1 Mart 2023 Çarşamba

 

 

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI NE YAPMAK İSTİYOR?

 

    Birkaç gün önce Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir kurul tarafından, evlat edinilen veya edinilecek çocuklar üzerine bir açıklama yapıldı. Yapılan açıklama toplumda çok büyük bir infial yarattı. Düşünülmeden ne tür sonuçlara yol açacağı hesaplanmadan yapılan bir açıklamaydı bu. Her ne kadar ‘düşünülmeden’ diyorsam da aslında yapılan açıklama, bazı insan beyinlerinin hâlâ binyıl önceki düşünce yapısıyla uyumlu olabileceğini de bize gösteriyor. Yani bunlar bir nevi anakronik düşünce ve davranış biçimlerine sahip insan türleridir. Çünkü bin beş yüzyıl önceki değer yargılarıyla hareket etmektedirler. Yakın zamanda altı yaşındaki kız çocuğunu evlendirenler ortaya çıkmıştı. Hatta çocuklarla evlenmeyi savunan bir güruh mahkeme önünde toplanma cesaretini bile gösterebilmişti. Bu sapık topluluğun eylemlerine karşı ciddi bir tepkinin gösterilmemiş olması da ayrıca üzücü bir durumdur. İnsanlıktan nasibini alamamış bu tür çağdışı topluluklara baktığımızda Türkiye’de toplumsal yapının değişim yönü üzerine kaygılanmamak elde değil. Türkiye’de laiklik bazı odaklarca tartışmalı noktaya mı getirilmek isteniyor sorusunu sormak zorunda kalıyor insan.

    Laik olduğunu iddia eden bir devlet örgütlenmesinde, belli bir dine ve mezhebe dayalı Diyanet kurumunun devlete bağlanması her zaman tartışmalı olmuştur. Bu durum, doğal olarak laikliğin uygulanıp uygulanmadığını sorgulanır kılmıştır. Böylesi bir yapının, seküler bir toplumun ortaya çıkmasında engelleyici bir rol oynadığını kabul etmek gerekir. Toplumda yurttaşlık bilincini geliştirme ve sorgulayıcı bireyler yaratma, devletin, din ve mezheplere karşı eşit mesafede oluşuyla orantılıdır. Ama bu ayrı bir tartışma konusudur. Şu anda tartışılan, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir kurulun açıklamasıdır. Yapılan açıklamanın geri çekilmiş olması, sorunun tartışılmasına engel teşkil etmiyor. Çünkü yeni açıklama önceki açıklamayı farklı bir üslup ile kabul ediyor. Yani yanlışta hala diretme var. Bahsedilen kurulca yapılan ilk açıklamadaEvlat edinenle evlatlık arasında evlenme engeli olmadığı" dile getirilirken, toplumda ortaya çıkan tepkiler karşısında yapılan ikinci açıklamada sorun, ‘mahrem’ olup olmama açısından ele alınarak geçiştirilmeye çalışılmakta. Aslında tartışmaya konu olan sorunu salt evlat edinmeyle bağlantılı olarak değil, hem ahlaki açıdan hem de düşünce yöntemi ve bilgi üretimi açısından ele almak gerekir. Din bir düşünme yöntemi değildir; bazı çevrelerin iddia ettiği gibi ‘dinsel düşünme‘ diye bir şey yoktur; somut gerçeklikler temelinde akılcı düşünme ve bilimsel temellerde bilgi üretimi vardır. Hele hele bir felaket ortamında akla ilk gelen evlat edinilen bir çocukla evlilik oluyorsa, işte orada bir korkunçluk var demektir. Din korkuyla anılır hale gelmişse, dinin yerini hadisler almışsa, bugünün sosyal yaşamı hadislerle düzenlenmeye çalışılıyorsa, şiddet ya da zor artık tek çıkar yol olarak görülmeye başlanmış demektir.

   Aslında bizde dinsel sorunların hâlâ bu tarzda tartışılıyor olması, Türkiye’de muhafazakâr kesimin toplum nezdindeki algısını bir türlü değiştirememesinden kaynaklanmakta. Çünkü muhafazakâr kesim geçmiş yüzyıllık süreç içinde kendi aydınlarını ve entelektüellerini yetiştirmeyi başaramamıştır. Bu kesimin en ileri aydını olduğunu söyleyenler bile hiçbir birikimi olmayan imamların ya da cemaat liderlerinin peşinde sürüklenmiştir. Bu durum ister istemez muhafazakarlığın baş örtüsüyle ve namazla tanımlanmasına yol açmıştır. Bu tarzda sığ ve çorak kalışın Diyanetin yapılanmasına yansımaması mümkün değildi. Bu kurumun ortaya çıkan sorunlar karşısında çağdaş düşünceler ortaya koyamaması ve yanlış tavırlar geliştirmesinin başlıca nedenlerden biri de budur.   

    İşte Diyanet’in ahvâli; hal-i pür melali!

 

   2023.02.28

BAKİ KARER

15 Şubat 2023 Çarşamba

DEPREM GERÇEĞİ

 

DEPREM GERÇEĞİ

    On ilde birden meydana gelen deprem, tam anlamıyla bir felaket olarak tanımlanabilir. 6 Şubat 2023 karanlık bir gün olarak tarihe geçti şimdiden. Yaşanan bu felaketin neden ve sonuçları üzerinde söz söylemekte zorlanıyor insan. Neden böylesi bir yıkımla karşılaştık? Yaşanan yıkımın önlenmesi imkânsız mıydı? Geçmişte kalan zaman diliminde, yani son yüz yıllık süreçte yaşanan olumsuzlukları dikkate aldığımızda sorumluluğun tüm toplumun olduğunu kabul etmeliyiz. Bir taraf diğer tarafı, öbür taraf bu tarafı suçlu ilan ederek geçmişin hatalarından muaf tutulamaz.

    Bizde toplum olarak sorumsuzluğun esas kaynağını eğitim sistemimizin temelini oluşturan ‘Vatan millet sakarya’ anlayışında aramak gerekir. Yani, tüm düşünce ve davranış biçimlerinin odağına devletin yerleştirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu anlayış veya tutum, ister istemez sorgulamanın, eleştirel düşünce sisteminin önüne geçmektedir. Oysa özgürlüğü, barışı, paylaşımcılığı esas alan eğitim sisteminin ortaya çıkardığı toplumlarda, sorumluluktan kaçınmanın yolları temel alınmaz. Özgür düşüncenin oluşmadığı bireylerin çoğunluk oluşturduğu toplumlarda ise devlete eleştirel yaklaşımda çekince vardır; bananecilik anlayışı ve bir nevi ‘sırasını bekleme’ kültürü egemendir. Devleti olabildiğince yüceltme, hem toplumda hem de bireyde özgür düşüncenin törpülenmesini getirir. Temel hak ve özgürlükleri düzenleyici bir araçtan öte kutsallık atfedilen devlette toplumsal yapı, her zaman tartışmalı olmuştur. Bürokratik yapı kutsal olarak kabul edilip içselleştirilmeye başlandığı andan itibaren, hatalar ve ihmaller artık ‘kader’ olarak kabul edilmeye başlanır. Bu noktada cehalet hemen her alanda kendini göstermeye başlar. Artık yönetenler ‘elit’ yönetilenler de ‘kul’ olmaya başlamıştır. Şu anda bizde olup bitenleri bu çerçevede ele almak gerekir sanıyorum.  Umarım bugünden sonra eline çekiç ve keser geçiren bina yapmaya kalkışmaz. Ayrıca ne yönetenler, ne de yönetilenler ‘imar affı’ için gün saymanın gafletine düşmezler. Unutulmamalı; bu günlere kısa yoldan zenginleşme uğruna başkalarının arazisi üzerine gece kondu yaparak gelindi. Yani mülkiyet hakkı, birkaç oy uğruna hiçe sayıldı. Başka türlü 20’nin üzerinde imar affı çıkartılamazdı.

   Evet, Kahraman Maraş merkezli deprem korkunç bir yıkım getirmiştir. Yaşamını kaybedenlerin yakınlarına başsağlığı ve sabır diliyorum. Yaralıların da bir an evvel sağlıklarına kavuşmaları dileğimdir.

2023.02.13

BAKİ KARER

 

 

 

15 Ocak 2023 Pazar

TÜRKİYE’DE SOL NEREYE GİDİYOR?


TÜRKİYE’DE SOL NEREYE GİDİYOR?

    Türkiye 12 Eylül faşist cuntasıyla birlikte hemen her alanda çok ciddi alt üst oluşlar içine girdi. Yaşanan köklü değişimlerden nasibini alanların başında sol cephede yer alan hareketler gelir. Türkiye’de günümüz koşullarında sol oluşumların, örgütlenmelerin geldiği noktayı sadece melodram olarak niteleyip geçemeyiz, çok daha öte bir konumdadırlar. Bu günkü solun konumu ve sahip olduğu özellikler tekrar tartışılmalıdır.

    Bizde sol oluşumları II.Meşrutiyet’le başlatanlar vardır, ama bu her zaman tartışmalı olmuştur. Solun nasıl tanımlanması gerektiğiyle ilgili bir durumdur bu. II.Meşrutiyet ilan edildiği dönemde Osmanlı İmparatorluğunda sınıf anlamında ne bir burjuvaziden ne de işçi sınıfından bahsedilebilinir. Küçük işletme sahipleri ve bu işletmelerde çalışan az sayıda işçiler vardır. ‘Vatan Savunması’ şiarı ile ortaya çıkan Jön Türk hareketiyle başlayan ve ulus faktörünü ön plana çıkaran milliyetçilerin örgütlenme çabaları vardır. Bu dönemde İmparatorluk içindeki bazı gayrı müslimlerin Rusya’da ortaya çıkan Narodnizm’den etkilendikleri görülür.

    Gerek Jön Türkler gerekse de 19’cu yy. başlarından itibaren İttihat ve Terakki ile birlikte tüm muhalefet kesimlerinin II.Abdülhamid’e karşı iktidar mücadelesi söz konusudur. Jön Türkler’le başlayan ve İttihat ve Terakki’nin kuruluşuyla giderek yoğunlaşan seküler yanı ağır basan bir muhalefetten bahsedilebilinir. Bu muhalefetin karakterini oluşturan ulus-devlet temelli oluşudur. Ayrıca İslam’ı bir tarafa bırakmazlar; Batı’dan ümit kesildikçe Doğu’ya yönelik ‘ümmet kurtarıcı’ rolünü de üstlenmeye kalkışırlar. Yani ‘halkçı’ söylemlerini ön plana çıkarmalarına karşın, İslam alemini tek bayrak altında örgütleme gayreti içine girmekten de geri durmamışlardır.

    Solun ortaya çıkışı veya aydınların sosyalizmle buluşması daha çok 1920’li yılların başlarında kendini gösterir. Düşünce olarak yaygınlaştırma, sosyalist toplum oluşturma çabaları bu yıllarda ortaya çıkar. 1960’lı yıllardan itibaren derinleşen sınıf mücadelesine bağlı olarak sol düşünce de kitleselleşmeye başlar. Artık sosyalist toplum oluşturma doğrultusunda ciddi mücadele içine girilmiştir.

    1960’lı yıllarda yaygınlaşmaya, kitleselleşmeye başlayan sol, özellikle küreselleşmenin hız kazandığı günümüz koşullarında ne yazık ki, bölük pörçük bir hale gelmiştir. Elbette bu bölünme ve parçalanmada 12 Eylül faşist cuntasının oynadığı rol önemlidir. Günümüz Türkiye’sinde solun varlığı tartışılır bir durumdadır. Kendini gurup, çevre veya parti diye nitelendiren sol çevreler, tamamen marjinalleşmiş, birkaç kişiyle sınırlı bir duruma düşmüştür. Türkiye’de solun ağırlıklı bir kesimi, küreselleşmeyi yönlendirenlerin egemen kıldığı politik esintiye kendini kaptırmış durumdadır. Bugün sol olduğunu iddia eden önemli bir kesimin strateji ve taktiğinin oluşmasında bahsettiğim bu esinti belirleyici rol oynar. Küreselleşme döneminde solun bu duruma düşmesi, başlı başına bir tartışma konusudur. Ama esas tartışmak istediğim Türkiye’de solun ağırlıklı bir kesiminin karakteristik özelliğidir.

    Bahsettiğim sol, özellikle 2023 seçim takvimi yaklaştıkça sahip olduğu tüm özelliklerini canhıraş gayretlerle ortaya koymakta ve Jön Türklerden miras aldıkları şiarla hareket etmektedir. Yarım ağızla hem sosyalizmi savunmaktalar hem de neo liberal ekonomi politika uygulayıcılar arasında tercih yapmada bir sakınca görmemekteler. Daha açık bir deyişle, liberalizmin  burjuva ideolojisi, sosyalizmin de işçi sınıfı ideolojisi olduğu unutulmakta. Ayrıca davranışları ve ileri sürdükleri düşünce tarzıyla sosyalizmin bir yaşam biçimi olduğunu inkâr etmekteler. Yani en gereksiz bahanelerle bin bir parçaya bölünmüş sol kesimin önemli bir bölümü, burjuva partilerinin strateji ve taktiklerinin arkasından sürüklenir hale gelmiştir. Bahaneleri de gayet basit; mevcut iktidara karşı olma! Bu arada karşısında oldukları gücün olanaklarından yararlanma fırsatçılığını da görmemek mümkün değil. Yani bir anlamda güce tapma derekesine düşme söz konusudur.

   Sol, kendini toplumda bir güç, alternatif haline getirmeye yönelik bir çaba içinde değildir. Yani sol kendini kitleselleştirecek, toplum içinde ağırlık merkezi haline getirecek bir mücadeleden yoksundur. Küresel koşullara özgü örgütlenmede yaratıcılık yoktur.  Her alanda olduğu gibi, siyasal alanda da başarılı olmanın bir ölçüsü, kendine güven duymadır. Günümüzde solda böylesi bir güvenden bahsedebilmek çok zor. Bu nedenle de oyun kurucu olamamakta ve anarko kapitalizm karşısında suskun kalınmakta. Sorun burjuva muhalefet çerçevesinde salt sandıkta oy kullanmaya indirgenmekte. Elbette solun önemli bir kesiminin böylesi bir düşünce tarzına sahip olmasının tarihi nedenleri vardır. Bizde ‘Muhafazakârım’ diyenlerin, sosyal demokrat veya ‘sol’ olduğunu söyleyenlerin de ayrıştığı yer, İttihat Terakki’dir. Bu nedenle Türkiye’de sol düşünce, önemli oranda İttihat Terakki’yi aşamamıştır. Jön Türklerin ‘Vatan yahut Silistre’sinde kalmıştır. Bu durumu bugüne tercüme edecek olursak, Kemalist çerçeveden öteye geçilememiştir. Bunun en belirgin örneklerini, PKK/HDP ile ilişki ve ittifak içinde olanlarda çok rahatlıkla görürüz. Çeşitli bahanelerle HDP ile ittifak geliştirenler, Kürt ve Kürdistan gerçeğinin inkârını temel alanlardır. Ucu bucağı olmayan dehlizlerde tapılacak güç arayanlardır.

2023.01.14

BAKİ KARER

 

   

2 Ekim 2022 Pazar

MOLLA DİKTATÖRLÜĞÜ

 

 


MOLLA DİKTATÖRLÜĞÜ

 

    Geçmişte birçok devlete, uygarlığa ev sahipliği yapmış İran, bulunduğu coğrafyada bugün her türlü çağdışı uygulamaların merkezi haline gelmiştir. Cahiliye dönemini temsil eden bu rejim, gericiliğin kaynağı olduğunu bir kez daha göstermiştir.

    Soğuk savaş döneminde ABD’nin ‘Yeşil Kuşak Projesi’ gereği, İran ‘da cehaletten kaynaklı cesarete sahip yağmacı yığınların iktidarı ortaya çıktı. Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin ve genel olarak Batı dünyasının İran’a karşı tavır alışları, çıkarlarına yeterince hizmet etmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu anlamda Batının tavrı tartışmalıdır. Aslında ne Avrupa, ne de ABD İran’ın nükleer güç haline gelmesinden pek o kadar tedirgin değildir. İran’ı dengeleyecek ve nükleer silah kullanmasına engel olacak pek çok enstrümana sahiptirler. İran’ın nükleer güç olma çabaları, Ortadoğu’da kargaşayı uzun vadeli kılmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. Bu yolla bölge ülkelerinin çoğunluğunun, Batı’nın büyük güçlerinin eli altında hareketsiz kalması sağlanmaktadır. Böylece hem Ortadoğu ülkeleri arasında çelişki ve çatışmalar sürekli kılınmakta hem de yer altı ve yer üstü kaynakları daha kolay talan edilmekte. Bugün Bölge ülkeleriyle yüzlerce milyar dolarlık silah ticareti anlaşmalarının yapılmış olması, mevcut konjektürel durumu bize yeterince izah ediyor.

    İran rejimi geldiği noktada önemli oranda tıkanma içine girmiştir. İçte iktidara nefes aldıracak kanalların epeyce tıkandığını söyleyebiliriz. Rejim artık kendini, uyguladığı ekonomi politikayla ve uluslararası ilişkilerde edindiği yerle tanımlamaktan çoktan uzaklaşmış durumdadır. Hatta ağzına pelesenk ettiği İslam ideolojisiyle de kendini tanımlamayı çoktan terk etmiştir. İslam’la felsefe arasında bağlantı kurmanın yerine, fetişleştirilmiş İslami kavramları yerleştirmeye başlamış olması, iktidarın müşrikleşmesini sağlamıştır. Bir de bu nedenden dolayı iktidar, tümüyle kadına, kadın saçına, kadının bedenine düşmanlıkla kendini tanımlamaktadır. Rejim, insana düşmanlığını, insanı doğuran varlığa karşı duyduğu kin ve nefret üzerine oturtmuştur. Ayrıca Kürt kızı Mahsa Amini’nin seçilmesi pekte tesadüflerle açıklanamaz. İktidarın ötekileştirici, ayrıştırıcı, yani ırkçı yüzünü göstermektedir. Sekülerizme karşı çıkma adına koyulan her ‘tahdid’ eninde sonunda nefretin ürünü olmaktan öte gidemez.

    Bugün İran’da esas olarak kadına karşı duyulan kin ve nefrete karşı bir isyan bayrağı çekilmiştir. Protestolar oldukça yaygındır. Ama henüz faşizmin de ötesinde olan ırkçı iktidarı alaşağı edecek boyutta değildir.  İran’da devlet aygıtı oldukça ayrıştırılmıştır. Bürokratik aygıtlarla toplumun önemli bir kesimi kontrol altında tutulmakta. Bir ölçüde ayrıcalıklı olan bu kesimin çıkarları iktidarla ters düşer bir konumda değildir. Ayrıca Irak’la savaş süresince çevre ülkelerinden nüfus hırsızlığıyla kazanılmış küçümsenmeyecek bir kitlenin varlığı biliniyor. Rejimin militanlığını yapanlar arasında bu kitlenin varlığı göz ardı edilemez.

    Yaygın protestolar bugün için iktidarı yıkmaktan uzak olsa da birçok alanda geriye adım attıracak sonuçlara yol açacaktır.

30.09.2022

Baki Karer

17 Temmuz 2022 Pazar

 

HEYKEL DİKİCİLERİN KİMLİKSİZLİĞİ

 

    Kimlik sorununu; kimliğin önemini, uluslaşmada ve ulusal bilince sahip olmada oynadığı rolü halen tartışıyor olmak bir çoklarınca yadırganabilir. İçinde bulunduğumuz koşullar buna bizi bir anlamda mecbur bırakmakta. Tartışılması gereken pek çok konu varken, kimlik sorununa tekrar vurgu yapmanın önemini hiçte hafife almamak gerekir. Şiddetle yok edilmek istenen kimliği taviz vermeden savunma, aynı zamanda, bir isyandır, bir başkaldırıdır. Çünkü kimlik, başlı başına ulusal bilinç sorunudur. Uzun tanımlamalara, analizlere başvurmadan, kısaca bireyin aidiyetini açıklıkla, hiçbir çekince duymadan dile getirmesi, bir ulusa ait olma bilincini ifade etmesidir. Yani birey, aidiyetini ifade ettiği oranda bir topluma ait olduğunu, sonuçta toplumsal dinamizmin bir parçası olduğunu ortaya koymuş olur. Bu duruş, aynı zamanda, farklı oluşu kabullenme, diğerleriyle olan farklılıklarını gösterme anlamını da taşır. Birey veya ulus farklılıklarını ortaya koyduğu oranda farklı olanlarla ortak noktalarda buluşarak dayanışma içinde olmaya özgürce karar verebilir.

    Bizde aidiyet, yani kimlik sorunu tartışıldığında ilk akla gelen Kürt halkıdır, ulusudur. Ulus olmanın ölçütü bir territoryal örgütlenme olanağına sahip olmayla eş değerli tutulamaz. Bazıları gönüllülüğe dayalı olmayan bölünmüşlüğü bile ileri sürerek Kürt toplumunun   ulus olma özelliklerini inkâra kalkışmakta ve bu noktadan hareketle başka ulusların içinde erimeyi kabullenmektedir. Oysa esas olan belli bir coğrafi bütünlükle birlikte bu coğrafi alan içinde egemen bir dilin var olmasıdır. Ayrıca var olan sosyo-kültürel yapının tarihi geçmişe ve dinamikliğe sahip olması da unutulmamalıdır. Bunlara paralel olarak pazarında kapitalist meta üretiminin egemen olması, ulus olmanın ölçütleri arasındadır. Bunca yıldan sonra tekrar Kürt halkının ulusal bilincini tartışılır hale getirmeye çalışanlar, izbe köşelerde ölümü kutsallaştırıp Türkleşmeyi temel alanlardır.

    Kimliğini inkâr ederek başka toplumlar içinde erimenin gönüllü neferliğini yapanların, içinde eridikleri toplumlara da en ufak katkıları olmayacağı açıktır. Kendi kimliğini inkâr temelinde yeni bir kimlik edinilmeyeceği tartışma götürmez. ‘Muhayyel Kürdistan burada meftundur’ şiarı temelinde, Kürtün Türkleşmiş biçimiyle ontolojik devleti temsil etme yarışına girmişlerin derinlerde sarmaş dolaş oluşları günümüz koşullarında tekrar irdelenmeye muhtaçtır. Küresel koşullara özgü erimede gönüllülük ve eritme politikasının sosyolojisi yeniden ele alınmalı.

2022.07.17

Baki Karer

 

12 Haziran 2022 Pazar

NATO’NUN GENİŞLEMESİ VE TÜRKİYE

 

NATO’NUN GENİŞLEMESİ VE TÜRKİYE

 

    Son dönemde özellikle siyasi ve askeri alanda baş döndürücü gelişmelere şahit olmaktayız. Rusya Federasyonu ile Ukrayna arasında devam eden savaş, önümüzdeki sürecin şekillenmesinde belirleyici olma özelliği taşımaktadır. Savaşın kazananı hangi taraf olursa olsun, dünya artık eskisi gibi olmayacaktır. Her ne kadar henüz yüksek sesle dillendirilmiyorsa da içinde bulunduğumuz koşullar aslında tam anlamıyla bir soğuk savaştır. Daha da ötesi; hızla yeni bir dünya savaşı koşullarına uygun mevzilenmenin gayretleri görülmekte. Yeni bir dünya savaşından, hatta nükleer savaştan bahsetme adeta olağan hale gelmiştir. Avrupa toplumları bile bu sözcükleri neredeyse kanıksar vaziyette. Savaş söz konusu olduğunda Avrupa’nın tarihi geçmişini unutma saflığına düşemeyiz ama aklı selimin üstün geleceğine dair ümitler de henüz kaybedilmiş değil.

    Nato ve Rusya Federasyonu çok önemli iki farklı güçtür ve birbirlerine zıt iki ayrı kutupta yer almaktadır. Bu durum geçmişte olduğu gibi, bugün de yeniden oluşturulmak istenen dünya düzeninin bir gerçeğidir. Her iki tarafın bu gerçeği kabullenerek hareket etmesi, geleceğimiz için çok önemlidir. Sorun otokrasinin demokrasiye veya demokrasinin otokrasiye karşı duruşu düzleminde ele alınırsa, sonu öngörülemeyen bir sürece doğru ilerleriz. Nato ne kadar demokrasiyi temsil ediyorsa Rusya Federasyonu da o kadar demokrasiyi temsil etmektedir.  Kaldı ki Nato, ‘savunma’ adı altında örgütlendirilmiş bir savaş paktıdır. İçinde yer alan ülkelerin birbirlerine güven duydukları da pek söylenemez.  İşte Finlandiya ve İsveç’in Nato’ya üye olma girişimleri de bu çerçevede ele alınmalı. Bugüne kadar askeri paktların dışında kalan Finlandiya ve İsveç’in birdenbire Nato’ya katılma çabaları şaşırtıcıdır. Tamamen ABD’nin kışkırtmalarının yol açtığı bir sonuçtur bu. Böylesi girişimler, hemen yarın olmasa da, Avrupa için tehlikeli bir savaş kışkırtıcılığıdır. Diğer bir değişle savaşın daha geniş bir yüzeye yayılmasına yönelik adımlardır bunlar.

    Türkiye’nin bu iki ülkenin Nato üyeliğine karşı çıkması, savaşın yaygınlaşmasını önleme çabalarından çok, Nato içindeki güçler dengesinden kaynaklanmaktadır. Bu noktada Fransa’nın tutumu, Fransa ve İtalya’nın Almanya’ya karşı yaklaşımları, Balkan ülkelerinin ABD ve diğer B. Avrupa ülkeleriyle olan çelişkileri elbette önemlidir. Ama Türkiye’nin tavrını belirleyen esas neden, bu ülkelerin katılımıyla Nato içinde Türkiye’ye karşı daha radikal bir cephenin oluşma ihtimalidir. Yani bu iki ülkenin katılımıyla Nato içinde Yunanistan’ın başını çekeceği radikal bir cephe oluşacaktır. Bu cepheye Çek Cumhuriyeti de eklenebilir.  Yunanistan, İsveç, Finlandiya ve Çek Cumhuriyeti’nden oluşacak ve çoğu zaman da Fransa ve Almanya’nın da desteğini alacak radikal bir cephenin oluşması Türkiye için istenmeyen bir durumdur.

    Türkiye’nin bu iki ülkenin katılımına itiraz etmesine neden olan ikinci etken, Amerika Birleşik Devletleri’nin  Yunanistan’a çok amaçlı üsler açmış olmasıdır. Bu üstlerin hedefinin her ne kadar Rusya Federasyonu olduğu söylense de, olay sadece bundan ibaret değildir. Asıl hedef, Avrupa’nın sınırlarını yeniden belirlemedir. Belirlenecek yeni sınırlar içinde Türkiye’nin yeri tartışmalıdır. Ayrıca önümüzdeki süreçte Doğu Akdeniz’de ortaya çıkacak sorunlarda, Türkiye’ye karşı kalıcı denilecek düzeyde bir denge oluşturmanın çabaları var.  Daha açık bir ifadeyle; Türkiye ve Yunanistan arasında ortaya çıkacak muhtemel bir savaşta Batı Avrupa ve ABD’nin yeri, Yunanistan’ın yanıdır. Geçmişin ‘arabulucu’ veya ‘denge rolü’ bir tarafa bırakılmıştır artık. Muhtemel Türkiye-Yunanistan savaşında, Rusya’ya karşı alınan tavrın aynısı, Türkiye’ye karşı alınacaktır. Türkiye bu durumun çok iyi farkındadır. Türkiye, Ortadoğu, Kuzey Afrika, Balkanlar ve Kafkasya’daki duruşuyla zaten şimdiden yerini belirlemiş, mevzilenmesini sağlamıştır. Sonuç olarak Türkiye, İsveç ve Finlandiya’nın Nato üyeliğine karşı yaptığı itirazla, durduğu yeri onaylatmak istiyor. Ayrıca birçok Nato ülkesinin kendine yönelik olumsuz tavrını törpülemeye çalışarak karşı yönelimleri bir nevi ‘hizaya getirme’ çabası yürütüyor. Bu tutumunu ne kadar sürdüreceği, karşı tarafın göstereceği yaklaşımla doğrudan ilintilidir.

12.06.2022

BAKİ KARER

1 Mayıs 2022 Pazar

PKK’nin Gerçek Yüzü

 

PKK’nin Gerçek Yüzü

 

    Son günlerde PKK-İŞİD-HAŞDİ ŞABİ cephesi Kürdistan Bölgesel Yönetimi hakkında asılsız haberler yayma faaliyetlerine yoğun biçimde devam etmekte. Bu konuda başı çekenin PKK olduğunu artık herkes biliyor. Bu cephe bir yandan psikolojik olarak toplumu yalan haberlerle etkilemeye çalışırken, bir yandan da yönetimin bürokratik yapısına şiddet temelinde yönelerek ortadan kaldırmanın çalışmasına hız vermiştir. Özellikle bu üçlü cephe Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin egemen olduğu topraklarda insan kaçırma, hırsızlık, tecavüz, gasp, yol kesme v.b türden akla gelebilecek her türlü terör eylemlerinde bulunmaktadır. PKK’nın öncü, akıncı tim görevini destekleyenler, Kürdistan Demokrat Partisi’ni saldırganlıkla suçlama yüzsüzlüğünde bulunabilmekteler. Daha birkaç gün önce PKK, HAŞDİ ŞABİ ve İŞİD’le birlikte terör estirmek için tonlarca patlatıcı maddeyle yakalandığı bilinmekte. Peşmerge, kadın, çocuk, yaşlı demeden katletmek için dinamit depolayan PKK’nin, Kürdistan Federe Devletine olan düşmanlığını tartışma, sadece zaman kaybıdır.

2022.04.29

Baki Karer

    PKK TERÖRÜNÜN GELDİĞİ NOKTA     Epeyce bir süreden bu yana Pkk/Dem’de neler oluyor diye tartışmalar yürütülüyor. Tartışmalarda, son...