18 Aralık 2009 Cuma
Kimin Oğlanları İşbaşında?
KİMİN OĞLANLARI İŞBAŞINDA?
Beklendiği üzere Demokratik Toplum Partisi kapandı.
İsmi her ne kadar ‘Demokratik’se de aslında anti demokratik demek daha iyi olur.
Sistem kendi ucubesini kapattı.
Feodaller ve marabalar arasında bir ayrışma yaşanacak.
Sonuçta, marabaların suyu iyice çıkarıldıktan sonra bir kenera atılacak.
Irak’taki gelişmeler marabaların ömrünü tayin edecek.
Bu anlamda yaşanan süreç her yönüyle ilginçtir.
Bu süreçte Ahmet Türk gibi uysallara ihtiyaç yok.
Çünkü bir türlü ‘yüzer-gezer’ yattaki ‘Tanrı’yı anlamadı, anlatamadı.
Zaten anlamasını da, anlatmasını da istemediler.
***
Önce ‘Açılım’ denildi. Hükümet büyük bir iştahla ‘sorunu’ bitireceğini hesapladı.
Oysa sorun içteydi.
İçe yönelme ise yürek istiyordu.
İç engelin ciddiyetini ve gücünü bildiği için viraj değiştirerek yol almak istedi.
Yıpranan imajını ‘Açılım’la birlikte Doğu ve G.Doğu’da toplayacağı oylarla düzeltmeyi hedefledi.
Pastayı tek başına yemek istedi.
Böylece en az iki seçim sürecini kurtarmaya çalıştı.
‘Açılım’ın bir diğer amacı da, yaşanan ekonomik kriz ortamında kitlelerin dikkatini farklı yönlere çekmekti.
Ama bir takım engelleri hesaplıyamadı;
Birincisi, Ergenekon tutuklamalarıyla engellerin ortadan kalkacağını sandı.
Oysa bu tutuklamalar sadece bir görüntüden ibaretti.
İkincisi, Türkiye’de esas karar verici güçlerin, G.Kürdistan’da ve Irak’ta, istedikleri düzenlemelerde henüz sonuç almış olmamaları.
Rezervlerin tümünü bugünden kullanma işlerine gelmiyordu.
Kullanılacak alternatifleri zamana yaygınlaştırmadan yanaydı.
Bu nedenle, İmralı, birden aktuel kılınırak, devreye sokuldu.
Belli ki bu sefer kulağına çok fena üflemişler.
Önce‘sırtım kaşınıyor’,‘göbeğim’ kaşınıyor yakarmasıyla işe başladı.
Aniden hemen her tarafı kaşındı!
Sonra ‘Yerim dardır, oyanayamıyorum’ dedi.
‘Oğlanlar’ mesajı çoktan almışlardı.
Hemen harekete geçtiler;
İstanbulda bir kız çocuğunu acımasızca yaktılar,
Diyarbakır’da bir genci öldürdüler,
Bakkalları, mağzaları yağmaladılar.
Bunları az görüp, 10 Aralık’ta Reşadiya’de 7 genci kurşuna dizdiler.
‘Bizim oğlanlar’ya da marabalar bayağı ‘iş’ çıkardılar.
İşlenen bu cinayetlere üstelik Dersim’de karıştırıldı.
Dersim işin içine karıştırılmadan taplo tamamlanamazdı.
Verilen mesaj gayet açık!
Artık açıktan oynanıyor.
Görmeyen gözler görsün.
‘Hanım Ağa’lığa oynayan biri, demecini patlattı;
‘Açılım kapandı.’
Hayır, değişen hiç bir şey olmayacak.
Sadece acele edilmeyecek.
ABD’nin Irak’tan çekilmesine paralel olarak adımlar atılmaya devam edilecek.
‘Açılım’denilen sürecin getirileri, sadece iktidar partisine yedirilmeyecek.
Dolayısıyla iktidar partiside bu süreçte daha bir ‘hizaya’ getirilecek.
Kimin oğlanlarının iş başında olduğunun şüphe götürür bir yanı kaldı mı?
Baki Karer
12.12.2009
Beklendiği üzere Demokratik Toplum Partisi kapandı.
İsmi her ne kadar ‘Demokratik’se de aslında anti demokratik demek daha iyi olur.
Sistem kendi ucubesini kapattı.
Feodaller ve marabalar arasında bir ayrışma yaşanacak.
Sonuçta, marabaların suyu iyice çıkarıldıktan sonra bir kenera atılacak.
Irak’taki gelişmeler marabaların ömrünü tayin edecek.
Bu anlamda yaşanan süreç her yönüyle ilginçtir.
Bu süreçte Ahmet Türk gibi uysallara ihtiyaç yok.
Çünkü bir türlü ‘yüzer-gezer’ yattaki ‘Tanrı’yı anlamadı, anlatamadı.
Zaten anlamasını da, anlatmasını da istemediler.
***
Önce ‘Açılım’ denildi. Hükümet büyük bir iştahla ‘sorunu’ bitireceğini hesapladı.
Oysa sorun içteydi.
İçe yönelme ise yürek istiyordu.
İç engelin ciddiyetini ve gücünü bildiği için viraj değiştirerek yol almak istedi.
Yıpranan imajını ‘Açılım’la birlikte Doğu ve G.Doğu’da toplayacağı oylarla düzeltmeyi hedefledi.
Pastayı tek başına yemek istedi.
Böylece en az iki seçim sürecini kurtarmaya çalıştı.
‘Açılım’ın bir diğer amacı da, yaşanan ekonomik kriz ortamında kitlelerin dikkatini farklı yönlere çekmekti.
Ama bir takım engelleri hesaplıyamadı;
Birincisi, Ergenekon tutuklamalarıyla engellerin ortadan kalkacağını sandı.
Oysa bu tutuklamalar sadece bir görüntüden ibaretti.
İkincisi, Türkiye’de esas karar verici güçlerin, G.Kürdistan’da ve Irak’ta, istedikleri düzenlemelerde henüz sonuç almış olmamaları.
Rezervlerin tümünü bugünden kullanma işlerine gelmiyordu.
Kullanılacak alternatifleri zamana yaygınlaştırmadan yanaydı.
Bu nedenle, İmralı, birden aktuel kılınırak, devreye sokuldu.
Belli ki bu sefer kulağına çok fena üflemişler.
Önce‘sırtım kaşınıyor’,‘göbeğim’ kaşınıyor yakarmasıyla işe başladı.
Aniden hemen her tarafı kaşındı!
Sonra ‘Yerim dardır, oyanayamıyorum’ dedi.
‘Oğlanlar’ mesajı çoktan almışlardı.
Hemen harekete geçtiler;
İstanbulda bir kız çocuğunu acımasızca yaktılar,
Diyarbakır’da bir genci öldürdüler,
Bakkalları, mağzaları yağmaladılar.
Bunları az görüp, 10 Aralık’ta Reşadiya’de 7 genci kurşuna dizdiler.
‘Bizim oğlanlar’ya da marabalar bayağı ‘iş’ çıkardılar.
İşlenen bu cinayetlere üstelik Dersim’de karıştırıldı.
Dersim işin içine karıştırılmadan taplo tamamlanamazdı.
Verilen mesaj gayet açık!
Artık açıktan oynanıyor.
Görmeyen gözler görsün.
‘Hanım Ağa’lığa oynayan biri, demecini patlattı;
‘Açılım kapandı.’
Hayır, değişen hiç bir şey olmayacak.
Sadece acele edilmeyecek.
ABD’nin Irak’tan çekilmesine paralel olarak adımlar atılmaya devam edilecek.
‘Açılım’denilen sürecin getirileri, sadece iktidar partisine yedirilmeyecek.
Dolayısıyla iktidar partiside bu süreçte daha bir ‘hizaya’ getirilecek.
Kimin oğlanlarının iş başında olduğunun şüphe götürür bir yanı kaldı mı?
Baki Karer
12.12.2009
30 Ağustos 2009 Pazar
Açılım Üzerine
“AÇILIM” ÜZERİNE
Son dönemlerde yazılı basında ve ekranlarda hemen herkes ‘açılım’ konusunu tartışmakta. Herkes önerilerde bulunmaya ve projeler üretmeye özel bir çaba göstermeye başladı. Yapılan tartışmaların ortak noktalarından dikkati çeken önemlisi, hemen hepsinin de ‘Gayet mahrem’dir damgasına riayet etmesidir. Kimse sorunu esas boyutlarıyla tartışmadan yana tavır alma cesareti gösteremiyor.
Kürt aydınlarında ve belli bir düşünce akımını temsil ettiğini iddia eden çevrelerde ise neredeyse tam bir suskunluk hakimdir diyebilirim. Terk edilmişliğin, alternatif olamamanın ve siyasal alanda alternatifler üretmeden yoksun kalmanın üzüntüsü var. Böylesi bir noktaya gelmelerine neden olan etmenlerin irdelenmesi gerekir.
Gelinen nokta itibariyle bir dönem, ağır adımlarla da olsa kapanmak üzeredir. Her şey lüks yatta kafa kafaya verilerek pişirilmiştir. Geride kalanlara düşen görev, masalarına servis yapılanları yemektir;ister lezzetli olsun, ister ekşi. Elbette yememe özgürlüğüne sahipler, fakat açlıktan midesi alt üst olmuş hiç kimse, reçele bulandırılmış kılçıklı hamsi de olsa beğenmeme lüksüne sahip değildir.
****
Bahsedilen evreye nasıl ve niçin girildiğinin açılımını değil anlatımını yapmaya çalışacağım. Gerek iç gerekse dış konjöktürlere bakıldığında‘dağlı Türk’lerden Kürtlere doğru inen bir yolun açılmaya çalışılacağını görmekteyiz.
Adım adım çoktan uygulamaya konulmuş bir projenin sonlandırılmasına doğru yol alınmakta. Ekonomik, sosyal ve bunlara bağlı olarak iç siyasette yaşananlar bahsadilen alanda atılan ve atılacak adımlarda önemli rol oynamıştır. Gelinen noktada sermaye gücü bürokrasinin etkinliğini, önemli oranda sınırlandırmıştır, hatta buna kırılmıştır denilebilinir. Ordunun gücüde tam anlamıyla olmasa da epyce geriletilmiş bir konuma çekilmiştir, ama buradan çok daha fazla gerilere çekileceğini sanmıyorum.
Anadolu ve İstanbul sannayi burjuvazisi artık Kandilli’de ve Cudi’de hayali hırpıtlarla kavga eden ordunun vesayetinden kurtulmak istemektedir. Fiilen görev yapan bazı subayların, emekliye ayrılmış generallerin ve bunların sivil uzantılarının tutuklanmasının altında yatan bir neden de budur. Böylece gizli ellerin yaratmış olduğu Kandil’inin iç desteği büyük oranda sonlandırılmış olundu. Nasıl darbeler dönemi geçmişte kalmışsa bir takım bahanelerin arkasına sığınılarak tehditlerle siyasal iktidarlara çeki-düzen verme ya da ‘balans ayarı’yapma dönemleri de tarihe karışacaktır. Sonuç olarak burjuva demokrasisi hayatın her alanında kurumlaşmaya yönelik daha ciddi adımlar atacaktır. Tüm kimliklerin tanınma sürecine girilecektir. Bu bir anlamda kimlik siyasetinin terk edilmesini, buna parelel olarak sınıf mücadelesine doğru kayışı getirecektir. Sınıf mücedelesinin yükselişi bazı çevrelerin iddia ettiği gibi kimliklerden uzaklaşmayı gerektirmez. Açıkçası anti parantez içinde belirtmek istediğim konu şu; karanlık güçlerce yaratılmış yapay çatışma ortamı sadece Kürt kimliğine karşı değildi, aynı zamanda işçi sınıfının, tüm ezilen emekçi yığınların mücadelesini köreltmeyi de hedeflemişti. Böylesi bir engelin tedricen de olsa ortadan kaldırılmaya başlanması, önümüzdeki süreçte işçi sınıfının, emekçi yığınların iktidar olmayı da hedefliyecek bir biçimde ekonomik, sosyal ve rafah düzeyini yükseltme çabalarına ivme kazandıracaktır.
İçte yaşanan böylesi siyasal gelişmelerin, dışta, özellikle de Irak ve Ortadoğudaki politik alanda değişimlerle bağlantılı olmadığını düşünemeyiz. Amerika Birleşik Devleti’nde Obama’nın iktidara gelmesiyle birlikte İsrail biraz geri plana çekilmiştir. Bu bir anlamda Türkiye’nin önplana çıkartılmak istenmesinden kaynaklanmıştır. Zaten İsrail’in bölgede bir denge unsuru olması mümkün de değildir. Ama Türkiye, Balkan, Kafkas ve Ortadoğu üçgeninde hem tarihsel bağlarıyla hem de ekonomik ve askeri gücüyle, bulunduğu yerin jeopolitik yapısı da dikkate alınırsa, kurulması istenen dengenin dayanılacak bir ayağı durumdadır. Türkiye’nin bu bölgeler için bir denge unsuru olarak kabul edilmesinin bir nedeni de Rusya’dır. Gerek Avrupa Birliği, gerekse de Amerika Birleşik Devleti Türkiye’nin bu bölgelerde rolünü oynayabilmesi için özellikle de Kürt kimliğini inkâr siyasetini bir tarafa bırakmasını istemektedir. Yani tüm kimlikleri kabul edecek bir yapılanmada bulunmasını istemektedirler. Devlet de içinde bulunduğumuz koşullarda tüm farklılıkların kendini ifade etme özgürlüğüne kavuşmasının gerekli olduğunu görmeye başlamıştır. Milyonlarca nüfusa sahip Kürt kimliğini kabul etmeyen bir Türkiye’nin Çin’de Uygurlara karşı uygulanan baskıyı protesto etmesi gülünçtür. İşte bu tür acaipliklerden, ikiyüzlülüklerden kutulduğu oranda demokrasiyi içine sindiren bir ülke konumuna gelecektir.
Bu noktada bile burjuvazi sahip olduğu niteliklerden dolayı bir dizi ayak oyunlarını elden bırakmıyor. Sorun şurada yatmakta: Bugüne kadar sergilenen ayıpları direk mi itiraf edecek yoksa yarttığı devlet Kürdünü mü kullanarak kabul edecek? Çözüm çoktan bulunmuş! Yaratılan devlet Kürdüne itiraf yaptıracaklar. Yani bu sefer, aslen Kürt olupta Türklüğe mağlup olmuş ya da devşirilmiş olana itiraf yaptırılacak. Böylece burjuvazi, tüm günahlardan ve ayıplardan arınmış olacak.
Getirilecek önerilerin tümü de devletin birimlerince çoktan kararlaştırılmış önerilerdir. Önümüzdeki 10-15 yıllık süre içinde kademe kademe uygulamaya konulacaktır. Bunlardan bir kaçı bugün için kabul edilmez olarak adlandırılsa da 20018-20020 yllarında gayet normal karşılanacaktır. Üzerinde karar verilmiş paket aşamalı olarak çoktan uygulamaya konulmuştur.
Sonlandırmadan bir konuya daha açıklık getirmek istiyorum. Bahsedilen açılımlarla birlikte Türkiye’nin Musul ve Karkük’ü işgal edeceği,Misak-ı Milli sınırlarını genişleteceği tartılşılmakta. Tüm bunlar afakı, bir kaç tane hayalprestin düşünceleridir. Daha doğrusu Ülkemizde sürkeli askeri iktidar istiyenlerin ve dolayısıyla kan akışından beslenenlerin çıkardığı tartışmalardır. Türkiye sınırlarla oynamayacak. Sınırların değişimi yüzyıl savaşının göze alınması demektir. Bu nedenle uygulanan ve uygulanacak reformlarla Türkiye Balkanlarda Kafkaslarda ve Ortadoğu’da bölgesel bir güç olacaktır. Türkiye’nin ilerleyişi bu yöndedir.
Sonuç olarak, hangi biçimde olursa olsun, entrikalara son verilmesi ve akan kanın durdurulması kadar güzel bir şey olamaz.
BAKİ KARER
07.08.2009
5 Nisan 2009 Pazar
İT ÜRÜR KERVAN YÜRÜR III
İT ÜRÜR KERVAN YÜRÜR (III)
ΙΙΙ
Ne
idüğü belirsiz Xoce denilen mahlukatın kamuoyunu yanlış bilgilendirme
gayretlerinin altında nelerin yattığını çoğu çevreler bilmekte. Almanya’yı
vatan edinmiş, daha doğrusu, Almanlaşmış bu zat oturduğu yerden bir başka halk
için ahkâm kesip durmakta. Hiç bir engel olmamasına karşın ‘Doğduğun topraklara
neden gitmiyorsun, ait olduğunu iddia ettiğin halkınla niçin yaşamıyorsun?’
denildiğinde ise, ‘Gidemem, ben Almanlaşmışım, illada burada tırşıklanacağım’ diyor.
O zaman ye Alman tırşığını otur aşağı... Kürt halkı için orada burada ahkâm
kesmenin bir anlamı yok. Ama adam şefine yalakalık yapmanın gayreti içinde, açıkçası,
provakatörlüğü meslek edinmiş bir kere. Yalakalıkta öylesine sınır tanımaz bir
duruş sergiliyor ki, şefine övgüler dizen, barışın sembolü olmuş halk
önderleriyle eşit düzeyde tutan herkesin önünde secdeye durup ökçe yalayıcılığı
yapıyor.
Almanya’nın
göbeğinde yeniden ‘Medeniyetten uzak kalma pahasına dağlara çekilme’leri
terennüm edip duruyor. Yani, Apoculuğun iflah olmaz dalkavukcusu olduğunu ispatlamaya
çalışıyor. Daha da ileri giderek faşist düşüncenin nasıl iflah olmaz savunucu
olduğunu göstermek için Arap ulusuna hakaretler etmeyi, küfürler savurmayı
ihmal etmiyor. Böylece, karanlık dehlizlerin pintisi olduğunu şefine ispat
etmiş oluyor. Sadece şefiyle yetinmediği belli; Alaman dazlaklarının
öğretilerini iyi ezberlemiş. Yakın zamanda ‘ben bir Mengeneyim’ derse hiç kimse
şaşmasın. Xoce, malum kimliğini saklama gereği duymuyor artık. Bunun da bayağı
‘ileri’ bir adım olduğunu kabul etmek gerekir.
Binbir
türlü cambazlıklarının karşılığını bulamayınca da, yalvarış yakarışlarla ‘arka
bahçesini’ karıştırmaya başlıyor. İçinde bulunduğu çirkef yaşantıyı
genelleştirmeye kalkışıyor. Gurur verici taploları örnek alması gerekirken,
çirkefliklerle dolu taploları dayanak noktası seçmekte. ‘Arka bahçem düzgün
olsaydı, beni daha üst postlara getirirdiniz’ demek istiyor. Artık arka bahçesini
terk ettiğini, kendine ‘çeki-düzen’verdiğini ve bunun kabullenilmesi gerektiğini
ağlamaklı bir biçimde dile getiriyor.
Tüm
bu yalvarmalara karşın, Xoce’nin şefi insafa gelir mi bilemem, ama sanıyorum, yalvarıp
yakardığı şefi, şimdilik Küçük’le yetinmesini ve ‘büyükelçi’ röportajlarına
devam etmesini salık veriyor. Aynı zamanda ajandalarındaki telefon ve adresleri
zenginleştirmesini istiyor. Kölece hizmetlerinin karşılığını bulup
bulmayacağını bilmiyorum. Bekleyip görmek gerekir.
Ama
tüm uğraşlarına karşın iki cami arasında kalmış beynamaz olmaktan bir türlü
kurtulamıyor. Kutulamadığı için de habire kıyısından köşesinden itiraflarda
bulunup duruyor. Şefiyle birlikte Mehmet Şener cinayetini nasıl organize ettini
detaylarıyla anlatma yerine, katili nasıl koruduğunu ve birlikte ülkeye nasıl
giriş yaptığını açıklıyor. Oysa Mehmet Şener için Muhabarat binasına nasıl ve
kimlerle gittiğini, binada kimlerle görüştüğünü, anı anına bilgi akışını nasıl
sağladığını ve daha bir çok şeyi anlatmaya yanaşmıyor. Cinayet ekibini nasıl
oluşturduğunu, Mehmet Şener’in ölüm haberi gelir gelmez duyduğu sevinci ve bir
an evvel İstanbul’a nasıl koştuğunu anlatmıyor. Cinayetten hemen sonra şefine
sunduğu sayfalar dolusu itirafnamenin hatırlanmasını hiç istemiyor.
Ayrıca
itiraflarını Mehmet Şener’in katiliyle sınırlı tutuyor. Öncekileri tümüyle
untturmaya çalışıyor; Kızıltepe ve Derik’te KUK’cu gençleri nasıl kurşuna
dizdiğini, arabalarını nasıl taradığını, onlarca kişiyi nasıl yaraladığını
neden anlatmıyor? Silah zoruyla halka koyunları kestirip nasıl ziyafetler
çektiğini, Batman ve Nuseybin köylülerinin cüzdanlarını nasıl soyduğunu itiraf
etmesi gerekir. Yine, İstanbul’da yaptığı kaçakçılığı, kaçakçılık yaparken
kimin hücresi olarak çalıştığını, Van’dan teslim aldığı esrar ve eroin
partilerini yurtdışına nasıl gönderdiğini anlatmalıdır. Evet, Hoca ya da Xoce
denilen ‘şef’ dalkavuğu, bunlar ve benzeri işlediği suçları itiraf etmelidir. Bu
suçları itiraf etmesinin önünde Almanya’da hastahaneden aldığı ‘deli’ raporunun
engel olacağını sanmıyorum. Çünkü başkalarına geldi mi ‘akıllı’ olan Xoce, sorun
kendisine gelip dayandığında niçin deli raporunun arkasına sığınıyor?
Bu
arada Almanya’da, Danimarka’da ve İsveç’te kimleri dolandırdığını itiraf
etmesini de beklemiyor değilim. Benden
çaldığı 27 kitabın akıbetini de öğrenmek istiyorum. Bir dönem fotokopi yapıp
oraya buraya sattığını biliyorum, onların da bir bilançosunu çıkarırsa çok iyi
olur. Yaptığı tüm bu ahlâksızlıkların ‘hi hi’lerle geçiştirilecek
ahlâksızlıklar olmadığını artık bilmek zorundadır.
25.04.2009
Baki karer
21 Mart 2009 Cumartesi
İT ÜRÜR KERVAN YÜRÜR
Baki Karer
İT ÜRÜR KERVAN YÜRÜR
ΙΙ
Xoce yazımın birinci bölümünden sonra epey bir bocalama geçirdi. Birdenbire ailesini hatırlar oldu, orada burada çekiştirmekten zerre kadar utanmadığı karısı üzerine nağmeler dizmeye başladı. Giderek çocuklarını ne kadar çok sevdiğini göstermek için kameralar karşısında bolca pozlar verdi.
Kendince yazdığı senaryosunun tutmadığını, bir işe yaramadığını fark edince de; bu sefer teoriler üzerine kafa yormaya başladı. Baktı beyni bu konuda hiç şarj etmiyor, bir dizi bahaneler arkasına sığınmaya başladı. Ömründe bir kitap bile okumayan bir yaratıktan ancak bunlar beklenirdi. Hayatı boyunca zurnanın zart dediği, ya da son deliği olmayı bir türlü içine sindiremiyor. ‘Teorik’ konularda, ya da strateji ve taktikler üzerine’ harukülȃda yazılar yazarmış, ama ’canı istemediği(!) için’ yazmıyormuş... Nedeni de gayet basit miş; “he, hı, keh keh” demek daha kolaymış, ‘eee’lemekten ise son derece hoşlanıyormuş Son dönemlerde, her nedense, bolca, ‘keh keh’lemekten de zevk aldığını söylemeye başladı. Bunlar çok ciddi bir pisikolojik hastalığın son noktaya vurduğunun belirtileridir. Ne tür bir pisikolojik hastalık olduğunu pisikiyatri uzmanları çok daha iyi bilir. Yaşadığı derin ruhsal deprasyona verilecek örneklerden biri de, İstanbul’un bilmem ne semtinde hangi kadınla sabahladığını ballandıra ballandıra anlatması. Yani, aldatıldıysam ben de aldattım demek istiyor. Bunu bu kadar çember çizerek, hikayeler uydurark dile getirmenin ne anlamı var? Birlikte kaldığın insanla anlaşamıyorsan, şüphelerin varsa ayrılır gidersin. Böylesi bir ortamda dölleri bahane olarak ileri sürmenin bir anlamı yoktur. Evine gelen herkesi şüpheci gözlerle süzmesinden bahsetmesi ise hiç akıl alacak bir iş değil. Xoce, ‘Ziyaret bahanesiyle evime kimsenin gelmesini istemiyorum’ diyordu. Bu nedenle Stockholm’e geldiğinde tam anlamıyla kafayı oynatmıştı. Belli ki, bu hastalık artık kronikleşmiş bir hȃle dönüşmüş.
Böylesi ruhsal bunalım sonucudur ki, son dönemlerde yeniden Baki Karer düşmanlığına yine başladı; ‘Baki Karer böyle demişti... Baki Karer söylemişti... yapmıştı...’
Bir insanın hayatı miş-mış’lardan ibaret olunca bir süre sonra paranoidleşmesi gayet doğaldır. Xoce adıma cümleler kuruyor, hayalinde beni konuşturuyor sonra da oturup keh keh’lerle, hih hi’lerle yazıyor. Bunlarla da yetinmeyip, benimle toplantılar yaptığını iddia ediyor seçim çalışmalarına katıldığını yazıyor ve üstelik de kazandırıyor! En akla gelmedik yerlere kadar kendini götürüyor, daha doğrusu zoraki karıştırıyor. Batman’da seçim komitesi Şener, Mazlum ve Edip solmaz’dan oluşuyordu. Buradaki başarının öncüsü Mehmet Şener’ dir. Ama Hoca’nın,yani Xoce’nin burada çekemediği, Şener’in başarılarıdır. Bütün mesele Nasıl olurda bu kişinin başarılarını gölgeleyebilirim hesabı peşinde. Şener’in bu baya, bulunduğu mahalde bir kaç bildiri dağıtma görevi verdiğini biliyorum. Ama hepsi o kadar.
Bu adamla ülkede ayaküstü toplam on dakika görüşmüşlüğüm ya vardır ya yoktur. Ama sorunu başka; neredeyse 6-7 yıldır anlata anlata bitiremediği Stockholm buluşmasında, ‘Beni ne diye hep sempatizan düzeyinde tuttun, bir yerel komite üyeliği ötesine niçin çıkarmadın’ diye yakınıp durmuştu. Aklınca, sorumluluğum altında ‘yeterli ünvan’ sahibi olamamanın intikamını alıyor. Ama tüm bu hokkabızlıklara gerek yok; ‘kurucu’, ‘askeri komutan’, ‘ideolog’, ‘sekreter’, ‘lider’ vb. tüm ünvanları alabilir. Kimsenin, hatta içinde kariyer özlemi çektiği örgütün de buna itiaz edeceğini sanmıyorum.
Hoca ya da Xoce, halizyonlarında o kadar ileri gidiyor ki, yaşamını kaybetmiş insanları da konuşturuyor; özellikle de Hayri’yi. Bir dönem varsa yoksa Mazlum’du, şimdilerde her ne hikmetse Mazlum’u bırakıp döndü Hayri’ye. Neden Akif ya da başkası değil de illa da Hayri? Gölge altına sığınmaktan bu derece haz duyan Xoce’nin pisikolojik sorunlarını anlamak çok zor. Bu nedenle tedavisi neredeyse mümkün değil.Hemen her konuda ne kadar yalan attığının farkında olduğu halde ısrarla yalanlarına devam ediyor.Çünkü başından itibaren kendini girdabın içine soktu. Bu çıkmaz yoldan ayrılması artık mümkün değil. ‘Büyük oynayayım’,‘kendimi büyük göstereyim’ derken yerin dibine daha bir batmakta.‘Şef’ düşkünlüğü ve taklitciliğinin cezasını çekmekte.
Hemen her cümlesinde kendini elevermekte. Gölgesine sığınmaya çalıştığı Hayri için ‘Biliyor’ diyor. Evet, Hayri bu zatı sonuçta tanımıştı ve biliyordu. İçerden gönderdiği sözlü ve yazılı haberlerde Hoce’yi tanımlarken ‘Bulaşık biri’, ‘Her konuda son noktada döneklik yapan biri’ diyordu. Hoce’nin tüm bu tavırlarına karşı ‘İdare etmeye çalıştıklarını’ söylüyordu.Hele hele son açlık gerevinden kaçışını hiç affetmiyordu. Hayri, diğerlerine,bu zata karşı tedbirli davranılmasını ve hiç bir bilginin verilmemesini tembihlemişti. Nitekim onların yanında o kadar uzun süre kalmasına karşın, Hayri, Akif ve Mazlum’un hiç bir şey konuşmadıkları her geçen gün daha bir açığa çıkmakta. Mazlum nereye giderken ve nasıl yakalandığını bile bu zata söylememiş. Ama Xoce denilen zat saplandığı girdapda senaryosunu yazmış; ‘Diyarbakır’da merkez komite toplantısına giderken yakalanmışlar!...’ Gördünüz mü,yine yükseklerden bir tespit!daha. Atayım belki tutar, tutmazsa da ‘keh keh’,ya da biraz ‘he hi yaparım’ gider... Anlayış bu. Şefinin sahte tarih yazma anlayışına kendini o kadar kaptırmış ki, sağına soluna bakmadan son surat gidiyor.
İçerdeki bu haline bakmadan, utanmadan bir de başkalarını yargılamaya kalkışıyor. Böylece işlediği suçları ört-bas etmeye kalkışıyor. Mehmet Can’a çamur atmaya yelteniyor. İçeride sergilediği onca çirkefliklerine bakmadan bir de başkalarına leke sürmeye çalışmakta. Neymiş, Mehmet Can yeterli direnci gösterememiş!... Hiç kimsenin bugüngü durumu beni ilgilendirmez. Ne yapıyorlar, neredeler, nasıllar vs. Ama Mehmet Can’ın yakalandığında gösterdiği dik duruş her yönüyle takdire şayan bir duruştur. Kemal Pir’in arşivlerde duran bu konu üzerine şiirsel mektubu unutulacak cinsten değildir. Bu duruşunu içerde kaldığı süre içinde hiç aksatmadan sürdüren nadir kişilerden biridir. Xoce’nin bütün meselesi, Mehmet Can’ın entellektüel düzeyi karşısında duyduğu komplekslerdir. Dolayısıyla, ‘Çamur atayım tutmazsa izi kalır’ anlayışına sarılmakta. Ama nereden bakılısa bakılsın, beyhude çabalar.
Bu bölümü bitirmeden önce, her geçen gün yeni bir hastalığın pencesine düşen Xoce’den bir haber de ben vereyim. Herkesten, en yakın arkadaşlarından bile gizli bana ikide bir mail atıyor. 12 Eylül savcılarına öykündüğünü gizlemiyor. Ayrıca Esat oktay Yıldıray’ın komutlarıyla da yetinmiyor, meşhur CO’sunu taklit ederek havlamalarda bulunuyor. Son e-postlarından birinde, bana,‘Çık karşıma’ diyor. Arkasından da ‘Keh keh’yaptığını söylüyor.Bu hırıltıların ne anlama geldiğini henüz çözümleyemedim. E-postlarının tümünü yayınlamadan önce pisikologlara verip tahlil etmelerini isteyeceğim. Çok ciddi paranoid symtomlar görüyor; ‘Baki’den, Naki’den bahsedip duruyor.Benden uyarması, en yakınlarına bile her an çok ciddi zararlar verebilir, yazdığım birinci bölümden sonra yaptığının benzeri!...
Baki Karer
07.03.2009
Devam decek
karerbaki.blogspot.com
İT ÜRÜR KERVAN YÜRÜR
ΙΙ
Xoce yazımın birinci bölümünden sonra epey bir bocalama geçirdi. Birdenbire ailesini hatırlar oldu, orada burada çekiştirmekten zerre kadar utanmadığı karısı üzerine nağmeler dizmeye başladı. Giderek çocuklarını ne kadar çok sevdiğini göstermek için kameralar karşısında bolca pozlar verdi.
Kendince yazdığı senaryosunun tutmadığını, bir işe yaramadığını fark edince de; bu sefer teoriler üzerine kafa yormaya başladı. Baktı beyni bu konuda hiç şarj etmiyor, bir dizi bahaneler arkasına sığınmaya başladı. Ömründe bir kitap bile okumayan bir yaratıktan ancak bunlar beklenirdi. Hayatı boyunca zurnanın zart dediği, ya da son deliği olmayı bir türlü içine sindiremiyor. ‘Teorik’ konularda, ya da strateji ve taktikler üzerine’ harukülȃda yazılar yazarmış, ama ’canı istemediği(!) için’ yazmıyormuş... Nedeni de gayet basit miş; “he, hı, keh keh” demek daha kolaymış, ‘eee’lemekten ise son derece hoşlanıyormuş Son dönemlerde, her nedense, bolca, ‘keh keh’lemekten de zevk aldığını söylemeye başladı. Bunlar çok ciddi bir pisikolojik hastalığın son noktaya vurduğunun belirtileridir. Ne tür bir pisikolojik hastalık olduğunu pisikiyatri uzmanları çok daha iyi bilir. Yaşadığı derin ruhsal deprasyona verilecek örneklerden biri de, İstanbul’un bilmem ne semtinde hangi kadınla sabahladığını ballandıra ballandıra anlatması. Yani, aldatıldıysam ben de aldattım demek istiyor. Bunu bu kadar çember çizerek, hikayeler uydurark dile getirmenin ne anlamı var? Birlikte kaldığın insanla anlaşamıyorsan, şüphelerin varsa ayrılır gidersin. Böylesi bir ortamda dölleri bahane olarak ileri sürmenin bir anlamı yoktur. Evine gelen herkesi şüpheci gözlerle süzmesinden bahsetmesi ise hiç akıl alacak bir iş değil. Xoce, ‘Ziyaret bahanesiyle evime kimsenin gelmesini istemiyorum’ diyordu. Bu nedenle Stockholm’e geldiğinde tam anlamıyla kafayı oynatmıştı. Belli ki, bu hastalık artık kronikleşmiş bir hȃle dönüşmüş.
Böylesi ruhsal bunalım sonucudur ki, son dönemlerde yeniden Baki Karer düşmanlığına yine başladı; ‘Baki Karer böyle demişti... Baki Karer söylemişti... yapmıştı...’
Bir insanın hayatı miş-mış’lardan ibaret olunca bir süre sonra paranoidleşmesi gayet doğaldır. Xoce adıma cümleler kuruyor, hayalinde beni konuşturuyor sonra da oturup keh keh’lerle, hih hi’lerle yazıyor. Bunlarla da yetinmeyip, benimle toplantılar yaptığını iddia ediyor seçim çalışmalarına katıldığını yazıyor ve üstelik de kazandırıyor! En akla gelmedik yerlere kadar kendini götürüyor, daha doğrusu zoraki karıştırıyor. Batman’da seçim komitesi Şener, Mazlum ve Edip solmaz’dan oluşuyordu. Buradaki başarının öncüsü Mehmet Şener’ dir. Ama Hoca’nın,yani Xoce’nin burada çekemediği, Şener’in başarılarıdır. Bütün mesele Nasıl olurda bu kişinin başarılarını gölgeleyebilirim hesabı peşinde. Şener’in bu baya, bulunduğu mahalde bir kaç bildiri dağıtma görevi verdiğini biliyorum. Ama hepsi o kadar.
Bu adamla ülkede ayaküstü toplam on dakika görüşmüşlüğüm ya vardır ya yoktur. Ama sorunu başka; neredeyse 6-7 yıldır anlata anlata bitiremediği Stockholm buluşmasında, ‘Beni ne diye hep sempatizan düzeyinde tuttun, bir yerel komite üyeliği ötesine niçin çıkarmadın’ diye yakınıp durmuştu. Aklınca, sorumluluğum altında ‘yeterli ünvan’ sahibi olamamanın intikamını alıyor. Ama tüm bu hokkabızlıklara gerek yok; ‘kurucu’, ‘askeri komutan’, ‘ideolog’, ‘sekreter’, ‘lider’ vb. tüm ünvanları alabilir. Kimsenin, hatta içinde kariyer özlemi çektiği örgütün de buna itiaz edeceğini sanmıyorum.
Hoca ya da Xoce, halizyonlarında o kadar ileri gidiyor ki, yaşamını kaybetmiş insanları da konuşturuyor; özellikle de Hayri’yi. Bir dönem varsa yoksa Mazlum’du, şimdilerde her ne hikmetse Mazlum’u bırakıp döndü Hayri’ye. Neden Akif ya da başkası değil de illa da Hayri? Gölge altına sığınmaktan bu derece haz duyan Xoce’nin pisikolojik sorunlarını anlamak çok zor. Bu nedenle tedavisi neredeyse mümkün değil.Hemen her konuda ne kadar yalan attığının farkında olduğu halde ısrarla yalanlarına devam ediyor.Çünkü başından itibaren kendini girdabın içine soktu. Bu çıkmaz yoldan ayrılması artık mümkün değil. ‘Büyük oynayayım’,‘kendimi büyük göstereyim’ derken yerin dibine daha bir batmakta.‘Şef’ düşkünlüğü ve taklitciliğinin cezasını çekmekte.
Hemen her cümlesinde kendini elevermekte. Gölgesine sığınmaya çalıştığı Hayri için ‘Biliyor’ diyor. Evet, Hayri bu zatı sonuçta tanımıştı ve biliyordu. İçerden gönderdiği sözlü ve yazılı haberlerde Hoce’yi tanımlarken ‘Bulaşık biri’, ‘Her konuda son noktada döneklik yapan biri’ diyordu. Hoce’nin tüm bu tavırlarına karşı ‘İdare etmeye çalıştıklarını’ söylüyordu.Hele hele son açlık gerevinden kaçışını hiç affetmiyordu. Hayri, diğerlerine,bu zata karşı tedbirli davranılmasını ve hiç bir bilginin verilmemesini tembihlemişti. Nitekim onların yanında o kadar uzun süre kalmasına karşın, Hayri, Akif ve Mazlum’un hiç bir şey konuşmadıkları her geçen gün daha bir açığa çıkmakta. Mazlum nereye giderken ve nasıl yakalandığını bile bu zata söylememiş. Ama Xoce denilen zat saplandığı girdapda senaryosunu yazmış; ‘Diyarbakır’da merkez komite toplantısına giderken yakalanmışlar!...’ Gördünüz mü,yine yükseklerden bir tespit!daha. Atayım belki tutar, tutmazsa da ‘keh keh’,ya da biraz ‘he hi yaparım’ gider... Anlayış bu. Şefinin sahte tarih yazma anlayışına kendini o kadar kaptırmış ki, sağına soluna bakmadan son surat gidiyor.
İçerdeki bu haline bakmadan, utanmadan bir de başkalarını yargılamaya kalkışıyor. Böylece işlediği suçları ört-bas etmeye kalkışıyor. Mehmet Can’a çamur atmaya yelteniyor. İçeride sergilediği onca çirkefliklerine bakmadan bir de başkalarına leke sürmeye çalışmakta. Neymiş, Mehmet Can yeterli direnci gösterememiş!... Hiç kimsenin bugüngü durumu beni ilgilendirmez. Ne yapıyorlar, neredeler, nasıllar vs. Ama Mehmet Can’ın yakalandığında gösterdiği dik duruş her yönüyle takdire şayan bir duruştur. Kemal Pir’in arşivlerde duran bu konu üzerine şiirsel mektubu unutulacak cinsten değildir. Bu duruşunu içerde kaldığı süre içinde hiç aksatmadan sürdüren nadir kişilerden biridir. Xoce’nin bütün meselesi, Mehmet Can’ın entellektüel düzeyi karşısında duyduğu komplekslerdir. Dolayısıyla, ‘Çamur atayım tutmazsa izi kalır’ anlayışına sarılmakta. Ama nereden bakılısa bakılsın, beyhude çabalar.
Bu bölümü bitirmeden önce, her geçen gün yeni bir hastalığın pencesine düşen Xoce’den bir haber de ben vereyim. Herkesten, en yakın arkadaşlarından bile gizli bana ikide bir mail atıyor. 12 Eylül savcılarına öykündüğünü gizlemiyor. Ayrıca Esat oktay Yıldıray’ın komutlarıyla da yetinmiyor, meşhur CO’sunu taklit ederek havlamalarda bulunuyor. Son e-postlarından birinde, bana,‘Çık karşıma’ diyor. Arkasından da ‘Keh keh’yaptığını söylüyor.Bu hırıltıların ne anlama geldiğini henüz çözümleyemedim. E-postlarının tümünü yayınlamadan önce pisikologlara verip tahlil etmelerini isteyeceğim. Çok ciddi paranoid symtomlar görüyor; ‘Baki’den, Naki’den bahsedip duruyor.Benden uyarması, en yakınlarına bile her an çok ciddi zararlar verebilir, yazdığım birinci bölümden sonra yaptığının benzeri!...
Baki Karer
07.03.2009
Devam decek
SEÇİM VE DEMOKRASİ
SEÇİM VE DEMOKRASİ
29 Mart 2009 yapılacak yerel seçime az bir zaman kaldı. Ama aslında seçim propagandası yasal süreçten aylarca önce başladı. Başından itibaren çekişme daha çok AKP ve CHP arasında geçmekte. MHP sürece damgasını vuracak pek fazla bir girişim içinde olmayı başaramadı. MHP ne kadar çaba gösterse de geçmişinden dolayı çok fazla bir seçmen tabanına ulaşması zaten pek olanaklı değil. Neredeyse sabitleşmiş yüzde skiz ile on barajı arasında dönüp dolaşmakta. Etnik milliyetçi çizgisinde ısrarlı davrandığı sürece, bu düzeyde kalmaya mahkumdur.
İstanbul, Ankara, İzmir ve benzeri metropol kentlerde daha çok CHP ve AKP arasında kıyasıya bir rekabetin yaşanıyor. Ama ne olursa olsun bu kentlerde de sonuç aşağı yukarı belli olmuş durumda; İzmir hariç diğer metropollerde yine de AKP ezici bir sonuç alacaktır. Bu gidişle İzmir’in de ne kadar dayanacağı pek belli değil. AKP’nin, daha doğrusu Recep Tayyip Erdoğan’ın tepkisel çıkışları sonucu İzmir bir süre daha CHP’nin yanında saf tutacağa benzemekte. Bu yarışta Diğer partilerin DSP, ANAP ve DYP’nin neredeyse adı bile geçmemekte. Aday gösterdikleri kişilerin özelliklerinden dolayı belki bir kaç beldede belediye başkanlıkları alabilirler. Bunlar da mevcut tablonun değişmesinde pek bir oynamaz.
DTP ise hiçte döneme uygun olmayan örgütlenme politik tavırlarıyla orta yerde can çekişip durmakta. Saldırganlığı ve tehditkâr tavırlarıyla bir süre daha durumunu karuyacağa benzemekte, daha doğrusu rejimin çıkarları gereği DTP biraz daha görmemezlikten gelinecek. Hakkında açılan kapatma davasının bir türlü sonuçlanmamasının altında yatan bir neden de budur. Feodalitenin son çırpınışlarını,en önemlisi de toplumda bölünmüşlüğü temsil ettiği için, kendiliğinden yokoluş sürecine bırakılmış durumda. MHP ve DYP karışımı bir politakının loca türünden bir örgütlenmesi olarak DTP, içinde bulunduğumuz konjöktürde boyunduruk altında biraz daha koşulacak. Zaten bu konuda gönüllü olmadığını söyliyemez.Bir yanı köylülüğe, feodaliteye, bir yanı da azınlık milliyetçiliğe dayanmakta. Kaldı ki, Doğu ve G.Doğu’nun ekonomik ve sosyal yapısı irdelendiğinde egemen güçlerin böylesi bir oluşumu amaçları doğrultusunda kullanmamaları mümkün değil. Demokrasinin tüm kurum kuruluşlarıyla işlerlik kazandığı koşullarda zaten böylesi bir örgütlenmenin bir gün bile ayakta kalması düşünülemez. Bu oluşum ve öncekiler biraz daha gerilere gidilerek irdelenirse, görülecektir ki, globalist politikaların ve sermayenin belirli noktalara yoğunlaşmaktan çıktığı döneme tekabul etmesi tesadüflerle açıklanamaz.
Küreselleşmenin tipik iki önemli özelliğini vurgulamakta yarar var; ‘sivil toplum örgütlenmesi’ ve diğeri de gezginci sermaye. Elbette her sivil toplum örgütlenmesi sonuçta bir toplumsal ilişkidir. Yani toplumsal ilişki yumağı içinde çıkarları ortak olan çevrelerin bir arada kümelenmesidir. Son 20 yıldan bu yana önplana çıkartılan ”sivil toplum örgütlenmesi” ile küresel sermayenin akışı ve yoğunlaşmasını birbirinden bağımsız olarak ele alma bizi globalist politakalar konusunda yanılgılara götürür. Gezginci sermaye gittiği yerde kalıcı, sürdürülebilir bir ekonomik ve mali yapının oluşmasını engellemek için özellikle doksanlı yılların başından itibaren yerelliği önplana çıkarmaya başladı. Dolayısıyla kültürel, dinsel, mezhepsel ve azınlık çatışmaları yarattı. ‘Yerellik’te ileri sürdüğü bahane de ‘sivil toplum örgütlenmesi’ yutturmacısıydı.‘Sivil toplum örgütlenmesi’ masalını yaygınlaştırırken de ‘demokrasi’ maskesini kullanmaktan çekinmedi. Oysa her yerellik şu veya bu biçimde genelden uzaklaşma demektir. Daha açık bir ifadeyle ulusal çıkarlardan, vatandaşlık bağının getirdiği ortak değerlerden uzaklaşma anlamını taşımaktadır. Ulusal değerlerin karşısına yerel değerlerin, toplumsal sorumlulukların yerine kişisel veya dar loca çıkarlarının alınması,gezginci sermayenin hiç bir zahmete katlanmadan sermayesini her geçen gün büyütmesine neden olmuştur. İşte ‘sivil toplum’, ‘demokrasi’ yutturmacası altında DTP türü örgütlenmelerinin ortaya çıkartılması boşuna değildir.
DTP yerelliğinden dolayı genel için üretici, cözümleyici olmaktan uzaktır. Dikkat edilirse hiç bir konuda çözümleyici proje öne sürememekte. Yerelliğinden dolayıdır ki, loca türü örgütlenmede çakılıp kalmıştır. Şiddeti, daha doğrusu toplumda terör estirmeyi temel almasının bir nedenini de burada aramak gerekir. Yani, bir kısım feodellerin locası durumundadır. Bu nedenledir ki, baskıyla ve korku yayarak, eğer adına politika denilirse, politika yapmaktan başka çıkış yolu yoktur. Baskı ve korku yayarak siyaset yapmanın kimler has olduğunu tekrar hatırlatmanın bir anlamı yok. TV ŞEŞ karşısında bile şeş-beş olmalarına bu anlamda şaşmamak gerekir.Burjuvalaşma arzusu taşıyıpda burjuvalaşamayan, gelişen ekonomik sosyal koşullarda yok olmaya mahkum feodalitenin son çırpınışlarını sergileyen DTP, ‘sivil toplum örgütlenmesi’, ya da ‘demokrasi’ maskesini daha fazla kullanamayacaktır. Hele hele genelde Irak ve Kuzey Irak’a yönelik geliştirilen politikalar, her geçen gün alternatifsiz kalmalarını sağlamaktadır. Kast sistemine dayalı örgütlenme modelinin ne kendi içinde ne de dışa karşı demokratik olduğu görülmemiştir. Dolayısıyla DTP’nin demokrasi ve özgürlükler sorunu yoktur. Hızla tasfiye olan yöresel sistemin bir parçası olduğu için, genel sistemin yarattığı nimetlerden biraz daha fazla pay alma kavgasını yürütmektedir. Bu yapı içinde yer alan toprak ağalarının, aşiret reislerinin bir kısmı burjuvalaşamasa da hiç olmazsa bir kaç dublex daire sahibi olarak kalma şansına sahip olacak ve ömürlerini yoksulluk içinde geçirmeyecek. Bu tavrıyla da dönüşümün daha fazla sancısız, çatışmasız olmasında iyi bir kanca rolü oynadığı inkâr edilemez.
Bu anlamda içinde bulunduğumuz konjöktürde yapılacak seçimlerin halkın özgür iradesini ne kadar yansıtıp yansıtmayacağı tartışılması gereken önemli konuların başında gelmektedir. DTP G.Doğu ve Doğu’da baskı ve şiddeti önplana çıkartarak halkın özgür iradesine gem vururken, iktidar olmanın tüm avantajlarını kullanan AKP’de manipülasyonlarla özgür iradenin sandıklara yansımasını engellemeye çalışmakta. Bu cenahta da yine ‘sivil tolum’ aldatmacasıyla cemaatlerin önemli roller oynadığını görüyoruz. Kırdan kente göç etmiş kesimlerin daha çokta 90’lı yılların başından itibaren cemaatler içinde kümelendiğini biliyoruz. AKP’nin bu dinsel loca türü örgütlenmeleri, hem sahip olduğu belediye hem de devlet olanaklarını kullanarak hızlandırdığı ve yaygınlaştırdığı bir gerçek.İşte, cemaatler ya da localar aracılığla manipulasyonlar yapılmakta. Kırsal kesimden göç ederek metrepollerin kenarlarını çevrelemiş kesimlerin şehirlerde modern yaşam ve kültürle bütünleşmeleri cemaatler aracılığıyla engellenmekte. Göçmen kitlenin genel yapıyla bütünleşmesi, yani entegresyona uğraması dinci cemaatlerin ve bunlar aracılığıyla iktidar olmayı temel almış partilerin işine hiç gelmemekte. Bunlara potansiyel oy deposu gözüyle bakılmakta. Bu nedeledir ki, AKP uzun yıllar iktidar olmasına karşılık sosyal yardım yasasını çıkarmamakta, merkezi, devlet kontrolünde sosyal yardımdan kaçınmaktadır. Bu tavır, vatandaşlık anlayışı ve kültürünün yerine cemaat anlayışı ve kültürünü egemen kılmadır. Bu nedenledir ki, AKP kapı kapı dolaşıp birkaç kiloluk poşetler halinde gıda, çamaşır makinası,buzdolabı vs. dağıtmakta. Bu, en vahşi bir şiddettir. Bu açıkça seçimleri manüpula etme demektir. Bir somun ekmeğe muhtaç bırakılmış insanlar, ‘yardımlarla’ ‘kul’ haline getirilmekte. Ama vatandaşlık anlayışının egemen olduğu yerde sorgulama, vardır. Yani, bilincin önplana çıkması sözkonusudur. Demokrasi havarisi kesilen AKP, bu yöntemlerle demokrasinin yaygınlaşmasını ve yaşamın her alanında işlerlik kazanmasının önüne geçmekte. Bu tavır eninde sonunda DYP ya da CHP mirasının devralınması anlamına gelmektedir. Sonuç olarak, AKP demokrasiden korkmakta.
AKP’nin şiddet anlayışını somutlaştıran bir başka konu da, seçim meydanlarında halka ’Tek vatan, Tek bayrak, Tek millet’sloganı attırmasıdır. Yaşadımız çağın çok gerisinde ve aynı zamanda diktatörlük çağrışımı yapan bu sloganı kendine çıkış noktası yapan bir partinin demokratikliği, demokrasi anlayışı çok tartışma götürür. Bu, Şırnak’ın her hangi bir köyünde sabahın köründe henüz uyku sersemliğini üzerinden atamamış ve annesinden Türkçe bir kelime bile öğrenmemiş çocukları askeri hazırol duruşuna geçirerek her sabah ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım...’dedirtmeden daha öte bir durumdur. Hani Kürtler ‘kardeşimiz’ di, bu ülkenin ‘asli unsuru’ idi?
CHP cenahında değişen bir şey yok. Deniz Baykal kliği 1930’ların rehberlğinde bağdaş kurup oturmaya devam edeceklerini zaten ilan ettiler. Seçkinci romantizmini yaşamaya devam ediyor...‘Dağ başını duman almamış/ güneş ufuktan doğmamış/ tam tekmil yatmaya devam edelim arkadaşlar.’ CHP’nin konumu kısaca budur.
Manipülasyonlardanve şiddet anlayışından kutulduğumuz oranda daha gelişkin bir demokrasiye kavuşacağımız kesindir.
15/03/2009
Baki Karer
19 Kasım 2008 Çarşamba
İT ÜRÜR KERVAN YÜRÜR I
1
Interneti açtığımda çok fazla gezinti yapmam, araştırmak istediğim konular neyse onlara uygun adreslere girerim. Bazen de web sayfamı açar yayınlayacağım yazı varsa yayınlarım. Bir de günlük ulusal gazeteleri düzenli olarak takip ederim.
Arkadaşlar ısrarla bir web sayfasının hakkımda olur olmaz yazılar yayınladıklarını söylediler. Ben de ‘olur, normaldir’ diyerek her zaman ki gibi geçiştirmeye çalıştım, fakat bu sefer ısrarla, ‘Şahsına karşı hakaret var, küfür var, muhakkak okuman gerekir dediler.’Bahsedilen web adresini açtım ve okudum. Bahsedilen Alman beslemesi, gerçekten hakaret edici yazı yazmış. Bir amaç uğruna kavga yürütmekten aciz, ideolojisi ve bir politik duruşu olmayan asla da olmayacak bu ucube, terbiyesizce bir şeyler karalamış. Oysa Google’den ismimi arasaydı web sayfamı ve bloglarımı rahatca bulabilirdi, yazılarımı okuyabilirdi. Ama adamın amacı farklı; ortamı bulandırmak istediği her haliyle belli. Tipik korkakların, toplum dışına düşmüşlerin, daha doğrusu çukurda pislik içinde üremişlerin debeleniş biçimlerini sergilemekten zerre kadar terettüt etmiyor. Adam, pislikleri yıllarca içinde sindire sindire bağışıklık kazanmış.
Yurt dışına çıkalı yıllar olmuş, bir gün bile alınteriyle yaşamamış onun bunun sığıntısı ve koruması altında kemik parçaları toplamakla iştigal etmiş. Bu duruşunun da ’çok şerefli’ olduğunu ısrarla savunuyor. ‘Alınterinle yaşamı niçin tercih etmiyorsun’ sorusuyla karşılaştığında ise, hiç yüzü kızarmadan ‘Hastayım’,ya da ‘Alman devleti beni besliyor’ diyebiliyor. Onun bunun kucağına oturarak bakılmayı alışkanlık haline getirmiş... Oysa eli, ayağı sağlam; pineklediği kahve köşelerinde önüne gelenle bilek güreşi bile yapıyor. Beleşten bilet parası bulduğunda, ya da dayıları ‘Git’ dediğinde trenle yüzlerce kilometreyi katedebiliyor, gevezelik yapmak, zaman öldürmek için hergün kilometrelerce yol yürüyebiliyor. Karanlık odalarda sabahlara kadar uyumadan hiç durmaksızın çayını yudumlayıp dumanaltı oluyor.... Tüm bunlar gösteriyor ki, çalışarak çok rahat hayatını kazanabilir.
İnsan olan insan her şeyini kaybedebilir, ama kaybedemeyeceği tek bir şeyi vardır, o da, onurdur. Onurlu olmanın, başı dik olarak ayakta kalmanın ölçütü yaşamı alın teriyle kazanmadır. Bunca yıldır bir gün için bile çalıştığına dair bir ücret ya da maaş bordusu gösteremez. Yani, nereden bakılırsa bakılsın, her yönüyle karanlık güçlerin beslemesi; istihbarat-polis ve sosyal yardım kurumu üçgeninde sürdürülen onursuz bir yaşam... Uzun sözün kısası, bu zat, onurunu kaybetmiş bir kere.
İşin, mesleğin kötüsü olmaz. Temizcilik, garsonculuk, ya da bulaşıkcılık yapabilir. Hiç bir şey yapamıyorsa pazarlarda masa üzeri bir şeyler alıp satabilecek gücü var. Ama alın teriyle yaşam kazanma sözkonusu olduğunda, ‘OLMAAAZ’ diyor. Neden? Çünkü adam histeri nöbetlerine tutulmuş, illa ‘Ben de seruk olacağım’ diye tutturmuş. Şimdilik ismini ‘Xoca’, yani ‘Hoca’ ilan etmiş, eski ‘seruk’unun taktiklerini kullanarak “Seruk olacağım” diye onurunu ayaklar altına aldırmış, ortalıkta soytarıca kıvırtıp duruyor. Daha da ileri giderek ‘Kıvırtıyorum, herkes bana yardım göndersin, Eyfel’in tepesinde şarap içeyim’ diyebiliyor. Kıvırtırken, şarap için Eyfel Kulesi’ne tırmanmayı göze alırken hasta falan değil. Ama alın teriyle çalışarak yaşam idame ettirme sözkonusu olduğunda, ‘hasta!’ İşte ‘BÖYÜK HOCA’, pardon, ‘BÖYÜK XOCE’ böyle olunur. Ama yanılıyor; ‘seruk’un orijinali dururken sahtesini kim ve neden satın alsın?
Bu adı geçen süblimleşmiş mahluka, web sayfasını zenginleştirmek ve biraz daha okuyucu kitlesi bulmasına yardımcı olmak için iddialarına yanıtımı biraz daha sürdüreyim. Gördüğüm kadarıyla konu bulmakta sıkıntı içersinde zavallı. Çünkü siyasal ve ekonomik gelişmelere belli bir perspektiften bakarak yorum yapacak düzeyde beyni çalışmıyor. Bütün becerisi; çay içme, dumanaltı olma ve dedikodu... Gürültüyü çok sevdiği için sayfasında gürültü kopararak isminin önplana çıkmasına biraz daha yardımcı olayım. Keçi çobanlığından internette çatçılığa terfi ettiği için, eline biraz daha malzeme vereyim ki, köşesinde beş-altı yıl daha oyalansın.
Benimle bir görüşmeden bahsedip duruyor. Doğrudur, bu zatla görüştüm. Bana bir arkadaşım aracılığıyla haber göndermişti. Buluşmadan önce aramızda bir telefon konuşması geçti. Telefonda benimle çok acil konuşmak istediğini, ağlamaklı bir ses tonuyla ‘Zaten birkaç aylık ömrüm kaldı, geberip gideceğim’ diyerek buluşmayı ısrarla istedi. Ben de, ‘Tamam görüşeceğim’ dedim. Söz verdiğim tarihte ve satte göüşmeye gittim.
Verdiği adreste apartmanın kapısında beni karşıladı. Her zaman ki duruş ve davranış biçiminden hiç bir şey kaybetmemiş; yağcı, efendimci ve adeta yalvarışcı duruşuyla ve acındırıcı bakışıyla kapı önünde diyeliyordu. Merdivenlerden yukarı çıkarken, ‘Biliyor
musun, ben Kürt faşisti oldum, neler çektim bir bilsen, hepsini anlatacağım’ dedi. Ben de, ‘Faşist faşisttir, faşitleri milliyetine göre değerlendirme anlayışım yoktur, geçen süre içinde kendini bayağı geliştirmişsin!’ dedim. Son dönemlerde ‘Benzer tikellerin tümüller şemsiyesi altında bir araya...’ getirme çabalarına bakıldığında ‘Faşist oldum’ demesini daha iyi anlıyorum. Kandilcilerin saf kan ulus yaratma çabaları üzerinde bayağı kafa yorduğu belli.
Merdivenlerin sonuna doğru geldiğimizde ise, ‘Senden ricam arkadaşların yanında bana ismimle hitap etme, Hoca diye hitap edersen çok sevinirim.’ demesi karşısında şaşırıp kalmıştım. İstediği biçimde hitap etmem için neredeyse ayaklarıma kapanacaktı. Ben de, ‘Bir yanda feodal kuruntular, bir yanda faşistlik...’ dediğimde, yemek artıklarının sallandığı bıyıklarını oynatarak, hiç diş fırçası görmemiş, araları yediği nesnelerin kırıntılarıyla dolu dişlerinin olancasını gösterecek biçimde sırtarmaya başladı.
Nihayet bir odaya girdik, bir süre sohbet ettik. Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum ama su içmek için mutfağa yöneldiğimde, bu zat da beni izledi. Mutfakta ayaküstü konuşmaya, dertlerini tek tek aktarmaya başladı; ‘İyi bir aile reisi olamadım, karım beni aldatıyor, çocuklarımın ise durumları analarından beter; içinde bulundukları durumları anlatarak zamanını almak istemiyorum....’ Ben de, ‘Çok feci bir tablo çizdin, bunları anlatmanın ne yararı var bilmiyorum. Aile içi sorunların konusunda söyliyecek birşeyim yok’ diyerek tekrar odaya döndüm.
Zaman epeyce ilerlemişti, sanıyorum saatler 03’ü gösteriyordu, uyumaya başladık. Daha sabah şafağı atmamıştı ki, beni uyandırdı. Büyük bir sabırsızlıkla konuşmaya başladı; ‘Ben örgütten ayrıldım ama aslında satrateji ve taktikler doğruydu, sadece liderde hata vardı.’ däye epey geveleyip durdu. Eninde sonunda ondan beklediğim bir yaklaşımdı. Devamla, ‘Basın-yayın sorumluluğundan beni alması haksızlıktı, beni bu görevden almasaydı, canla başla çalışmaya devam ederdim.’ Gayet sesiz, hiç müdahalede bulunmadan, konuşmasını bitirmesini bekledim. Sonunda, ‘Stratejisi ve taktiklerini doğru bulduğun örgütten ne diye ayrıldın, o kadar çok istiyorsan geri dön ve lider sen ol’ dediğimde, büyük bir huşu içinde kirli bıyıklarını dişlerinin arasına alarak kemirmeye başladı.
Artık sıkılmaya başlamıştım. Konuşmayı bitirmek için uygun bir yöntem arıyordum. Durumunu iyice kavramıştım. Bayın, içinde ‘mevki’, ‘kariyer’ kavgası verdiği yapının nasıl bir yapı olduğu yönündeki görüşlerimi kısaca dile getirdiğimde, büyük bir tepkiyle karşılaştım. ‘Hayır, yürütülen mücadelenin doğru olduğuna inanıyorum, şimdi bile beni Avrupa’da gazetelerinin sorumluluğuna getirseler arkama bakmadan koşa koşa giderim...’ yönlü nara atmaya başladı ve bir türlü unutamadığı liderinin savunucusu konumuna geldi. Tam bu noktada, ‘Seni buraya kim gönderdi’ diye bir soru yönelttim: Birden kıpkırmızı kesildi; açığa çıkmışlığın verdiği tedirginliği yüzüne yansıtamamazlık yapamadı. Daha fazla kalmanın gereksizliğini düşünerek, evden ayrıldım.
Onun bunun kapısında yaptığı uşaklığa bakmadan, bu buluşmayı yıllardır yalanlarıyla allandırıp pullandırıp yazıp çizmiş ve halen de devam ediyor. Karanlık güçlerin ellerinde oyuncak olmuş bir kere, istese de geriye dönüş yapamaz. Son günlerde özenti duyduğu, bir türlü unutamadığı liderinin yükünü hafifletme çabalarına yeni bir ivme kazandırmış görünüyor; Küçük ve çetesinin Almanya temsilciliğine soyunmuş. Dayandığı Alman ağaları böyle emir buyurmuş. Alın teriyle bir gün bile yaşam sürdürmemenin sonucunun böyle olacağı belliydi.
Bu arada o kadar enerjisi var ki, ailesinin içinde bulunduğu konumu hatırlatırcasına, çöpçatanlığı ek meslek edinmiş. Karısı için yaptığı çöpçatanlıktan epeyce tecrübe edinmiş olacak ki, yeni kariyerinde epeyce ilerlemiş... Ek gelir kaynağı da olsa, kendine en yakışan bir mesleği! daha bulmuş. Ne diyeyim, hayırlı olsun!..
Bu soytarının bir kaç gün değil, beş altı yıl daha oyalanması, daha doğrusu iyi kıvırtabilmesi için biraz daha sahasını genişletmek gerekiyor: ‘Sütten çıkmış tek kaşık benim!’ diye orada burada boy gösterip duruyor. Ne de olsa tırşıkçı, hem de Alman tırşıkçısı. Tırşıkçılıkta yaptığı terfiyi büyük bir meziyet olarak gördüğü için, herkesi ‘Hain ve işbirlikçi...’ ilan ediyor. Daha doğrusu Şefine yaranmak ve hȃlen izinde olduğunu kanıtlamak için elinden gelen her çabayı yürütüyor. Ola ki, bir gün geri çağırırlar ve ‘Gazetelerin başına geç’ diyebilirler... Bu umutla Esat Oktay’ın CO’su gibi sağa sola saldırıyor.
Yakalandığında ‘Kaçakçıyım’ diyerek kurtulmuş! Bu nedenle de ne kadar ‘zeki’ olduğunu anlata anlata bitiremiyor; ‘Devleti kandırdım’ diyor. Başlı başına irdelenmesi gereken bir konu ama şimdilik bir tarafa bırakalım.
Metruk köşelerin ucubesi bu zat, Mehmet Şenel’in öldürülmesi için bir dönemler nasıl bir çaba içinde olduğunu herkes bilir. ‘Şenel’in görevini sana vereceğiz’ vaadini alır almaz Şam’a nasıl koştuğunu çok iyi biliyoruz. Sadece bu kadar değil; Şam’a varır varmaz ilk işlerinden biri, Şener’in katledilmesi için oluşturulan ekibe şefiyle birlikte karar vermesidir. Elinde tabanca Mardin’de KUK’cu kovaladığı, Nuseybin’de Batman’da silah zoruyla köylülerin cüzdanlarını soyduğu dönemden edindiği tecrübelerini konuşturmaya başlar. Şenerin ölüm haberi geldiğinde de sevincinden sarhoş olur. Mehmet Şener’in katledilme haberini alır almaz büyük bir şevk ve heyacan içinde verilen her görevi kabul eder ve gönül rahatlığıyla yeni tertipler için kolları sıvar.
İstanbul’a gelir gelmez ilk iş olarak sıgara kaçakçılığına el atmak olur. Ama bu konuda doğruyu söylemek gerekirse, başarılı da olur. Sıgara kaçakçılığından büyük vurgunlar vurur, hem örgütünü hem de kendini ihya eder. Bursa ve Van mafyalarıyla ‘sağlam’ ilişkiler geliştirir. Xoce’nın sıgaradan, özellikle de Marlboro sıgarasından elde ettiği vurgunlarla öylesine iştahı açılır ki, örgütüne sayfalar dolusu raporlarla esrar ve eroin kaçakçılığına da el atacağını bildirir. Sonuçta bu önerisi de kabul edilir. Özellikle Van’lı mafya grubuyla İstanbul-Almanya arası esrar-eroin trafiğini kontrol etmeye başlar. Bu konuda öylesine sınır tanımamazlık yapar ki, karşı çıkan herkesi Bekaa’nın da desteğini alarak tek tek tasfiye eder.
Süblimleşmiş bu zatın yediği herzeler bu kadarla kalmıyor. İstanbul’da kurduğu güçlü! bağlantılar sayesinde terfi ederek bir süre sonra ver elini Almanya der. Evet, Almanya’ya geldikten sonraki icraatları da başlıbaşına irdelenmesi gereken bir nokta. Ama şimdilik bu kadar yeter. Malum Xoce’nin kısa da olsa gerçek potresi böyledir. Yeni türeme Esat Oktay CO’larına ayıracak fazla zamanım yok.
BAKİ KARER
15.10.2008
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Ortadoğu'da Dönüşümün Sancıları Irak-Şam İslam Devleti isimli eli kanlı örgütün Irak ve Suriye'de başlattığı saldırı...
-
‘DERSİMDE ANALAR AĞLAMADI MI?’ 10 Kasım’da Büyük Millet Meclisi'nde düzenlenen ‘açılım’ o...
-
Yaklaşan Genel Seçimler Üzerine 7 Haziran 2015 genel seçimi yaklaştıkça, tartışmalar da yoğunlaşmaya başladı. Siyasal atmosfer tahm...