmek
zorundayız. Her şeye rağmen bölgesel bir güç olan Türkiye, tarihsel rolünü bu
yönde kullanmalı. Harita değişikliği yönünde göstereceği en ufak bir zaafiyet,
kısa ve orta vadede çıkarlarına uygun düşse de uzun vadede Türkiye’nin aleyhine
işleyecektir. Bölgeden, Kafkasya’dan ve Balkanlar’dan teçrit olmuş, özellikle
de Ortadoğu halklarının nefretini kazanmış olacağız. Sadece nefret edilen ülke konumuna
düşmekle kalmayacağız, tekleştirildiğimiz için de düşürülmemiz çok daha kolay
olacaktır. Evet, bir paylaşım savaşından bahsediyoruz: Paylaşım savaşında
emperyalizme karşı dik duruş sergileme yeni topraklar edinme anlamında ele
alınmamalı. Nesli tükenmekte ve çıkarları yaşadığımız bu süreçte epeyce
sarsılan bazı çevreler, koşulları bir fırsat olarak değerlendirip Musul ve
Kerkük’ü de almalıyız biçimde üst perdeden atmaktalar. ‘Gitmeliyiz, gitmeliyiz’
diye her gün bağırmaktalar. Halen büyük Osmanlı rüyasından uyanamamış bu
çevreler, farzedelim ki gittiler, ne götürecekler, ne verecekler acaba? 85 yıldır
Şırnak’a, Hakkari’ye Van’a bile gidilemediğinin farkında değiller sanıyorum. Doğu
ve Güneydoğu’da kadınlar arasında okuma yazma oranını henüz yüzde ellileri bile
bulmadığı ortada. Bırakalım bu bölgeleri, sanaayinin en gelişkin olduğu
Marmara’da bile kadınlar arasında okuma yazma oranı halen %86 seyretmektedir.
Yani bir anlamda Batı’ya dahi gidilememiştir. Hȃl böyleyken, kime hizmet
ettikleri malum olan bu çevreler, kılıçlarını kuşanmışlar ha bire gidiyorlar...
Bu nedenle de sürekli ölüm edebiyatı yapmaktalar. Ölüm edebiyatı köylü
toplumlarına özgü, daha çok dinsel önyargılardan kaynaklanan bir alışkanlıktır.
Yani aç toplumlarda midesi doymayan halkın midesini doymuş hissettirme
terapisidir. Ama günümüzde bu terapilerin hiç bir işe yaramadığı ortadadır. ‘Vatan,
bayrak için ölürüm’ edebiyatının egemen bir devletle bağdaşır hiç bir yanı
yoktur. Egemen olduğunu iddia eden bir devletin halka olan sorumlulukları,
görevleri vardır. Hemen her konuda vatan ve bayrağı öne sürerek ölümü
öncelleştirirsen, vatanı ve bayrağı kim koruyacak? İnsanı koruyabildiğin, refah
ve mutlu kılabildiğin oranda vatanını ve milletini savunabilirsin. Aç
bırakılmış toplumlar her zaman emperyalizmin provakasyonlarına açık
toplumlardır. Egemen devletlerde artık insan ögesi birincildir. Gelişmiş,
yaşanılan çağın refah düzeyine ulaşmış halklar vatanını ve bayrağını bilinçlice
savunabilir. Ölüm için değil, yaşam için çabaların önplana çıkarıldığı bir anlayışla
hareket edilmesi gerekir. Aç ve sefil toplumların kaybedeceği, verebileceği bir
şey yoktur, ama kalkınmış toplumların verebileceği ve direnmezse kaybedebilecği
çok şeyler vardır. Türkiye bölgede belirleyicilik rolünü ikinci dünya savaşı
öncesinden kalma devlet anlayışıyla değil, günümüzün modern devlet anlayışını
önplana çıkararak hareket ederse oynayabilir.
Bugün
Türkiye’yi en yakından tehdit eden Büyük Ortadoğu Porojesi’sidir. Ne yazık ki,
bu projeyi uygulama alanına sokacak eşgüdüm başkan yardımcılığında da Türkiye
Cumhuriyeti Başbakanın olduğu söylenmekte. Kafkas, Orta Asya ve Ortadoğu
halklarını tehdit eden böylesi bir proje içinde yer alan hükümet ister istemez
yaşanılan süreçte belirleyici rol oynamamakta. Zaten AKP’yi sınırlayan da iç politik
hesaplardan dolayı ABD ve AB ile kurmuş olduğu bu ve benzeri ilişkilerdir.
Onlar bu ilişkileri ayakta kalma pahasına kurarken, uzun vadede hiçte
amaçlarına hizmet etmemektedir. AKP’yi bu derece ikilem içine itikleyen neden
de, sistemle bütünleşmeye karşı gösterdiği dirençtir. İşte bu noktada takiye
güncelliğini yitirmemekte. Bizdenleştirirci eğiliminden geri durmadıkları için
laikliği tartışır olmaktan çıkarmıyorlar. Halen ‘birey laik olmayabilir ama devlet
olabilir’ benzeri tartışmaları inatla yürütmekteler. Bu bir anlamda açık kapı
siyasetidir. Böylece karşı taraf diye nitelendirdikleri tarafa yönelik her an
şiddet uygulayabileceklerini ima etmiş oluyorlar. Sonuçta, herkesi, istedikleri
biçimde yorumladıkları ve belirledikleri kurallara uymaya zorlamayı, mecbur
bırakmayı hedef olarak görmekteler. Bir anlamda saf ulus yaratmayla eş değerli kendilerine
özgü saf ‘islam toplumu’ yaratma ilkesinden geri durmadıklarını göstermiş
oluyorlar. Laikliğin dinde seçiçiliği, özgürlüğü içerdiği gerçeğini kabule yanaşmıyorlar.
İşte İslamcı geçinen politik örgütlenmelerin işbirlikçi olmalarını zorunlu
kılan nedenlerden biri de bu zoraki bizdenleştirici anlayışlarıdır. Bu anlayış
ister istemez emperyalist güçlerin stratejilerine hizmet etmektedir. Bu noktada
Osmanlı dönemimde ticaret ve mali alana hakim olan imtiyazlı azınlıklara ait
tüccar ve esnaflarla tekke ve zaviyelerin işbirliği içinde nasıl hareket
ettikleri unutulmamalıdır. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte bunların etkilerı
giderek azaltılmıştı. Üretimde, ticarette ve mali alanlarda belirleyici rol
oynamaktan çıkarılmıştı. AKP iktidarı döneminde yapılanlar ise geçmişte kalan
bu ittifakı yeniden canladırmadır. Borsanın %70’i, bankaların neredeyse
çoğunluğu ve stratejik kuruluşlar özelleştirmeler yoluyla yabancıların eline
geçmiş durumda. Aynı biçimde tekke ve zaviyelere sermaya akışı başta olmak
üzere her türlü kolaylık tanınarak yeniden palazlandırılmakta. Artık ‘kartım yeşil’
diyenlere ihalelerde öncelik tanınmakta. Yani tekke va zaviler yabancı sermaye
ile örülerek holdingleşmekte. Böylece Türkiye’nin iç ve dış politikasına yön
vermek isteyen ittifak sağlanmaya çalışılmakta. Ama bu süreci başlatanın da AKP
olduğunu söyleyemeyiz. Özalla ivme kazandırılan bu sürece, Demirel ve Ecevit
hükümetleri de müdahalede bulunmamışlardır.
AKP bürokrasiye
egemen olma avanatajını mahalle örgütlenmelerinin gücüyle birleştirerek kalıcı
mevziler kazanacaklarını sanıyor. Ama bu mevzilerin kalıcı olacağına
inanmıyorum. Elde ettikleri mevzileri iktidarlarıyla sınırlı kalmaya mahkumdur.
Bu birlikler amaç birliğinden daha çok çıkar birliğine dönüşmüş durumdadır. Artık
namazların başlangıç duası ‘yarabbim bana milyarlar ver’, bitiş duası da ‘spor
bir araba istiyorum’ olmuş.
Tüm bu
olumsuzlıklara rağmen bu dönem AKP hükümetiyle aşılmak zorundadır. İçinde
yaşadığımız koşullarda her iradi zorlama Türkiyeyi bulunduğu pozisyondan hemen
her açıdan daha geriye itikleyecektir. Önemli olan, devletin sonuçta ulusal
çıkarlardan taviz vermeyecek biçimde hareket etmesidir. Günümüzde bölgesel çıkarlarımızdan
geri adım atmayacak biçimde hareket etmenin anahtarını Irak politikası oluşturmaktadır.
Irak’a yönelik geliştirilecek doğru straji taktikler Ortadoğu genelinde
Balkanlarda ve Kafkaslarda Türkiye’ye
büyük açılımlar kazandıracaktır.
Bir çok
kesim ABD’nin Irak’ta zor durumda olduğunu, bataklığa girdiğini iddia
etmektedir. Aslında gelişmelere bakıldığında gerçekler hiçte böyle değildir.
ABD Irak’ta ne bataklığa batmıştır ne de fırsatını bulur bulmaz geri
çekilecektir. Kabul etmekte zorlanıyoruz ama gerçek odur ki, ABD artık Irak’ta
kalıcı olacaktır. İleri tarihlerde bir kısım askeri birliklerini geri çekmesi Irak’ı
denetlemeyeceği anlamına gelmemelidir. Irak’ı elde bulundurma, tüm Ortadoğu’nun
kontrol altında tutulmasıyla sınırlı kalmamakta aynı zamanda AB’nin denetlenmesi
ve Rusya’nın da bir ölçüde etkisizleştirilmesi anlamına gelmekte.
Irak’ta
zaten ABD işgaline karşı ulusal bir direnme yoktur. Ufukta ulusal direnişin
sergileneceğine dair bir işarette yoktur. Direk işgalci güç askerlerine karşı
yapılan eylemler çok cılız ve bunların etkileri de piyonlar aracılığıyla
organize edilen mezhep çatışmalarıyla yok edilmekte. Zaten ulusal birliği
olmayan, zamanında Osmanlıya karşı masa başında zoraki yaratılmış bir ülkedir.
Bu nedenle mezhepsel ve milliyet temelinde bir süre daha belki gevşek
federasyon biçiminde sözde varlığını sürdürecektir. Bu durum ABD’ye nefes
aldıran ve üstün konumda tutan önemli bir etkendir. Buradan hareketle bölge
ülkelerine karşı çıkarlarına uygun biçimde operasyonlar geliştirmekte ve yeniden
bir düzenlemeye doğru gitmektedir. Irak’tan
başlayarak Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Mısır’ı kapsayacak biçimde
bir Şii hattı çizmeye çalışmaktadır. Belki bir yüzyıl daha sürecek çatışmalar
zincirinin alt yapısının hazırlığı içinde. Mezhepsel temelde bölünmüş bir
Ortadoğu kendi içinde çatışmalı hale
getirilerek yönetilmesi daha da kolaylaşaçaktır. Yani bu gün Irak’ta görülen
istikrarsızlık emperyalist güçler açısında istikrarlılık anlamına gelmektedir.
İstikrarsızlık diye tarif edilen durum, işgalci konumunda bulunan güç açısından
hedefe ulaşmada kullanılan taktikdir.
Ama
ABD’nin hedeflerine ulaşmasında çok ciddi engeller vardır. Lübnan’nın
Hıristiyan, Sunni ve Şii mezhepleri temel alınarak bölünmesi, öbür yandan
İran’ın ve bir ölçüde de Suriyenin güçlenmesi anlamına gelmektedir. Bölgedeki diğer
ülkelerin bölünmesi ise tek süper gücün kaldıramayacağı kadar karmaşık siyasal
sonuçlara yol açaçaktır. Bu nedenle de Suriye ve İran ilk etapta hedef konumundadırlar.
Hem mezhepsel temelde yeni devletler ortaya çıkartılacak hem de özellikle İran
etkisizleştirecek sihirli bir formül henüz bulunmuş değil. ABD bu nedenle İran’a
karşı savaş çığlıkları atmakta, tehdit etmekte. Irak’tan sonra Suriye’nin halen
ayakta kalışı bir de bu engelden kaynaklanmakta. İran ise kolay yutulacak bir
lokma değil. Bölgenin Türkiye’den sonra hem en köklü hem de en güçlü devleti
konumunda. Ayrıca rejiminin özelliğinden dolayı gücü ülkesiyle sınırlı değil. Bölge
ülkelerinde refahın ve demokrasinin gelişmesi İran’ın gücünü sınırlayacak en
temel alternatiflerden biridir. Bu da ne Arap egemen güçlerinin ve ne de
ABD’nin işine gelmekte. Demokrasinin ve ekonomik refahın gelişkin olduğu
Ortadoğu, emperyalist güçlerin cirit atamayacağı Ortadoğu’dur. Bazı çevreler
kȃrın çoğalan dünya nüfusuna göre silah üretimine dayandırma döneminin çoktan
geçtiğini, bilgisayar ve cep telefonlarının üretimine orantılı olarak hesaplandığı
bir dönemin başladığını, dolayısıyla geri kalmış ülkelerde refahın ve demokrasinin
temel alındığını iddia etmekteler. Bu küresel ekonomi-politikanın yağmacı
yüzünü maskelemektir. Ayrıca, bunlar, demokrasinin yük gemisiyle veya trenle
ithal ya da ihraç edilen bir nesne olmadığı gerçeğini de bilmek zorundalar. Büyük
patron havarilerinin yutturmacalarına bölge halkının karnı toktur. Türkiye’de
bu düşünceyi savunanlar ABD’nin BOP’sini destekleyenlerdir. Bu nedenle de Türkiye’nin
İran karşısında ABD ve İsrail’le ittifak içine girmesini istemektedirler. Bu
çevreler geçmişin mandacı yanlıların iflah olmaz mirasçılarıdır.
Demokrasi
adına İran da en az dört veya beş parçaya bölünmeye çalışılmakta. Irak’tan
sonra İran düşürülebilinirse Kafkas ve Orta asyaya da egemen olunacağının
hesapları yapılmakta. Yenilgiye uğratılmış İran’dan sonra Suriye’nin fazla bir
varlık gösteremeyeceği bilinmekte. Ama nereden bakarsak bakalım ABD’nin İran
gibi bir gücü bölmeyi başarma olasalığı yoktur. ABD nükleer silah yapımını
bahane ederek müdahalede bulunmaya çalışmakta, ama İran ne Irak ne Lübnan, ne
de Suudi Arabistan’dır. Hangi nedeni bahane ederse etsin, ABD’nin İran’ı işgale
kalkışması, Ortadoğu’da kendi varlığını sonladırmakla sınırlı kalmayacağı
açıktır. Bunu nihayet anladığı içindir ki, AB ve Rusya’yı yanında görmek istemekte.
En azından bunların da onayını alarak bir müdahale denemesi yapmanın yollarını
aramakta. Rusyan’nın bu müdahalede bugün için bir çıkarı yok. AB ise mümkün
olduğunca askeri destekten kaçınmakta, çözümü diplomasiyle sınırlandırmak istemekte.
Çin ise şimdilik daha çok gelişmelerin seyrini takip etmekle yetinmekte.
ABD çok
iyi farkında ki, Türkiye kilit rol oynayan bir ülkedir. Bu nedenle de İrana
karşı kışkırtmak için elinden gelen çabayı göstermekte. Başlatılacak bir
savaşın uzun vadeli, içinde bir çok belirsizlikler taşıyan bir savaş olacağını
bildiği için Türkiye’yi İran’a karşı bir üst olarak kullanmaya çalışmakta. Uzun
vadede ise savaşın Türkiye İran arasında sürdürülmesini hedeflemekte. Böylece
bir taşla iki kuş vuracağını zannetmekte. Sonuçta her iki ülke de güçten
düşürüldükten sonra bölgede istediği biçimde sınırlar çizmenin önünde engeller
kalmamış olacak. Bu konuda o kadar pervasız davranmakta ki, Türkiye’yi
1980lerin Irak’ı gibi her an kullanabileciği bir piyon olarak görmek istediğini
açıkça belli etmekte.
Artık
ABD bir yol ayrımına gelmiş durumda. Putin’in Tahran ziyareti bir anlamda
fitili ateşlemiştir. Doyısıyla Türkiye ulusal çıkaraları doğrultusunda aktif
harekete geçmek zorunda kalmıştır. Birdenbire Kandil’in önplana çıkartılması bu
nedenledir. Kısa süre önce herkesin bir El Kaide’si vardı, şimdilerde de
herkesin bir PKK’sı var. Her kesim edindiği piyonuyla, siyasal tercihlerini
göstermekte, daha doğrusu mevzilenmekteler. Piyonlar da verilen komutlara öylesine
alışkınlar ki, maşallah! Eğil dedin mi eğiliyorlar, yat dedin mi yatıyorlar. Alışmış
kudurmuştan beterdir diye boşuna söylememiş atalarımız. Bu konuda öylesine şartlandırılmışlar
ki, verilen bu ve benzeri komutlara kayalıklar arasında olduğu kadar şehirlerin
cadde ortalarında bile pervasızca harfiyen uymaktalar.
Türkiye
son çıkışıyla BOP’tan yana değil, karşısında tavır koymaktadır. ABD açıkçası
Irak sınırları içinde tutulmaya çalışılmakta. Şu anda Irak’ta çıkış noktası
bulmak isteyen emperyalist proje, yine bu alanda bitirilmelidir. Türkiye’nin
ister anlaşmalı ister tek taraflı olarak Irak topraklarına yönelik düzenleyeceği
askeri harekȃt, ABD’yi bölgede sınırlayacak ve değişik arayışlara mecbur
bırakacaktır. Sorun, kimilerinin iddia ettiği gibi Kuzey Irak veya Kürt
yönetimi değildir. Sorunu sadece Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi olarak ele
alırsak, uzun vadeli hedeflerden uzaklaşmış oluruz ve bu da emperyalist
güçlerin amacına hizmet eder. Türkiye kararlı davrandığı sürece daha fazla
gerilememek adına ABD geri adım atacaktır. Böylece Türkiye’nin ulusal
çıkarlarına darbe vuramayacak bir noktaya itiklenmiş olacaktır. Bu ise son
tahlilde BOP’nin iflası anlamına gelir. Artık Irakta yarattığı istikrarsızlığı
kendi açısından istikrar görme politikasından ümidini keserek fiili işgali
sonlandırma noktasına gelecektir. ABD bu aşamadan itibaren Türkiyesiz İran’la
karşı karşıya gelmiş olacak, dolayısıyla harekȃt imkȃnları sınırlanacak. AB’nin
sınırlı desteğiyle ekonomik amborgolardan ve ileri aşamalarda bir kaç füze
fırlatmadan ileri gidemeyecektir. Ama bu durumda da İran, Pakistan, Afganistan, Irak ve Lübnan’a
kadar geniş bir alanda ABD’ye karşı manevra yapma kabiliyeti daha da güçlenmiş
olacaktır.
Türkiye
zaten son dönemlerde izlediği dış politikayla İran’a karşı aktif bir tavır
içinde olmayacağını, iyi komşuluk ilişkilerini sürdürmede kararlı olduğunu göstermiştir.
Yapılan enerji anlaşmaları, yatırımların karşılıklı geliştirilmesi yönünde
atılan adımlar kararlı tavrın önemli göstergelerdir. Ayrıca Suriye ile kurulan
ekonomik ve siyasal ilişkilerle de politik tavır pekiştirilmiştir. Yani
Ortadoğu’nun ABD’nin arka bahçesi olmadığı, olamayacağı gösterilmiştir. Kandilli
operasyoları da bu politikanın askersel alanla bütünleştirilmesini ifade
etmektedir. ‘Operasyon’ adı altında veya herhangi başka nedene dayanarak Irak’a
yönelik geliştirilecek her türlü askeri harekȃt aynı zamanda Kıbrıs üzerinden
tavizler koparma politikasının da önüne set çekecektir. İşte bu anlamda
söylenecek söz bir seferde değil kısa vadeli sürece yaygınlaştırılarak
söylenmeli ve üstelik bunun maliyetide alınacak tavizlerle karşı tarafa
ödettirilmeli. Sonuçta BOP Irak topraklarında erimeye mahkum edilmeli.
Elbette
İran‘ın bölgede mezhepsel faklılıkları kullanarak kendine nüfuz alanları
yaratması ve nükleer silaha sahip olma girişimleri bölge dengeleri açısında Türkiye’nin
çıkarlarıyla ters düşmekte. Ayrıca İsrailin de nükleer silaha sahip olduğu ve
bunun da çıkarlarımızla bağdaşmadığı gözardı edilmemeli. İran’ın nükleer silaha
sahip olma koşullarında bile bölgede yeniden dengeyi sağlayacak güçlü
alternatiflere Türkiye sahiptir. Kaldı ki bölgenin dinamik güçleri, aralarında
ortaya çıkacak sorunlara, birbirlerinin çıkarlarını dışlamayacak biçimde
çözümler bulacak kadar deney ve tecrübeye sahiptirler. Sonuçta Türkiyenin
bölgede kendini tekleştirecek her türlü politikaya karşı durma zorunluluğu
vardır.
Aslında Türkiye,
ABD ve AB emperyalist güçlerinin bölgeye yönelik politikasını tümüyle boşa
çıkartacak yeni bir atılım başlatma olanağına sahiptir. AB, Atlantik ötesinde
NAFTA ve İran olayına bir başka cepheden
daha bakmak gerekir: İran sahip olmak istediği nükleer enerji ve silah
alanlarında tamemen Rusya’ya bağımlı. Rusya’da bu ülkenin nükleer silaha sahip
olması konusunda ciddi değildir. Daha doğrusu böylesi bir silaha sahip olmasını
istemiyor. Çünkü İran’ın nükleer silaha sahip olma koşullarında dinsel ve
mezhepsel argumanları kullanarak Avrasya’da etkinlik kurmaya çalışmayacağına
dair elinde bir garanti yoktur. Bir de İran’da islamcı devlet yapılanmasının ne
kadar süre daha ayakta kalacağını kestirememekte. Er veya geç bu ülke kabustan
kurtulacaktır. Kurtulduğu noktada hangi taraftan yana tercihini kullanacağını
bugünden kestirememektedir. Rusya’yı kaygılandıran diğer bir alternatif ise
İran’ın nükleer silaha sahip olması koşullarında Türkiye’nin de böyle bir güce
sahip olmak için arayışlar içinde olacağıdır. Bu durum ise Kremlin’in hiç işine
gelmez.
Körfez İşbirliği Konseyi üçgeninde sıkışıp kalmak istemiyorsa,
daha fazla zaman kaybetmeden yönünü Doğu’ya çevirmesi gerekmektedir. Bölge
ülkeleriyle bir yandan ticaret başta olmak üzere her alanda işbirliği ve
dayanışma geliştirirken bir yandan da bu işbirliği ve dayanışmasını bir çatı
altında toplayacak girişimlerde bulunarak kalıcı bir ticaret ortaklığına
öncülük yapabilir. Elbette bunun güçlü sanayi, teknoloji ve finans gerektirdiği
açıktır. Ama Türkiye bu konuda öncülük yapacak altyapıya sahiptir. Her alanda yapacağı
hazırlıklarla ve atılımlarla kısa sürede böyle bir alternatifin şimdiden temellerini
atabilir. Salt Türk cumhuriyetlerini kapsayacak ticari birlik uzun vadede fazla
bir etki sağlamaz. Başlarda Türk cumhuriyetleriyle başlansa da giderek bu
birlik İran ve Suriye’yi kapsamalı, Pakistan, Mısır ve Irak’la genişletilmeli. Siyasal
ve askersel biriliği de hedefleyecek biçimde kurulması gereken bu ticari birlik,
ne AB’yi ne ABD’yi ve ne de Rusya ile Çin’i karşısına almalı. Herbirine karşı aynı
mesafede olmayı başarabilmelidir. Birini diğerine karşı tercih etme gibi bir
yanlışlığa düşmemelidir. Her açıdan kendini çekim merkezi haline getirerek
ekonomik ve sosyal yapılanmasını sağlamaya yönelmelidir. Avrasya ve
Ortadoğu’nun dinsel, mezhepsel ve etnik çatışmalardan arındırılması tarihsel kültürel
birikim ve değerleriyle barış içinde bir arada yaşaması ekonomik olanakların
bir çatı altında seferber edilmesiyle mümkündür.
Bu
doğrultuda ortak bir irade sağlanabilinirse, emperyalist güçlerin bu bölge
halklarının özgür iradesine gem vuran projeler geliştirmesinin önüne
geçilebilinir. Talan alanları sınırlandırılan saldırgan güçler, sonuçta kendi
içlerinde yayılma alanları yaratmaya zorlanmış olunacaktır. Türkiye’nin ABD’nin
Doğu Avrupa’nın güvenliği ve genişletilmiş NATO gerekçeleriyle sulandırdığı,
etkisizleştirdiği AB’ye girmek için çırpınması boşuna zaman kaybetmesidir.
Artık AB’nin 70 milyonluk Türkiye’ye vereceği bir şey kalmamıştır. Anayasa referandumları
göstermiştir ki, AB sonuçta dağılma sürecine girmiş bir birlik görünümü sergilemeye
başlamıştır. Elbette kısa sürede dağılacağını iddia edemeyiz ama, ‘birlik’ adı
altında her ülke çoktan başının çaresine bakmaya başlamıştır. Artık bütçe
dengelerini tutturmakta, cari açıklarını belirlenen seviyenin altına çekmekte zorlanmaktalar.
Yeterli yatırımlar yapılamamakta, her geçen gün işsizlik artmakta sosyal
güvenlik alanındaki çöküş engellenememekte. Sınıflararası uçurumu dizginleyemez
hale gelmiştir. İşsizler ve çalışan düşük ücretliler fakirleşmiştir. Teknolojik
ve askeri alanlarda ABD’ye bağımlılık giderek artmakta. Bu sorunların yanında
biraz da devletlerin sinsi destekleriyle ayrımcılık ve rasizim güçlenmekte.
Avrupa’da güçlenen rasizm sadece göçmen nüfusa karşı halkın kendiliğinden bir
tepkisi olarak görülmemeli.
Türkiye
AB’ye girme çabası yerine, bu ve benzeri gerçekleri görerek,Avrupa’ya verdiği
göçten kaynaklanan gücünü harekete geçirmek için çaba göstermeli. Bu nüfusun
ekonomik ve mali gücünü yapılandırmada ve yönlendirmede önemli roller
oynayabilir. Siyasal yönetim henüz bunun bilincine varabilmiş değildir. Elindeki
bu alternatifi harekete geçirerek Avrupa’nın bir çok konuda haksızca sıkıştırma
taktiklerini bertaraf edeceği gibi, demokrasi anlayışlarındaki sahteliği de
açığa çıkarmış olacaktır.
Sonuçta
Türkiye’nin şu anda askeri alanda yürüttüğü hazırlıkların etkileri Ortadoğu ile
sınırlı kalmayacağı bellidir. Bu nedenledir ki, AB ikiyüzlü de olsa teröre
destek çıkmayacağını aniden dillendirmeye başladı. Böylece aleyhine bozulmaya
başlayan dengeleri bir noktada tutmaya çalışmakta. Sadece mesafenin daha fazla
açılmaması için çaba yürütür konuma gelmiştir. Kararlı duruşuna süreklilik
kazandırdığı ve dengeleri çok iyi hesap ederek ilerlediği sürece AB ve ABD
artık atacakları adımlarda Türkiye’yi hesaba katmak zorunda kalmışlardır. Yani
sözün bittiği değil, başladığı noktadayız.
*********
GLADİO BİTİRİLECEK
BÖLÜM 2
Artık bu
süreçte Kandilliye yer yoktur. Ümidini Kandilliye bağlamış, biraz ABD biraz da
AB ipinde oynayan içte sivil görünümlü klaşinkoflu oluşum da
sonladırılılacaktır. Baştan itibaren yolgeçen hanı olan bu oluşum, buraya kadar
ömür sürdürebilirdi. Bunlar her ne kadar ‘Biz bir partiyiz’ diyorlarsa da
partiden başka her şeye benzemektedirler. Birbirine en zıt çıkar uçlarının bir
arada tutulduğu bir topluluk; kimi çalışmadan bir daira sahibi olmanın, kimi de
toprak ağalığından burjuvalığa atlamanın çabası içinde. Bu topluluk içinde
güçler dengesi hassas olduğu kadar da değişken. Kısa süreliğine de olsa azıcık
ağır basan taraf diğer tarafın üzerinde en azgın diktatörlük uygulamakta.
Birbirlerine karşı duydukları kin ve nefret zaman zaman en acımasız biçimiyle
açığa çıkmakta. Buluştukları ortak tek nokta, köşedönmecilik uğruna halka karşı
içledikleri suçlardır. Bu suç örgütlenmesinin iç ve dış bağlantıları da beklentileri
doğrultusundadır; Kandilli’yi Amerika, içtekileri Alman-Fransız Lejyon karması
yönlendiriyor. Kandilli’yi Alman-Lejyon ittikakı ele geçirmek için epey bir
çaba gösterdi ama büyük abilerine karşı başarılı olamadı. Yönetimde iki-üç
kişiyle temsil edilmeden öte geçemediğinden, birkaç alt birimle yetinmek
zorunda kaldı.
Gelinen
noktada, ABD ve AB ipinde oynayan sivil görünümlü uzantı yorgun düştüğünü kabul
etti. Akıllarınca ortamı boşluk olarak değerlendirip bir an evvel burjuvalaşacaklarını
zanneden ağa takımı, bu işin o kadar kolay olmadığını sonuçta kabul etti. Birkaç
metre karelik apartman dairesi peşinde koşanlar veya elindeki birkaç dönüm
toprağını büyütmek isteyenler, daha doğrusu sınıf atlamayı hayal edenler de
uzun bir süredir ekmek elden su gölden misali yaşamanın ‘tadını’ çıkardılar.
Sivil
görünümlü yapılanma gerek örgütlenmesinde gerekse de faaliyetlerinde Barzani’yi
örnek aldı. Kuzey Irak’ın hızla burjuvalaşmaya yöneldiğini fark ederek
kendilerinin de aynı yolla burjuvalaşabileceklerini, böylece Doğu ve Güney
Doğu’nun efendisi olabileceklerini hesapladılar. Bu nedenle bir yandan
yönetiminde bulundukları belediyelerin olanaklarından ve bir yandan da
tehditlerle, santajlarla hiçte küçümsenmiyecek oranda mali güçe kavuştular. Bu
konuda öylesine açgözlü davrandılar ki ağaların aşiretine mensup olmayanlar
birtarafa, ağa kökeninden gelmeyenler örgütlenmenin eşiğine bile yaklaştırılmadı.
Adeta kast sistemi uygulandı. Demokrasi ve barış yanlısı olduklarını iddia eden
belediye başkanları ve milletvekillerinin sınıfsal kökenlerine bakılırsa, bu
durum daha iyi anlaşılır. İnsan hakları, özgürlük, demokrasi yaygaralarıyla
ağalar yine ağa, marabalar da maraba olarak kaldılar.
Partinin
ağaları öylesine acımasız davrandılar ki talanda en ufak bölüşüme şans
tanımadılar. Yakın akrabalarından bir kısmını Kandilli’ye bir kısmını Avrupaya
ve bir kısmını da terörün propaganda ve ajitasyonunu yapacak basın ve yayın
alanlarına gönderdiler.
Çok
sınırlı da olsa bazı istisnalar görmüyor değiliz. Kimden bahsettiğimi herkesin
tahmin ediyor olması gerekir; İsmail Beşikçi. Beşikçi, PKK’den ayrılanları,
genelde bu güruha karşı muhalefet edenleri karalamakla, hanlikle suçlamakla
görevlendirildi. Öyle ki, PKK’nin derin devlet desteğinde katlettiği binlerce devrimciyi,
yurtseveri hiç düşünmeden suçlamayı bir görev olarak kabul etti. Öbür yandan Karanlık
güçlerin emrindeki PKK’ya ve Öcalan’a övgüler
yağdırdı, Öcalan’ın propaganda mekanizması olarak çalıştı, çalıştırıldı. Bu
konuda kıralcıdan daha kıralcı kesilerek, bir değil, binlerce Kürtkıran Apo’nun
ortaya çıkmasını savundu; ‘...Apo’ları
çoğaltmak gerekir. Onlarca, yüzlerce Apo olmalıdır.“* “… Herkes Apo olmaya
çalışmalıdır.“* “Bütün Apolara selamlar olsun!“ ** Hangi bilimsel araştırmalarla böylesi sonuçlar
elde edildiği ayrı bir tartışma konusudur
Bu tür
unsurları bir istisna olarak değerlendirirsek, sonuçta, Doğu’nun Gladio’su nemalanacağı
hiç bir alanı boş bırakmadı. Bu feodal örgütlemmenin yapısı ve ilişki ağları
biraz incelenirse, böylesine ‘demokratik’ bir yapılanmayla karşılaşırız.
Sadece
belediyelerden değil, uyuşturucudan silah kaçakçılığından sınır ve insan ticaretine
kadar uzanan birçok alanda elde edilen vurgunlarla burjuvalaşacaklarını ümit
eden ağalar, hayal kırıklığına uğradılar. Barzani ailesinin tanıdığı imtiyazlar
da yetmedi. Ekonomik ve ticari gelişmeleri salt silah ve baskıyla yönlendirilemeyeceğini
kavrayamadılar. Ayrıca elde etikleri kapitali sevk ve idare edecek bilgi ve
beceriden yoksundular. Bu nedenle de kurumlaşmadan kaçındılar. Kurumlaşma en
azından bir firma çatısı altında yasal
sınırlar içinde vergi ödeyerek çalışmayı, elinde bulundurduğu kapitali yatırıma
yöneltmeyi gerektiriyordu. Tüm bunlar süereç içinde aşiret yapısından kopmayı
göze alma demekti. Hem aşiret yapısını koruyup hem de burjuvalaşma mümkün
değildi. Bu nedenle korkak, ticari atılım yapacak cesatetten yoksun kaldılar. Ceplerine
yerleştirdikleri günlük vurgunlarını akşam olduğunda binlikleri yüzlükleri
birbirinden ayırmadan öte bir becerileri yoktu. Burjuvalaşmayı marka elbise
giyip son model otomobillerle caddelerde gösterişte bulunmayla eşdeğerli
gördüler.Ama öbür yandan, dönemin koşullarını değerlendirip burjuvalaşanlar
piyasaya egemen oluyor,belli bir sermaye birikimi sağladıktan sonra da
yatırımlarını daha emin ve alım gücü yüksek Batı’ya yönlendiriyordu.
Pazar
ilişkilerinin kendine has işleyiş kuralları sonucu toplumun tortusu haline
gelmeyi bir türlü sindirememekteler. Bu
nedenledir ki, meclis içinde ve dışında en olmaz önerilerle bulundukları
zeminden çıkış arayışı içindedirler. Ellerine tutuşturulan bildirilerle feodal
tehditvari çıkışlarla korkularını gizlemeye çalışmaktalar. Ama korkunun acele
faydası yok.
Zaten sürecin kendilerini dıştaladığını gördükleri
için parti adına seçime girme cesaretini gösteremediler. Halkı temsil ettiğini
iddia eden örgütlü hiç bir güç, böylesi bir taktiğe baş vurmaz. Seçimde baraj
oranı bahane olarak gösterilemez. Başvurdukları taktikler, halktan destek
bulamamanın kanıtlarıdır. Başından itibaren örgütlenme ve hareket etme
tarzlarıyla emperyalist güçlerin uzantıları olduklarını netçe ortaya koydular.
Halkın
sorunlarını dile getirmeyen uğraşlarla zaman geçirmeyi adeta meslek edindiler. Onlar
için yoksullukla ve işsizlikle mücadele diye bir sorun yok. Sendikalaşma, kadın
hakları vb. sorunların çözümü yönünde en ufak plan ve proje geliştirmeyi
akıllarından bile geçirmediler. En etkin oldukları alanlarda yüzlerce genç kız
ve kadın töreye kurban giderken, parmaklarını bile oynatmadılar. Bırakın çözüm
için çaba göstermeyi, görmemezlikten gelme daha çok işlerine geldi. Çünkü
yaraya parmak basma dayandıkları alt yapının çöküşü anlamına geldiğini
biliyorlardı. Ama efendileriyle uyum içinde hareket etmelerini sağlıyacak
taktikler geliştirip uygulamada ne kadar başarılı olduklarını kabul etmek
gerekir.
Her alanda çözüm adına çözümsüzlüğü sürekli kılacak sihirli anahtarı bulmuşlardı; karanlıkların prensi ‘seruk’. Çünkü ‘seruk’ ‘derin’ güçlerle bağlantıyı oluşturan köprüydü. Seruk labirentlerin sesini, statükonun gücünü temsil ediyordu. Batıda laiklik ve Cumhuriyeti korumayı kendine maske edinmiş Gladio’nun Doğuda alt birimini temsil eden bu feodal örgütlenme artık bitirilecektir. Yani Gladyo’nun Türkiye genelinde bitirilmesi, en azından tehlike olmaktan çıkarılması için düğmeye basılmıştır. Kandillinin ve Kandilliye bağlı sivil uzantıların bititrilmesi Türkiye genelinde Gladio’nun bitirilmesi demektir.
01/12/ 2007
Baki Karer
*PKK Üzerine Düşünceler. S.115
** PKK Üzerine Düşünceler. S.117