30 Nisan 2017 Pazar



 

REFERANDUM VE MUHTEMEL SONUÇLARI
 

Referandumlar Gereklidir
 

    16 Nisan 2017'de yapılan referandumla anayasanın 18 maddesi değiştirildi. Halk tarafından kabul gören değişiklik sonucu, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi gelmiş oldu. Her ne kadar ismi böyleyse de, aslında başkanlık sistemine geçilmiş oldu diyebiliriz. Belki Amerika Birleşik Devletleri benzeri bir başkanlık sistemi değil ama yine de Türkiye koşullarında bir başkanlık sistemidir. 12 Eylül cuntasının 82 anayasasıyla cumhurbaşkanlığına tanıdığı yetkiler, 16 Nisan referandumuyla kabul edilen değişikliklerdeki yetkilerden hiçte az değildir. Bu nedenle anayasa değişikliği üzerine aylardır estirilen fırtınalara anlam verme oldukça zor.

    Bu süreçte kendini 'demokrat olarak nitelendiren birçok kişi ve çevre,  sıkça halka danışılmasından rahatsız olduklarını açıkça söylemekten çekinmedi. Türkiye'de halkın yeterince eğitimli olmadığını, dolayısıyla seçme ve sorgulama yapamayacağını söyleyip durdular. Nitekim aynı teraneyi, oylamanın hemen sonrasında, daha bir pervasızca dillendirdiler. Bunlar otokrasi hayranı seçkinleridir; herkes bilir. Hatta daha da ileri giderek, kısa aralıklarla halka gidilmesinin  toplumda bölünmelere neden olacağını bile iddia ettiler. Yani halk adına düşünenler olarak, halk adına akıl yürütebileceklerini ve her türlü kararı verebileceklerini geveleyip durdular. Buyurgan, monarşist olduklarını toplumda bölünme korkusuyla örtülemeye çalıştılar. Bu seçkinler safında yer alan kendini 'sol' diye tanımlayanların olması, hiçte şaşırtıcı değildi. Aslında bunlar, ataerkilliğin klasik tipolojileridir. Bir yandan otoriterliğe karşı olduklarını söylediler, öbür yandan birey ve özgürlüğün karşısına dikildiler. Hem ticaretten, hem de 'asillik'ten geri duramayan beynamazlar...Girişimcilik ruhuna, cesarete sahip olmayan bu çevreler, kurulu düzenin nimetleriyle yetinmeyi temel alan çevrelerdir. Çünkü kurulu düzenin çöplüğünde didinme daha kolaylarına gelmekte. Referandum söz konusu olduğunda tek akıl değil, birden fazla aklın kollektifliği gündemleşir. İşte halka gidilmesinden bu nedenle korkuluyor. Oysa temel bir çok konuda referanduma gidilmesi; bireye değer verilmesini, bireyin özgür olmasını sağlar, genel anlamda toplumun özgürleşmesine katkıda bulunur. Toplum özgürleştikçe kendine güveni artar, birey toplum arası ilişkilerin düzenlenmesinde olumlu rol oynar. Hem bireyin, hem de genel olarak toplumun sorgulama, doğru yargılara ulaşma yetisini geliştirir.

    Referanduma karşı çıkma ayrı, ortaya çıkan sonucu eleştirme ayrıdır. Bunlar birbirine karıştırılmamalıdır. Bunları dile getirmemin nedeni, despotluğa karşı çıkma bahanesiyle son bir kaç ay içinde kimi çevrelerin ilericilik adına sergilediği sefaleti göstermek içindir. Demokrasi salt başına ne referandumlarla, ne de iktidar tayin eden seçimlerle izah edilir. Yani sadece sandık,  demokrasiyi tanımlamaz.   

Neden Başkanlık Sistemi?


    Aslında başkanlık sistemi tartışmaları yeni değil. Dikkat edilmesi gereken nokta, başkanlık tartışmalarının Türkiye'de sermaye birikimiyle orantılı olduğudur. Tartışmalar, özellikle Turgut Özal döneminde yoğunluk kazanmaya başladı. Cumhurbaşkanı olduktan bir süre sonra, Süleyman Demirel'de başkanlık sisteminin gerekli olduğunu savundu. Mecliste yeterli çoğunluğu bulamadıkları için ciddi girişimler içinde olamadılar. Bunun esas nedenlerinden biri de, askeri vesayetti. Ordunun siyasete müdahale gücü olduğu için geçmişte pek üzerinde durulamadı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan meclisteki gücünü hesaba katmanın yanı sıra, Milliyetçi Hareket Partisi'ni de yanına alarak başkanlık sistemine geçişte ısrarcı oldu ve sonuçta da başardı. Bu arada Cumhuriyet halk Partisi'nin durumuna değinecek olursak; CHP,  son 20-25 yıllık süreci değerlendiremedi. Üzerine sorumluluk almayan, şımartılmış zengin çocuğu rolünden sıyrılıp olgunlaşmak için bir çaba yürütmedi;  oyun alanından diskalifiye olmasına rıza gösterdi. Şimdiki yakınması sadece timsah gözyaşlarıdır.

   Türkiye'nin başkanlık sisteminde ısrarcı oluşunun en önemli sebeplerinden biri, küreselleşmedir. Bugün nüfusu seksen milyona dayanmış ve bölgesinde ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda iddialı olacağını söyleyen Türkiye, küreselleşme koşullarında kendine bir yer edinmeye çalışmaktadır. Bu nedenle de parçalı parlamenter sistemden kurtulup, hızlı kararlar alan ve uygulayan bir ülke konumuna gelmek istemekte. Getirilen sistemin güçler ayrılığı ve dolayısıyla demokrasiyle ne oranda uyumlu olacağı başka bir tartışma konusu. Bu noktada irdelenmesi gereken, küreselleşmenin Türkiye'yi bu noktaya getirmesidir.

    Küreselleşme esas olarak 90'lı yılların başından itibaren, yani SSCB'nin dağılmasıyla birlikte tartışılır hale gelmeye başladı. Sovyetlerin dağılması ve ortaya çıkan daha birçok ülkenin kapitalist kalkınma modelini, yani kapitalist toplum inşasını temel almasıyla birlikte, yeni bir dünya düzenine doğru yol alınmaya başlandı. SSCB'nin dağılması  ve bir de Çin'in dünya pazarlarına açılması, kapitalizme yeni bir şırınga, hatta bir süreliğine de olsa yaşanan krizlere çare oldu. Uluslararası tekellere büyük imkanlar sundu. Sosyalizm adına hareket edenler, her alanda özgürlükleri temsil etmeleri gerekirken, 'özgürlüklere' yenilmiş oldu. Küreselleşme döneminin ekonomi politiğine öncülük eden liberaller başarılı oldu. Kendini demokrat olarak nitelendiren kesim de, önemli ölçüde liberalleri takip eder konuma geldi.

    Sermayenin uluslararası hareket tarzı başlarda devletlerden bağımsız olarak nitelendirilmişse de, aslında hiçte öyle değildi. Sanayileşmiş büyük güçler, 'devleti küçültme' bahanesiyle bir süreliğine kenara çekilmiş gibi gözükerek, yeni dünya düzeninin alacağı biçime göre kendilerini yeni baştan yapılandırmaya yöneldiler. Ama geri kalmış ve kalkınmakta olan ülkelere ise, devlet yapılandırmalarını zayıf düşürmek için 'devleti küçültme' politikasını dayattılar. Bir dizi zıtlıkları içinde barındıran küreselleşme, bir süre sonra şu veya bu boyutta, zaman zamanda beklemedikleri düzeyde uluslararasılaşmış dirençle karşılaşmaya başladı. Çünkü sermaye güçleri sadece girdikleri yeni pazarlarda acımasızca sömürü yapmadı, aynı acımasız sömürüyü kendi ülkelerinde de yaptı. Bu durum, sınıf mücadelesinin yeni bir biçim almasına neden oldu. Çünkü uluslararası sermaye eskisi gibi istihdam yaratmıyordu; hisse senetleri, kur farkları, döviz, borsa ve spekülasyonlarla  paraya para kazandırıyordu. Burada çakılıp kalan küresel sermaye, tekrar ulus devlete yönelmeye, çıkış noktaları olan merkezlere yönelmeye başladı. İşin gerçeği; küresel sermaye, dünya ölçeğinde hareket ederken bağlı oldukları devlet yapılanmalarından bağımsız hareket etmedi. Bu gerçek şimdilerde daha iyi anlaşıldı. Dünya ölçeğindeki bu neo-liberal politikadan sonuçta sanayileşmiş bir kaç güç kazançlı çıktı. İşte Avrupa Birliği, bugün bunun sıkıntılarını yaşıyor; sermaye gücüyle başka devletlerin içine girmeyi kendine mübah gören Büyük Britanya, başkaları içine girmeye başlayınca AB'den ayrılma kararı aldı. Bu ayrılık, aynı zamanda uluslararası alanda, yeni bir mevzilenmeyi de getirmektedir.

    Bu gelişmeler ışığında Türkiye hem bölgesinde, hem de uluslararası alanda rolünü etkin ve hızlı oynayabilmek için başkanlık sistemini tercih yoluna gitti. Dünya ölçeğinde küreselleşmenin getireceği yeni dünya düzeninde ortaya çıkacak mevzilenmede, yerini almanın başka çıkış yolunu bulamadı. Bir adım ileri iki adım geri veya tersi hareket biçimleriyle yeni düzen er veya geç kurulacak. Bu düzende birey, toplum, özgürlük, devlet, hatta kentleşme, hemen her alan yeniden tanımlanacak.

    Türkiye'nin böyle bir sistemi tercih etmesi, bugün olmasa da yakın gelecekte üniter devlet yapılanmasında ister istemez gevşemeyi getirecektir. En basitinden Ankara merkezli şehirleşme dönemi bitmiştir; bunu sürdürme bile 'zor' uygulamayı gerektirir hale gelmiştir. Örneğin üniter devlet yapısına daha düne kadar sıkı sıkıya bağlı Fransa bile ipin ucunu gevşetmiştir. Yine karşımızda İspanya örneği var, hatta bir süre  önce Büyük Britanya İskoçya'da referandumdan yana tavır koymak zorunda kalmıştır. Peki, Türkiye, özellikle de bölgesinde etkin siyasal ve ekonomik güç haline nasıl gelecek? Doksan yılı aşkın süreden bu yana devlet örgütlenmesine damga vurmuş İttihat ve Terakki anlayışıyla bir yerlere gelemediğini, hatta devlet yapısının kurumsallığını bile tartışılır olmaktan çıkartamadığını görmek zorunda. Terakkici ideolojik yaklaşımların toplumu köylülükten kurtaramadığı açık ortada. Geçmişte olan darbeleri bir tarafa bırakırsak, daha dün 15 Haziran darbe girişimi bile 'bu devlet kimin devletidir?' diye sormamızı gerekli kılıyor. Bu güne kadar varlığını sürdüren bu devlet,  örgütlenmiş bir avuç elitin devletidir. Şimdi buna son verilmek istenmekte; Kürdü yok sayan bir anlayışla ne Ortadoğu'da, ne Balkanlar'da ve ne de Kafkaslar'da etkin rol oynayan bir ülke konumuna gelinemeyeceği düşünülmekte. Kürdü yok sayan, daha düne kadar kullanılan her Kürtçe kelime için para cezası kesen devlet geleneği terk edilmek zorunda. Başarılı olup olmayacağını göreceğiz. Kürdistan aydınları ve siyasetçileri ise, Türkiye'de devlet sisteminde ortaya çıkan değişikliği dikkate alarak, Ortadoğu ve uluslararası dengeleri gözeten düşünce ve politikalar geliştirmelidir.

    Küreselleşme koşullarında Avrupa ülkeleri Ortadoğu'da, Kafkaslar'da ve Uzakdoğu'da yaşanan gelişmelere göre saflarını belirginleştiriyorlar. Nazi akımlarının bu derece toplumda yer edinmeleri, olası savaş koşullarına toplumu hazırlama girişimleridir. Dikkat edilirse, liberallerle, demokratlar arasında neredeyse mesafe kalmamıştır. Bu durumu, liberaller ve sosyal demokratlar 'gelen yeni düzenin altında kaldılar' diye açıklamak, tam saflık olur. Ortadoğu'da kanlı çarpışmalarla yeni sınırlar çizilmeye çalışılırken, Çin Denizi'nde ve Kuzey Buz Denizi'nde yeniden bölüşüm için yeni mevziler kazılmakta. İşte Türkiye'nin neo-liberal politikacıları bu mevzilenmede şimdiden yerlerini almak istemektedirler.

    Elbette başkanlık sistemine geçişte sadece bu tür gelişmelerin etkili olduğunu söyleyemeyiz. İttihat ve Terakki'nin bir ürünü olan Kemalizmle klasik dindar muhafazakar kesimin yüzyıllık hesaplaşması da sözkonusudur.

Baki karer

27.04.2017

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



 

 

 

 

 

17 Nisan 2017 Pazartesi


 

    16 Nisan 2017 referandumuyla birlikte Cumhuriyet tarihi boyunca ilk defa köklü bir değişim gerçekleşmiş oldu. Türkiye'ye resmen başkanlık sistemi getirilmiştir. Referanduma sunulan ve kabul edilen anayasa değişikliğinin Kürt halkına ne getireceği ve güçlü bir demokrasinin yerleşmesine ne oranda katkıda bulunacağı tartışmaları ayrı bir konu. Önümüzdeki süreçte bunlar tüm yönleriyle tartışılacaktır. Ama başkanlık sisteminin gelmesiyle birlikte en azından çok kültürlülüğün ve çok dilliliğin kabul gördüğü bir sürecin önünün açılması yüksek ihtimaldir. Çünkü başkanlık sisteminin gelmesi, aynı zamanda, Türkiye'nin son yüzyıllık sürecine  damgasını vuran İttihat ve Terakki anlayışının son bulması demektir. Bu güne kadar Türk devlet yönetimine egemen olan Türkçü akımın milis gücü konumuna gelmiş olan PKK-HDP cenahına bu süreçte ihtiyaç duyulmayacağını söyleyebiliriz. Ekolojik-mekolojik, öz kültürel-öz yönetimci kandırmacalarla Kürt halkının tüm değerlerini çöpe atanların çöpe atılacağı bir dönemi yaşamamızı olanaklı kılacak çok neden vardır.
Baki Karer
2017.04.17

6 Mart 2017 Pazartesi


Haşdi Şabi-PKK-İşid Cephesi'nin Kürt Halkına Karşı Ortak Saldırısı

 

    Son iki gündür Şengal'in Xanasor ve Sinune bölgelerinde Kürt peşmergelerle PKK arasında beklenen çatışmalar başladı. Devam eder mi veya ne kadar devam eder bilemeyiz. Ama belli ki Ortadoğu'nun derin karanlık güçleri PKK'yı Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne karşı yoğun biçimde tekrar kullanmaya başladı. Önümüzdeki süreçte Kürt halkına karşı kanlı eylemler düzenlenirse hiç şaşmamalıyız.

    Aslında Neçirvan Barzani'nin Ankara'yı ziyaretinin hemen arkasından Kürtlere karşı silahlı saldırılar başlatılacaktı ama Rojava'da ve Kandil'de yaşanan belirsizlikler şu anda yaşanan kanlı çatışmaları ertelenmesine neden olmuştu. Aylar öncesinden başlatılan 'Bırakuji' tartışmalarını hatırlamakta yarar var. Bu tartışmaların kimler tarafından başlatıldığı artık bir sır değildir. Emperyalist güçlerin yol göstericiliğinde bölgesel karanlık güçlerin silah ve para desteğinde Kürdistan Bölgesel Yönetimine karşı kirli savaş başlatılmıştır. Başlatılan bu savaş zaman zaman kesintiye uğrasa da devam ettirilecektir. PKK, Kuzey'de ve Batı'da efendileri lehine aldığı sonuçları Güney'de de almanın hırsı içindedir.Ama şimdiden sunu söyleyebilirim ki, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin egemen olduğu topraklarda yenilgiye uğrayacaktır. Bu sefer alacağı yenilgi, sahneden tümüyle çekilmesine neden olacaktır.

   Bilindigi üzere PKK, bir süre önce Sur'da, Lice'de, Cizre ve Nuseybin'de kazdığı hendeklerde çatışmalar içine girmişti. Hendeklerde yapılan çatışmaların, İran'ın aktif desteğiyle yapıldığını bilmeyen yoktur. Öbür yandan Türk derin devlet güçleri, Alman derin devlet güçleriyle ittifak halinde çatışmalarda önemli roller oynadılar; Van'ı merkez seçen hem Alman'ya, hem de Türkiye derin devlet güçleri kazılan hendeklerde çatışmalara yön verdiler. Kürt halkının gücü Ankara'nın karanlık dehlizlerinde çizilmiş iktidar oyunları ve aynı zamanda İran'ın Ortadoğu'daki çıkarları için harcandı. İran'ın Şam'a kadar genişlettiği tel örgüleri koruma planıyla Türk ve Alman derin devlet güçlerinin ittifak halinde Ankara'da yürüttüğü iktidar oyunları çakışmıştı. Daha doğrusu, aynı anda birden fazla gücün çıkarlarının çakışması söz konusu olmuştur. Çıkarların ortaklaştığı, çakıştığı noktada zıt güçlerin yan yana gelmesinde yadırganacak bir şey yoktur. Aslında son dönemlerde Almanya ile Türkiye arasında yaşanan sorunların temelinde üçüncü köprü,  üçüncü hava alanı  inşaatı ve ihalelerde yaşanan anlaşmazlığın yanısıra, Alman derin devlet desteğinde Türk derin devlet güçlerinin iktidarı ele geçirme çabası vardır. PKK, bu kavgaların figüranlığını yapmıştır. Hendek kazılan şehirlerde on bin gencin ölüme gönderilmesinin arka planında yatan gerçekler bunlardır.

    Hendek çatışmalarının devam ettiği süreçte karanlık güçlerin bir başka hedefi de PKK eliyle bölgenin demografik yapısının değiştirilmesidir. Bu hedefe ulaşılmadığını kimse iddia edemez; neredeyse üç yüz bin kişi evini barkını kaybetti ve Batı kentlerine göç etmek zorunda kaldı. Yine on binin üzerinde esnaf kepenk kapattı. Böylesi bir dönemde kepenk kapatmanın anlamı, iflasdır. PKK bölgenin demokrafik yapısıyla oynamayı 'Ekolojik değişim' olarak isimlendirmiştir. Yakın tarihte Ağrı, Zilan ve Dersim katliamını yapanlar bile bu derece sorumsuz davranmamıştır. Bu anlamda PKK, Kürt/kürdistan tarihinin en hain yapılanmasıdır. Yani PKK Kürt halkını yok etmeye, Kürdistan denilen bir ülkenin isminin bile anılmasını yasaklamaya çalışan faşizan bir yapılanmadır artık. Bu gerçek görülmediği sürece, Kürt halkının ilerleme sağlaması pek olanaklı değildir. 

    Gelelim Batı Kürdistan'a; PYD bilmem YPG benzeri bir dizi harf sıralamalarından oluşan uyduruk isimler üzerinden tartışma yürütmenin ne kadar anlamsız olduğunu herkes bilir. Her bir harf sıralaması ile oluşturulan örgütler sonuçta PKK'dır. PKK Rojava'da Beşşar Esad'a her koşulda bağlılığını ispat etmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır; on binlerce gencin Türkiye'ye göç etmesini sağlamış, Kürt halkının ileri gelen politik şahsiyetlerini katletmiştir. Rojava'da Esad'ı aratacak faşizan bir baskı rejimini yerleştirdi. Muhalefet edenlerin bir çoğu işkencelerden geçirilerek ya öldürüldü, ya da tutuklandı. Bunlarla da yetinilmeyip Kürt ve Kürdistan adına ne varsa ayaklar altına alındı, Kürt bayrağı açanlar bile kurşuna dizildi. Bölgede direnç noktaları kırılmış, her alanda teslim alınmış toplumsal yapı inşa edilmeye çalışılmakta. Rojava sadece Esad güçlerine değil, ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda peşkeş çekilmekte. Zaman zaman oynanan kantonculuğun bile ne kadar yutturmacadan ibaret olduğu herkesçe bilinmekte. Rojava'nın binlerce genci Esad'ın ve ABD'nin çıkarları uğruna feda edildi. Bundan daha korkunç ne olabilir?

    Kuzey ve Batı Kürdistan'da giriştiği yıkımlardan cesaret alan PKK, son üç gündür Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne karşı saldırıya geçmiş durumda. Bu saldırının arkasında Tahran ve Bağdat'ın olduğu aşikârdır. Kürdistan Yönetimi'nin son dönemlerde uluslar arası alanda büyük destek aldığı bilinmekte. Bu durum esas olarak hem Tahran'da, hem de Bağdat'ta ciddi rahatsızlıklara neden oldu. Sayın Mesut Barzani ve yönetimine hemen her alanda desteğin yoğunlaştığı bir anda, PKK saldırıya geçirildi. Saldırıya geçerken de Mesut Barzani'nin Türkiye ile yaptığı görüşmeler bahane olarak ileri sürülmekte. Ama bu sefer elma ile armudu iyice birbirine karıştırmış durumda. Kürdistan Bölgesel Yönetimi  ne Mesut Barzani'dir, ne de Kürdistan Demokrat Partisi'dir; bahsettiğimiz yönetim, belli bir coğrafi alan üzerinde hükümranlığı temsil eder. Devlet veya federatif yönetim, kendine ait hükümranlık alanını bir başkasıyla bölüşemez, bölüşmez. Kim bu hükümranlık alanına tecavüzde bulunursa, şiddetle yok edilir;egemen olarak ayakta kalmanın değişmez şartı budur. Yönetim bu tasarrufu halk adına pratikte hayata geçirmek zorundadır, yani var olmanın ön şartı bu tasarrufu halk adına kullanmadan geçer.

    Bağımsızlık için diplomatik girişimlerin yoğunlaştı bir dönemde Kürt halkına ve onun yönetimine karşı saldırıya geçilmiş olması, PKK'nın Kürt/Kürdistan düşmanlığını tartışmasız hale bir kez daha getirmiştir. Şengal, Sincar ve başka alanlar üzerinde Tahran ve Bağdat adına işgal girişimleri yenilgiye uğratılacaktır. PKK'nın Kürt halkına karşı saldırılarında bu derece sabırsız davranmasının bir nedeni de, bağımsızlıktan sonra pabucunun dama atılması korkusudur. Varlık nedeni bağımsızlığı engellemeye bağlıdır. Görevini yeterince ifa edemediği noktada, taşeronluğunu yaptığı güçlerce terk edilecektir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin egemenlik alanına yapılan saldırılar, bu çerçevede değerlendirilmelidir. PKK'nin başlattığı saldırı, Haşdi Şabi ve İŞİD'le birlikte  bir cephe saldırısıdır.
 Baki Karer
6.03.2017
 

 

    PKK TERÖRÜNÜN GELDİĞİ NOKTA     Epeyce bir süreden bu yana Pkk/Dem’de neler oluyor diye tartışmalar yürütülüyor. Tartışmalarda, son...