Avrupa Birliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Avrupa Birliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Haziran 2008 Salı

AVRUPA BİRLİĞİ ÇIKAR YOL DEĞİLDİR

ARUPA BİRLİĞİ ÜYELİĞİ ÇIKAR YOL DEĞİLDİR 

 Türkiye Avrupa Birliği’ne aday ülke konumuna gelmekle tarihinin en büyük hatasını yapmıştır. Elbette her türlü fırsatı elinden kaçırmış olduğu söylenemez. Ama içine girdiği yanlıştan da en kısa zamanda çıkmalıdır. Daha fazla gecikmenin, zaman kaybına sebeb olmanın bir nedeni yoktur. AB üyeliğinin NATO üyeliğine bezemediğini kavramanın artık zamanıdır. Yani AB üyeliği son darbeyi indirme hareketidir. Ayakları üzerinde duran bir Türkiye kabul edilmeyecektir. SSCB’nin yıkılmasından sonra Avrupa Birliği’nin içinde yer alınarak ekonomik ve siyasal çıkarlar kesinlikle korunamaz. Doksanların başından itibaren değişen siyasal haritaya bakarak kendine yön vermek zorundadır. Kafkaslar’da, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da ortaya çıkan yeni siyasal yapılanmalar ne yapılması gerektiğini göstermeye yetmektedir. Türkiye’nin AB içinde yer almamasını gerektiren birçok neden vardır. Bunların en başında geleni ise AB’nin artık emperyalist bir güç olarak kendini ortaya koymuş olmasıdır. Ekonomisiyle, askeri alanda aldığı son kararlarla, sanayisi ve mali gücüyle ABD emperyalizmine rakip emperyalist bir güç olarak hareket etmesidir. Artık Avrupa Birliği ülkelerinde geçmişin refah devlet anlayışı kaybolmuş durumda. Demokrasi maskesi altında katı bir bürokratik diktatörlüğe doğru yol almaktadır. Yoksul ve kalkınmakta olan ülke pazarlarının bölüşümü ve bu pazarlardan elde edilen kârların artması oranında Avrupa emekçi yığınları üzerinde daha katı bir bürokratik diktatörlük kurmakta. Sömürdüğü pazarlardaki halk yığınlarına karşı daha acımasız davranmaktadır. Artık dış pazarlardan elde ettiği kârı kendi halkıyla bölüşmeyen tekelleşme vardır. Uluslararsı tekellerin milyarlarca dolar kâr etmesine karşın, bugün Avrupa Birliği’nde yüzde onlara varan işsizlik oranı vardır ve bu büyük bir sorun haline gelmiştir. Yeni bir dizi Ruandalar Avrupa Birliği topluluğu için yaşam kaynağı oluşturmaktadır. Filistin halkının katledilmesi, Afrika ve Asyada iç çatışmaları körükleme, Türkiye gibi ülkelerde milliyet ve mezhepsel düşmanlıklar yaratarak kanlı çatışmalar çıkarma uğraşı içinde olması, artık Avrupa Birliği’nin keyif aldığı ve mutluluğuna mutluluk katan ‘sıradan’ olaylardır. İngiltere, Fransa, Almanya emperyalist güçleri, Avrupa’nın diğer küçük ülkelerini de yanlarına alarak daha güçlenmiş bir biçimde geçmiş politikalarını küreselleşme koşullarına uyarlayarak devam etmekteler. Burada küçük ülkelere verilen sadece sus payıdır. Küçük ülkelerin emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda nasıl kullanıldığına en açık örnek Yunanistan, Belçika ve İsveç’tir. Örneğin İsveç Başbakanı Göran Person bir demecinde, “Küçük bir ülkeyi (Yunanistan’ı kastederek) büyük bir ülkeye (Türkiye) karşı koruduk” diyebilmiştir. Türkiye ve Yunanistan arasında sorunların çok farklı bir zeminde olduğu ve bunların kışkırtıcılarının da kimler olduğu bilinmektedir. Halklararsı böylesi açıktan düşmanlığı körükleyen demeç verme bir cesaret işi değil, olsa olsa kabuk değiştiren küçük bir yavrunun ayazda kalmamak için büyüğüne yaranma feryadıdır. Person Fransa’nın Ruanda halkını birbiriyle çatıştırıp katlederken neredeydi? Ruanda halkını büyük, üstelik emperyalist bir ülkeye karşı korumanın çabasını niçin göstermedi acaba. Örnekler daha çoğaltılabilinir. Yani büyüklerin damgasını vurduğu AB artık emperyalist bir güçtür. Küreselleşme koşullarında dünya pazarlarının yeniden bölüşümünde iddialı bir güçtür. Avrupa Birliğinin emperyalist bir birlik olduğunu gösteren diğer bir olgu da Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği adı altında kurulmaya çalışılan küçük ‘NATO’dur. ABD’ye karşı dünya üzerinde pazar çıkarlarını koruyabilmek için askeri güce ihtiyaç duyulmaktadır. NATO bir ABD şemsiyesidir. SSCB’nin varlığı döneminde Avrupa, tek başına hareket etme olanağına ve cesaretine sahip değildi, bu nedenle ABD’ye bir anlamda boyun eğmek zorundaydı. Ama şimdi çıkar alanlarını kendisi korumak istemektedir. Özellikle Faransa ve İngiltere’nin Kafkaslar’da, Ortadoğu’da ve Afrika’da çıkarlarını koruyabilmeleri ancak böylesi bir askeri oluşumda görülmektedir. Almanya’nın çıkarları daha çokyönlüdür. Avrupa Birliği artık Kafkaslar’a, Kuzey Afrika’ya ve Kıbrıs’ı üst olarak kullanıp Ortadoğu’ya bizzat askeri gücünü yerleştirmek istemektedir. Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs ve Ege sorunlarına çözüm bulunamayışının altında bir de bu neden yatmaktadır. Fransa Avrupa Birliği’ni kullanarak Kıbrıs’a inmeye çalışmakta, Lübnan, Suriye ve Irak’ı daha yakından kontrol etmek istemektedir. Türkiye’nin ABD ile stratajik işbirliğini bir de bu nedenle kabul etmemektedir. Türkiye‘nin bugünkü konumuyla AB ve AGSK üye olması, bu kuruluşlar içinde dolaylı da olsa aynı zamanda ABD’nin sözsahibi olması demektir. İngiltere’nin gücü Türkiye’nin güçüyle birleştiği noktada Fransa’nın ve Almanya’nın AB içinde ve dışında çıkarlarının önemli oranda sarsılması tehlikesi vardır. Hatta Almanya’nın Türkiye ile olan geleneksel ilişkileri dikkate alındığında uzun vadede sarsılan çıkarlarını bir ölçüde telafi etme şansına sahiptir ama, Fransa’nın hiçbir şansı yoktur. Fransa’nın özellikle son dönemlerde Türkiye’ye karşı sert tavırlar içinde bulunmasının altında yatan bu tür uzun vadeli hesaplardır, yani pazarların paylaşım kavgasıdır. AB’nin diğer küçük ülkelerine düşen görev sadece yandan zorunlu takviyedir. İşte bu ve benzeri nedenler dikkate alınarak, her türlü manevra gücünden yoksun bırakılmış bir Türkiye AB’ye alınmak istenmekte. Bugün Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yönelik politikası tamemen emperyalist bir politikadır. Türkiyeyi aslında almak istiyorlar ama tek bir şartla, o da; her alanda kendi kendine yeterli olmaktan çıkarılmış ve tamamen teslim olmuş bir ülke konumuna indirgenmesi kaydıyla. Bunun için Türkiye’de şiddetli bir iç çatışmanın ve onbinlerin iç savaş yöntemiyle yokedilmesini dahi göze almaktadırlar. Eğer bunu başaramazlarsa en azından İran’la kısa süreli de olsa bir savaşa girmesini sağlamaya çalışmaktadırlar. Özellikle Almanya ve Fransa bu yönlü çabalarını giderek arttırmaktadırlar. Avrupa Birliği içinde islamcı terör gruplarını kimler tarfından örgütlendirildiği ve finanse edildiği artık bir sır değildir. Avrupa Birliği’nin Türkiye’de iç savaş kışkırtıcılığına oynadığının en önemli bir kanıtıda azınlıklar sorununa yaklaşım tarzıdır. Bir yandan ulus-devletten yana olduklarını söylerlerken bir yandan da Türkiye’ye karşı ulus-devlet politikasına aykırı girişimlerde bulunmaktalar. Sözkonusu Türkiye olduğunda, demokratik devlet kavramına bile karşı durmaktalar. Avrupa Birliği sırf Türkiyeyi dikkate alan yeni azınlıklar kavramı geliştirmeye çalışmaktadır. Oysa kendi içine geldiğinde hertürlü inkârcılığı yapabilmektedir. Örneğin Fransa’da Bask bölgesi ve halkı yok sayılmakta. Otonomi, ayrılma veya İspanya Bask bölgesiyle birleşmek isteyip istemedikleri sorulmamakta. Korsika sorununun üzeri tümüyle küllendirilmekte. Hatta yıllardan buyana Fransaya yerleşmiş Afrikalıların asimile çabalarına destek verilmekte. Yine İsveç’te Laponya sorunu unutturulmak istenmektedir. Bu her iki ülkede bulunan bu halkların ilk okulldan başlayıp üniversitelere kadar kendi dili ve kültürüyle eğitim hakları yoktur. Kendilerine özgü bağımsız yayın hakları tanınmamaktadır. Örnekler daha da çoğaltılabilinir. Ama başka ülkelere geldiğinde Avrupa Birliği avazı çıktığı kadar bağırabilmekte. Bu demokrasi adına korkunç bir ikiyüzlülüktür. Türkiye’de Kürtlerin ve diğer halkların bir azınlık olarak kabul edilmesi yönde çağrılar yaparak aslında dine dayalı devlet örgütlenmesi dönemine özgü çözümlere gidilmesini istemektedirler. Türkiye’ye geldi mi bunun ismi “demokrasi normları” olmakta. Demokrasi normları değil, emperyalist çıkar normlarıdır bunlar. Kürtlerin azınlık olarak kabul edilmesini önerme din ve teba ilişkisine dayalı feodal bir çözüm istemektir. Türkiye’de yürütülen mücadele demokratik, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, yani demokratik, laik bir Cumhuriyet devlet yapılanmasını sağlamaya yöneliktir. Tam demokratik bir ülke yaratmanın çabası verilmektedir. Türkiye’de kimse din-teba ilşikisine dayalı bir çözüm istemiyor. Kürtler için azınlık statüsünün belirlenmesi demek, vatandaşlık bağlarından çıkarılması ve Ortaçağın karanlığına terkedilmeleri demektir. Bu Kürt halkına yapılacak en büyük düşmanlıktır ve bu düşmanlığı da yapan her zamanki gibi emperyalist güçlerdir. Emperyalist güçlerin bu oynuna da köle ruhlu, kapıkulluğuna alışmış bazı Kürt unsurlar da yatmakta. Azınlık kavramıyla bırakın ulus-devletin çelişmesini günümüzün demokratik devlet kavramıyla çelişmektedir. Avrupa Birliği’nin ‘azınlık’ hakları gibi ne idüğü belirsiz dayatmarının arkasında yatan amaçları artık tartışmaya yer bırakmayacak kadar açıktır. Ortaya çıkacak bölgesel anlaşmazlıklarda savaşcı güç olarak öne sürülmeye hazır ve nazır tutulan bitirilmiş bir Türkiye istenmektedir. Aslında Avrupa Birliği sahte bir güçtür. Tüm uğraşılara karşın bu birlik içinde yer alan emperyalist güçler arasında kıyasıya bir savaşım vardır. Bir de bu nedenle bu birliğin geleceği yoktur. Almanya Doğu Avrupa ülkelerini ekonomik ve siyasal denetim altına almaya çalışmakta ve büyük oranda da bunu başarma durumundadır. Bu konuda birlik içinde diğer ülkelerle birlikte harket etme yerine daha çok Rusya fedarasyonu ile işbirliğini tercih etmektedir. Almanya’nın bu tutumu Farnsa ve İngiltere’yi oldukça rahatsız etmekte. Yeniden eski Prusya’nın korkusunu veya 1935-1945’lerin geri gelebileceği kuşkusunu yaşamaktadırlar. Zaten birlik içinde ekonomik ve mali alandaki etkinliği yeterince rahatsızlık yaratmaktadır. Birleşmiş bir Almanya, Fransa ve İngiltere tarfından her zaman hazmedelemiyen bir olgudur. Gerek ABD ve grekse Rusya Fedarasyonu tarfından bu durum çok iyi bilinmekte ve sürekli olarak AB’nin zayıflatılması yönünde kullanılmaktadır. Yani birleşik bir Almanya AB’nin aynı zamanda zayıf noktasıdır. Bu genelde Avrupa Birliği’ni başlı başına zayıf kılan bir etmendir. Zaten Fransa’nın karşı kampanyalara ve tepkilere aldırış etmeden biran evvel nükleer silaha sahip olması esas bu nedenden kaynaklanmıştır. Gelecekte muhtemel büyük Almanya tehditine karşı bugünden alınmış bir tedbirdir. Çıkarların bu kadar farklı cephelerde seyrettiği koşullarda birleşik bir Avrupa devleti hayaldir. Özellikle Alman tehlikesine karşı Fransa ve İngiltere Asya, Afrika ve Ortadoğu’da şimdiden tuttukları köşebaşlarını güvenceye bağlamanın uğraşları içindedirler. Fransa, AGSK içinde her fırsatta nükleer güçe sahip olduğunu dayatmalarıyla hatırlatmaktadır. Doğu Avrupa ve Balkanlar’ın önemli bir kesimini Almanya’ya kaptırdıklarından, diğer bölgelerdeki konumlarını güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Yine de Almanya’yı Afrika’dan, Ortadoğu’dan, Kafkaslar’dan ve Orta Asya’dan tümüyle uzak tutma olanaklı değildir. Tüm çabalara karşın bunun hayal olduğunu şimdiden söylemek mümkündür. Bugün rekabetin en fazla yoğunlaştığı alan Kafkaslar ve Orta Asyadır. İşte bu noktada Türkiye üzerinde ABD başta olmak üzere İngiltere, Fransa ve Almanya’nın çıkarları epeyce farklılaşmakta. Herbirisi Türkiye’yi daha fazla kendi yanına almaya çalışmaktalar. Son dönemde Türkiye’nin yoğun çatışma alanı içine çekilmesinin bir nedeni de budur. Emperyalist güçler kendi ekonomik ve siyasal çıkarları doğrultusunda belirledikleri bölgelerde Türkiye’yi sıçrama tahtası yapmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin Avrupa Birliği içinde yer almamasını gerektiren bir neden de, artık Avrupa Birliği’nin iki kutuplu dünya koşullarına özgü ekonomik, mali ve sosyal uygulamaları terk etmiş olmasıdır. Geçmişte içine aldığı ülkeleri kalkındırıyor, halkın sosyal yaşamının yükselmesine katkıda bulunuyor ve bu ülkelerde demokratik kurum ve kuruluşlara gerçekten bir işlerlik kazadırıyordu. Ama artık bu işlevini bugün yitirmiş durumdadır. İçine alacağı ülkelere ne ekonomik, ne de demokrasi alanında vereceği birşey kalmamıştır. Birlik içinde yer alan ülkelerde sosyal adaletsizlik hergeçen gün artmakta. Toplumda sınıflar arası refah düzeyi dengesizliği önü alınamaz bir biçimde derinleşmekte. Bugün yoksul, günün sosyal yaşam standartlarının altında yaşamaya zorlanmış ciddi bir kesim yaygınlaşmış durumdadır. İşsizlik en büyük sorunlardan biridir. Artık iktidarların başarılılık düzeyi işsizliği aşağı çekmeleriyle orantılı hale gelmiştir. İşsizlik sigoratasıyla yaşamak zorunda bırakılanlar da yoksullar kategorisi içinde yer almaktadır. Geçici çözüm olarak öne sürülen okula gönderme ve prosent üzerinden çalışma olnakları tanıma, insanların yaşam düzeylerinde daha iyiye yönelik bir değişiklik yapmaya yetmemektedir. Halk yığınlarında geleceğe güven duyulmamakta. İşi olanlarda ise, ne zaman kapı dışarı edilecekleri pisikolojisi egemendir. Tekeller milyarlarca dolar kâr etmelerine karşın, birçok alanda işletmelerini, fabrikalarını kapatmakta, az masrafla daha kolay para kazanılan alanlara yönelmekteler. Globelleşen ekonomide borsalar, bir avuç elit için en kârlı yatırım alanları haline gelmiştir. Tekellerin birçoğu yatırımlarını üçüncü dünya ülkelerine kaydırarak ucuz emekle korkunç kârlar elde etmekteler. Artık dünya ölçeğini kendine sömürü alanı haline getirmiş finans ve sanayi tekelleri sözkonusudur. Sonuçta, küreselleşme, zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul hale getirdiği de bir doğrudur. Ama eskiden az da olsa zenginliğin paylaşımdan söz edilebiliniyordu, bugün bu paylaşım görülmemektedir. Bu nedenle emekçi yığınların mücadelesi de küreselleşmektedir. Sanayi toplumuna geçiş nasıl kendi zıttını doğurmuşsa, küreselleşme de kendi zıttını doğurmuştur. Sanayileşmiş ülkelerin zirve toplantılarına karşı düzenlenen, yani küreselleşmeye, halkı yoksulaştıran yeni ekonomik yapılanmaya karşı protestolar, hiç şüpheye yer yok ki, gün geçtikçe daha da boyutlanacaktır. Yani Globelleşme zıttını yaratmıştır. Artık önünü boş hissetmemekte.Her seferinde milyonlarca dolar harcayarak toplantılar yaparak, olayı salt ’güvenlik’ sorunu olarak değerlendirmeye uzun süre devam edemezler. İşte bu tür sorunlarla boğuşmak zorunda kalan Avrupa Birliği’nin, yeni üyelere vereceği birşey yoktur. Bu nedenle de Türkiye’nin, tarım ve sanayi alanındaki olanaklarını kullanarak, giderek daha da geliştirerek kalkınmasını rahatça sürdürme olanağı vardır. Bunun için gerek iç, gerek dış alanda imkan ve fırsatlar doksanlı yıllardan öncesine göre daha fazlalaşmıştır. Türkiye, Avrupa Birliği, Rusya Federasyonu, ABD geometrik alanında kendinden çıkacak biçimde doğrular çizmeyi başarırsa güçlü bir ülke konumuna gelme şansına sahip olabilir. Yoksa AB içinde ne pahasına olursa olsun yer almaya çalışırsa bugünkü gücünden de geriye gitmekten kendini kurtaramaz. AB büyük bir hapishanedir. Gelecekte bu özelliğini daha da önplana çıkartacaktır. Oysa Türkiye, jeopolitik konumu gereği, kendini Ortadoğu’dan, Kafkaslar’dan, Orta Asya’dan, K. Afrika’dan ve Balkanlar’dan kendini istese de soyutlama imkanına sahip değildir. Bu gerçeğin görülmesi gerekir. Böylesi bir çoğrafyada yer almanın avantajları getirdiği olumsuzluklardan çok üstündür. Ama “her tarafımız düşmanlarla dolu” hastalıklı bakış açısıyla hareket edilirse elbette bu avantajlar kullanılamaz. Avrupa Birliği’ni meydana getiren güçlerin herbirinin farklı kültürlere saygı ifadesi sadece bir aldatmacadan ibarettir.İçlerindeki farklılıklara bile tehammülleri yoktur. Aralarında Güneyli, Kuzeyli, D.Arupalı, İskandinavyalı vb. bölgesel çelişkileri giderememekteler. Karalarında dinsel ve mezhepsel ayrılıklar sıkça rol oynamakta. Yani bölgesel ve dinsel kutuplaşmaların olmadığını kimse iddia edemez. Bunlar ve benzeri daha birçok çelişkiler bile birleşik devlet çatısı altında hareket etmelerinin hayal olduğunu göstermektedir. Bu derece belirsiz, muğlak, bugünü ve geleceği sağlıklı olmayan Avrupa Birliği’ne katılmak için, Türkiye’nin çaba yürütmesi kabul edilir bir şey değildir. Daha birçok neden gösterilebilinir. Soruna nereden bakacak olursak olalım Türkiyenin çıkarı, ne Avrupa Birliğine girmede, ne de ABD ile stratejik işbirliğindedir. 

 BAKİ KARER
 Mart 2000

YEREL SEÇİMLER ÜZERİNE

  YEREL SEÇİMLER ÜZERİNE       Türkiye’de son yirmi yılda oluşan koşullarda yerel seçimlerle genel seçimler arasında bir fark kalmadı.  Aslı...