23 Ekim 2012 Salı

KORKMAYIN, ŞİMDİ KORKMANIN ZAMANI DEĞİLDİR

KORKMAYIN, ŞİMDİ KORKMANIN ZAMANI DEĞİLDİR





Ayvazın biri birkaç gün önce bazı gazetelerde yayınlanan bir röportajında iç savaşa çağrı yaparak herkese meydan okuyor. 'Korkun' diyor. Yani 'biz geliyoruz, çok kan akıtatacağız, yeneceğiz' diyor. Belli ki, çok sinirli, kahyalıktan men edilişini, daha doğrusu aldığı yenilgiyi hiç hazmedememiş. Öylesine sinirli ki, destek aldığı bazı ev hizmetçilerini bile azarlıyor. Cehepe'yle kurulan cepheyi bozuyor. Peki, siperde ittifakı bozup, vuruşma meydanından arkasına bakmadan kaçanların tarihin her döneminde korkak olarak nitelendirildiğini bilmiyor mu? Elbette biliyor. İşine son verilmiş, bir kuytuda malum geleceğini bekleyen bu ayvazı korkutan ne oldu? Bu zatın avurnalar gibi sesler çıkarmasına neden olan çok ciddi gelişmeler olmuş ki, hörgüçlerini paralarcasına toprağa sürtmekte.

Bu bay, profesörlük, hayran olduğu dille hitap edersek, professeur ünvanına güvenerek Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinden örnekler vererek, birlikte hareket ettiği cephenin darma dağın olduğunu bile bile zafer elde edeceğini iddia ediyor. Yenilginin verdiği kızgınlığı saklamaya çalışarak, zaman zaman da rüzgara karşı durmaya çalışan Gelincik edasıyla masumiyet taslıyor. Ama hangi kılıfa bürünürse bürünsün, kaybetmiş taraf olduğu bir gerçektir.

Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde ortaya çıkmış bazı olayları aferist bir tutumla değerlendirmeye çalışmakta. kendini ve kendisi gibi düşünenleri, olmaması gereken bir zemin üzerinde değerlendirmeye tabii tutmakta. Daha doğrusu, tarihi gelişmeleri tersyüz etmekte. Çünkü özentili biri; öğretmenine yaraşır bir öğrenci olma çabasından ziyade, öğretmenini aşma özentisi içinde kıvranan biri. Attığı çiziklere bakılırsa, ömrü kendini bu yönde ispat çabasıyla geçmiş. Öğretmeni tarih üzerine beş cilt mi yazmış, o da illa beş cilt yazacak; sırf 'ben de beş cilt yazdım' diyebilmek için. Varsayımlar üzerine yazmış olması hiç önemli değil. Onun için önemli olan, Don Kişot olarak adlandırılması. Don Kişotluğu onum olarak görür her zaman.

Bilinen bu özelliklerine karşın, tarihi değerlendiriken yaptığı en önemli hata, kendini ve ekibini olmaması, daha doğrusu yer almadığı ve hiç bir zamanda alamayacağı tarafa koyarak değerlendirmeye tabii tutmasıdır. Oysa Eşkinci değil, Yeniçeri'dir. Yani esnaflaşmış, giderek çeteleşmiş, halktan haraç toplayan, toplumsal gelişmenin önüne 'zor'u direten Yeniçeridir. Baldırının yanmasına o kadar alışmış olacak ki, pantolon içinde hiç rahat etmemekte; eski günlerine dönüp 'baldırı yanık' olarak dolaşmak istemekte, istemekteler. Beyhude çaba; gelinen aşamada 'to be or not to be' Onun için bir anlam taşımamaktadır artık. Birlikte hareket ettiği taraf, varlığını tartışacak, tartıştıracak noktada olmanın çok gerisinde. Mecrasında ilerleyen sosyal gelişmelerin önüne çekilmeye çalışılan 'zor', çoktan suların dibinde paslanmaya yüztutmuş. Bu paslanma, 'çalışma ilkelerini doğa ve toplumdan' türetemeyen aklı temsil eder.

Bu noktada aydını, aydın olmanın özelliklerini tartışmak gerekir ama yeri değil. Şu kadarını söyliyeyim ki, paşalara dayanarak, paşaların gölgesine sığınarak aydın olunmaz. Paşalara sığınma, özellikle de Cumhuriyet döneminde, azalacağı yere giderek artan bir olgudur maalesef. İçerde iç savaş ilanı yapan bayımız misali bizde, aydınların çoğu 'kurtuluş' için 'Hareket Ordusu' beklentisi içinde olmuştur.

Aydın geçinen Ergenekoncuların 'Hareket Ordusu', Beytüşşebab-Şırnak hattının Kazan Deresi'inde boğuldu. Açık söylüyorum, hezimetle sonuçlanan beklentilerin hayalini bile bir daha kuramayacaklar. Silivri'den başlayıp İmralı'dan geçen ve Kandil'de son bulan cephe yıkıldı; bir daha asla! Ve unutmak zorundalar. Paşalara dayanan kadro hareketinin sonu. Yine açık açık söylemek zorundayım; Bu yenilgi, silahın zoru ile olmamıştır; Hakkari, Şırnak, Beytüşşebab halkının, Kürt halkının dik duruşu sayesinde olmuştur. Her kadro hareketinde olduğu gibi Erkenekoncu kadro hareketinin 'yığın' olarak gördüğü halk, en büyük şamarı vurdu. Üstelik ilk şamarı vuran da Kürt halkı oldu. Yani 'gericiliği geriletmek için yığın kullanılır' tezi hapı yuttu.

Demek istediğim şu ki, Gladyo'nun beklentisine yanıt verecek ordu çıkmaz, ya da Ordu, beklentileri karşılayacak 'Ordu' olmaz. Ordu er, ya da geç 'iç düşmanlar' yaratanlara ilham kaynağı olmaktan çıkmak zorundadır. İçinde bulunduğumuz süreçte böylesi bir değişim başlamış durumda. İç düşmanlar yaratma hantalların, tembellerin işidir. Cehepe'ye gelince; cehepe artık Chp'lilerin olmaz, ama bir süre daha iki arada bir derede kalmaya devam eder; bu ikircimliliğin iç savaş çığırtkanlarına bir yardımı olmaz. Sonuç olarak, ne Halâskâr Zapitân'a ne de Hareket Ordusu'na yer yoktur. Anadolu'da 31 mart vakası yaşanıyor diyenler, kendi kendini aldatıyor.

Son söz; korkunuzdan 'bir daha asla' diyerek yola koyuluşunuz, Kürt halkına karşı 1988'de yaşanan Enfal'i yaşatmak içindi ama olmadı. Ne Kürdün, ne Türkün, ne de Çerkezin korkusu var; iç savaşa davetiye çıkaranların yüzüne tükürülmüştür. Şimdi korkma zamanı değil, çünkü 'yığın' yok, daha fazla demokrasi ve özgürlük için kavga veren yurttaş var.



BAKİ KARER

23.10.2012





6 Ekim 2012 Cumartesi

SURİYE'YE KARŞI MİSİLLEME

SURİYE'YE KARŞI MİSİLLEME







Bugün Suriye'den ateşlendiği iddia edilen top mermileri Akçakale ilçesinin merkezine düştü. Son geçilen haberlere bakılırsa 5 ölü ve 15 yaralının olduğu söylenilmekte. Akçakale'ye birkaç yüz metre ötede sürdürülen çatışmaların bu ilçede hayatı yaşanmaz hale getirdiği biliniyordu. Sadece Akçakale değil, tüm sınır boyunun güvenli olmadığı ortadaydı. Bu nedenle Türkiye ile Suriye arasında her an bir çatışmanın çıkabileceği kaygısı taşınıyordu. Nihayet bu kaygı bugün için çok sınırlı da olsa karşılıklı sınır çatışmasına dönüşmüş durumda. Bunun uzun süreli olacağına ihtimal vermiyorum. Türkiye'nin bir düzüne top atışı ile karşılık vermesiyle sınırlı kalacaktır.

Şu anda Türkiye'nin topyekün bir savaş başlatacağını sanmıyorum. Hükümet hem iç kamuoyu nezdinde zor durumda kalmamak, hem de Suriye yöntimine gözdağı vermek için misilleme yapmayı bir zorunluluk olarak görmüş durumda. Ayrıca uluslararası alana da mesajını vermiş oldu.

Suriye üzerinden yeni bir Ortadoğu haritası şekillendirilmek isteniyor. Ama bunun pek öyle kolay olamayacağını tahmin etmek zor değil. Mezhep ayrımı üzerinden şekillendirilmeye çalışılan yeni haritanın çok kanlı olacağını tahmin etmek güç değil. Ortadoğu'da mezhep farklılıklarına dayalı çatışmaların ve savaşların bir kaç onyıla yayılma ihtimali de vardır.

Türkiye'nin Ortadoğu'da diktatörlüklerin yıkılması sürecinde özgürlük isteyen halkların yanında tavır alması doğru bir politikaydı. Ama giderek bu sürecin mezhep kavgasına dönüşme tehlikesi karşısında daha gerçekçi bir tutum takınabilirdi. Bu anlamda Bölge'nin güçler dengesini daha bir gözden geçirmesi gerekiyordu. Yaptığı en önemli hata, Suudi Arabistan ve Katar ittifakını temel almasıydı. Bu ülke iktidarlarının da birer diktatör olduğunu gözardı etmeyecekti. Böylesi bir ittifak, Türkiyenin özgürlükler karşısındaki tutumunu sorgulamayı da beraberinde getirdi. Oysa bölgede oluşan siyasal ortam daha bağımsız hareket etmeye elverişliydi. Ayrıca hükümet Suriye'de çok aceleci davranmakla kalmadı, Rusya'ya rağmen sonuç alacak biçimde hareket etti. Avrupa'nın kayıtsız kalacağı, ABD'nin çok fazla başını ağrıtmayacak bir taktik izleyeceği daha başından belliydi. Rusya'nın daha başından itibaren alternatif bir güç olduğunun hesaplanması gerekirdi.

Ortadoğu'da etkin olma mücadelesinde geri plana düşen Iran'ın takındığı ve gelecekte takınacağı tutum da dikkate alınmak zorunda. İran dış destekten tümden yoksun kalsa da, kullanabileceği argumanlara sahiptir; bunlardan biri de, mezhepler arası çatışmadır. Nitekim şimdiden Körfez ülkelerinden başlayıp Irak'ı da kapsayacak biçimde Lübnan'na kadar uzanan bir bölgede mezhep ayrımına dayalı bir hat oluşturmuş durumdadır. Türkiye, oluşturulan bu fay hatlarında birini seçmeden hareket etme olanağına sahiptir. Fay hatları üzerinde durarak politika belirleme, gelecekte ateş içine düşmeyi getirebilir. Yani mezhep ayrılığı üzerinden hareket ederek kazanılacak bir şey yoktur. Bu noktadan hareketle, Ortadoğu'da ortak hareket edilecek temel ittifakcı güçlerin yeniden belirlenmesine ihtiyaç vardır. Suriye'de Esad iktidarı er veya geç yıkılmaya mahkumdur. Önemli olan, Esad sonrası oluşacak iktidarın mezhepsel ayrımı tümüyle dıştalamasıdır. Türkiye böyle bir iktidarın biçimlenmesinde belirleyici rol oynayabilir.

Suriye'deki iktidar kavgası Türkiye içinde de safların belirlenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. CHP ve irili ufaklı müttefikleri; BDP gibi suni oluşumlar statükonun, yani diktatörlüklerin yanında tavır almıştır. Bu kesimin bir süre önce Hatay'da düzenlediği protesto, Almanya dazlaklarının göçmenlere karşı düzenledikleri protestoları anımsatmaktan uzak değildi. Aradaki fark, bu protestoların 'sol' ve 'sosyal demokrasi' adına yapılmış olmasıdır. Protestoyu düzenliyenlerin savaş karşıtlığı ile diktatörlük karşıtlığını birbirine karıştırdıklarına inanmıyorum. Tüm bu çırpınışlar, CHP ve müttefiklerinin çıkışsızlığının ifadesidir. CHP ittifakının bir ayağı da Suriye'de PYD (Demokratik Birlik Partisi)dir. PYD güçleri Kürt halkına karşı kullanılan Şebiha güçleridir. Esad sonrasında Süriye'de Kürt halkının PYD'yi muhatap alacağını sanmıyorum. Esad tarafından ellerine verilmiş silahlarla halkı susuturmaya çalışsalarda uzun vadede başarılı olacaklarına ihtimal vermiyorum. Kürt halkı giden Esad'ın yerini bir başka Esad'ın almasını kabullenmeyecektir.

Sonuç olarak, Türkiye'nin tek başına Suriye'ye karşı savaşa gireceğini düşünmüyorum. 2013'ün Nisan ve Mayıs ayları, Esad iktidarının devam edip etmeyeceğini belirleyecek aylar olacaktır.

Baki Karer

03.10.2012

27 Eylül 2012 Perşembe

ŞEMDİNLİ'DE KİM SAVAŞIYOR?

ŞEMDİNLİ'DE KİM SAVAŞIYOR?



Şemdin'lide 17 Temmuz'dan itibaren çatışmaların sürdüğü bilinmekte. Gerek yazılı, gerekse de görsel medyada gün, hatta saatler geçmiyor ki çatışma haberleri verilmesin. Ulusal televizyon kanallarında çatışmalar üzerine akla gelmedik her türlü yorumlar yapılmakta. Kimileri PKK'nın düzenli savaş aşamasına geçtiğini dahi iddia etmekte. Şemdinli ve çevresinde yürütülen çatışmaları kimileri Suriye'nin, kimileri de İran'ın kışkırttığını söylemekte, hatta bazıları Türkiye'nin Suriye politikasına karşı İran'ın bir misillemesi olarak nitelendirmekte. Son dönem çatışmalarda Suriye, İran ve Irak'ın Türkiye'ye karşı takındıkları tavırlar birer faktördür ama bunların hiç birinin belirleyici olmadığını özellikle belirtmeliyim.

Temmuz ayından bu yana yoğunlaşan olayları daha iyi anlayabilmek için kısa geçmişte ortaya çıkmış bazı olayları değerlendirmek gerekir. Kimileri dönüm noktası olarak Dersim'de Hüseyin Aygün'ün kaçırılmasını, kimileri özellikle 23Temmuz'dan itibaren Şemdinli'de yoğunlaşan çatışmaları, kimilerileri de 20-08-2012'de Antep'te çocukları katleden bombalama eylemini almaktadır. Bana kalırsa bunların hiçbiri de dönüm noktası değildir. Eğer illaki bir dönüm noktası alınması gerekiyorsa, 2011'in 13 Temmuz'unda yapılan Silvan saldırısı temel alınmalıdır. Çünkü Silvan saldırısı, Öcalan'ın derin devlet odaklarının elinden alınmasına bir tepkidir. Derin devlet güçleri, Öcalanı istedikleri gibi kullanamayacağını anlayınca, Hükümeti tehdit için Silvan baskınını gündemleştirmiştir. Yani Silvan olayından sonra derin devlet, Öcalan'ı elinden kaybetmiştir. Bu tarihten itibaren Öcalan üzerinde hükümet denetim kurmaya başlamıştır. Aslında KCK falan baştan itibaren uydurma bir oluşumdu. Yani KCK hükümetin MİT aracılığıyla Öcalan'ı denetim altına almak için derin devlet güçlerine karşı yürüttüğü bir operasyondu. İhtiyaç duyulan denetim sağlandıktan sonra tasviye edildi. Öcalan, değişen güçler dengesine bağlı olarak artık yeni yerini belirlemiş oldu. Derin devlet denilen oluşumun tekrar Öcalan üzerinde etkili olacağını sanmıyorum. Bu karanlık güçler yeterli olmasa da önemli ölçüde darbeler almıştır. Elbette bu yeterli değildir. Türkiye’de Gladyo’nun Kürt ayağına, yani PKK ayağına dokunulmadığı sürece, derin devlet güçleri, değişik biçimlerde zaman zaman siyasal sürece müdahale edecek fırsatlar ortaya çıktığında, bu fırsatları değerlendirmeye devam edecektir. Ama geçmişte olduğu gibi belirleyici konumda olamayacaklardır. İşte son dönemde Şemdinli-Beytüşşebap-Şırnak bölgesinde yaşanan olayları bir de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Derin devletin yeniden canlanma ve yaşanan siyasal sürecte yeniden belirleyici konuma gelme çabaları olarak görmek gerekir. Yani Ortadoğu'nun içinde bulunduğu siyasal ortamı bir fırsat görerek içte iktidar kavgasıyla bütünleştirmek istemekteler.

Eylemlerin biçim ve kapasitesine bakıldığında, karanlık güçlerin emir ve komutasında hareket edildiği rahatça görülecektir. Eylem biçimleri arada bir karakol baskınlarıyla asker öldürme, daha çokta sivil halkın malına ve canına kastetmedir. Çocukları öldürüyorlar, yol kesip halkın kamyonlarını yakıyorlar, şantiye basıp makinaları kırıp döküyorlar, esnafa kepenk kapattırıyorlar. Sonuçta bölge halkını göçe zorlamak için gayret gösteriyorlar. Doksanlı yıllara geri dönüş için her türlü çabayı yürütmekteler. Kargaşa ve kaos onlar için kolay kazanç kapısıdır. Ama olaya sadece bu çerçevede değil, biraz daha geniş bir perspektiften bakmada yarar var. O zaman PKK ve sivil görünümlü uzantılarının amaç ve hedefleri daha iyi anlaşılır.

Ülke içinde kıyasıya bir iktidar kavgası var. İçte yürütülen iktidar mücadelesine paralel Ortadoğu’da pazarları yeniden bölüşüm kavgası var. Ortadoğu'da yeniden bölüşüm savaşının odağında da her zaman olduğu gibi, petrol ve doğal gaz yatakları bulunmaktadır. Türkiye, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarıyla birlikte Ortadoğu ile daha fazla ilgilenir olmuştur. Artık Türkiye’de Ortadoğu, Kafkas ve Doğu Akdeniz bölgelerinde yürütülen paylaşımda ‘Ben de varım’ demektedir. Oysa Ortadoğu, uzun yıllardan bu yana, ABD-Büyük Biritanya ve İsrail ittifakıyla Türkiye’ye kapatılmıştır. Zaten ikibinli yıllara kadar da Türkiye’nin ekonomik gücü bu ittifaka karşı çıkabilecek düzeyde değildi. İktidar, Ortadoğu ve dünya genelinde güçler dengesini tüm yönleriyle değerlendirmelerde bir çok noktada yanlışlara düşmesine karşın, özellikle Ortadoğu ve Akdeniz’de varlığını hissettirmeye çalışmaktadır. İktidarın önüne koyduğu bu hedeflerle, Türkiye'nin ekonomik, askeri ve siyasal gücünün ne oranda orantılı olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu. Ama en azından çokyönlü politik uygulamalar içine girmesi ve bu doğrultuda bazı noktalarda ilerlemeler kaydetmesi, uluslararası planda bir çok çevreyi rahatsız etmekte.

İçinde bulunduğumuz koşullarda Ortadoğu’ya yönelmiş bir Türkiye, AB'nin, daha çokta Almanya'nın Bölgedeki çıkarlarına ters düşmekte. İşte son dönemlerde Şemdinli’de yaşanan olayların arka planında Almanya vardır. Hem Batı ile ilişkilerini devam ettiren, hem de Ortadoğu, Kafkasya ve Afrika ile ilişkiler geliştiren bir Türkiye en fazla Almanya'nın işine gelmemektedir. Almanya bu bölgelerde İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri'nin politikalarına karşı Türkiyesiz etkin bir tavır sergilemesi pek olanaklı değildir. Bu nedenle Almanya derin devleti Türk derin devletiyle sıkı bir ittifak içinde PKK'ye her türlü imkanları sunmakta. Finanas Almanyadan, yöneticilik yerli derin devletten, vurucu ekipmanların önemli bir kesimi de Suriye, İran ve son dönemlerde az da olsa Irak'tan temin edilmektedir. Tüm bu tarafların çıkarları şu anda çakışmaktadır. Yeni bir İttihat ve Terakki arayışı içinde olan Almanya, Türkiye'nin özellikle Ortadoğu ve Doğu Akdenizden çekilmesini ve aynı zamanda Kafkas-Avrupa arası enerji koridoru üzeride tam anlamıyla söz sahibi olmak istemekte. Suriye içişlerine doğrudan müdahale edilmesine karşı misilleme yapmakta, İran ise, Suriye'de savaşan muhalefin yanında olan Türkiyeyi bir noktada oyalayıp Bölge'de yalnızlaşmanın önüne geçmek istemekte. En azında Esad iktidarının yıkılışını üzün bir süreye yaymaya çalışmakta. Irak'ta Nuri El Maliki iktidarı ise İranla birlikte hareket etmekte. Bu arada İsrail'in izlediği sinsi politika başlıbaşına irdelenmesi gerekir. Türkiye'de derin devlet Bölge'nin içinde bulunduğu böylesine karmaşık ilişkiler ağının ortaya çıkardığı bu fırsatı kaçırmak istememektedir. Daha anlaşılır bir biçimde anlatacak olursak, Şemdin'li-Beytuşşabap hattında devam eden çatışmarara komuta edenler, Musa Anter'in katilini yıllardır bu bölgede saklayanlardır.

21.09.2012

BAKİ KARER





3 Nisan 2012 Salı

APOCULARIN İÇ İNFAZLARI VE FAİLİ MECHULLER

APOCULARIN İÇ İNFAZLARI VE FAİLİ MECHULLER



Derin Devlet ve PKK işbirliğiyle yıllardır sürdürülen cinayet ve katliamlar; nihayet araştırılmaya başlandı. TBMM İnsan Hakları Araştırma Komisyonu'na bağlı bir alt komisyon kuruldu. Bu Komisyon PKK’nin cinayetlerini incelemeye başladı. Ayrıca Diyarbakır Özel Yetkili Savcılığı bir iddianame hazırladı. Bu durum, demokratikleşme sürecinde yadsınmayacak ileri bir adımdır. Tüm bunlara rağmen, bir takım çekincelerimin olmadığını söyliyemem.

Türkiye’de gerçekten demokratik bir ortam egemen kılınmak isteniyorsa, Gladyo’nun Kürt, yani Apoculuk ayağı tüm yönleriyle deşifre edilmesi gerekir. Apocuların işlediği cinayetlerin, faili mechullerin soruşturulması ve tüm çıplaklığıyla açıklığa kavuşturulması, aynı zamanda devletin demokratik temellerde yeniden yapılanmasına kapı aralayacaktır. Çünkü bu örgütün silahlı ve ‘sivil’ yan kuruluşlarınca işlenen cinayetler, son tahlilde, derin devletin işlediği, işlettirdiği cinayetlerdir.

Soruşturmalar yapılırken, derin devleti Apoculuktan, ya da Apoculuğu derin devletden ayrı düşünmek olanaksızdır. Nasıl ki JİTEM, bir kaç elemanın yargılanmasıyla açıklığa kavuşturulamazsa, Apoculuğun işlediği cinayetler de bir kaç tetikçinin yargılanmasıyla açıklığa kavuşturulamaz. Apoculuk ve Apoculuğun arkasında yatan güç, birlikte yargılanmalı. Çünkü bu yapı bir bütündür. Demokratikleşme ancak bu yolla mümkündür. Abdullah Öcalan ve karanlık destekçilerinin bu yargılamadan muaf tutulma olasılığı çekincemin kaynağını oluşturmakta. Gelişmelerin bu yönde seyredeceğine dair işaretler, bugünden verilmeye başlanmıştır.

Öcalan ve şurekasının derin devlet tarafından finansa edildiğini ve Abdullah Öcalan’ın da derin devletin en sadık elemanı olarak yıllardır hizmet verdiğini tartışma konusu yapmanın artık bir anlamı yoktur; Öcalan bunu zeten yıllardır dillendirmekte, yani derin devletin bir elemanı olarak hareket ettiğini kabul etmektedir. Hele hele son dönemde MİT-polis ve yargı üçgeninde ortaya çıkan anlaşmazlıklar sonucu havada uçuşan belgeler ve İstanbul Özel Yetkili Savcılığı tarafından ileri sürülen iddialar, Apoculuk ve yan kuruluşlarının kimlerin denetiminde, kimler tarafından sevk ve idare edildiği bir kez daha kanıtlamıştır. Tekrar vurgulayacak olursak, Abdullah Öcalan’ın Gladyo’nun elemanı olduğu bir kez daha gün gibi ortaya çıkmıştır. Bu noktada yapılması gereken, Abdullah Öcalan’ın Gladyo yargılamalarına dahil edilmesidir. Bu yapılmadığı sürece, Glado yapılanması tümüyle etkisiz hale getirilemez. Öcalan, onbeş bin Kürdü katlattiğini kabul etmiştir. Örgüt içinde binlerce kadro ve sampatizan, halktan binlerce insan öldürülmüştür. Bu bir katliamdır. Uğur Mumcu, Çetin Emeç ve Hırant Dink’i katleden güçle, Apocu örgütlenmede iç infazları yapanlar aynı güçtür.

Kaldı ki, Apocular, örgüt içinde ve dışında halk karşı işlediği cinayetleri zaten inkâr etmemektedir. Ama nedense, bazıları kıraldan daha kıralcı kesilmekte. Şerefettin Elçi ve bazı arkadaşları Apocuların işlediği cinayetleri meşru görmekte. Şerefettin Elçi'nin bu tavrını anlamak zor. Elçi'nin milletvekilliği koltuğu uğruna böylesi bir noktaya gelmesi düşündürücüdür. Sarfettiği sözler, ilerlemiş yaşıyla ilintilenemez. Bir insanın hangi yaşta olursa olsun, ömür uzatma çabası içinde olması elbette sevindiricidir. Ama dökülen kanlar üzerinden ömür uzatma çabaları, kelimenin tam anlamıyla çirkefliktir. Hastalığının kanser olduğunu söylemekte. Acaba organ nakli ile ömrünün epeyce uzayacağını mı ümit etmekte? Bildiğim kadarıyla, Apocular tarafından organ nakli vaadleriyle kandırılan ilk kişi Şerefattin Elçi değildir. Bu nedenle, Elçi'nin akıbeti, yakın geçmişte kandırılan bazı kişilerin akıbetinden farklı olmayacaktır. Belli ki, Stockholm'de Apoculardan yediği dayağın etkisinden halen kurtulmamış. 'Hain ve ihbarcı' olduğu için mi dayak yemişti? Ölümden zor kurtulduğunu anımsıyor olması gerekir. Her neyse, üzerinde çok fazla durmaya değmez.

Kim ne derse desin, gelinen noktada derin devletin derinliği kalmadığı gibi, ‘faili mechul’lerin de failleri ortadadır.Gladyo yapılanması, Apoculuk-Jitem-Hizbullah üçgenini oluşturarak özellikle Kürt halkına karşı en vahşi cinayetleri işlemiştir. Lolan ve Bekaa kampları faşist cunta döneminin Diyarbakır ve Mamak cezaevlerinin bir devamıdır.Buralarda binlerce insanın ceseti bulunmaktadır. PKK er veya geç bunların hesabını vermek zorundadır.Apocularin İçinfazları ve Faili Mechuller
31.03.2012

BAKİ KARER

8 Mart 2012 Perşembe

BAKI KARER - YAZILARIM

                                

‘DERSİMDE ANALAR AĞLAMADI MI?’


    10 Kasım’da Büyük Millet Meclisi'nde düzenlenen ‘açılım’ oturumunda CHP’li Onur Öymen bir konuşma yaptı. Onur Öymen bu konuşmayı Cumhuriyet Halk Partisi başkan yardımcısı olarak CHP grubu adına  yaptı. Yani partisinin ‘açılım’ üzerine görüşlerini aktardı. Bu anlamda bağlayıcılığı tartışma götürmez. Ama konuşma çok büyük tepkiler topladı. Tepkilerini dile getiren iyi niyetli insanların hayal kırıklığına uğradığını pek sanmıyorum. Sorun tartışılmaya başlandığından bu yana Deniz Baykal’ın çıkışları dikkate alındığında, böylesi bir noktaya gelineceği belliydi. Öymen’in konuşması, partisinin ve başkanının tepkilerinin sadece bir özetidir. Bu konuşmayla CHP, buyrukçu ‘toplumsal dönüşüm’ sağlama kimliğini bir kez daha tescil etmiştir. Tarihe vurgu yapması bu nedenledir.

    Burjuva basını ise bu olayı, ‘Aleviler yürüdü’ ya da ‘protesto ediyor’ manşetleriyle duyurdu. Oysa sorunun bir mezheple alakası yoktur. Geçmişte kıyıma uğramış olanlar alevi veya bir başka mezhebe ait olmuş olabilirler. Olayı bu şekilde verme, tarihe atıfta bulunularak dile getirilen sorunu hafife almadır. Bu, geliştirilmek istenen bir takım provokasyonlara önayak olmadır. Aynı zamanda tasfiye edilmekte olan eski derin devlet kalıntılarına ‘Harekete geçin’ mesajıdır. Böylece yıllardan bu yana ülke çapında estirilen terörün devamı sağlanmak istenmekte. Bu bir psikolojik savaş biçimidir. Kan akışının durduğu noktada kanla beslenenlerin sürekli büyüyemeyeceği ortadadır. Kanla büyüme varken ne beyin gücüne ne de makinaya yatırım gerekmiyor. Son 30 yıldır şiddet ortamında çok büyük ekonomik ve mali güce kavuşmuş bir takım asalak çevreler, şiddet ve terör ortamını kesintiye uğratmamak için, başlatılmak istenen yeni sürecin önünü tıkamak istemektedir. Ülke topraklarını bombalayan ordu her gün ortada gözükmezse, bu kesimin asalak bir tarzda sürekli büyümesi mümkün değildir.

    CHP bu söylemiyle sadece Kürtlere değil, tüm Anadolu’ya gözdağı vermekte. Bu gözdağı, aynı zamanda Anadolu’daki sosyal değişime, aydınlaşmaya karşı gözdağıdır. Mecliste yapılan bu konuşmayla, Kürdü Kürde kırdırma politikasının devam etmesinden yana olan talancılara yarenlik yapılmıştır. Mecliste parti grubu adına konuşma hakkı bu nedenle Öymen’e verilmiştir. Öymen, klasik ‘seçkinci’ takımın temsilcisidir. Aynı zamanda terör ortamından beslenenlerin sözcülüğünü yapmaktadır. Bu takımın tüm becerisi, tarih boyunca anaları ağlatmasıdır. Şimdi korkuyorlar, adeta diken üzerinde duruyorlar. İpin ucunun ellerinden kayma olasılığına meydan vermek istemiyorlar.

    Öymen, konuşmasını sorularla zenginleştirmesi çok ilginçtir. Dersimde analar ‘ağlamıştır’demiyor, ‘ağlamadı mı?’ diyor. Yani, ‘bizi, herhangi birileriyle karıştırmayın’ demek istiyor. Eğer biz yaparsak, tek tek değil, toplu halde, gerekirse gazla yaparız, ağlamaya bile fırsat bırakmayız demek istiyor. Gerçekten de Dersim katliamında analar kaybettiklerine ağlama fırsatını bulma bir tarafa, arta kalanları yaşatabilmenin çabasını vermişler ve bazılarını yaşatabildikleri için şükretmişler, hatta ‘sevinç’ bile duymuşlardır. Dersim’de o döneme şahit olmuş kişilerle konuşmuştum; kimi Ayşe’yi, kimi Ali’yi, kimi Hüseyin’i koruyabildiği için ‘şükür, bin defa şükür’ diyordu. Kimi de hiçbir yakınını koruma şansına sahip olamamıştı, onlar da, ‘artık ağlayamıyorum, gözyaşını çoktan unuttum’ diyordu.

    Öymen’in, hitap tarzını bu biçimde formüle etmesinin amacı, tehditlerinde ne kadar ciddi olduklarını gösterebilmek içindir. Acıyı bilerek hatırlatıyor. 71 yıl önce yaşanmış acıyı tazelediği, güncelleştirdiği oranda korku salmayı hedeflemekte. Dolayısıyla Kürt halkına karşı duyduğu kin ve nefreti ifade etmekte. ‘Analar ağlamıştı’ deseydi bir gerçeği kabul etmek zorunda kalacaktı. Bu nedenle konuşmasına sorularla devam ediyor. Bu konuşmanın meclis üyelerince alkışlandığını da unutmamak gerekiyor.

    Kısa bir aradan sonra mesaj yerine ulaştı; Kandil’in bazı uzantıları ‘protesto’lar düzenledi. Bunlar demokratik kamuoyunun protestolarını amacından saptırmak istemektedir. Çoğu insan bu protestolara gerçekten temiz duygularıyla katılmaktadır. Saf duygularla protestolara katılan insanların çoğu oynanmak istenen oyunun farkında değildir. Habur Gümrük Kapısı’nda teslim olmayı düğün davulla karşılattıran gizli elle, Öymen’in konuşmasına yönelik protestoları amacından saptırmak isteyen ‘gizli’ el aynıdır. Mecliste yapılan bu konuşma elbette protesto edilmeli, mümkün olan en geniş yığınlarca protesto edilmeli. Ama bunu, mezhebe indirgemeden ve demokratik kamuoyunun tepkilerini Kandil’e zincirlemeden yapmalı. Sorun sadece alevilerin sorunu değildir, tüm insanlığın sorunudur. Eğer bunlara dikkat edilmezse, oyuna gelinmiş olunur. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminin kol kola girdiği kesim de bunu istemektedir.

    Bu konuşmayla halk bir anda galeyana getirilmek istenmiştir. CHP’nin esas amacı kitlesel terör ortamı yaratmaktı. Bekledikleri amaca ulaşamadıklarını söyleyebilirim. Halk bu oyna gelmemiştir

    Katliamlara karşı kitlesel tavır koymak için illa da Öymen’in konuşmasını beklemeye de gerek yoktu. Sudan devlet başkanı İslam Ülkeleri Konferansı için İstanbul’a geldiğinde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ‘Müslümanlar katliam yapmaz’ yönlü bir açıklama yapmıştı. Bu konuşma bazı gazete sütunlarında kısa haberle geçiştirildi. Oysa demokrasi ve özgürlük için mücadele ettiğini iddia edenler, bu demeç karşısında suskun kalmamalıydı, en geniş kitlesel protestoyu başlatmalıydı. Çok fazla gerilere gitmeye gerek yok; Maraş, Çorum ve en son Sivas’ta yapılanlar, Müslümanlık adına yapılan katliamlardı. Yani, Müslümanlar katliam yapmaz diye bir şey yoktur.  Katliamları sadece başka dinlere özgü olarak kabul etme, dinler arası savaştan yana tavır alma demektir. Böylesi bir değerlendirmede bulunanların demokrasi ve özgürlükler konusunda ne kadar ciddi olduklarını gösterir.

17.11.2009

BAKİ KARER




 

7 Mart 2012 Çarşamba

SEÇİMLER YAKLAŞIRKEN

SEÇİMLER YAKLAŞIRKEN

12 Haziran seçimlerine fazla bir süre kalmadı. Partiler birbirleriyle kıran kırana bir rakabet yürütmekte. Gerek iktidar partisinden gerekse de muhalefet partilerinden kitleleri cezbedecek vaadler ileri sürülmekte.Cumhuriyet Halk Partisi’nin özellikle yoksul kesimlere, işsizlere yönelik sosyal güvence programı dikkat çekicidir. Milliyetçi Halk Partisi’nin de bu doğrultuda bir açıklaması var ama tek başına iktidar alternatifi olmadığı için, silik kalmakta. BDP tarafından beslenen MHP’nin, önümüzdeki süreçte pek ciddiye alınacağını sanmıyorum.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin açıkladığı ‘Çılgın Proje’ diye adlandırılan kanal projesinin yabana atılacak bir poroje olmadığını da söylemeliyim. Bu proje belki halkın günlük yaşamına hemen etki etmeyecek ama uzun vadede, hem stratejik, hem de ekonomik açıdan Türkiye’ye çok ciddi getirileri olacaktır. Çevre düzenlemeleriyle birlikte bu proje hayata geçirildiğinde, İstanbul’un, hemen hemen her açıdan Tokyo ya da Newyork’la eşit bir şehir durumuna yükselme olasalığı yüksektir. Açılacak yeni kanal için 15-20 milyar dolarlık bir maliyetten bahsedilmekte. Bu büyük bir mebladır. Bu maliyetin kaynağı bildiğim kadarıyla henüz açıklanmış değil. Ama bu konuda madalyonun bir de öbür yüzüne bakmak gerekir. Günümüzde bu tür projeler geliştirilirken, ülke genelini gözardı etmemek gerekir. Türkiye henüz alt yapı sorununu halletmiş, buna bağlı olarak sanayileşmede ve sermaye birikiminde çok ileri adımlar atmış bir ülke değildir. Bu anlamda, sadece kanala harcanacak 15-20 milyar dolar, ülke genelinde değişik alanlarda altyapının modernleştirilmesine yatırılsa, ekonomik ve sosyal gelişmeye çok daha ciddi ivmeler kazandıracağı bir gerçektir.

Önümüzdeki genel seçimin en önemli özelliklerinden biri, Gerek iktidar partisi, gerekse de Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket partisi’nin seçim proğramlarında halkın sosyal yaşamını yükseltmeye yönelik projelere ağırlık vermeleridir. BDP ise bambaşka bir bulvarda seyretmekte. Sisteme olabildiğince nefes aldıran, en ‘yalın’, en ‘sade’ seçim taktiklerine başvurmakta. Buna, bir nevi entekrasyon sancısı da denilebilinir. Günümüz koşullarında entekrasyon bürosu olarak görev ifa etme pek o kadar kolay değil elbette. Bir de bu nedenledir ki, temsil ettiğini iddia ettiği Kürt halkına karşı, kaddarca bir politika geliştirmekte. Kürtlerin her birini, egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda kullanılacak kum torbası olarak görmekte.Şimdiden Saddam’ı aratır hale gelmişlerdir. Bu gidişle önümüzdeki süreçte asker ve polise gerek kalmayacaktır.

BDP, demokrasi, özgürlükler vb.sorunlar sözkonusu olduğunda, köşe kıvırmada o kadar ustalaşmış ki, saray içi ayak oyunlarını geride bırakıyor. Demokrasi ve özgürlükler üzerine tartışmaların, çözüm önerilerinin yoğunlaştığı her kritik dönemde, ağızlarına tutuşturulan yaprak düdüğü öttürmeye başlıyorlar, hem de hiç değiştirme zahmetine girmedikleri nağmeyle; yüzer-gezer yata özgürlüüük! Ya da ‘Bugün kutsal doğum günü, kutlamalıyız, hatta kutsamalıyız, hurra! Bazen bunları da yeterli görmeyip, ‘O bizim son peygamberimizdir, eline ayağına sürünmeliyiz’ diye çığlıklar atmakta. Nereden bakılırsa bakılsın, kelle korkusundan kaynaklanan hünkâr yağcılığı...

Karanlıkların prensi ise;

‘Devletle görüşeceğim, görüştüm, görüşüyorum’ diyor ve hemen ekliyor; ‘Bekleyin, doğumumu kutsayın, söylediklerimi trennüm edin ve ayetleştirerek sokakalarda namaz kılın, bu yeni bir dindir, abdest almanıza gerek yoktur’ yönlü fetvalar vermekte.

Fetvaları sorgulayanlar, yüzer-gezer yatta ağırlanana soruyorlar;

-Kiminle, Başbakanlıkla mı görüşüyorsun?

-Hayır, Başbakanlıkla değil.

-Genel Kurmaylıkla mı?

-Hayır, yani alt düzeyde ya da diyelim üst düzeyde...

-Milli İstihbaharat Teşkilatıyla mı?

-Hayır, ama...

-Peki, kiminle, nasıl bir devletle görüşüyorsun?

Kızgınlıkla yanıt vermekte;

-Açıklayamam! Benim annem de Türktür.

Ve kızgınlıktan hızını alamıyor, devamla;

-Kestiririm, astırırım, öldürtürüm... Silahlı, silahsız ve kadın, erkek, çocuk demem! diyor

-Kimse ses çıkartmayacak, biliyorsunuz, devletle görüşüyorum. Açıklayamam! o kadar.

Peki, ne zaman açıklayacak acaba? Açıklayacağını sanmıyorum. Otuz yıldır hangi mihraklarla görüşmeler yapmışsa yine aynı mihraklarla görüşmelerine devam ettiği bir sır değildir. Kokuşmuş dehlizlerin prensi başka nasıl olunur?

İşte, demokrasi ve özgürlüklerin önüne engeller koymada ustalaşan Barış ve Demokrasi Partisi denilen silahlı-külahlı takımın seçim proğramının özeti, kısaca budur.

Bu seçimin de iktidar partisi lehine sonuçlanacağını sanıyorum. Yaygın işsizlik, rüşvet ve kayırmalara karşın, orta sınıfın ve hatta işçi kesiminin önemli bir kesimi henüz iktidardan ümidini kesmiş değil. Adalet ve Kalkınma Partisi, iktidarı döneminde özellikle sağlık alanında getirdiği düzenlemeler, 12 Haziran 2011 seçimlerinde önemli bir rol oynayacaktır. Yetersiz de olsa bu düzenlemelerden halkın çok memnun olduğunu söylemeliyim. Ama yine de, bazı çevrelerin iddia ettiği gibi, yüzde ellilerin üzerinde oy çoğunluğu elde edeceğini sanmıyorum.

Cumhuriyet Halk Partisi klasik oy oranının biraz üstüne çıkabilir ama tek başına iktidar olamaz. Kitlelerin güvenini henüz kazanmış değildir. Güven verememesinin bir nedeni de, kendi içinde birliğini sağlamamış parti görüntüsü vermesidir. Yıllardır uygulanan globalist ekonomi politikalar sonucu, klasik Kemalist tabanda bölünmeler ortaya çıkmıştır. Bu, CHP’yi daraltan başlıbaşına bir faktördür. Bu nedenledir ki, 12 Haziran seçimlerinde liberal politikaların temsilcilerine ön sıralarda yer vermiştir. Bununla taban kaybını telafi etmeye çalışmaktadır. Değişen sosyal yapıyı yeni farkettiler, bu nedenle tutunulacak yeni zemin arayışı içindeler. Ergenekon tutuklularına sahiplik sadece bir bahanedir. Bu yönelim, CHP’de hem örgütsel alanda, hem de ideolojik planda bir dizi yeni bunalımları da beraberinde getirecektir. Kitleler bunun farkındadır. İşte bir de bu nedenden dolayı, 12 Haziran 2011 seçimlerinde tek başına iktidar alternatifi olamamaktadır.

12 Haziran seçimlerinden sonra oluşacak meclis, bir ihtimalle, ilk defa sivil anayasa yapacak bir meclis olacak. Bu nedenle, seçimlerden sonra başlayacak süreç, oldukça sancılı bir süreç olacaktır. Epeyce çatışmalı geçecek bu süreçte, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ne oranda direngen davranacağını kestirmek oldukça zor. Özellikle DTP-MHP cephesi, askersiz bir anayasa yapılmasına karşı. CHP’de bu cephenin çabalarının perde arkasını yönlendirecek gibi gözüküyor. Elbette AKP, tek başına, gerçekten sivil, demokratik bir anayasa yapacak olgunluğa ve anlayışa sahip değildir. Sürecin ne kadar çatışmalı geçeceği, biraz da Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tutumuna bağlıdır. Demokratik kurum ve kuruluşların takınacağı aktif tutum, gerçekten demokratik bir anayasa yapılmasında etkili olabilir. Seçim sonrası dönemde, 12 Eylül Anayasasından kurtulma mümkündür. DTP ve dayanağı Kandil’in, asarım-keserim tehditlerinin arkasında yatan esas neden, sivil, demokratik bir anayasa yapılmasının önüne set çekmedir. Yani derbe çığırtkanlığı bunun için yapılmakta.



BAKİ KARER

10 MAYIS 2011



22 Mayıs 2011 Pazar

LIBYA'YA ASKERİ MÜDAHALE

LİBYA’YA ASKERİ SALDIRI


Son iki gündür Libya’ya Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa öncülüğünde askeri bir saldırı başlatıldı. Saldırı, Kaddafi iktidarına karşı ayaklanan sivil halkı koruma adına başlatıldı. Anlaşılacağı üzere, Irak’a taşınan ‘demokrasi’ Libya’ya da taşınacakmış!.. Bu duru mu bugünlerde Muhteşem Süleyman dizisinden dolayı pek populer olan bir sözcükle tanımlayacak olursak, ne âlâ! Açık ki, Kuzey Afrika ve Ortadoğu halk hareketlerinden pek rahatsız olan eski klasik sömürgeci güçlerin ABD ile birlikte birden bire ‘demokrasi’ iştahı kabardı. Yemen’de ve Bahreyn’de çağdışı iktidar güçleri demokrasi için ayaklanan halka karşı her türlü şiddeti uygulamaya devam ederken, hatta yer yer katliamlar yaparken, Libya’ya için ‘demokrasi’ istemi önplana çıkartıldı. Suudi Arabistan, Bahreyn’ne ve Yemen’e halk ayaklanmalarını bastırmak için askeri birlikler yollarken ses seda yok. Neden? Çünkü Bahreyn ve Yemen’de iktidarlar düşerse, Suudi Krallığı daha fazla ayakta kalamaz. Bahreyn’de reform adı altında ufak tefek değişiklikler yapılarak mevcut iktidarla yol alınmak istenirken, Yemen’de halkın demokrasi istemlerini boşa çıkarmak için elden gelen her çaba sarfedilmekte. Emperyalist saldırganlık ve ikiyüzlülük gizlenemez olmuştur.
Kaddafi iktidarına karşı elbette tavır alınmalı, ama yeni iktidar Libya halkının özgür iradesiyle belirlenmeli. Emperyalist güçlerin zoraki dayatacağı iktidar biçimi, Kaddafi iktidarından daha beter olacağı açıkça ortadadır. Bu nedenle Libya’nın işgaline karşı çıkılmalı. Emperyalist güçler, bu ülkenin zengin yeraltı kaynaklarını bölüşmek için katliamlar da dahil ellerinden gelen her vahşeti uygulayacaklarını şimdiden ilan etmişlerdir. Bugün Irak’ta, yakın geçmişte Kongo’da ve Cezayir’de yapılan kitle katliamları Libya’da yapılacaktır. Bu gidişle Ruanda türü katliamlar dahi devreye sokulacaktır. Emperyalist güçlerin saldırıları sonucu Karzai türü bir iktidar kurabilirler, ama bu Libya için bir çözüm olmayacaktır, sadece süreci uzatmaya hizmet edecektir. Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da halkın özgürleşmesinin önü alınamayacaktır.

BAKİ KARER
22.03.2011