8 Eylül 2024 Pazar

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI TARTIŞMALARI

 

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI TARTIŞMALARI 

    Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimlerine doğru hızla yol alıyor. Seçim tarihi yaklaştıkça, yeni bir dünya savaşı üzerine de tartışmalar yoğunlaşmaya başladı. Dünya savaşı ihtimali üzerine tartışmaların giderek sıklaşmasının nedenlerinden biri, Avrupa genelinde saldırgan milliyetçiliğin, ırkçılığın muazzam bir kitlesel potansiyele ulaşmasıdır. Avrupa Birliği Parlamentosu seçimleri bunun en açık örneğidir. İkinci neden ise, Amerika’da Cumhuriyetçi Parti adına başkanlık seçimlerine girecek olan Donald Trump’un iktidara gelmesi durumunda izleyeceği milliyetçi politikadır.

    Söz konusu ABD olunca, hangi partinin başkanlık adayı iktidar olursa olsun, dış politikada ciddi farklılıkların olmayacağını söyleyebiliriz. Ama Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin arasında başta ekonomik konular olmak üzere, birçok alanda ciddi yaklaşım farklılıkları vardır. Trump, daha fazla ulusal sınırlar içine çekilmeyi ve gümrük duvarlarının daha korumacı olmasını savunuyor. Bu tutum, küreselleşmeyi sınırlama anlamına gelmektedir. Sermayenin çıkış noktalarına geri çekilmesinin, küreselleşmeyi ne oranda kesintiye uğratıp uğratmayacağı elbette tartışmalıdır. Yani sanayileşmiş güçler açısından gümrük duvarlarının yükseltilmesinin, günümüz koşullarında ulusal pazarları ne oranda dinamikleştireceği çok da net değildir. Üretim, istihdam, meta, para, dolaşım vb. konuların ve bunların küresel pazar ilişkileri içindeki yeri ve etkileri yeniden tartışılmaya muhtaçtır. Aslında bu tür konularda izlenecek yol ve yöntemlerde belirsizlik içinde olunduğu içindir ki, bölgesel çatışmalar giderek şiddetlenmekte. Süper güçler ve bu güçlerin etrafında ortaya çıkan kümelenmeler, mevcut belirsizliklere bölgesel çatışmalarla mı, yoksa üçüncü dünya savaşıyla mı çözüm bulmaya çalışacaklar? Veya yuvarlak masa etrafında mı buluşacaklar? İçinde bulunduğumuz sürecin özünü bunlar teşkil etmekte. Şu ana kadar süren bölgesel çatışmaların ortaya çıkardığı tabloya bakarsak, herhangi bir sonuca varılacağını, küresel anlamda yeni bir yapılanmanın ortaya çıkacağını düşünmek pek olası gözükmüyor.

    Günümüz koşullarında dünya dengelerine baktığımızda, üçüncü dünya savaşının bir çözüm olmayacağını söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. Kaldı ki geçmiş yüzyıldan kalan deneyimler yok değil. Yeni bir dünya savaşının tüm insanlık için felaket olacağı kesindir. Hatta yeni bir dünya savaşının salt konvensiyonel silahlar düzeyinde kalacağını kimse garanti edemez. Ama emperyalizmin hükümranlık ve yayılmacı mantığına bakılırsa, zaman zaman yaşadığı bunalımları savaşla çözümlemeye kalkıştığını biliyoruz. İşte Ukrayna-Rusya arasındaki savaş, B.Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin, bir diğer değişle Nato’nun yayılmacı politikasının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Dünya ölçeğinde Rusya ve Çin gerçeği inkâr edilerek izlenecek politika, yıkımların kapısını aralamakla eş değerlidir.

    Nato’nun Ukrayna’yı Rusya Federasyonu’na karşı kışkırtmasıyla birlikte başlayan süreç, 1929-1940’lar arası zaman dilimiyle benzerlik taşımaktadır. Şu anda taşeronlar kullanılarak hem Orta Doğu’da hem de Avrupa’da yaşanan silahlı çatışmalar, dünya çapında ortaya çıkacak bir savaşın ön hazırlıklarını anımsatıyor. Hele hele Çin denizinde giderek belirginleşen saflaşmalar, bahsettiğimiz süreci tanımlamada rol oynayan çok önemli bir olgu olarak karşımızda durmaktadır.

    Ukrayna ile Rusya federasyonu arasındaki savaş, sadece iki ülke arasındaki çatışma veya Nato ile Rusya Federasyonu arasındaki çatışma olarak görülmemeli. Bu aynı zamanda, gelişmiş kapitalist emperyalist ülkeler arasındaki çıkar çelişkilerinin açığa vurumudur. Yani pazarların yeniden bölüşüm mevzilenişidir. Örneğin Almanya’nın birdenbire aşırı silahlanmaya başlaması ve savaş kışkırtıcılığında aktif rol üslenmesi boşuna değildir.

Avrupa Kıtasında Yükselen Tehlike 

    Bugün Fransa, İtalya, Almanya, Hollanda, İsveç başta olmak üzere, tüm kıtada faşist partiler ve örgütlenmeler giderek kitleselleşmekte. Bazı ülkelerde tek başına iktidar olmayı çok az bir farkla kaybetmiş durumdalar. Diğer bazı ülkelerde ise dolaylı veya dolaysız iktidar ortakları konumundadırlar. Bu yönlü siyasal değişimler, insanlık değerleriyle ve demokrasileriyle övünen Avrupa için çok önemli olumsuz gelişmelerdir. Irkçılığı, faşizmi açıktan savunan bu yapılanmaları halen ‘muhafazakarlaşma’ veya ‘kitlelerin sağa kayışı’ olarak nitelendiren çevreler var. Bu tam anlamıyla gerçeği, daha doğrusu, gelen tehlikeyi görmeme ya da kabullenmemedir. Avrupa kıtasında bugünlerde yaşananları, ikinci dünya savaşı öncesi Almanya’sında yaşananlarla kıyaslarsak, gelişmelerin özünü daha iyi kavramış oluruz. İlginç olan, günümüz Avrupa’sında ırkçı, faşist örgütlenmelerin, geçmişin sosyal demokrat ve sol güçlerin savunduklarını dile getirmesidir. Bu yapılanmalar, artık eskinin o ara sokaklarında arada bir boy gösteren ‘dazlakları’ değiller. Bunlar Toplumun hemen her kesitinden destek alan, hatta giderek en güçlü desteği orta sınıflardan almaya başlayan bir konuma yükselmiştir. İşçi sınıfının yoğun olduğu kentlerden, sosyal demokratların ve sol partilerin tabanlarının küçümsenmeyecek bir kesiminden bile destek almaktadır. Peki neden? Avrupa, refah toplumu olma özelliğini hızla kaybetmeye başlamıştır. Sınıflar arası gelir dağılımındaki makas aralığının giderek açılması, tarım, sanayi, sağlık, gıda, hizmet sektörü vb. alanlarda ciddi sorunlarla karşı karşıya kalınması hemen hemen tüm iktidarların sorunu haline gelmiştir.  Her geçen gün ağırlaşan ekonomik krize, bir de dışardan gelen göç eklenince, sosyal alanda geriye gidişin durdurulması hayli zor görünmektedir. İçine düştükleri bu çıkmaz, ırkçı faşist parti ve yapılanmaların ummadıkları oranda kitlesel bir destek bulmalarına yol açmaktadır.  Özellikle Ukrayna-Rusya savaşından bu yana, Sosyalist ve sosyal demokratların küçümsenmeyecek bir kesiminin bile savaş kışkırtıcılığına soyunduğu açık bir gerçek. Amerika Birleşik Devletleri’nin dolar gücünü koruma kuyrukçuluğuna takılmış bir Avrupa, savaş kışkırtıcılığıyla değerlerini ayaklar altına almaya başlamıştır. Oysa ırkçı ve faşist yapılanmalar, halka ‘barış’ ve ‘refah’ vadetmektedir. Bu tutum ve saflaşma kimlerin kitlesel gücünün azalmaya başladığını, kimlerin kitleselleştiğini açıkça ortaya koymaktadır. Avrupa, eğer bu tehlikeyi görmemeyi sürdürmeye devam ederse en büyük zararı yine kendisi görecektir.

    B. Avrupa, Rusya Federasyonu ve Çin gerçeğini kabul etmek zorundadır. Tek kutuplu dünyanın çok kutuplu bir dünyadan çok daha tehlikeli olduğunu yakın geçmişte yaşadık. Çaykovski ve Tolstoy’u inkâr, bireysel, toplumsal ve düşünsel vb. alanlarda yaratılan özgürleşmeye darbe vurma anlamına gelir. Yani rönesansı reddedip Orta Çağ değerlerini tekrar sahiplenmeye dönüşü içerir.

    Geçmişte dünya savaşlarının acı tecrübelerine sahip olan Avrupa, üçüncü dünya savaşı çığırtkanlığının önüne geçmede belirleyici rol oynama yükümlülüğüne sahip olmalıdır.

08.09.2024

Baki Karer

 

 

21 Temmuz 2024 Pazar

NEDEN HATIRLAMALIYIZ?

 NEDEN HATIRLAMALIYIZ?

İnsan hafızası kötü olayları unutmaya meyillidir Bu anlamda Pkk’nin halka yönelik işlediği toplu cinayetlerin hatırlanması için, son dönemlerde çaba içine girilmesi önemlidir. Pkk’nın yıllarca topluma dayattığı terör ve zulmün unutulmaya başlanması toplumsal bir ‘facia’ anlamını taşır. Suç örgütünün kirli yüzünü unutmamak sadece gelecek nesillere aktarmak için değil, geleceğin biçimlendirilmesi için de gereklidir. Geçmişte iyi veya kötü önemli gelişmeleri hatırlama, diri tutma çabaları, aynı zamanda, ulus olma, halk olma bilincinin gelişmesine katkı sağlar. Bu yönlü her girişim, toplumsal hafızanın canlı tutulmasında önemli rol oynar. Bu, aynı zamanda, bilinç altının harekete geçirilmesi demektir. Bilinç altının ve hafızanın kaybedilmeye başlaması, bir anlamda zeka özürlü olmaya doğru yol alma anlamını taşır. İşte Pkk/Dem’in toplumda yapmak istediği de budur. Bunların zaman zaman ‘Kürt/Kürdistan’ söylemleriyle hararetli tartışmalar yürütmelerinin, gürültülü propaganda yapmalarının altında yatan esas neden, Kürt halkının akılla hareket etmesinin önüne geçmek içindir. Bu nedenle geçmişi örtüleme ve toplumsal hafızayı yok etme çabası içine girerler.
Bilinç altı ve hafızası zayıflatılmış veya yok edilmiş bir toplum, hayal kurma gücü elinden alınmış bir toplumdur. Hafıza yoksunu birey, hayal gücünden yoksun bırakılmış, dolayısıyla düşünme yetileri elinden alınmış bireydir. Pkk bu temelde bir müritleşme yaratmış, küçümsenmeyecek oranda da yaygınlaştırmıştır. Bilinç altını kaybetmiş, aklını kullanamayan, hayal kuramayan ve efendisi için kendini inkâr eden köle topluluğu yaratmıştır. Bilinç altını kullanma, hayal kurma ve kurulan hayali gerçekleştirmek için pratiğe geçme cesaret işidir; güçlü olmayı gerektirir, daha da önemlisi bilinç gerektirir. Pkk müritlerinde bu özelliklerin hiçbiri yoktur. O nedenle kabullenici ve saldırgandırlar. Bilinçten yoksun olduklarından sorgulayıcı değillerdir.
Hayal kurmayla ve bilinç altıyla düşünce arasına duvarlar çekme anlamsızdır. Bunlar birbirinden bağımsız değillerdir. Hafızamızı canlı tuttuğumuz oranda geçmişle gelecek arasında bağ kurabiliriz. Bu bağı kurmada başarılı olduğumuz sürece, düşünce üretmede de başarılı olabiliriz. Çünkü her düşünce, bir amaç taşır, bir hedef belirler. Birey veya toplumlar belirledikleri amaç uğruna mücadele yürütürler. Yani belirlenen amaç gerçekleştiği zaman, uğruna mücadele edilen düşünceler de gerçekleşmiş demektir. Halkın çıkarlarını dile getirmeyen amaçtan yoksunluk, güçsüzlüğün ifadesidir. Bu temelde güçsüzlüğünün farkında olanlar, kendini güçlü göstermek için şiddete yönelirler. Düşünce üretimi temelinde amaç belirleyenler donanımlı olanlardır. Dolayısıyla bunlar, silahı ve şiddeti temel almaktan uzak dururlar.
Şimdi sormak gerekir; PKK/Dem, neden silah kullanmaktadır? Ne uğruna terörden medet ummaktadır? Çünkü ne ürettiği bir düşünce ne de halkın çıkarlarına denk düşen bir amaçları vardır. Estirdikleri terör, hiç de sıradan, rastgele hedefler için değildir. Tersine, planlı, Orta Doğu karanlığının belirlediği amaçlara hizmet eden terördür. Bugün Kürdistan Bölgesel Yönetimi topraklarında PKK/Dem’in estirdiği terörü bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Üstelik terörle at başı yürütülen yalan üzerine inşa edilmiş müthiş bir propaganda yapılmaktadır. Malum, ‘Yalan ne kadar büyük olursa inananlar o kadar çok olur’ düşüncesiyle adeta ‘savaş paniği’ atmosferi egemen kılınmak istenmektedir. Böylesi bir hareket tarzı, bizlere, ikinci dünya savaşı öncesi Almanya’sını hatırlatmaktadır. Güçsüzlük ve korku, yalan üretmenin baş aktörleridir. İşte, PKK/Dem’de bunu yapmaktadır.
Kürt aydınları ve politikacılarının özellikle bu günlerde, PKK/Dem’in bu konumuna dikkat çekeceğine inanıyorum. Ve en önemlisi de; bireylerin ve toplumun sosyal davranış biçimlerine etki edecek birçok alanda sosyal kurumlaşmanın adımlarını atmaya başlaması elzemdir.
21.07.2024
Baki Karer

5 Temmuz 2024 Cuma

Pkk’nin BAŞBAĞLAR katliamının yıldönümü.

 Pkk’nin BAŞBAĞLAR katliamının yıldönümü.

Bilgiyi tazelemek, hafıza kaybını engeller.
4 Temmuz 1991 Kahramanmaraş/Pazarcık/Çağlayancirit köyü köyü, 9 kişi öldürüldü.
5 Temmuz 1993 Erzincan/Başbağlar köyü 33 kişi öldürüldü ve köydeki 57 ev ateşe verildi.
7 Temmuz 1992 Çaldıran/ yukarı ve aşağı Yakıntaş köyünde 12 kişi kurşuna dizildi.
10 Temmuz 1992 Bingöl/Solhan'da 5 kişi kurşuna dizildi.
18 Temmuz 1993Van/Bahçesray/Sündüzlü yaylasında silahlı saldırı gerçekleştirdi. Olayda 14’ü çocok 24 kişi öldürüldü.
21 Temmuz 1992 Hani/Kurtlar köyünde 5 kişi kurşuna dizilerek öldürüldü.
22 Temmuz 1991 Marbin/Midyat, sivil araçlara yapılan saldırıda 19 kişi öldürüldü.
23 Temmuz 1992 Karlıova/ Kıraçtepe köyünde 3 kardeş kurşuna dizilerek öldürüldü.
23 Temmuz 1992 Diyadin/Hakçura köyünde 5 kişi kuşuna dizildi,
24 Temmuz 1995 Van’ın/Gürpınar ilçesinde 12 sivil katledildi.
24 Temmuz 1992 Aralık/Çamurlu köyünde bir kişi öldürüldü. Katledilenlerin toplam sayısı 128’dir. Bunlara kim vurduya getirilenler ve taş altı edilenler dahil değildir.
05.07.2024

26 Nisan 2024 Cuma

 

 


PKK TERÖRÜNÜN GELDİĞİ NOKTA

    Epeyce bir süreden bu yana Pkk/Dem’de neler oluyor diye tartışmalar yürütülüyor. Tartışmalarda, son kırk yıldır sürdürülen şiddetinin toplumsal yapıda yol açtığı sosyolojik değişiklik pek dikkate alınmamakta. Halbuki Pkk terörü, sadece Kürt toplumunda değil, Türk toplumunda da muazzam değişime yol açmıştır. Pkk ile yürütülen ‘düşük yoğunluklu çatışma’ Kürtlerde aidiyet bilincini olabildiğince tahrip ederken, Türk toplumunda milliyetçiliği körüklemekle kalmamış, tekelci burjuvazinin baskı ve sömürüsünün güçlenmesine katkı sağlamıştır. Otokratik devlet anlayışında sürekliliğin sağlanması için terör, önemli bir araç olarak kullanılmıştır. Bu duruma denk düşecek biçimde toplumun önemli bir kesiminde, içinde bulunduğu sosyal yaşantıyı geçmişle kıyaslama anlayışı ön plana çıkmıştır. Bu düşünce tarzı, ister istemez şükürçülüğü, baş eğmeyi neredeyse egemen hale getirmiş ve sorgulamayı minimalize etmiştir. Yani her iki kesimde de toplumsal yapının direngi noktaları önemli oranda kırılmıştır. ‘Bezginlik’, ’yorgunluk’ toplumsal psikolojinin temeli haline getirilmiştir. Bu gün tekkelerin, zaviyelerin, tarikatların toplumsal yapıda ciddi boyutlarda yer edinmesinde, Pkk terörünün oynadığı önemli rol inkâr edilemez. Bu noktada, kendini ‘sol’ diye tanımlayan bazı marjinalleşmiş kesimlerin, Pkk/Dem’i desteklemekle kimlere hizmet ettikleri de kendiliğinden açığa çıkar. Ayrıca, SSCB’nin yıkılmasından sonra uluslararası alanda ortaya çıkan değişimlerle birlikte giderek yaygınlaşan küreselleşmenin hem dünya genelinde hem de doğal olarak Türkiye özelinde yol açtığı önemli değişimler böylesi bir sosyal yapının güçlenmesinin tuzu biberi olmuştur. Öte yandan 1980’de cuntanın iktidara el koyması ve PKK’yi Şam'da bile istediği doğrultuda hareket ettirmesi, Yeşil Kuşak projesinden bağımsız düşünülemez.  

    Aslında bu faşizan terör örgütünün niteliğini açığa çıkarma anlamında, sebep olduğu yıkıcılığın boyutlarına tekrar tekrar değinmekte yarar var. Kimileri ‘gerek yok’ dese de, milyonca kez de olsa gözler önüne sermenin gerekli olduğuna inanıyorum. Çünkü gelecek, geçmişin doğru irdelenmesi üzerine şekillenir. Son 40 yıldan bu yana, Üç bine yakın köy boşaltılmış, üç milyonu aşkın kitle Batı’nın metrepollerine göç ettirilmiştir. Daha yakın dönemde, ‘şehir savaşı’ uydurukluğu adına 70 bin hanenin yıkılmasına neden olunmuştur. Terörün yol açtığı ölümlerin; iç infazların, köy ve mezra baskınlarıyla çocuk, kadın ve yaşlı demeden topluca katledilen  insanların sayısı yüzbinin üzerindeki rakamlarla ifade ediliyor. Kırk yıldan bu yana PKK’nin ortaya çıkardığı gerçek tablo bu kadar vahimdir. Bu anlamda; PKK’nin Kürt halkını hedef alan terör eylemlerinin toplumsal yapıda yol açtığı tahribat belirleyici konumdadır.
    Bazıları ‘çözüm nedir’ diye soruyor. Çözüm; geçmişin eleştirisinde, doğru kavranılmasında yatar. Hatta, ‘PKK eskisi kadar iç infaz yapmıyor, sokakta sivilleri fazla öldürmüyor’ diyebilecek kadar cahil cesareti gösterenler bile var. Asıl üzücü yan; bu cahillerden bazılarının bu gün siyasi alanda rol oynama olanağını elde etmiş olmasıdır. Sonuç olarak; para, koltuk, popüler olma uğruna çocuk katilliğini olağan gören ya da hiçe sayan sürüleşmiş bir yapı ortaya çıkarıldı.

YENİ BİR AŞAMAYA GEÇİŞİN SANCILARI YAŞANIYOR

    Gelinen noktada ne iç, ne de uluslar arası koşullar, eski usullerle gidilmesine olanak tanımıyor. Kaldı ki, 40 yıldır temel alınan şiddetle hemen her kesimde yaygınlaştırılmaya çalışılan korku ve yıldırma politikasıyla, toplumsal yapıda yeni bir evreye geçilmiştir. Toplumun ekonomik, sosyal, kültürel vb. yapısında çok ciddi değişimler yaratılmıştır.  Uzun süreli terör, Kürt halkının dokusunda küçümsenmeyecek oranda yıkıcı etkilerde bulunmuştur.
    İçinde bulunduğumuz dönemde, terör ve şiddet sarmalının yol açtığı değişimleri, örgütlü tarzda yeni bir mecraya taşımaya sıra gelmiştir. Pkk’nin parti ismiyle bu kadar sıkça oynamasının, son dönemde kararsızca ortalıkta dolaşmalarının, birbirlerine karşı aşırı güvensizlik içinde olmalarının nedeni de budur. Bu geçiş sürecinde ortaya çıkabilecek boşlukta, erklere bağlı bazı güçlerin rol oynamasına  ortam yaratmamanın çabası verilmektedir. Yani hemen her koşulda yüzer-gezer yatın temsil ettiği karanlık güç odaklarına sadık kalınmakta. Bu noktada, İstanbul belediye başkanlığına adaylık konusunda yaşanan çelişkili durum, yeni döneme özgü stratejinin uygulanmasında karşılaşılan zorluklardandır. Hayata geçirilmek istenen strateji, pek öyle sesiz sedasız uygulamaya konulamamakta; derinlerde ve legal planda bazı çatışma ve çelişkileri beraberinde getirmektedir. Daha doğrusu, karanlık odakların çıkar farklılıkları şu veya bu düzeyde kendini açığa vurmaktadır. Bahsettiğimiz çıkar çelişkilerinden kaynaklanan farklılıklar, Pkk/Dem içinde herhangi bir ayrışmaya neden olmaz, olamaz. Yeri ve zamanı geldiğinde ayrışmayı sağlayacak tek güç, efendilerdir. ‘Gövde Kürt, tepe Türk’ söylemi sadece bir avuntudur. Tepeden ayağa kadar oluşturulmuş bir pazar söz konusudur; bundan böyle bu pazarın alıcıları ve satıcıları oluşmuş durumdadır

PKK/DEM NE YAPMAK İSTİYOR?

    ‘Pkk/Dem ne yapmak istiyor’ veya kimler ne yaptırmak istiyor?’ sorusunu da sorabiliriz. Ama bizi ilgilendiren bu ayrıntıdan ziyade, bahsettiğimiz yapılanmaların gördükleri işlevdir. Yani yerine getirmek için yüklendikleri görevlerdir. Tartışılması ve aynı zamanda tavır alınması gerekli olan da bu görevlerdir.
    Bilindiği gibi, estirilen terör sayesinde 40 yıldan bu yana yeterince göç sağlandı. Batı metropollerine göç eden Kürt nüfusunun ikinci, hatta üçüncü nesli yetişmiş durumdadır. Yeni nesiller dedelerinin, annelerinin ve babalarının acı anılarını dinlemek bile istememekte. Çoğu zaman da anlatılanları, geçmişin ‘basit anıları’ olarak kabul etmekteler. Toplumsal yapıda önemli bir kesimin bu noktaya gelmesinde, tarihin süzgecinden geçerek oluşmuş kurumların şiddet temelinde dağıtılması önemli bir etkendir. Aşiret, şeyh, seyit vb. yapıların her biri bir kurumdur. Bu kurumların şiddet temelinde yok edilmesi ile modernleşme temelinde ulusal bütünlüğün sağlanması arasındaki farklılık görülmeli. Örneğin aşiret bir kanbağını, yani soy ağacının temelini oluşturur. Aynı zamanda kimlik kazanmada ‘öteki’ olmayı içerir.  Bunların şiddet yöntemiyle değil, ulus olma sürecinde giderek merkezileşmeyle aşılması gerekir. Aşiret ilişkileri ve ‘öteki’ olma durumu antropolojik temelde doğru değerlendirilmelidir.

    Metrepollere taşınmak zorunda kalanların durumlarını son 40-45 yılda yaşanan bu altüst oluşların ışığında değerlendirmek gerekir. Elbette göç edenlerin arasında şehir merkezlerinin sosyal ve kültürel yapısıyla bütünleşenler de var. Ama bu bütünleşmede, ağırlıklı olarak hangi kimliğin rol oynadığı ayrı bir tartışma konusudur. Yine de göçmen mahallelerinde sıkışıp kalanlar çoğunluktadır. Mahalle kültürüyle yoğrulmuş ve kimlik edinememenin davranış biçimlerini sergileyen bu kesim, bahsedilen gövdenin müdavimleridir. Pkk bu kesimi ‘Kentleşmiş Kürt’ olarak tanımlamakta. Serpiştirilmiş bu toplulukların yeterince asimile olduğu, Türk kültürü ve diliyle kaynaştığı kabul edilmekte. Bunların Pkk aracılığıyla, yani Dem türü yapılanmalarla kontrol edilmesinin gerekli olmadığı tartışılmaktadır. İstanbul’da, Ankara’da kendini ‘sol’ olarak tanımlayan, marjinalleşmiş ve şu anda Pkk/Dem’le hareket eden grupların yanı sıra, CHP ve CHP çizgisinde hareket eden kesimlerce kontrol edilmesi gerektiği düşüncesi ağırlıktadır. Tartışmaların hareket noktası; yüzer-gezer yatın ‘Mustafa Kemal’in güncellenmesi lazım’ şiarıdır
    Tartışmalarda kullanılan dil ve üslupten hareketle, Diyarbakır, Antep, Maraş, Urfa. Van, Mardin v.b şehirlerde Pkk/Dem’e destek veren kitle için, hemen hemen aynı projeler geliştirilmektedir Bu yörelerdeki destekçi kitleler, ‘Köylü Kürt’olarak tanımlanmakta. ‘Köylü Kürt’ olarak tasnif edilmelerine gösterilen neden ise, sosyal ve kültürel açıdan Batı metropollerinde yaşayanlar kadar gelişmemiş olmalarıdır. ‘Köylü Kürtler’in bir süre daha Dem ve bileşenlerince götürülmesi gerektiği düşüncesi şu anda ağır basmaktadır. Yani ‘kentli Kürt’e evrilmeyi sağlayacak aracı veya transfer güç, Pkk/Dem’dir. Sonuç itibariyle, her iki tarafı aynı amaca hizmet ettirme esas alınmaktadır Dem’de görevlendirilmiş olanların kimlere hizmet ettikleri biliniyorsa da, ‘ontolojik devletle görüşüyorum’ diyenin temsil ettiği odak, her konuda belirleyici konumdadır.
26.04.2024
Baki Karer

 

 

 

 

6 Mart 2024 Çarşamba

YEREL SEÇİMLER ÜZERİNE

 YEREL SEÇİMLER ÜZERİNE

 

    Türkiye’de son yirmi yılda oluşan koşullarda yerel seçimlerle genel seçimler arasında bir fark kalmadı. Aslında nasıl ve neden bu noktaya gelindiği ayrı bir tartışma konusu. İktidar partisiyle muhalefet partilerinin halka sundukları vaatler arasında pek bir farklılık yok. Sadece anlaşılmayan taraf; iktidar muhalefetmişcesine söylemde bulunurken, muhalefet partileri de iktidar partisi tarzıyla vaadlerde bulunarak propaganda yapmakta. Böylesi bir hareket tarzı, her iki taraf için siyasette tıkanıklığın ifadesidir. Bu tutum, ister istemez, toplumsal düzlemde ayrışmaya, çatışmaya neden olmakta. Çatışmacı, cepheleştirici siyaset toplum içinde tarafların birbirini dıştalamasını, ötekileştirmesini olağan hale getirmekte. Bu hareket tarzı, çok tehlikeli bir yola girişin ön adımıdır. Toplumu cepheleştiren siyasetin bir de vatan millet sakarya edebiyatını temel alması, ötekileştirmeden daha da öte bir durumdur; yani döşenmek istenen zeminin gelecekte topluma ne kadar yabancı olacağının bir göstergesidir.

    Seçim için yapılan propaganda biçimlerine bakıldığında, halen ‘şehir devlet’ anlayışından kurtulup ulus devlet anlayışına ulaşamamanın sancılarını görmemek mümkün değil. Kurum ve kuruluşlarıyla hukuksal çerçevede işlerlik kazanmış merkezi devlet anlayışının yerleşmediğine şahit oluyoruz. Mucizevi kahramanlıklarla toplumsal yapıda değişimlere yol açacağını iddia edenler, kendilerine atfettikleri ‘kurtarıcı’ rolüyle ortalıkta dolaşıyor. Bilimden ve akılcı düşünmeden tamamen uzak, birey ve toplumda sürü psikolojisini egemen kılmanın çabası yürütülmekte. Bilinç oluşumuna, bireyler arası bilinç akışına neden olması gereken seçim propagandaları, bizde, tam tersi bir işlev görmektedir. Bizde seçim propagandası demek, bilinç karmaşası, hemen her alanda bulanıklık demektir. Bireyi ulusun bireyi olmaktan çıkarma hedeflenmektedir. Çünkü birey ulusun bireyi haline geldiği noktada vatandaşlık bilinci gelişir, sorgulama başlar. Bu da bireyin yükümlülükler altına girmesini getirir. Bu çoğulcu, demokratik toplumun inşası anlamını taşır. Birey, ulus bilincine vardığı oranda özgürdür ve toplumun bir parçası haline gelir. Ama bizde bütün bunlar bir tarafa bırakılır. Özellikle seçimler döneminde dinsel temaların ön plana çıkarılmasının bir nedeni de, bireyi yükümlülüklerinden uzaklaştırmak içindir.

    Seçim döneminde ortaya çıkan adayların önemli bir çoğunluğu, ‘ben’le işe başlar yani ‘benim’ der. Süreci kendileriyle başlatarak kurtarıcı katına çıkmaya çalışırlar. Geçmiş tarihi süreci ve bu süreçte ortaya çıkmış değerleri görmemezlikten gelirler. Buyurganlar; topluma hep önermelerde ve tavsiyelerde bulunurlar. Ama eylemi hep reddeden birer ucubedirler, toplumda dönüşüm için direnişte, eylemde bulunmayı kabul etmezler. Propaganda ve seçim faaliyetleri boyunca bir çoğu kendini kültleştirmenin çabasını yürütür. Kült haline geldikleri oranda kurtarıcı rolü oynayacaklarına inanmışlardır. Aslında bu halleriyle her biri birer cahildirler. Bu cahillerin morfoloji üzerinden araştırmaya tabi tutulmasına ihtiyaç vardır.

Baki Karer

27.02.2024

6 Aralık 2023 Çarşamba

 İsrail-Hamas savaşı ve Türkiye’nin Arap Dünyasında Oynamak İstediği Rol.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu andan itibaren Orta Doğu’da Arap halklarıyla arasına sınır çekti. M. Kemal ve arkadaşları önderliğinde oluşan yeni yönetim, Araplar’la arasına koyduğu mesafe oranında Batılılaşmayı temel aldı. Bu bir anlamda Arap kültüründen, dilinden ve yaşam tarzından uzaklaşmayı temel alma demekti. Hatta İslam’ın Anadolu’da etkisini biraz da olsa hafifletmeyi amaçlıyordu. Cumhuriyet yönetiminin laikliği esas alması, seküler bir toplum oluşturma çabaları ister istemez, Türkiye’nin Orta Doğu’dan ayrı düşmesini getirmiştir. Dolayısıyla bu yönelim, Arap dünyası ile ilişkilere arkasını dönüp, Batıyla hemen her konuda birlikte hareket etmesini bir nevi zorunlu kılmıştır.
Cumhuriyet yönetiminin kuruluşundan itibaren belirlediği hedeflere ulaşıp ulaşmadığı ayrı bir tartışma konusu. Ama bir noktayı belirtmekte yarar var; ister devlet yönetimi, isterse kurumlaşmış herhangi bir yapının yönetimi eğer korkularla hareket ediyorsa, duyulan korkular yönetimlerin boynunda bir değirmen taşı olmuştur. Örneğin Kürt ulusunu hiçe sayma, görmemezlikten gelme, yeni kurulan Cumhuriyetin boynuna asılmış bir değirmen taşıdır. Çizilen hedeflere ulaşılıp ulaşılmadığı bu sorundan bağımsız ele alınamaz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin belirlediği hedefleri, yürütme erkinin korkularla yüklü paradigması olarak da ele alabiliriz. Oluşturulan yeni paradigmanın hem kısa vadede hem de uzun vadede çok ciddi boyutlarda olumsuz getirilerinin olmadığını söyleyemeyiz. Her şeyden önce Türkiye, Batı’nın ön karakolu durumuna getirilmiştir. Özellikle 50’li yıllardan itibaren Araplara ve Arap milliyetçiliğine karşı keskin tavırlar içine girilmiştir. Türkiye, İsrail devletinin kuruluşunu ilk tanıyan ülkelerden biridir. Bu tutum, Arap ülkelerine karşı ciddi bir karşı duruşu getirmiştir. Giderek Mısır’ın Orta Doğu’da önderlik rolünü yüklenmesine zemin hazırlamıştır. Daha sonraları Ürdün’le sorun yaşayan Suriye’yi işgale kalkışması Bölge’den tecridi hızlandırmıştır. Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinde Fransa’nın yanında yer alması, Arap dünyasının düşmanlığını kazanmasında belirleyici rol oynamıştır. Sadece bu kadar değil; Irak’ta 1958 darbesini bahane ederek İngiltere ile birlikte askeri müdahalede bulunmaya kalkışması, Süveyş kanalını millileştirme sırasında Batı tarafından Mısır’ın işgal edilmesine verdiği destekle Türkiye, Orta Doğu’dan tam anlamıyla soyutlanmıştır.
Yakın tarihte Arap toplumuna ve devletlerine karşı alınan bunca tavırdan sonra, bugünlerde Orta Doğu’da ortaya çıkan sorunlarda Türkiye’nin çözümleyici rol üstlenmesi oldukça zordur. Günümüzde de özellikle Menderes iktidarı dönemi kadar olmasa da bazı noktalarda Arap dünyasıyla ters düşen bir Türkiye vardır. Bu sorunların başında gelen, Suriye ile yaşanan çatışmadır. Türkiye’nin Rojava’da asker bulundurması ve Esad iktidarına karşı ayaklanmalara destek vermesi, Arap ülkelerinin çoğunluğunda kabul edilmemektedir. Hele hele Arap milliyetçiliğinin yaygınlaşmasında ve iktidar oluşunda önemli rol oynayan Mısır’la son on yıldır diplomatik ilişkilerin kesilmesi, Türkiye’nin oynamak istediği rolün önündeki ciddi engellerin başında gelir.
Bir diğer noktada, Türkiye’nin Filistin sorununda Hamas’la yan yana duruşudur. Bu durum sadece Meşru Filistin yönetiminin tepkisini çekmekle kalmayıp, tüm Arap dünyasının tepkisini çekmekte. Hamas, Filistin direnişini bölmekle kalmamakta, aynı zamanda Filistin’in devlet olmasının da önünde engel teşkil etmektedir. Ayrıca Hamas’ın Müslüman Kardeşler örgütü menşeili olması da başlı başına tüm Arap ülkelerinde sorun oluşturmaktadır. Hamas’ın arkasında İran’ın aktif desteğinin olması, Türkiye’yi Ortadoğu’da zor durumda bırakan bir diğer faktördür. 1950’li yıllarda izlenen yanlış politikalar birtakım farklılıklar içerse de bugün de devam etmektedir. Yani, Orta Doğu halklarının ve devletlerinin desteğini alabilecek politikalar yürütmeden uzak bir Türkiye vardır. Hamas-İsrail arasında devam eden savaşta, Türkiye’nin çözümleyici ve güven verici olabilmesi için Hamas’ın değil, Filistin sorununun yanında tavır koyması gerekirdi. Bu durumda Batı dünyasının da tepkilerini üzerine çekmemiş olurdu. Savaş kurallarını, tüm insani değerleri ayaklar altına alan İsrail üzerinde etkili olmanın önü de açık bırakılmış olurdu. Onca çaba ve diplomatik ilişkilere rağmen silüeti tuvale yansımayan bir Türkiye vardır. Çünkü doğru zemin üzerinde hareket edilmemektedir.
30.11.2023
Baki Karer