ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI TARTIŞMALARI
Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimlerine doğru hızla yol
alıyor. Seçim tarihi yaklaştıkça, yeni bir dünya savaşı üzerine de tartışmalar
yoğunlaşmaya başladı. Dünya savaşı ihtimali üzerine tartışmaların giderek
sıklaşmasının nedenlerinden biri, Avrupa genelinde saldırgan milliyetçiliğin,
ırkçılığın muazzam bir kitlesel potansiyele ulaşmasıdır. Avrupa Birliği
Parlamentosu seçimleri bunun en açık örneğidir. İkinci neden ise, Amerika’da Cumhuriyetçi
Parti adına başkanlık seçimlerine girecek olan Donald Trump’un iktidara gelmesi
durumunda izleyeceği milliyetçi politikadır.
Söz konusu ABD olunca, hangi partinin başkanlık adayı iktidar olursa
olsun, dış politikada ciddi farklılıkların olmayacağını söyleyebiliriz. Ama
Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin arasında başta ekonomik konular olmak üzere,
birçok alanda ciddi yaklaşım farklılıkları vardır. Trump, daha fazla ulusal
sınırlar içine çekilmeyi ve gümrük duvarlarının daha korumacı olmasını
savunuyor. Bu tutum, küreselleşmeyi sınırlama anlamına gelmektedir. Sermayenin
çıkış noktalarına geri çekilmesinin, küreselleşmeyi ne oranda kesintiye uğratıp
uğratmayacağı elbette tartışmalıdır. Yani sanayileşmiş güçler açısından gümrük
duvarlarının yükseltilmesinin, günümüz koşullarında ulusal pazarları ne oranda
dinamikleştireceği çok da net değildir. Üretim, istihdam, meta, para, dolaşım
vb. konuların ve bunların küresel pazar ilişkileri içindeki yeri ve etkileri
yeniden tartışılmaya muhtaçtır. Aslında bu tür konularda izlenecek yol ve
yöntemlerde belirsizlik içinde olunduğu içindir ki, bölgesel çatışmalar giderek
şiddetlenmekte. Süper güçler ve bu güçlerin etrafında ortaya çıkan
kümelenmeler, mevcut belirsizliklere bölgesel çatışmalarla mı, yoksa üçüncü
dünya savaşıyla mı çözüm bulmaya çalışacaklar? Veya yuvarlak masa etrafında mı
buluşacaklar? İçinde bulunduğumuz sürecin özünü bunlar teşkil etmekte. Şu ana
kadar süren bölgesel çatışmaların ortaya çıkardığı tabloya bakarsak, herhangi
bir sonuca varılacağını, küresel anlamda yeni bir yapılanmanın ortaya
çıkacağını düşünmek pek olası gözükmüyor.
Günümüz koşullarında dünya dengelerine baktığımızda, üçüncü dünya
savaşının bir çözüm olmayacağını söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. Kaldı ki
geçmiş yüzyıldan kalan deneyimler yok değil. Yeni bir dünya savaşının tüm
insanlık için felaket olacağı kesindir. Hatta yeni bir dünya savaşının salt
konvensiyonel silahlar düzeyinde kalacağını kimse garanti edemez. Ama
emperyalizmin hükümranlık ve yayılmacı mantığına bakılırsa, zaman zaman
yaşadığı bunalımları savaşla çözümlemeye kalkıştığını biliyoruz. İşte Ukrayna-Rusya
arasındaki savaş, B.Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin, bir diğer
değişle Nato’nun yayılmacı politikasının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Dünya ölçeğinde Rusya ve Çin gerçeği inkâr edilerek izlenecek politika,
yıkımların kapısını aralamakla eş değerlidir.
Nato’nun Ukrayna’yı Rusya Federasyonu’na karşı kışkırtmasıyla birlikte
başlayan süreç, 1929-1940’lar arası zaman dilimiyle benzerlik taşımaktadır. Şu
anda taşeronlar kullanılarak hem Orta Doğu’da hem de Avrupa’da yaşanan silahlı
çatışmalar, dünya çapında ortaya çıkacak bir savaşın ön hazırlıklarını
anımsatıyor. Hele hele Çin denizinde giderek belirginleşen saflaşmalar,
bahsettiğimiz süreci tanımlamada rol oynayan çok önemli bir olgu olarak
karşımızda durmaktadır.
Ukrayna ile Rusya federasyonu arasındaki savaş, sadece iki ülke arasındaki çatışma veya Nato ile Rusya Federasyonu arasındaki çatışma olarak görülmemeli. Bu aynı zamanda, gelişmiş kapitalist emperyalist ülkeler arasındaki çıkar çelişkilerinin açığa vurumudur. Yani pazarların yeniden bölüşüm mevzilenişidir. Örneğin Almanya’nın birdenbire aşırı silahlanmaya başlaması ve savaş kışkırtıcılığında aktif rol üslenmesi boşuna değildir.
Avrupa Kıtasında Yükselen Tehlike
Bugün Fransa, İtalya, Almanya, Hollanda, İsveç başta olmak üzere, tüm
kıtada faşist partiler ve örgütlenmeler giderek kitleselleşmekte. Bazı
ülkelerde tek başına iktidar olmayı çok az bir farkla kaybetmiş durumdalar.
Diğer bazı ülkelerde ise dolaylı veya dolaysız iktidar ortakları
konumundadırlar. Bu yönlü siyasal değişimler, insanlık değerleriyle ve
demokrasileriyle övünen Avrupa için çok önemli olumsuz gelişmelerdir.
Irkçılığı, faşizmi açıktan savunan bu yapılanmaları halen ‘muhafazakarlaşma’
veya ‘kitlelerin sağa kayışı’ olarak nitelendiren çevreler var. Bu tam
anlamıyla gerçeği, daha doğrusu, gelen tehlikeyi görmeme ya da kabullenmemedir.
Avrupa kıtasında bugünlerde yaşananları, ikinci dünya savaşı öncesi
Almanya’sında yaşananlarla kıyaslarsak, gelişmelerin özünü daha iyi kavramış
oluruz. İlginç olan, günümüz Avrupa’sında ırkçı, faşist örgütlenmelerin,
geçmişin sosyal demokrat ve sol güçlerin savunduklarını dile getirmesidir. Bu
yapılanmalar, artık eskinin o ara sokaklarında arada bir boy gösteren ‘dazlakları’
değiller. Bunlar Toplumun hemen her kesitinden destek alan, hatta giderek en
güçlü desteği orta sınıflardan almaya başlayan bir konuma yükselmiştir. İşçi
sınıfının yoğun olduğu kentlerden, sosyal demokratların ve sol partilerin
tabanlarının küçümsenmeyecek bir kesiminden bile destek almaktadır. Peki neden?
Avrupa, refah toplumu olma özelliğini hızla kaybetmeye başlamıştır. Sınıflar
arası gelir dağılımındaki makas aralığının giderek açılması, tarım, sanayi,
sağlık, gıda, hizmet sektörü vb. alanlarda ciddi sorunlarla karşı karşıya
kalınması hemen hemen tüm iktidarların sorunu haline gelmiştir. Her geçen gün ağırlaşan ekonomik krize, bir
de dışardan gelen göç eklenince, sosyal alanda geriye gidişin durdurulması
hayli zor görünmektedir. İçine düştükleri bu çıkmaz, ırkçı faşist parti ve
yapılanmaların ummadıkları oranda kitlesel bir destek bulmalarına yol
açmaktadır. Özellikle Ukrayna-Rusya
savaşından bu yana, Sosyalist ve sosyal demokratların küçümsenmeyecek bir
kesiminin bile savaş kışkırtıcılığına soyunduğu açık bir gerçek. Amerika
Birleşik Devletleri’nin dolar gücünü koruma kuyrukçuluğuna takılmış bir Avrupa,
savaş kışkırtıcılığıyla değerlerini ayaklar altına almaya başlamıştır. Oysa
ırkçı ve faşist yapılanmalar, halka ‘barış’ ve ‘refah’ vadetmektedir. Bu tutum
ve saflaşma kimlerin kitlesel gücünün azalmaya başladığını, kimlerin
kitleselleştiğini açıkça ortaya koymaktadır. Avrupa, eğer bu tehlikeyi
görmemeyi sürdürmeye devam ederse en büyük zararı yine kendisi görecektir.
B. Avrupa, Rusya Federasyonu ve Çin gerçeğini kabul etmek zorundadır.
Tek kutuplu dünyanın çok kutuplu bir dünyadan çok daha tehlikeli olduğunu yakın
geçmişte yaşadık. Çaykovski ve Tolstoy’u inkâr, bireysel, toplumsal ve düşünsel
vb. alanlarda yaratılan özgürleşmeye darbe vurma anlamına gelir. Yani rönesansı
reddedip Orta Çağ değerlerini tekrar sahiplenmeye dönüşü içerir.
Geçmişte dünya savaşlarının acı tecrübelerine sahip olan Avrupa, üçüncü
dünya savaşı çığırtkanlığının önüne geçmede belirleyici rol oynama
yükümlülüğüne sahip olmalıdır.
08.09.2024
Baki Karer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder