21 Mayıs 2020 Perşembe


Süleyman Kaplan’ın Kriminalite Alışkanlığı ve İtirafları!



    Süleyman Kaplan denilen zat, çok eski bir röportajımı sayfasında yayımlamış. Orijinalini bir zahmet edip benden isteye bilirdi.  Röportaj hangi başlık ve ara başlıklar altında verilmiş görürdü. Ama malum o bilindik ‘çok böyük’ takıntısının kurbanlarından bir olarak kendini kabul ettiği için, böylesi bir yükümlülük altına girmekten imtina etmeyi tercih etmiş. Tam bu dönemin ruhuna uygun bir yazı hazırlığı içindeyken böylesi densizlikle karşı karşıya kalacağımı tahmin edemezdim. Zat-ı muhteremin 90 yıllarda kimlerin kullandığını bildiğimiz bir başlıkla röportajımı vermesi, belli ki ortamı bulanıklaştırmayı, tanınmaz hale getirmeyi, adeta 1993’lere geri götürmeyi hedeflemektedir. Bayımızın yaptığı, aynı zamanda belgede tahribata girer.

    Bu bay, eğer kendini o kadar ‘teorisyen ve yazar’ olarak görüyorsa ve kendine güveniyorsa, o röportajda üzerinde durulması gereken, daha da derinleştiririlmeye ihtiyaç duyan düşünceler olduğunu görmeliydi; onları ele alıp işleye bilirdi. Yok , bu zahmete katlanmayı göze alamıyorsa aklınca bulduğu başlıklarla değil, orijinal başlıklarla verme dürüstlüğünü göstermesi sanırım daha erdemli olurdu.

    Kandini yazar olarak tanıtma gayretinde olan biri, aynı zamanda duyarlılığı bir kenara bırakmadan ortamı, süreci iyi okumayı bilmelidir. Davranış ve söyleminde kırıcı olmadan ziyade veya başkalarının diliyle değil, kendine özgü dil ve üslubuyle düşüncelerini açıklama cesareti olmalıdır. Bu çok önemlidir; özgüven böyle inşaa edilir. Her zaman söyledim, tekrar etmekten zerre kadar kaçınmam; sorun PKK olunca geçmişi, özelliklede curcunalı 90 yılları unutmamalıyız. PKK’ya karşı en ufak kalem oynatan, bir söz söyleyen herkesin ne ile susturulduğunu herkes bilir. Ama dürüst insan, her türlü zorbalığa, şiddete karşı kavgayı göze almış gereksiz suçlamalar ve tehditler karşısında susmaz. Her mücadele insanı hemen her koşulda susmamanın bir yolunu bulur, bulmalıdır da. Ama Süleyman Kaplan ne yapıyor? Ortamı yeniden 90’lı yıllarda olduğu gibi kriminalize etmeyi, dost görünüm altında susturma gayreti içinde olmayı bir görev olarak telakki ediyor. Süleyman Kaplan unutma, ben bir insanım ve her hangi bir açıklama yaparken, yazı kaleme alırken insanlık görevimi yerine getiriyorum. Ben, Süleyman veya Mahmut istiyor diye değil, insanlık görevimi yerine getirmek için yazıyorum, düşüncelerimi açıklıyorum. Kimse beni susturamaz! Bu böyle biline.. Bu davranışının Kürdistan koşullarında dayandığı sosyolojik bir yapı var; şimdilik bunu irdelenmesini bir tarafa bırakıyorum. Umarım içindeki her şeyi kriminalize etme alışkanlığını ve itirafçı olma istemini bir tarafa bırakırsın. Hem böylece başkalarını aracı kullanma alışkanlığından geri durmuş olursun. Lalettayin davranış ve düşünce biçimini bir tarafa bırakmanı isteme özgürlüğüne sahip olduğumu sanıyorum. Elimin tersiyle vurur düşürürüm, sırça parmağımla da kaldırırım düşüncesi çok tehlikelidir ve kimseye bir yararı yoktur. Ama düşüncelerimi sonuna kadar eleştirebilirsin. Kim olursa olsun, ahlâk ölçüleri içinde düşüncelerime eleştiri getiren herkese sonsuz saygım vardır.

20.05.2020 

Baki Karer

23 Nisan 2020 Perşembe

Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne Karşı Düşmanlığı Meşrulaştırma Girişimi


Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne Karşı Düşmanlığı Meşrulaştırma Girişimi

    HDP (Halkların Demokratik Partisi) isminde bir oluşum, 4.19.2020 tarihinde bir mektup kaleme alarak sayın Nêçîrvan Barzanî’ye göndermiş. Gönderilen metin, mektuptan ziyade ültimatom özelliğini taşımakta. Metinde sesleniş biçimine ve dile getirilmek istenen sorunların anlatım tarzına bakılırsa, iç işlere karışma ve buyurganlık var. Mektubun her paragafının ve cümlesinin birbiriyle olan çelişkilerini uzun uzadıya ele alacak değilim. Gösterilen bu tavrın nedenleri üzerinde durma ve nereden cesaret aldıklarını ortaya koyma daha yararlı olur kanısındayım. Yine de belirtmeden geçmemek gerekir; mektup herhangi bir dernek başkanına değil, Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı’na yazılıyor.
    ‘Bir oluşum’ denildiğinde, kimlerin tepki göstereceğini tahmin etme zor değil. Kim ne derse desin, HDP karanlık güçlerce asalık göreviyle yükümlü kılınmış bir oluşumdur. Bu görevi öylesine alışkanlık hale getirmiş ki, yemi kısıldığında nereye saldıracağını bilemiyor. Altı milyon oy alıyor deniliyor; rakamsal olarak bunun doğru olmadığını kimse iddia etmiyor. Sorun şu kadar milyon oy toplamakla bitseydi şimdi dünyanın çehresi bambaşka olurdu. Sorun; siyasal oluşum olduğunu iddia eden bir gücün kime dayandığı ve ulaşmak istediği hedeflerdir. ‘Yürü ya kulum’ diyenler desteğini çektiği anda, bahsedilen 6 milyon oy, bir anda yüz oya da düşebilir. Kimse kimseyi kandırmasın.
    Her şeyden önce şu çok iyi bilinmeli; PKK ve HDP bir bütündür. Bu örgütlenmeler arasındaki ilişkiyi hâlâ görmemezlikten gelen, bu konuda inatlaşan hiç de küçümsenmeyecek bir kesim var. Bu örgütü Kürt gören, bilerek veya bilmeyerek bir şeyler beklentisi içinde olanlar arasında siyasal alanda oldukça deney ve tecrübe birikimine sahip olanlar da var; hem de  bunlardan bazıları, zaman zaman HDP/PKK veya YPG’ye şöyle yapmalı, böyle yapmalı diye önerilerde bile bulunmakta. Oysa bu örgütlenmelerin tümü ‘biz Kürt örgütü değiliz, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’yi ‘demokratikleştirmek’ istiyoruz diye bas bas bağırıyorlar. Hatta PKK’nin, İŞİD’le ittifak içinde Haşdi Şabi ile güçlerini birleştirerek Kerkük’ü Bağdat’a  teslim etmenin neferliğini yaptığı biliniyor. Yine Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni yok etmek için nasıl bir gayret içinde oldukları görülüyor. Bunu hemen her gün açıktan ifade etmekteler. Bu ve benzer daha bir çok olumsuzluklara rağmen PKK/HDP’yi Kürt örgütü olarak görmenin nedenleri, başlı başına sosyolojik araştırma konusudur. Acaba 1930-1940’ların ‘kadro hareketi’ Kürtler arasında mı oluşturulmak isteniyor? Bu doğrultuda ne oranda aşama kaydedilip edilmediğine dair tartışmaların yoğunlaştırılmasında yarar var düşüncesindeyim. Bazı çevrelerin düşünce ve davranış biçimiyle son tahlilde Türklüğe özentili bir tutum içinde olduğunu herkes biliyor.
    Kuşkusuz, bahsedilen mektubu kaleme alanlar, saldırganlıklarını meşrulaştırmaya çalışırken, böylesi düşünce ve davranışlardan da cesaret almakta. Öyle ki; Kürt örgütü olarak kabul edildiğini, işlediği cinayet ve katliamların bir ‘hata’ olarak görüldüğünü, ittifak edilmesi gereken bir güç olmadan da öte düzenlenecek ulusal kongrenin ‘vazgeçilmezi’ kabul edildiğini ileri sürmekte. Bunlar ve benzeri bir çok açıdan ele alındığında, PKK/HDP’nin Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne mektup gönderme cesaretini nerelerden aldığı da  açığa çıkar.
23.04.2020
Baki Karer
Not: Mektuba ekte yer vermiyorum, isteyen gerekli yerlerde bulup okuyabilir.

   

16 Nisan 2020 Perşembe




Tarif Edilmez Bir İhanet!


    G.Kürdistan’da ihanetçi takımın 16 Ekim 2017’da ülke topraklarının peşkeş çekilmesi için Tahran ve Bağdat’la kurduğu ve halen sürdürmekte olduğu ittifak, Kürt ulusu tarafından tarih boyunca unutulmayacak bir ihanettir. Kurulan bu ittifak sadece Kerkük’ün düşmana teslimiyle sınırlı değildi, bir bütün olarak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin ortadan kaldırılmasını amaçlamaktaydı. Ama hedeflediklerinin tümünü başaramadılar; yönetimin aklı selimle hareket etmesi, aldığı yerinde kararlarla bu durumun önüne geçildi.
    16 Ekim ihaneti üzerine tartışmalar tüm boyutlarıyla devam edilirken, bu sefer yeni bir haberle tüm Kürt halkı derinden sarsıldı; YNK (Yekitiya Niştimaniye Kürdistan)’ya bağlı asayiş güçü, Doğu Kürdistanlı peşmerge Mustafa Selim’i tutuklayarak İran devletine teslim etmiş. Mustafa Selim İran’ın Seqiz Cezaevi’nde 17 yıl tutuklu kalmış, 27 Mart günü firar etmiş ve G.Kürdistan’ın Pencewın ilçesine bağlı Germeke köyüne sığınmış.  Sığındığı yerde hoşgörü, nezaketle ve sevgiyle karşılanması gerekirken, kandırmaca bir yöntemle tutuklanmış ve hemen İran askeri güçlerine teslim edilmiş, hem de idam edileceği bilindiği halde. Nitekim teslim edildikten bir gece sonra 11 Nisan’da idam edilmiş. İnsana acı veren, içini acıtan, daha doğrusu insanı kahreden bir durum. Aslında bu davranış biçimini tanımlamak çok zor. Büyük bir sevinçle ülke topraklarına ulaşmanın, özgürlüğe kavuşmanın sevinciyle çoşarken, birden bire ihanetle karşılaşması Mustafa Selim’in boynuna geçirilmiş kementin çekildiği andır. Aslında Mustafa Selim’in Katili İran devleti değil, kadim ihanetçilerdir. Bir toprak parçası düşman eline bugün geçer, yarın tekrar geriye alınır, ama ulusu için özgürlük kavgası veren biri, içten bir ihanet sonucu hayatını kaybederse, tekrar geriye getirmenin olanağı yoktur.  
    Mustafa Selim olayı, 2001’de Agire Sor örgütünün tüm üyelerini İran’a teslim eden PKK ihanetiyle aynıdır. 20 Haziran 1987’de Pınarcık, 8Temmuz 1987’de Peçenek köylerinde, 8 Nisan 2020’de Kulp ilçesinde orman işçilerine karşı işlenen katliamlar, PKK ve G.Kürdistan’da örgütlenen ihanet güruhunun ortak yanlarını ortaya koyar. PKK daha binlerce böylesi cinayetler işlemiştir. Belli ki G. Kürdistanda yaygınlaştırılmak istenen ihanet, PKK’nin deney ve tecrübelerinden epeyce faydalanmakta.
17.04.2020
Baki Karer

1 Nisan 2020 Çarşamba

Küreselleşme Üzerine


Küreselleşme Üzerine


    Koronavirus (Covid-19) salgınının pandemiye dönüşmesiyle birlikte küreselleşme üzerine de tartışmalar yeniden alevlendi. Bu salgın hastalıkla birlikte, toplumların yaşamında ‘hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı’ yönlü çok iddialı düşünceler ileri sürülmekte. Bu dönemde yapılan tartışmaların bir çoğunu kabullenme çok zor; çoğu ciddiyetten uzak ve komplocu. Şimdiye kadarki salgın hastalıklar ortaya çıktıkları toplumlarda ve genelde dünya düzeninde ne kadar değişikliklere yol açmışsa, koronavirüste günümüzde o kadar değişikliklere yol açacaktır.
    Koronavirüs salgınının elbette önemli sonuçları olacaktır. Ama yeni bir çağ açıp kapatacak kadar değil herhalde. Özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte hız kazanmış bir küreselleşme olgusu var. Bu süreç,  yine doğal seyrinde devam edecektir. Yani postmodern bir sürecin yaşanmayacağını söyleyebiliriz. Uzun yıllardan bu yana ortaya çıkmış ve önümüzdeki süreçte de yeni teknolojik gelişmeler eşliğinde devam edecek olan modernite, yeni toplumsal ilişkilere göre biçimlenecektir.
    Son tahlilde küreselleşme, kapitalist gelişmenin bir aşaması olan emperyalizmden bağımsız olarak ele alınamaz. Küreselleşme 1930’ ların, 1940’ların, hatta 1970’lerin devlet/toplum/birey ilişkilerinde çok ciddi değişimlere yol açmıştır. Bu dönemde her alandaki farklılıklar kendini daha net olarak ifade etmeye başlamıştır. Geçmişte hemen her alanda mutlak egemenliği temel almış burjuvazi, farklılıkları kabullenmeye, tahammüllü olmaya başlamıştır. Bunda sermayenin akışkanlığının önemli bir payı vardır. Neo-liberal politikanın uygulanışında yaşanan değişimler, burjuva iktidarlarının da değişime uğramasını getirmiştir. Hem neo-liberallerin, hem de sosyal demokratların ağırlıklı olarak tek başlarına iktidar olma olanakları oldukça sekteye uğramış durumdadır. Küreselleşmeyle birlikte her iki kesimde de ayrışmalar kendini göstermiştir. Serbest Pazar ilişkileri içinde yeni iktidar adayları veya iktidar ortakları ortaya çıkmıştır. Sanayileşmiş ülkeler bu sorunu, iç çatışmalara vardırmadan aşmayı başarmaktadır; örneğin kültür, kimlik, cinsiyet vb. daha birçok alandaki farklılıklar, bir noktada ‘eritilmekte’dir. Ama gelişmekte olan ve geri kalmış ülkeler, zaman zaman şiddetli çatışmalara sahne olabilmekte.
    Küreselleşmeyle birlikte sermayenin gezginciliği, Hindistan, Pakistan, Tayland gibi ülkelerin bile en ücra köşelerinde kapitalist ilişkilerin gelişmesinde önemli rol oynamış ve serbest pazarın egemen hale gelmesine neden olmuştur. Dünyanın bu bölgelerinde şehirleşme oranını hızla yükselterek imalat sermayesi temelli yoğun bir işgücünün oluşmasını sağlamıştır. Bu bölgelerde yoğunlaşan ucuz işgücünün ne kadar direngen olduğu veya olacağı tartışmalıdır. Esas değinmek istediğim nokta, bahsedilen ve benzeri ülkelerde yoğunlaşan işgücünün ne kadar edilgen veya direngen oluşu değil, ucuz işgücü ve yüksek kâr peşinde koşan sermayenin ulusalla yerel arasındaki farklılıkları kaldırmasıdır.
    Yeni dünya düzeni olarakta adlandırılan küreselleşmenin, ulus ve ulus bilincini örsülediğini iddia edenler de var. Bu tartışmalı bir konu. Çünkü küreselleşme bir diğer yanıyla da yerelin ulusallaşmasına, yani modern ulusa evrilmesine yol açmakta. Yine ulus bilincini geliştirmekte; aşiret milliyetçiliğinin yerini ulus milliyetçiliğinin almasına neden olmakta. Ortak dili yaygınlaştırarak, bu dilin etrafında ulusal kişiliğin oluşmasına ve ulus devletlerin de bu farklılıklar karşısında geri adım atmasına, farklılıkları kabullenmesine yolaçmaktadır.
    Tüm bunlar küreselleşmenin bir yönüdür. Olaya bir de diğer açıdan bakmak gerekir. Sonuçta vahşi kapitalizmin toplumsal yaşantımızda yolaçtığı sonuçları tartışmaktayız. Aslında küreselleşme, bir çok olumsuzluğu toplumda/bireyde içselleştirmeye çalışmakta. Kültürü tekdüzeleştirmesi, tek boyutlu toplum oluşturma gayretleri, toplum ve bireyi şöyle veya böyle düzene entegre etmeyi amaçlaması elbette tartışılması gereken önemli konulardır.  
    Küreselleşme tüm bu olumlu ve olumsuzluklara rağmen önümüzdeki süreçte dijitalleşme ağırlıklı olarak doğal seyrinde devam edecektir.
31.03.2020
Baki Karer

18 Mart 2020 Çarşamba

KORONAVİRÜS (COVİD-19) VE OLUŞTURDUĞU SAVAŞ ATMOSFERİ


KORONAVİRÜS (COVİD-19) VE OLUŞTURDUĞU SAVAŞ ATMOSFERİ
 

    Aralık 2019’da Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan koronavirüs hızla dünyayı tehdit etmeye  devam etmekte. Bilim insanlarının dediğine bakılırsa, ilk defa ortaya çıkan bir hastalık değilmiş; 1960’lardan bu yana var olan bir salgın hastalık türü olduğu biliniyormuş. Günümüzde mutasyona uğramış türüne covid-19 deniliyor. Bu salgın hastalık üzerine tartışmalar yoğunlaşarak devam etmekte. Virüsün ortaya çıkış ve yaygınlaşma nedenleri üzerine ileri sürülen bir çok düşünce var. Ama ne olursa olsun, Covid-19 virüsü dünyanın dengesini bozdu ve bozmaya devam etmekte.

    Bu virüs Çin’de ilk ortaya çıktığında Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği ülkeleri adeta dışarıdan seyirci konumundaydı. Çin’in ekonomik ve mali gücünün kırılması karşısında tüm Batı, kazançlarını hesaplar bir davranış içine girdi. Batı’nın yazılı ve görsel basını Wuhan kentinde olup bitenleri alabildiğine abarttı. Hatta ahlak kurallarını ayaklar altına alan yayımlar yaptı, ta ki virüs kapılarına gelinceye dek.

    Bu virüsün Avrupa ve ABD başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde yaygınlaşması, yeni dünya düzeninde yeni dengeleri ortaya çıkaracağını söyleyebiliriz. ABD’ye karşı her alanda alternatif olma yolunda ilerleyen Çin’in, bu salgınla birlikte teknoloji üreten ülke yolunda almış olduğu mesafe tümüyle engellenememiş olsa da,  önemli oranda kesintiye uğratıldı. Yani Çin, belli bir süre daha ABD teknolojisine tedarikçi olarak hizmet vermek zorunda kalacak. Geçmişte olduğu gibi Batı ülkelerinde şirketler satın almaya, ABD’de hazine bonolarına yatırım yapmaya muhtaç olacak. Geliştirdiği veya geliştireceği teknoloji ile, kısa ve orta vadeli sürede, ABD ile yarışır konuma gelmesi oldukça zor gözükmektedir.

    Avrupa Birliği’nin geleceği bu salgın hastalıkla birlikte daha bir tartışılır hale gelmiştir. Zaten Fransa’nın Emmanuel Macron’la birlikte büyük oranda dünya siyaset arenasında rol oynaması engellenmişti. Daha çokta sarı yeleklilerin eylemlerinin başlamasıyla ne Ortadoğu’da, ne de diğer bölgelerde oyun kurucu konumdan uzaklaşmış durumda. İtalya epeyce uzun bir süreden bu yana saf dışı olmuş durumdaydı. Virüs salgınıyla birlikte uğradığı ekonomik ve mali sıkıntıyı uzun yıllar atlatamayacaktır; zaten birkaç yıldan bu yana içine düştüğü ekonomik krizle boğuşuyordu. Salgın hastalığın Almanya’yı ne kadar sarsacağı henüz bilinmiyor ama Fransa ve İtalya kadar sancılı geçirmeyeceği tahmin edilmekte. En azından ciddi siyasal ve ekonomik istikrarsızlık koşullarında koronavirusüyle mücadele etmekle karşı karşıya kalma durumu yok. Bu nedenle salgın hastalığın yol açacağı tahribatları sınırlamada daha az zorlanacaktır. Zaten Avrupa Birliği’nde bazı, örneğin Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi ülkelerin ekonomik sorunlarıyla başetmeyi Almanya yüklenmiş durumdaydı. Bu noktada Almanya’nın, Avrupa Birliği’nde yüklendiği sorumluluğu ne kadar daha sürdürebileceği tartışmalıdır. Avrupa Birliği’nin diğer üye ülkelerinin dünya siyasetinde rol oynama imkânları zaten yok.

    Korona salgınıyla birlikte Avrupa Birliği’nin, dünya siyasetinde oyun kurucu olmaktan hemen hemen çıkartılmış olduğunu söylemek abartı olmaz. Enerji kaynaklarını ve nakil yollarını kontrol etmede, güvenliğini sağlamada tümüyle dıştalanmış durumda. Sonuçta Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya Federasyonu eskiden olduğu gibi konumlarını devam ettirecekler. Ne düşen petrol fiyatlarının Rusya Federasyonu’nun, ne de resesyon ihtimalinin ABD’nin konumunda bir değişikliğe yol açması pek mümkün gözükmemektedir.

    Bir başka noktaya daha değinmekte yarar var; devletler düzeyinde alınan bunca tedbirlerin salt seksen ve üstü yaş gurubunun korunması uğruna alındığına inanmak çok zor. Ortada 1918’in grip pandemisi olmadığı gibi, günümüzün ekonomik ve siyasal koşulları, yani uluslararası dengeler de çok farklıdır. Şu anda adeta savaş koşulları yaşatılmakta. Geleceğe yönelik keskin bir mevzilenme içine girildiğini söyleyebiliriz. Küreselleşme yeni bir düzlemde, geçmişe oranla epeyce farklı biçimlerde devam edecektir.

18.03.2020

BAKİ KARER

30 Ocak 2020 Perşembe


Yeni  Oyunlara Karşı Uyanık Olmalıyız
 


    Pkk/Hdp’nin kullanılma tarihinin henüz tümüyle sona erdiğini söyleyemem. Ama eski güçlerini de koruma olanaklarının giderek daraldığını, bir takım yan bağlantılarını hareketlendirerek ömür uzatma çabalarına şahit oluyoruz. Ne olursa olsun, önümüzdeki süreç onların lehine işlemiyor. Bu cenahın giderek zayıflayacağını, hatta etkisinin kalmayacağını söyleyebiliriz. Dikkat edersek, özellikle karmaşanın en fazla hakim olduğu dönem 90’lı yılları hatırlarsak, Pkk, kin, nefret ve intikam üçlemesiyle hareket etmeyi temel almıştı. Pkk ve yan dallarına dokunmanın, eleştirmenin suç sayıldığı dönemdi. Kin, nefret, intikam gibi sert ve baskın, insanların beyinlerinde anında reflekslere neden olan kelimeler bilerek seçilmişti. Kin ve intikam bir çevrenin veya bir insanın kendi kendine kurduğu dünyanın; yaşam ve düşünce tarzına dokunulmasına duyduğu tepkidir. Başkalarının farklı bir dil kullanabileceğini, farklı hayal gücü veya düşünce tarzının olacağını akıllarından geçirmeyenler, büyük bir öfke ile kin, intikam ve nefrete sarılır. Yaşam tarzlarını tüm topluma egemen kılmanın çabası içine girerler; bu uğurda yapamayacakları hiçbir şey yoktur. Kinin, intikamın ve nefretin buluştuğu ortak nokta, şiddettir, yani kan ve göz yaşıdır.

    Pkk/Hdp bir üst aklın öncülüğünde topluma nefes aldırmayan yöntemlerini günümüzde farklı biçimlerde uygulamaya koyulmuştur. Şimdilerde yine insanların beyinlerinde anında çağrışım yapacak barış, kardeşlik ve özgürlük gibi kelimeleri öne çıkarılarak bir algı operasyonuna girişmiştir. Sosyal demokratlıkla ve sol ile alakası olmayan, Kürt denildiğinde ‘İlk önce biz savaşırız’ diyenlerle ittifak halinde çok sinsi bir süreç başlatmanın çabası içine girilmiştir. Amaçları Kürdün nefes borularını kesmedir. Asimilasyon hem daha yaygın hale getirilmek, hem de kabullenilmiş bir olgu olarak topluma sunulmak isteniyor. Bahsettiğimiz güruhun karakterini belirleyen kin, intikam ve nefreti temel alan hareket tarzı sözüm ona edebiyat çalışmalarıyla ve toplumdaki affetme duyguları kullanılarak halka masum göstermenin gayreti yürütülmekte. Özellikle son dönemlerde şehitlik konusunda martavallıklarını aktüel hale getirmenin çabaları, ulusal birlik konusunda sahte çabalar içine girilmesi ve de tiyatro gösterileri basit, sıradan girişimler olarak gösterilemez. Bunları görmek ve okumak gerekir; bilince çıkarma tam da bu noktada önemlidir. Bu sinsi faaliyetleri okuyamadığımız sürece bilinçle hareket ettiğimizi söyleyemeyiz. Ben bu kandırmacaya dikkat edilmesini istiyorum. Kürt aydınlarının, Kürt politikacılarının bu kandırmaca karşısında sessiz kalmayacağına inanıyorum.

30.01.2020

BAKİ KARER

Not: Bir arkadaşın sorusuna yanıt olarak bu yazıyı yazmıştım. Şimdi bazı düzenlemeler yaparak yayınlıyorum.

27 Ocak 2020 Pazartesi

YENİ DEVRANIN YENİ TİYATROSU!

 

YENİ DEVRANIN YENİ TİYATROSU!
 
 

    Yukarıdaki 1.fotoğraf bir tiyatro salonundan çekilmiş. 2.fotoğraf ise, bilindiği üzere Kandilden çekilmiş. 2.fotoğraf 1.fotoğrafın perde arkasını yansıtıyor. Salonda çekilmiş fotoğrafa bakılırsa, aynı tiyatroda iki ayrı sahne kurulmuş ama her bir sahnede aynı oyun sergileniyor. Her iki sahne de aynı mesajı vermenin gayreti içinde. Oyun öyle çok önceden çalışmayı gerektiren, emek içeren bir oyun değil. Replikleri üst sahnede sandelyeye oturtulmuş biri okuyor, alt sahnede yerini almış olan “oyuncular” okunanı tekrarlıyor; tekrarlamakla görevlendirilmiş olanlarda doğal olarak heyecan yok. Kendilerine tekrarlamak için dikte edilen bir cümleden sonra hangi cümlenin veya kelimenin geleceğini bilmemezliğin verdiği rahatsızlık herkesin yüz hattına yansımış.Verilen görevi başarıyla yerine getirip getirmediklerini bilmemezliğin verdiği dingildek duruşları ve de kuşkulu bakışları dikkatten kaçmıyor. Tiyatronun ön sırasına özel dizilmişler, yani dizayn edilmişler.

    Görünürde olan bu ekibin hiç bir önemi yok. Önemli olan bunları önplana itikleyen güçlerdir, yani arkalarında duranlar, destekleyenlerdir. Perde arkası güçler 90’lı yılları farklı bir düzlemde geri getirmek istiyor. 90’lı yılları kısaca özetlersek içinde bulunduğumuz dönemde neler yapılmak istendiğini de anlarız: 90’lı yıllar karanlık güçlerin piyonu Pkk’nin kadın, çocuk, ihtiyar, genç demeden katliamlar yaptığı yıllardı. Aydınlara, farklı siyasal hareketlerin kadrolarına, kendinden ayrılanlara  karşı akılalmaz cinayetler işlediği yıllardı. Üstelik işledikleri bu cinayetlerle övünç duyduklarını hiç de gizlemediler, hatta ‘“Çok kan dökülmesi gerekiyor(...)milyonlarca insanın ölümü hiçbir şey değildir. Botan suyundan daha fazla kan akmalı, her dağda, her ağacın altında, her taş kovuğunda şehitler vermeliyiz” (Serxewebûn, sayı 42, s. 6) diyecek kadar pervasızlaştılar. Giderek en faşizan yöntemlerle beyin yıkayıcılığı yaparak müritlerine anne ve babalarını dahi katlettirdiler; “PKK mensupları içinde anasını, babasını ve öz yakınlarını vuranların olduğu doğrudur.” (Serxewebûn, s, 50) yönlü propagandalar yaparak tüm toplumu tehdit ettiler. Bunların sonucunda onbinlerce köy yaşanmaz hale getirildi, milyonlarca Kürt Batı kentlerinin kenar mahallelerine göç ettirildi. Demografik yapı tahrip edilerek asimilasyon yaygınlaştırıldı. Bırakalım doksanlı yılları, daha dün denilecek bir zamanda Pkk/Hdp eliyle Diyarbakır’da bir günde  56 kişi katledildi; katledilenlerin bir çoğu çocuktu.

     Özellikle 90’lı yıllarda kurdukları etkinliğin bu günlerde elden gitmeye başladığını görünce, yeni taktiklere başvurmaya başladılar. Güç kaybetmemek için, kendilerine karşı çıkan herkesi bu sefer ‘Barış, demokrasi ve kardeşlik’ adına susturmanın gayreti içine girmişlerdir. 90’lı yılların vitrininde yer alanlar yeterince deşifre ve dejenere  olduklarından, yeni dekorasyon modellerini öne sürmekteler. Pkk/Hdp’nin modelliğini yapanlar, Diyarbakır’da çocuklar katledilirken neredeydiler? Onbir aylık Bedirhan bebek, Bingöl’de hamile kadınlar bombalarla yok edilirken bu baylar ve bayanlar ‘Barış’ adına neler yapıyorlardı? Bunların barış ve demokrasi çığırtıları Kürdün yokedilmesi üzerine kuruludur. Kabul etmek zorundalar artık, devran değişti; yeni devranda onlara yer olmayacak.  

27.01.2020

Baki Karer

 

    PKK TERÖRÜNÜN GELDİĞİ NOKTA     Epeyce bir süreden bu yana Pkk/Dem’de neler oluyor diye tartışmalar yürütülüyor. Tartışmalarda, son...