BAKI KARER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BAKI KARER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Aralık 2012 Perşembe

ÖCALAN VE "GİZLİ TANIK"

ÖCALAN VE 'GİZLİ TANIK'
Baki Karer




“Sayın Mumcu’nun yazmak istediği bizimle ilgili bir kitap vardı ve kitabın da ismi; Apo Üzerine’ydi. Sanırım bu kitap çıktı. Fakat doğru çıkmadı. Yarım yamalak çıktı… O kitapla ilgili epey son on yılda yoğun faaliyetleri vardı. Bana göre, O’nun ölümüyle, bu kitap arasında bir ilişki kurulabilir. Kitapta kanımca şunu dile getirmek istiyordu; ‘Apo’yu bizim devletimizin yaklaşımları ortaya çıkardı, besletti, büyüttü.’ Şimdi bunun şöyle doğrudan ilişkisi vardır: Devlet, üç yıl beni Ankara’da kendi özel yöntemleriyle besledi. Artık bu bir yetenek midir, bir yaşam yolu mudur, ne derseniz deyin. Devlet ne dediyse ben evet dedim. Böyle olacaksın dedi, ben öyle olacağım dedim.

Formül şu; bunu rahatlıkla çekeriz. Ben de şunu söyledim; istediğiniz kadar beni çekebilirsiniz. Hem de hiç ihtiyaç duymadan, belki çok çabalayıp, geliştireceği projeleri bizzat istediği gibi kurabileceğini, benim hazır olduğumu, belki de istediğinden(Kont Gerilla, diğer ismiyle Özel Savaş kastediliyor. BN) daha fazla hazır olduğumu gösterdim. Uğur Mumcu’nun dile getirmek istediği olay bu.” (Abdullah Öcalan’ın MED-TV’de PKK’nin 19’cu kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmadan.)

****

Son dönemlerde gazete ve televizyonlarda Abdullah Öcalan'ın Ergenekon davasında gizli tanık olarak ifade verip vermediği yoğunca tartışılmakta. Nihayet bu aşamaya gelinmiş olunması, önemli bir yol ayrımını ifade eder. Aşamadır çünkü Öcalan'ın bağlı olduğu karanlık odaklar arasında bir ayrışma yaşanmaktadır. Ergenekon davasında karar aşamasına yaklaşıldıkça, bu ayrışma daha bir kendini göstermeye başlamıştır. Kimileri demeçleriyle, kimileri de katıldıkları televizyon programlarında yaptıkları yorumlarla, Öcalan'ın gerçek durumunu kamufle etmeye çalışmakta. Ama nafile; ne tür çarelere başvururlarsa vursunlar, Öcalan'ı temize çıkartmaya güçleri yetmemekte. Böylesi canhıraş çabalar, Kürt halkına karşı ortak oldukları hıyaneti örtbas etme gayretinden öte bir şey değildir. Onları kahreden de budur. Öcalan, yıllardır karanlık güçlerin emrinde bir nefer olarak görev ifa ettiğini açıkça söylemekte. Yani karanlık güçlerin hazırlayıp uygulamaya koyduğu projeleri uygulamakla görevlendirildiğini yıllar öncesinden itiraf etmiştir.

Gladyo içinde ayrışmanın ilk işaretleri Yalçın Küçük tarafından verilmişti. Küçük'ün Yurt Gazetesi'inde yayınlanan röportajı bir dönüm noktasıdır. CHP'nin bugünkü yönetimiyle iplerin koparılacağı dillendiriliyor. Nedeni ise, CHP'nin Gladyo'nun savunulmasında kurumsal olarak yetersiz kalması gösteriliyor. Bir anlamda doğrudur. CHP, seçmen kitlesi nezdinde zor durumlara düştüğü için kaçak güreşmek zorunda kalıyor. Verdiği destek yeterli olmuyor. Bu, ister istemez, oluşturulmuş olan cephenin bir kanadının çökmesini getirmekte. Bunun içindir ki CHP, kurumsal olarak cepheden dıştalanmakla tehdit ediliyor.

Gladyo'nun hem operasyonel kanadı içinde, hem de sivil akıl hocaları veya stratejistler takımı arasında bir ayrışma yaşanmakta. Öcala'nın daha uçaktayken sevinçten dile getirdiklerini anımsarsak, ayrışmanın hangi temelde olduğunu da kavrarız. Musul-Kerkük'cü kanatla Misak-ı Milli ile yetinilmesini savunan kanat arasında ciddi çelişkiler yaşanmakta. Ama her iki kanadın ortak olduğu tek nokta, Kürdü bitirmedir. Öcalan, Türkiye'nin bugünkü sınırlarını Musul ve Kerkük'ü, hatta Halep'i de içine alacak biçimde genişletilmesini savunanlardandır. Yani Yalçın Küçük'ün deyimiyle, 'Musul'un Barzaniden temizlenmesi'ni temel alan eğilimin yanında yer alandır.12 Eylül Faşist cuntası tarafından uzun vadeli hedefler için Kandil'e yerleştirilmesi boşuna değildir. Öcalan'ın yüzer-gezer yatta misafir edilmeye başlandığında, Misak-ı Milli ile yetinilmemesi gerektiği yönünde savunma yapması ve demeçler vermesi, hangi projenin ürünü olduğunu açığa çıkarır. Bu anlamda Öcalan'ın, Özel Savaş'ın operasyonal kanadının adamı olduğu unutulmamalıdır. Aclık grevleri ve bir dizi eylemlerle, neredeyse unutulmaya yüztutmuş Öcalan'ın yeniden önplana çıkarılmak istenmesinin bir nedeni de, Gladyo'nun operasyonel kanadının tek el altında toplanmak istenmesindendir. Yani neredeyse 25-30 sayfa tutan konuşmalarını 'kamuoyuna' aktaracak 'zeki avukatlar'a kavuşmanın gayreti yürütülmekte.

Öcalan için 'gizli tanık' söylentilerinde gerçeklik payı var mı? Projelerini hiç çekinmeden bu derece açıktan dile getirmiş biri, neden gizlenmeye ihtiyaç duydu acaba? Ergenekon içinde bahsettiğim ikinci kanatla çelişkileri yeni başlamadı, 'her iki taraf da beni kullanıyor' veya 'çekiliyorum' yönlü demeçler vermeye başladığı günden bu yana, aralarında ciddi çelişkiler başladı. Şimdi bu çelişkiler ayrışma noktasına gelmiş bulunmaktadır. Nisan ayından bu yana geliştirilen provakasyonlara büyük umutlar bağlanmıştı. Alınan darbeler sonucu, en önemlisi de halkın sessiz ama derinden aldığı tavır, gelecek için de ümitkâr olmalarının önünü aldı. Halk, Gladyo'ya yönelik operasyonlarla birlikte, nefes alma kanallarının açıldığını fark etti. Açıkcası, cıscıbıldak meydanda kaldılar. Gelinen noktada, aralarındaki çelişkileri saklayamaz oldular.

Özellikle Balyoz davasında verilen cezalar, Öcalan'ı ve dahil olduğu kanadı epeyce ürkütmüş durumda. Ayrıca hükümetin üzerinde sıkı denetim kurmaya başlamasından bu yana 'stratejiler' geliştiremez olmuştur. Çünkü akıl hocalarına danışmadan bağımsız hareket edememekte. Şu anda dikte edilenleri kabullenmek zorundadır. 'Federasyon','demokratik ulus','ekolojik ulus', 'demokratik özerklik...'v.b uzayıp giden, daha doğrusu, saymakla bitmeyen 'çözüm' biçimlerini dikkate aldığımızda, akıl hocalarıyla birlikte hareket edemediği dönemde 'yeni üretim' yapmakta zorluklar içine düştüğünü görebiliriz.

Gelinen bu günkü aşamada, ister sosyalist, ister demokrat, ister liberal olsun, Öcalan'ın ofis-boy'luktan itibaren Kürtkıranlık için yetiştirilmediğini hiç kimse iddia edemez. Evet, açıkça kabul edildiği üzere, Kürd halkını yıkıma uğratmak için geliştirilen bir dizi projelerin ugulayıcıdır. Kürt halkı, tarihinin hiç bir döneminde bu günkü kadar içten bir hainlikle bu derece kırıma uğratılmamıştır. Bugün Kandil ağalarının ve sivil görünümlü uzantılarının hedefinde Kürt halkını her yönüyle bitirme vardır. Bu nedenle, son günlerde İstanbul ve Ankara kulislerinde anlatılan 'gizli tanık' hikayeleri tartışılmalı. Birden bire, hemen hemen hiç kimsenin beklemediği bir biçimde Şemdin Sakık'ın 'gizli tanık'olarak ifade vermesinin deşifre edilmesi, bir başka tanıklığın örtbas edilmesi için olmasın? Sakık ismi etrafında büyük bir gürültü koparılarak, Öcalan'ın veya akıl hocalarından birinin tanıklığı mı örtülenmek istendi? Şemdin Sakık'ın mahkemede ne söylediği önemli değil, önemli olan perde arkasında yürütülen bir operasyonun örtülenmek istenmesidir. Yapılan operasyon bir hayra delalet midir, orasını bilmiyoruz. Silivri'de Mahkeme karar aşamasına yaklaştıkça, Gladyo içinde ayrışma, bölünme de o kadar hızlanmakta. Hangi tarafın ağır basacağını önümüzdeki süreçte göreceğiz. Yaşanan böylesi gelişmeleri, Öcalan'ın yeniden açık artırmaya çıkartılması olarak da tanımlayabiliriz.



APOCULUĞUN KÜRTKIRANLIĞI

Kandil ve bilinen merkezlerce atanmışların dışında aklı selim düşünen hiç kimse, Apoculuğun gördüğü işlevin Kürtkıranlık olduğunu yadsımamaktadır. Apoculuğun Kandil'e yerleştirilmesi, faşist 12 Eylül baskılarının Kürt halkı üzerinde sürekli kılınması içindir. 12 Eylülden günümüze dek Kürt halkının yaşadıklarını gözönünde bulundurma, bunun için yeterlidir.

Son otuz yıldır bir paradikma oluşturulma çabası verilmekte. Oluşturulmak istenen paradikma, 'ölü seviciliği'dir. Bir başka biçimde ifade edecek olursak, 'kefen seviciliği'dir. Apoculuğun ölen herkesi 'kahraman', 'yüce' v.b. tanımlamalarla göklere çıkarması boşuna değildir. Apocu mantığa göre yaşayan hiçbir insanın değeri yoktur. Hatta canlı hiç bir varlığın değeri yoktur. Hemen hemen tüm kitap ve makaleleri, 'şehit olmuş büyük kahraman...' diye başlarlar, 'yaşayan hainler...' diye son bulur. Oysa bahsettikleri her yüceliğin, ya da ölü methiyelerinin altında bir cücelik, bir korku vardır. Aynı pradikmayı Türkçülük akımında da görebiliriz. Büstleştirilmiş Kemalist anlayış da irdelendiğinde varılacak sonuç aynıdır. Yani Apoculuk, Kemalist madalyonun diğer yüzüdür. Kurulan ittifaklar, dayanışmalar, hatta 'heykel dikeceğiz' çığrışları boşuna değildir. Daha gerilere gidecek olursak; Apoculuk, 'hürriyet için dağa çıkan Enver' le 'bize dokunan yanar', ya da 'bitireni bitirirler' ittifakıdır. Ne ithal malı,ne de çekirdekten yetişme 'Enver'ler' de şimdilik bir sıkıntı olmadığını söyleyebiliriz.

Yirmi, yirmi beş yıl öncesine gitmeye gerek yok. Bu yılın Yaz ve Sonbahar aylarında PKK'nın eylem biçimlerine bakıldığında, Öcalan aracılığıyla uygulamaya koyulan projelerde halen ısrarlı olunduğu görülecektir. Eylemler bir yönüyle de PKK-BDP dışındaki Kürt örgütlenmelerine bir meydan okumaydı; 'alan bana ait, başka hiç kimse bu alana giremez' düşüncesini pekiştirmeye yönelikti. Bu nedenle iş makinaları yakıldı, parçalandı, Anaokullarına bombalar atıldı, bir yaşındaki çocuklar bile katledildi. Toplumda korku, panik estirilerek, farklı siyasal güçlerin örgütlenmeleri engellenmek istendi. Esnafa zorla kepenk kapattırma, yine esnaftan haraç toplama, hakim oldukları belediyelerde esnafa kesilen para cezaları v.b uygulamalarla toplumda farklı düşüncelerin önü alınmak istendi. Tüm bunlara paralel olarak, farklı düşünce ve örgütlenmelerin önderleri ve aydınlar ölümle tehdit edildi. Şimdi, 'bize dokunan yanar' söylemiyle ne istendiği daha iyi anlaşılıyor. Bombalanan çocuklar ve hamile kadınlar, yine kurşuna dizilen kadınlardan hareketle ne kadar acımasız olabileceklerini vurguluyorlar. Ama unutmayalım ki, halka yöneltilmiş her şiddetin, kanlı gösterinin arka planında bir korkaklık ve de küçülmüş beyinler vardır.

Bugün Kandil-BDP, Kürt halkının nefes borularını kapatmakta, halkın çıkarlarını dile getireceği her kanalı kapayan tıpa görevi görmektedir. Hizaya dizilmiş tek tip toplum yaratma çabası yürütenlerin kimler olduğunu tekrar tartışmanın bir anlamı yoktur. Er veya geç bu badireler atlatılacak ve Kürt halkı, oluşturduğu kendi gündemi doğrultusunda en akılcı çözümlerini bulacaktır.

02.12.2012

BAKİ KARER

23 Ekim 2012 Salı

KORKMAYIN, ŞİMDİ KORKMANIN ZAMANI DEĞİLDİR

KORKMAYIN, ŞİMDİ KORKMANIN ZAMANI DEĞİLDİR





Ayvazın biri birkaç gün önce bazı gazetelerde yayınlanan bir röportajında iç savaşa çağrı yaparak herkese meydan okuyor. 'Korkun' diyor. Yani 'biz geliyoruz, çok kan akıtatacağız, yeneceğiz' diyor. Belli ki, çok sinirli, kahyalıktan men edilişini, daha doğrusu aldığı yenilgiyi hiç hazmedememiş. Öylesine sinirli ki, destek aldığı bazı ev hizmetçilerini bile azarlıyor. Cehepe'yle kurulan cepheyi bozuyor. Peki, siperde ittifakı bozup, vuruşma meydanından arkasına bakmadan kaçanların tarihin her döneminde korkak olarak nitelendirildiğini bilmiyor mu? Elbette biliyor. İşine son verilmiş, bir kuytuda malum geleceğini bekleyen bu ayvazı korkutan ne oldu? Bu zatın avurnalar gibi sesler çıkarmasına neden olan çok ciddi gelişmeler olmuş ki, hörgüçlerini paralarcasına toprağa sürtmekte.

Bu bay, profesörlük, hayran olduğu dille hitap edersek, professeur ünvanına güvenerek Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinden örnekler vererek, birlikte hareket ettiği cephenin darma dağın olduğunu bile bile zafer elde edeceğini iddia ediyor. Yenilginin verdiği kızgınlığı saklamaya çalışarak, zaman zaman da rüzgara karşı durmaya çalışan Gelincik edasıyla masumiyet taslıyor. Ama hangi kılıfa bürünürse bürünsün, kaybetmiş taraf olduğu bir gerçektir.

Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde ortaya çıkmış bazı olayları aferist bir tutumla değerlendirmeye çalışmakta. kendini ve kendisi gibi düşünenleri, olmaması gereken bir zemin üzerinde değerlendirmeye tabii tutmakta. Daha doğrusu, tarihi gelişmeleri tersyüz etmekte. Çünkü özentili biri; öğretmenine yaraşır bir öğrenci olma çabasından ziyade, öğretmenini aşma özentisi içinde kıvranan biri. Attığı çiziklere bakılırsa, ömrü kendini bu yönde ispat çabasıyla geçmiş. Öğretmeni tarih üzerine beş cilt mi yazmış, o da illa beş cilt yazacak; sırf 'ben de beş cilt yazdım' diyebilmek için. Varsayımlar üzerine yazmış olması hiç önemli değil. Onun için önemli olan, Don Kişot olarak adlandırılması. Don Kişotluğu onum olarak görür her zaman.

Bilinen bu özelliklerine karşın, tarihi değerlendiriken yaptığı en önemli hata, kendini ve ekibini olmaması, daha doğrusu yer almadığı ve hiç bir zamanda alamayacağı tarafa koyarak değerlendirmeye tabii tutmasıdır. Oysa Eşkinci değil, Yeniçeri'dir. Yani esnaflaşmış, giderek çeteleşmiş, halktan haraç toplayan, toplumsal gelişmenin önüne 'zor'u direten Yeniçeridir. Baldırının yanmasına o kadar alışmış olacak ki, pantolon içinde hiç rahat etmemekte; eski günlerine dönüp 'baldırı yanık' olarak dolaşmak istemekte, istemekteler. Beyhude çaba; gelinen aşamada 'to be or not to be' Onun için bir anlam taşımamaktadır artık. Birlikte hareket ettiği taraf, varlığını tartışacak, tartıştıracak noktada olmanın çok gerisinde. Mecrasında ilerleyen sosyal gelişmelerin önüne çekilmeye çalışılan 'zor', çoktan suların dibinde paslanmaya yüztutmuş. Bu paslanma, 'çalışma ilkelerini doğa ve toplumdan' türetemeyen aklı temsil eder.

Bu noktada aydını, aydın olmanın özelliklerini tartışmak gerekir ama yeri değil. Şu kadarını söyliyeyim ki, paşalara dayanarak, paşaların gölgesine sığınarak aydın olunmaz. Paşalara sığınma, özellikle de Cumhuriyet döneminde, azalacağı yere giderek artan bir olgudur maalesef. İçerde iç savaş ilanı yapan bayımız misali bizde, aydınların çoğu 'kurtuluş' için 'Hareket Ordusu' beklentisi içinde olmuştur.

Aydın geçinen Ergenekoncuların 'Hareket Ordusu', Beytüşşebab-Şırnak hattının Kazan Deresi'inde boğuldu. Açık söylüyorum, hezimetle sonuçlanan beklentilerin hayalini bile bir daha kuramayacaklar. Silivri'den başlayıp İmralı'dan geçen ve Kandil'de son bulan cephe yıkıldı; bir daha asla! Ve unutmak zorundalar. Paşalara dayanan kadro hareketinin sonu. Yine açık açık söylemek zorundayım; Bu yenilgi, silahın zoru ile olmamıştır; Hakkari, Şırnak, Beytüşşebab halkının, Kürt halkının dik duruşu sayesinde olmuştur. Her kadro hareketinde olduğu gibi Erkenekoncu kadro hareketinin 'yığın' olarak gördüğü halk, en büyük şamarı vurdu. Üstelik ilk şamarı vuran da Kürt halkı oldu. Yani 'gericiliği geriletmek için yığın kullanılır' tezi hapı yuttu.

Demek istediğim şu ki, Gladyo'nun beklentisine yanıt verecek ordu çıkmaz, ya da Ordu, beklentileri karşılayacak 'Ordu' olmaz. Ordu er, ya da geç 'iç düşmanlar' yaratanlara ilham kaynağı olmaktan çıkmak zorundadır. İçinde bulunduğumuz süreçte böylesi bir değişim başlamış durumda. İç düşmanlar yaratma hantalların, tembellerin işidir. Cehepe'ye gelince; cehepe artık Chp'lilerin olmaz, ama bir süre daha iki arada bir derede kalmaya devam eder; bu ikircimliliğin iç savaş çığırtkanlarına bir yardımı olmaz. Sonuç olarak, ne Halâskâr Zapitân'a ne de Hareket Ordusu'na yer yoktur. Anadolu'da 31 mart vakası yaşanıyor diyenler, kendi kendini aldatıyor.

Son söz; korkunuzdan 'bir daha asla' diyerek yola koyuluşunuz, Kürt halkına karşı 1988'de yaşanan Enfal'i yaşatmak içindi ama olmadı. Ne Kürdün, ne Türkün, ne de Çerkezin korkusu var; iç savaşa davetiye çıkaranların yüzüne tükürülmüştür. Şimdi korkma zamanı değil, çünkü 'yığın' yok, daha fazla demokrasi ve özgürlük için kavga veren yurttaş var.



BAKİ KARER

23.10.2012





6 Ekim 2012 Cumartesi

SURİYE'YE KARŞI MİSİLLEME

SURİYE'YE KARŞI MİSİLLEME







Bugün Suriye'den ateşlendiği iddia edilen top mermileri Akçakale ilçesinin merkezine düştü. Son geçilen haberlere bakılırsa 5 ölü ve 15 yaralının olduğu söylenilmekte. Akçakale'ye birkaç yüz metre ötede sürdürülen çatışmaların bu ilçede hayatı yaşanmaz hale getirdiği biliniyordu. Sadece Akçakale değil, tüm sınır boyunun güvenli olmadığı ortadaydı. Bu nedenle Türkiye ile Suriye arasında her an bir çatışmanın çıkabileceği kaygısı taşınıyordu. Nihayet bu kaygı bugün için çok sınırlı da olsa karşılıklı sınır çatışmasına dönüşmüş durumda. Bunun uzun süreli olacağına ihtimal vermiyorum. Türkiye'nin bir düzüne top atışı ile karşılık vermesiyle sınırlı kalacaktır.

Şu anda Türkiye'nin topyekün bir savaş başlatacağını sanmıyorum. Hükümet hem iç kamuoyu nezdinde zor durumda kalmamak, hem de Suriye yöntimine gözdağı vermek için misilleme yapmayı bir zorunluluk olarak görmüş durumda. Ayrıca uluslararası alana da mesajını vermiş oldu.

Suriye üzerinden yeni bir Ortadoğu haritası şekillendirilmek isteniyor. Ama bunun pek öyle kolay olamayacağını tahmin etmek zor değil. Mezhep ayrımı üzerinden şekillendirilmeye çalışılan yeni haritanın çok kanlı olacağını tahmin etmek güç değil. Ortadoğu'da mezhep farklılıklarına dayalı çatışmaların ve savaşların bir kaç onyıla yayılma ihtimali de vardır.

Türkiye'nin Ortadoğu'da diktatörlüklerin yıkılması sürecinde özgürlük isteyen halkların yanında tavır alması doğru bir politikaydı. Ama giderek bu sürecin mezhep kavgasına dönüşme tehlikesi karşısında daha gerçekçi bir tutum takınabilirdi. Bu anlamda Bölge'nin güçler dengesini daha bir gözden geçirmesi gerekiyordu. Yaptığı en önemli hata, Suudi Arabistan ve Katar ittifakını temel almasıydı. Bu ülke iktidarlarının da birer diktatör olduğunu gözardı etmeyecekti. Böylesi bir ittifak, Türkiyenin özgürlükler karşısındaki tutumunu sorgulamayı da beraberinde getirdi. Oysa bölgede oluşan siyasal ortam daha bağımsız hareket etmeye elverişliydi. Ayrıca hükümet Suriye'de çok aceleci davranmakla kalmadı, Rusya'ya rağmen sonuç alacak biçimde hareket etti. Avrupa'nın kayıtsız kalacağı, ABD'nin çok fazla başını ağrıtmayacak bir taktik izleyeceği daha başından belliydi. Rusya'nın daha başından itibaren alternatif bir güç olduğunun hesaplanması gerekirdi.

Ortadoğu'da etkin olma mücadelesinde geri plana düşen Iran'ın takındığı ve gelecekte takınacağı tutum da dikkate alınmak zorunda. İran dış destekten tümden yoksun kalsa da, kullanabileceği argumanlara sahiptir; bunlardan biri de, mezhepler arası çatışmadır. Nitekim şimdiden Körfez ülkelerinden başlayıp Irak'ı da kapsayacak biçimde Lübnan'na kadar uzanan bir bölgede mezhep ayrımına dayalı bir hat oluşturmuş durumdadır. Türkiye, oluşturulan bu fay hatlarında birini seçmeden hareket etme olanağına sahiptir. Fay hatları üzerinde durarak politika belirleme, gelecekte ateş içine düşmeyi getirebilir. Yani mezhep ayrılığı üzerinden hareket ederek kazanılacak bir şey yoktur. Bu noktadan hareketle, Ortadoğu'da ortak hareket edilecek temel ittifakcı güçlerin yeniden belirlenmesine ihtiyaç vardır. Suriye'de Esad iktidarı er veya geç yıkılmaya mahkumdur. Önemli olan, Esad sonrası oluşacak iktidarın mezhepsel ayrımı tümüyle dıştalamasıdır. Türkiye böyle bir iktidarın biçimlenmesinde belirleyici rol oynayabilir.

Suriye'deki iktidar kavgası Türkiye içinde de safların belirlenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. CHP ve irili ufaklı müttefikleri; BDP gibi suni oluşumlar statükonun, yani diktatörlüklerin yanında tavır almıştır. Bu kesimin bir süre önce Hatay'da düzenlediği protesto, Almanya dazlaklarının göçmenlere karşı düzenledikleri protestoları anımsatmaktan uzak değildi. Aradaki fark, bu protestoların 'sol' ve 'sosyal demokrasi' adına yapılmış olmasıdır. Protestoyu düzenliyenlerin savaş karşıtlığı ile diktatörlük karşıtlığını birbirine karıştırdıklarına inanmıyorum. Tüm bu çırpınışlar, CHP ve müttefiklerinin çıkışsızlığının ifadesidir. CHP ittifakının bir ayağı da Suriye'de PYD (Demokratik Birlik Partisi)dir. PYD güçleri Kürt halkına karşı kullanılan Şebiha güçleridir. Esad sonrasında Süriye'de Kürt halkının PYD'yi muhatap alacağını sanmıyorum. Esad tarafından ellerine verilmiş silahlarla halkı susuturmaya çalışsalarda uzun vadede başarılı olacaklarına ihtimal vermiyorum. Kürt halkı giden Esad'ın yerini bir başka Esad'ın almasını kabullenmeyecektir.

Sonuç olarak, Türkiye'nin tek başına Suriye'ye karşı savaşa gireceğini düşünmüyorum. 2013'ün Nisan ve Mayıs ayları, Esad iktidarının devam edip etmeyeceğini belirleyecek aylar olacaktır.

Baki Karer

03.10.2012

27 Eylül 2012 Perşembe

ŞEMDİNLİ'DE KİM SAVAŞIYOR?

ŞEMDİNLİ'DE KİM SAVAŞIYOR?



Şemdin'lide 17 Temmuz'dan itibaren çatışmaların sürdüğü bilinmekte. Gerek yazılı, gerekse de görsel medyada gün, hatta saatler geçmiyor ki çatışma haberleri verilmesin. Ulusal televizyon kanallarında çatışmalar üzerine akla gelmedik her türlü yorumlar yapılmakta. Kimileri PKK'nın düzenli savaş aşamasına geçtiğini dahi iddia etmekte. Şemdinli ve çevresinde yürütülen çatışmaları kimileri Suriye'nin, kimileri de İran'ın kışkırttığını söylemekte, hatta bazıları Türkiye'nin Suriye politikasına karşı İran'ın bir misillemesi olarak nitelendirmekte. Son dönem çatışmalarda Suriye, İran ve Irak'ın Türkiye'ye karşı takındıkları tavırlar birer faktördür ama bunların hiç birinin belirleyici olmadığını özellikle belirtmeliyim.

Temmuz ayından bu yana yoğunlaşan olayları daha iyi anlayabilmek için kısa geçmişte ortaya çıkmış bazı olayları değerlendirmek gerekir. Kimileri dönüm noktası olarak Dersim'de Hüseyin Aygün'ün kaçırılmasını, kimileri özellikle 23Temmuz'dan itibaren Şemdinli'de yoğunlaşan çatışmaları, kimilerileri de 20-08-2012'de Antep'te çocukları katleden bombalama eylemini almaktadır. Bana kalırsa bunların hiçbiri de dönüm noktası değildir. Eğer illaki bir dönüm noktası alınması gerekiyorsa, 2011'in 13 Temmuz'unda yapılan Silvan saldırısı temel alınmalıdır. Çünkü Silvan saldırısı, Öcalan'ın derin devlet odaklarının elinden alınmasına bir tepkidir. Derin devlet güçleri, Öcalanı istedikleri gibi kullanamayacağını anlayınca, Hükümeti tehdit için Silvan baskınını gündemleştirmiştir. Yani Silvan olayından sonra derin devlet, Öcalan'ı elinden kaybetmiştir. Bu tarihten itibaren Öcalan üzerinde hükümet denetim kurmaya başlamıştır. Aslında KCK falan baştan itibaren uydurma bir oluşumdu. Yani KCK hükümetin MİT aracılığıyla Öcalan'ı denetim altına almak için derin devlet güçlerine karşı yürüttüğü bir operasyondu. İhtiyaç duyulan denetim sağlandıktan sonra tasviye edildi. Öcalan, değişen güçler dengesine bağlı olarak artık yeni yerini belirlemiş oldu. Derin devlet denilen oluşumun tekrar Öcalan üzerinde etkili olacağını sanmıyorum. Bu karanlık güçler yeterli olmasa da önemli ölçüde darbeler almıştır. Elbette bu yeterli değildir. Türkiye’de Gladyo’nun Kürt ayağına, yani PKK ayağına dokunulmadığı sürece, derin devlet güçleri, değişik biçimlerde zaman zaman siyasal sürece müdahale edecek fırsatlar ortaya çıktığında, bu fırsatları değerlendirmeye devam edecektir. Ama geçmişte olduğu gibi belirleyici konumda olamayacaklardır. İşte son dönemde Şemdinli-Beytüşşebap-Şırnak bölgesinde yaşanan olayları bir de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Derin devletin yeniden canlanma ve yaşanan siyasal sürecte yeniden belirleyici konuma gelme çabaları olarak görmek gerekir. Yani Ortadoğu'nun içinde bulunduğu siyasal ortamı bir fırsat görerek içte iktidar kavgasıyla bütünleştirmek istemekteler.

Eylemlerin biçim ve kapasitesine bakıldığında, karanlık güçlerin emir ve komutasında hareket edildiği rahatça görülecektir. Eylem biçimleri arada bir karakol baskınlarıyla asker öldürme, daha çokta sivil halkın malına ve canına kastetmedir. Çocukları öldürüyorlar, yol kesip halkın kamyonlarını yakıyorlar, şantiye basıp makinaları kırıp döküyorlar, esnafa kepenk kapattırıyorlar. Sonuçta bölge halkını göçe zorlamak için gayret gösteriyorlar. Doksanlı yıllara geri dönüş için her türlü çabayı yürütmekteler. Kargaşa ve kaos onlar için kolay kazanç kapısıdır. Ama olaya sadece bu çerçevede değil, biraz daha geniş bir perspektiften bakmada yarar var. O zaman PKK ve sivil görünümlü uzantılarının amaç ve hedefleri daha iyi anlaşılır.

Ülke içinde kıyasıya bir iktidar kavgası var. İçte yürütülen iktidar mücadelesine paralel Ortadoğu’da pazarları yeniden bölüşüm kavgası var. Ortadoğu'da yeniden bölüşüm savaşının odağında da her zaman olduğu gibi, petrol ve doğal gaz yatakları bulunmaktadır. Türkiye, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarıyla birlikte Ortadoğu ile daha fazla ilgilenir olmuştur. Artık Türkiye’de Ortadoğu, Kafkas ve Doğu Akdeniz bölgelerinde yürütülen paylaşımda ‘Ben de varım’ demektedir. Oysa Ortadoğu, uzun yıllardan bu yana, ABD-Büyük Biritanya ve İsrail ittifakıyla Türkiye’ye kapatılmıştır. Zaten ikibinli yıllara kadar da Türkiye’nin ekonomik gücü bu ittifaka karşı çıkabilecek düzeyde değildi. İktidar, Ortadoğu ve dünya genelinde güçler dengesini tüm yönleriyle değerlendirmelerde bir çok noktada yanlışlara düşmesine karşın, özellikle Ortadoğu ve Akdeniz’de varlığını hissettirmeye çalışmaktadır. İktidarın önüne koyduğu bu hedeflerle, Türkiye'nin ekonomik, askeri ve siyasal gücünün ne oranda orantılı olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu. Ama en azından çokyönlü politik uygulamalar içine girmesi ve bu doğrultuda bazı noktalarda ilerlemeler kaydetmesi, uluslararası planda bir çok çevreyi rahatsız etmekte.

İçinde bulunduğumuz koşullarda Ortadoğu’ya yönelmiş bir Türkiye, AB'nin, daha çokta Almanya'nın Bölgedeki çıkarlarına ters düşmekte. İşte son dönemlerde Şemdinli’de yaşanan olayların arka planında Almanya vardır. Hem Batı ile ilişkilerini devam ettiren, hem de Ortadoğu, Kafkasya ve Afrika ile ilişkiler geliştiren bir Türkiye en fazla Almanya'nın işine gelmemektedir. Almanya bu bölgelerde İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri'nin politikalarına karşı Türkiyesiz etkin bir tavır sergilemesi pek olanaklı değildir. Bu nedenle Almanya derin devleti Türk derin devletiyle sıkı bir ittifak içinde PKK'ye her türlü imkanları sunmakta. Finanas Almanyadan, yöneticilik yerli derin devletten, vurucu ekipmanların önemli bir kesimi de Suriye, İran ve son dönemlerde az da olsa Irak'tan temin edilmektedir. Tüm bu tarafların çıkarları şu anda çakışmaktadır. Yeni bir İttihat ve Terakki arayışı içinde olan Almanya, Türkiye'nin özellikle Ortadoğu ve Doğu Akdenizden çekilmesini ve aynı zamanda Kafkas-Avrupa arası enerji koridoru üzeride tam anlamıyla söz sahibi olmak istemekte. Suriye içişlerine doğrudan müdahale edilmesine karşı misilleme yapmakta, İran ise, Suriye'de savaşan muhalefin yanında olan Türkiyeyi bir noktada oyalayıp Bölge'de yalnızlaşmanın önüne geçmek istemekte. En azında Esad iktidarının yıkılışını üzün bir süreye yaymaya çalışmakta. Irak'ta Nuri El Maliki iktidarı ise İranla birlikte hareket etmekte. Bu arada İsrail'in izlediği sinsi politika başlıbaşına irdelenmesi gerekir. Türkiye'de derin devlet Bölge'nin içinde bulunduğu böylesine karmaşık ilişkiler ağının ortaya çıkardığı bu fırsatı kaçırmak istememektedir. Daha anlaşılır bir biçimde anlatacak olursak, Şemdin'li-Beytuşşabap hattında devam eden çatışmarara komuta edenler, Musa Anter'in katilini yıllardır bu bölgede saklayanlardır.

21.09.2012

BAKİ KARER





17 Ocak 2010 Pazar

NELER OLUYOR?

NELER OLUYOR?

 Son günlerde başdöndürücü gelişmeler o kadar arka arkaya geliyor ki, takip etme neredeyse imkânsız hale geldi. Sokak gösterileri, işlenen birdizi cinayetler, darbe girişimleri ve Bülent Arınç’a karşı suikast iddiaları. Seferberlik Tetkik Kurulu diye anılan Özel Harp Dairesi’ne, yani GLADIO’nun merkezine yapılan baskınlar... Kozmik oda diye tabir edilen dehlizlerde aramalar yapılmış. Ne buldukları, daha doğrusu ne arandığı belli değil. Yine her şey bir muammadan ibaret. Arınç’a yönelik bir suikast iddialarına inanmıyorum. Nereden bakılırsa bakılsın bu iddianın hiç bir tutarlı yanı yok. Sadece bir bahane, bir araç olarak kullanılıyor. Bu söylentinin daha ciddi bir gelişmenin önünü almak için kasıtlı olarak ortaya atıldığını sanıyorum. Yıllardan bu yana işlenen siyasal cinayetler, faili mechuller ve bin bir türlü karanlık ilişkiler ağı ortaya çıkarılmayacaksa, bahsedilen birimde neden aramalar yapılıyor, niçin göstermelik davalar açılıyor? Gelişmeler açıkça gösteriyor ki, yapılan aramalardan ve açılan davalardan herhangi bir sonuç elde edilemeyecektir. Bunların tümü de her zamanki gibi geç kalmış Türkiye’ye özgü düzenlemelerdir. Yeniden dizayn vermeyi sağlıyacak içe yönelik bir çeşit operasyon yürütülmekte. Yapılan operasyonun asıl amacı, NATO adına örgütlendirilmiş USA markalı Gladio yapılanması tasfiye edilerek, TC markalı yeni bir yapılanmayı geliştirmektir. Bu nedenle geçmişte Özel Harp’le çalışmış ve halen de çalışmaya devam edenlerin önemli bir kesimi yürütülmekte olan tasfiye hareketine karşı direnmekte. Direnenler tabiiki sadece bunlarla sınırlı değil; Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devlet yönetiminde yer almış bilinen elit-seçkinci kesim ve bunlara bağlı devletin imtiyazlı sermaye kesimi de direnmekte. Bunlar, liberallerden tutun da sosyal demokrat, hatta solcu geçinen kesimlere kadar geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. Her zaman Ordu desteğini arkasına almış bu kesim, aynı zamanda ABD’nin en sadık işbirlikçileridir. ’Çağdaş medeniyet’ adına her zaman B. Avrupa ve ABD’nin dümen suyunda gidenlerdir. Yıllardır Kürt halkını yok saymaları, Ortadoğu’ya arkalarını dönmeleri bir de bu nedenledir. Demokrasi diye bir sorunları hiç olmamıştır. Lüks yaşantıları Avrupa ithal mallarıyla sınırlıdır. Aslında burjuva yaşantısını da bilmezler. Burjuvalıkları, sırf modern gözükebilmek için, senfoni okestrasından hiç anlamadıkları konçertoları dinlerken, ellerini birbirine kavuşturup sabit bir noktaya bakmalarından ibarettir. İthal mallarıyla çaka satmayı, montaj sanayi ile övünmeyi prensip edinmişlerdir. İşte son günlerde yaşanan siyasal gelişmelerle bu kesime çeki düzen verilmektedir. Daha doğrusu, Ordu bu kesimle arasına mesafe koymaktadır. Açılan davaların, Özel Harp Dairesi’nde yapılan aramaların sırrını burada aramak gerekir. Dünya genelinde yaşanan ekonomik ve siyasal gelişmelerin gerisinde seyreden bu kesim dışlanmaktadır. Hangi kesimden olursa olsun, içinde bulunulan kaşullara ayak uyduranlarla hareket edileceğinin işaretleri verilmekte. Yaşanan ve daha da yaşanacak değişimler konusunda Türk Silahlı Kuvvetleri ile hükümet arasında çok ciddi çelişki ve tartışmanın olduğu kanısında değilim. Eğer Ordu bu konuda niyetli olmasaydı çok fazla adım atılamazdı ve hükümet ise ısrarlı davranamazdı. Görünen odur ki, silahlı kuvvetlerin üst yönetimi ile hükümet arasında, bu konuda bir konsessus var. Bir çok kesim yapılan operasyonlara çok büyük ümitler bağlamakta. Demokratikleşme doğrultusun atılmış büyük adımlar olarak değerlendirilmekte. Elbette küçükte olsa ileriye yönelik her adım desteklenmeli. Ama böylesi çıkışlara büyük anlamlar atfederek, esas ulaşılması gereken hedeflerin gölgelemesine de müsade edilmemeli. Yani demokrasi alanında ulaşılması gereken ana hedeflerden geri kalınmamalı. Yığınca anti-demokratik yasa ve kanunlar henüz yürürlükteyken, üstelik bunların değiştirilmesi yönünde en ufak bir çaba yokken, beklenen demokratikleşmenin sağlanamayacağı açıkça ortadadır. Üstelik mevcut anti-demokratik yasa ve kanunların önemli bir çoğunluğu, gücünü, 1982 cunta anayasasından almakta. Bu Anayasa değiştirilmediği sürece demokrasi alanında sonuç alıcı ciddi adımların atılacağını bekleme hayalprestliktir. Bu operasyonlardan hareketle ‘Ordu geri plana çekiliyor’ bahanesine sığınılarak, temel noktalara vurgu yapılması ve çözümler getirecek atılımlar içinde bulunulması adeta gözardı edilmekte. Her şeyden önce Ordunun durması gereken yere çekilmesi, demokrasi alanında ciddi adımların atılmasına ve en önemlisi de ekonomik ve sosyal alanda emekçi yığınların yaşam düzeyinde köklü değişikliklerin yaratılması çabalarına bağlıdır. Bunun için de tabanın ciddi örgütlü bir biçimde talep içinde olması gerekir. Aslında tabanda böylesi bir talep vardır, ama bunu mevcut sisteme karşı yönlendirecek örgütlü gücten yoksundur. İşte böylesi bir acizlik içinde olunduğu için bazı çevrelerce AKP, neredeyse tam bir kurtarıcı olarak lanse edilmekte. Sendikalaşmanın, toplu sözleşmenin, genel grevin, basın özgürlüğünün karşısında olan AKP demokrasi alanında ciddi adımlar atamaz. Ağırlıklı olarak İslam ideolojisiyle bezenmiş, neo-liberal bir politikanın izleyicisi AKP’yi, bir kurtarıcı ya da demokratikleşmenin mimarı olarak kamuoyuna sunmanın altında başka amaçlar vardır. Dikkat çekilmesi gereken bir başka nokta daha var: Kozmik oda aramalarının denk getirildiği koşullar gözardı edilemez; Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetci Hareket Partisi ve Demokratik Toplum Partisi’nin tek bir doğrultu üzerinde birleştirildiği ya da birleştiği bir aşamada böylesi bir operasyon başlatılmıştır. AKP zaten iktidar partisi ve konumu bellidir. İç ve özellikle de dış konjöktürün dayattığı yeniden yapılanma için harekete geçilmesi için bundan daha iyi koşullar bulunamazdı. Bu aramalardan hiç bir karanlık ilişki, faili mechuller, işlenen siyasi cinayetler, Sivas, Çorum, Kahraman Maraş vb. katliamlar aydınlığa kavuşturulmayacaktır. Sedaca ikide bir darbecilik oynunun oynanmasının önüne geçilecek, istihbarat örgütleri arasındaki çıkar çatışmaları mümkün olduğunca giderilmeye çalışılacaktır. Ortadoğu ve Kafkasya’daki gelişmelere ve bu bölgelerde Türkiye’nin yeni dönemde oynayacağı role göre, Özel Harp Dairesi’ne yeniden biçim verilecektir.
 BAKİ KARER
 6 Ocak 2010

18 Aralık 2009 Cuma

Baki Karer

 

 

 

 
Posted by Picasa

Kimin Oğlanları İşbaşında?

KİMİN OĞLANLARI İŞBAŞINDA?

Beklendiği üzere Demokratik Toplum Partisi kapandı.
İsmi her ne kadar ‘Demokratik’se de aslında anti demokratik demek daha iyi olur.
Sistem kendi ucubesini kapattı.
Feodaller ve marabalar arasında bir ayrışma yaşanacak.
Sonuçta, marabaların suyu iyice çıkarıldıktan sonra bir kenera atılacak.
Irak’taki gelişmeler marabaların ömrünü tayin edecek.
Bu anlamda yaşanan süreç her yönüyle ilginçtir.
Bu süreçte Ahmet Türk gibi uysallara ihtiyaç yok.
Çünkü bir türlü ‘yüzer-gezer’ yattaki ‘Tanrı’yı anlamadı, anlatamadı.
Zaten anlamasını da, anlatmasını da istemediler.
***
Önce ‘Açılım’ denildi. Hükümet büyük bir iştahla ‘sorunu’ bitireceğini hesapladı.
Oysa sorun içteydi.
İçe yönelme ise yürek istiyordu.
İç engelin ciddiyetini ve gücünü bildiği için viraj değiştirerek yol almak istedi.
Yıpranan imajını ‘Açılım’la birlikte Doğu ve G.Doğu’da toplayacağı oylarla düzeltmeyi hedefledi.
Pastayı tek başına yemek istedi.
Böylece en az iki seçim sürecini kurtarmaya çalıştı.
‘Açılım’ın bir diğer amacı da, yaşanan ekonomik kriz ortamında kitlelerin dikkatini farklı yönlere çekmekti.
Ama bir takım engelleri hesaplıyamadı;
Birincisi, Ergenekon tutuklamalarıyla engellerin ortadan kalkacağını sandı.
Oysa bu tutuklamalar sadece bir görüntüden ibaretti.
İkincisi, Türkiye’de esas karar verici güçlerin, G.Kürdistan’da ve Irak’ta, istedikleri düzenlemelerde henüz sonuç almış olmamaları.
Rezervlerin tümünü bugünden kullanma işlerine gelmiyordu.
Kullanılacak alternatifleri zamana yaygınlaştırmadan yanaydı.
Bu nedenle, İmralı, birden aktuel kılınırak, devreye sokuldu.
Belli ki bu sefer kulağına çok fena üflemişler.
Önce‘sırtım kaşınıyor’,‘göbeğim’ kaşınıyor yakarmasıyla işe başladı.
Aniden hemen her tarafı kaşındı!
Sonra ‘Yerim dardır, oyanayamıyorum’ dedi.
‘Oğlanlar’ mesajı çoktan almışlardı.
Hemen harekete geçtiler;
İstanbulda bir kız çocuğunu acımasızca yaktılar,
Diyarbakır’da bir genci öldürdüler,
Bakkalları, mağzaları yağmaladılar.
Bunları az görüp, 10 Aralık’ta Reşadiya’de 7 genci kurşuna dizdiler.
‘Bizim oğlanlar’ya da marabalar bayağı ‘iş’ çıkardılar.
İşlenen bu cinayetlere üstelik Dersim’de karıştırıldı.
Dersim işin içine karıştırılmadan taplo tamamlanamazdı.
Verilen mesaj gayet açık!
Artık açıktan oynanıyor.
Görmeyen gözler görsün.
‘Hanım Ağa’lığa oynayan biri, demecini patlattı;
‘Açılım kapandı.’
Hayır, değişen hiç bir şey olmayacak.
Sadece acele edilmeyecek.
ABD’nin Irak’tan çekilmesine paralel olarak adımlar atılmaya devam edilecek.
‘Açılım’denilen sürecin getirileri, sadece iktidar partisine yedirilmeyecek.
Dolayısıyla iktidar partiside bu süreçte daha bir ‘hizaya’ getirilecek.
Kimin oğlanlarının iş başında olduğunun şüphe götürür bir yanı kaldı mı?

Baki Karer
12.12.2009

5 Nisan 2009 Pazar

İT ÜRÜR KERVAN YÜRÜR III



İT ÜRÜR KERVAN YÜRÜR (III)

ΙΙΙ 

    Ne idüğü belirsiz Xoce denilen mahlukatın kamuoyunu yanlış bilgilendirme gayretlerinin altında nelerin yattığını çoğu çevreler bilmekte. Almanya’yı vatan edinmiş, daha doğrusu, Almanlaşmış bu zat oturduğu yerden bir başka halk için ahkâm kesip durmakta. Hiç bir engel olmamasına karşın ‘Doğduğun topraklara neden gitmiyorsun, ait olduğunu iddia ettiğin halkınla niçin yaşamıyorsun?’ denildiğinde ise, ‘Gidemem, ben Almanlaşmışım, illada burada tırşıklanacağım’ diyor. O zaman ye Alman tırşığını otur aşağı... Kürt halkı için orada burada ahkâm kesmenin bir anlamı yok. Ama adam şefine yalakalık yapmanın gayreti içinde, açıkçası, provakatörlüğü meslek edinmiş bir kere. Yalakalıkta öylesine sınır tanımaz bir duruş sergiliyor ki, şefine övgüler dizen, barışın sembolü olmuş halk önderleriyle eşit düzeyde tutan herkesin önünde secdeye durup ökçe yalayıcılığı yapıyor.

    Almanya’nın göbeğinde yeniden ‘Medeniyetten uzak kalma pahasına dağlara çekilme’leri terennüm edip duruyor. Yani, Apoculuğun iflah olmaz dalkavukcusu olduğunu ispatlamaya çalışıyor. Daha da ileri giderek faşist düşüncenin nasıl iflah olmaz savunucu olduğunu göstermek için Arap ulusuna hakaretler etmeyi, küfürler savurmayı ihmal etmiyor. Böylece, karanlık dehlizlerin pintisi olduğunu şefine ispat etmiş oluyor. Sadece şefiyle yetinmediği belli; Alaman dazlaklarının öğretilerini iyi ezberlemiş. Yakın zamanda ‘ben bir Mengeneyim’ derse hiç kimse şaşmasın. Xoce, malum kimliğini saklama gereği duymuyor artık. Bunun da bayağı ‘ileri’ bir adım olduğunu kabul etmek gerekir.

    Binbir türlü cambazlıklarının karşılığını bulamayınca da, yalvarış yakarışlarla ‘arka bahçesini’ karıştırmaya başlıyor. İçinde bulunduğu çirkef yaşantıyı genelleştirmeye kalkışıyor. Gurur verici taploları örnek alması gerekirken, çirkefliklerle dolu taploları dayanak noktası seçmekte. ‘Arka bahçem düzgün olsaydı, beni daha üst postlara getirirdiniz’ demek istiyor. Artık arka bahçesini terk ettiğini, kendine ‘çeki-düzen’verdiğini ve bunun kabullenilmesi gerektiğini ağlamaklı bir biçimde dile getiriyor.  

    Tüm bu yalvarmalara karşın, Xoce’nin şefi insafa gelir mi bilemem, ama sanıyorum, yalvarıp yakardığı şefi, şimdilik Küçük’le yetinmesini ve ‘büyükelçi’ röportajlarına devam etmesini salık veriyor. Aynı zamanda ajandalarındaki telefon ve adresleri zenginleştirmesini istiyor. Kölece hizmetlerinin karşılığını bulup bulmayacağını bilmiyorum. Bekleyip görmek gerekir.

    Ama tüm uğraşlarına karşın iki cami arasında kalmış beynamaz olmaktan bir türlü kurtulamıyor. Kutulamadığı için de habire kıyısından köşesinden itiraflarda bulunup duruyor. Şefiyle birlikte Mehmet Şener cinayetini nasıl organize ettini detaylarıyla anlatma yerine, katili nasıl koruduğunu ve birlikte ülkeye nasıl giriş yaptığını açıklıyor. Oysa Mehmet Şener için Muhabarat binasına nasıl ve kimlerle gittiğini, binada kimlerle görüştüğünü, anı anına bilgi akışını nasıl sağladığını ve daha bir çok şeyi anlatmaya yanaşmıyor. Cinayet ekibini nasıl oluşturduğunu, Mehmet Şener’in ölüm haberi gelir gelmez duyduğu sevinci ve bir an evvel İstanbul’a nasıl koştuğunu anlatmıyor. Cinayetten hemen sonra şefine sunduğu sayfalar dolusu itirafnamenin hatırlanmasını hiç istemiyor.

    Ayrıca itiraflarını Mehmet Şener’in katiliyle sınırlı tutuyor. Öncekileri tümüyle untturmaya çalışıyor; Kızıltepe ve Derik’te KUK’cu gençleri nasıl kurşuna dizdiğini, arabalarını nasıl taradığını, onlarca kişiyi nasıl yaraladığını neden anlatmıyor? Silah zoruyla halka koyunları kestirip nasıl ziyafetler çektiğini, Batman ve Nuseybin köylülerinin cüzdanlarını nasıl soyduğunu itiraf etmesi gerekir. Yine, İstanbul’da yaptığı kaçakçılığı, kaçakçılık yaparken kimin hücresi olarak çalıştığını, Van’dan teslim aldığı esrar ve eroin partilerini yurtdışına nasıl gönderdiğini anlatmalıdır. Evet, Hoca ya da Xoce denilen ‘şef’ dalkavuğu, bunlar ve benzeri işlediği suçları itiraf etmelidir. Bu suçları itiraf etmesinin önünde Almanya’da hastahaneden aldığı ‘deli’ raporunun engel olacağını sanmıyorum. Çünkü başkalarına geldi mi ‘akıllı’ olan Xoce, sorun kendisine gelip dayandığında niçin deli raporunun arkasına sığınıyor?

    Bu arada Almanya’da, Danimarka’da ve İsveç’te kimleri dolandırdığını itiraf etmesini de beklemiyor değilim.  Benden çaldığı 27 kitabın akıbetini de öğrenmek istiyorum. Bir dönem fotokopi yapıp oraya buraya sattığını biliyorum, onların da bir bilançosunu çıkarırsa çok iyi olur. Yaptığı tüm bu ahlâksızlıkların ‘hi hi’lerle geçiştirilecek ahlâksızlıklar olmadığını artık bilmek zorundadır.

25.04.2009

Baki karer         


 
 

21 Mart 2009 Cumartesi

İT ÜRÜR KERVAN YÜRÜR

Baki Karer
karerbaki.blogspot.com




İT ÜRÜR KERVAN YÜRÜR
ΙΙ


Xoce yazımın birinci bölümünden sonra epey bir bocalama geçirdi. Birdenbire ailesini hatırlar oldu, orada burada çekiştirmekten zerre kadar utanmadığı karısı üzerine nağmeler dizmeye başladı. Giderek çocuklarını ne kadar çok sevdiğini göstermek için kameralar karşısında bolca pozlar verdi.
Kendince yazdığı senaryosunun tutmadığını, bir işe yaramadığını fark edince de; bu sefer teoriler üzerine kafa yormaya başladı. Baktı beyni bu konuda hiç şarj etmiyor, bir dizi bahaneler arkasına sığınmaya başladı. Ömründe bir kitap bile okumayan bir yaratıktan ancak bunlar beklenirdi. Hayatı boyunca zurnanın zart dediği, ya da son deliği olmayı bir türlü içine sindiremiyor. ‘Teorik’ konularda, ya da strateji ve taktikler üzerine’ harukülȃda yazılar yazarmış, ama ’canı istemediği(!) için’ yazmıyormuş... Nedeni de gayet basit miş; “he, hı, keh keh” demek daha kolaymış, ‘eee’lemekten ise son derece hoşlanıyormuş Son dönemlerde, her nedense, bolca, ‘keh keh’lemekten de zevk aldığını söylemeye başladı. Bunlar çok ciddi bir pisikolojik hastalığın son noktaya vurduğunun belirtileridir. Ne tür bir pisikolojik hastalık olduğunu pisikiyatri uzmanları çok daha iyi bilir. Yaşadığı derin ruhsal deprasyona verilecek örneklerden biri de, İstanbul’un bilmem ne semtinde hangi kadınla sabahladığını ballandıra ballandıra anlatması. Yani, aldatıldıysam ben de aldattım demek istiyor. Bunu bu kadar çember çizerek, hikayeler uydurark dile getirmenin ne anlamı var? Birlikte kaldığın insanla anlaşamıyorsan, şüphelerin varsa ayrılır gidersin. Böylesi bir ortamda dölleri bahane olarak ileri sürmenin bir anlamı yoktur. Evine gelen herkesi şüpheci gözlerle süzmesinden bahsetmesi ise hiç akıl alacak bir iş değil. Xoce, ‘Ziyaret bahanesiyle evime kimsenin gelmesini istemiyorum’ diyordu. Bu nedenle Stockholm’e geldiğinde tam anlamıyla kafayı oynatmıştı. Belli ki, bu hastalık artık kronikleşmiş bir hȃle dönüşmüş.
Böylesi ruhsal bunalım sonucudur ki, son dönemlerde yeniden Baki Karer düşmanlığına yine başladı; ‘Baki Karer böyle demişti... Baki Karer söylemişti... yapmıştı...’
Bir insanın hayatı miş-mış’lardan ibaret olunca bir süre sonra paranoidleşmesi gayet doğaldır. Xoce adıma cümleler kuruyor, hayalinde beni konuşturuyor sonra da oturup keh keh’lerle, hih hi’lerle yazıyor. Bunlarla da yetinmeyip, benimle toplantılar yaptığını iddia ediyor seçim çalışmalarına katıldığını yazıyor ve üstelik de kazandırıyor! En akla gelmedik yerlere kadar kendini götürüyor, daha doğrusu zoraki karıştırıyor. Batman’da seçim komitesi Şener, Mazlum ve Edip solmaz’dan oluşuyordu. Buradaki başarının öncüsü Mehmet Şener’ dir. Ama Hoca’nın,yani Xoce’nin burada çekemediği, Şener’in başarılarıdır. Bütün mesele Nasıl olurda bu kişinin başarılarını gölgeleyebilirim hesabı peşinde. Şener’in bu baya, bulunduğu mahalde bir kaç bildiri dağıtma görevi verdiğini biliyorum. Ama hepsi o kadar.
Bu adamla ülkede ayaküstü toplam on dakika görüşmüşlüğüm ya vardır ya yoktur. Ama sorunu başka; neredeyse 6-7 yıldır anlata anlata bitiremediği Stockholm buluşmasında, ‘Beni ne diye hep sempatizan düzeyinde tuttun, bir yerel komite üyeliği ötesine niçin çıkarmadın’ diye yakınıp durmuştu. Aklınca, sorumluluğum altında ‘yeterli ünvan’ sahibi olamamanın intikamını alıyor. Ama tüm bu hokkabızlıklara gerek yok; ‘kurucu’, ‘askeri komutan’, ‘ideolog’, ‘sekreter’, ‘lider’ vb. tüm ünvanları alabilir. Kimsenin, hatta içinde kariyer özlemi çektiği örgütün de buna itiaz edeceğini sanmıyorum.
Hoca ya da Xoce, halizyonlarında o kadar ileri gidiyor ki, yaşamını kaybetmiş insanları da konuşturuyor; özellikle de Hayri’yi. Bir dönem varsa yoksa Mazlum’du, şimdilerde her ne hikmetse Mazlum’u bırakıp döndü Hayri’ye. Neden Akif ya da başkası değil de illa da Hayri? Gölge altına sığınmaktan bu derece haz duyan Xoce’nin pisikolojik sorunlarını anlamak çok zor. Bu nedenle tedavisi neredeyse mümkün değil.Hemen her konuda ne kadar yalan attığının farkında olduğu halde ısrarla yalanlarına devam ediyor.Çünkü başından itibaren kendini girdabın içine soktu. Bu çıkmaz yoldan ayrılması artık mümkün değil. ‘Büyük oynayayım’,‘kendimi büyük göstereyim’ derken yerin dibine daha bir batmakta.‘Şef’ düşkünlüğü ve taklitciliğinin cezasını çekmekte.
Hemen her cümlesinde kendini elevermekte. Gölgesine sığınmaya çalıştığı Hayri için ‘Biliyor’ diyor. Evet, Hayri bu zatı sonuçta tanımıştı ve biliyordu. İçerden gönderdiği sözlü ve yazılı haberlerde Hoce’yi tanımlarken ‘Bulaşık biri’, ‘Her konuda son noktada döneklik yapan biri’ diyordu. Hoce’nin tüm bu tavırlarına karşı ‘İdare etmeye çalıştıklarını’ söylüyordu.Hele hele son açlık gerevinden kaçışını hiç affetmiyordu. Hayri, diğerlerine,bu zata karşı tedbirli davranılmasını ve hiç bir bilginin verilmemesini tembihlemişti. Nitekim onların yanında o kadar uzun süre kalmasına karşın, Hayri, Akif ve Mazlum’un hiç bir şey konuşmadıkları her geçen gün daha bir açığa çıkmakta. Mazlum nereye giderken ve nasıl yakalandığını bile bu zata söylememiş. Ama Xoce denilen zat saplandığı girdapda senaryosunu yazmış; ‘Diyarbakır’da merkez komite toplantısına giderken yakalanmışlar!...’ Gördünüz mü,yine yükseklerden bir tespit!daha. Atayım belki tutar, tutmazsa da ‘keh keh’,ya da biraz ‘he hi yaparım’ gider... Anlayış bu. Şefinin sahte tarih yazma anlayışına kendini o kadar kaptırmış ki, sağına soluna bakmadan son surat gidiyor.
İçerdeki bu haline bakmadan, utanmadan bir de başkalarını yargılamaya kalkışıyor. Böylece işlediği suçları ört-bas etmeye kalkışıyor. Mehmet Can’a çamur atmaya yelteniyor. İçeride sergilediği onca çirkefliklerine bakmadan bir de başkalarına leke sürmeye çalışmakta. Neymiş, Mehmet Can yeterli direnci gösterememiş!... Hiç kimsenin bugüngü durumu beni ilgilendirmez. Ne yapıyorlar, neredeler, nasıllar vs. Ama Mehmet Can’ın yakalandığında gösterdiği dik duruş her yönüyle takdire şayan bir duruştur. Kemal Pir’in arşivlerde duran bu konu üzerine şiirsel mektubu unutulacak cinsten değildir. Bu duruşunu içerde kaldığı süre içinde hiç aksatmadan sürdüren nadir kişilerden biridir. Xoce’nin bütün meselesi, Mehmet Can’ın entellektüel düzeyi karşısında duyduğu komplekslerdir. Dolayısıyla, ‘Çamur atayım tutmazsa izi kalır’ anlayışına sarılmakta. Ama nereden bakılısa bakılsın, beyhude çabalar.
Bu bölümü bitirmeden önce, her geçen gün yeni bir hastalığın pencesine düşen Xoce’den bir haber de ben vereyim. Herkesten, en yakın arkadaşlarından bile gizli bana ikide bir mail atıyor. 12 Eylül savcılarına öykündüğünü gizlemiyor. Ayrıca Esat oktay Yıldıray’ın komutlarıyla da yetinmiyor, meşhur CO’sunu taklit ederek havlamalarda bulunuyor. Son e-postlarından birinde, bana,‘Çık karşıma’ diyor. Arkasından da ‘Keh keh’yaptığını söylüyor.Bu hırıltıların ne anlama geldiğini henüz çözümleyemedim. E-postlarının tümünü yayınlamadan önce pisikologlara verip tahlil etmelerini isteyeceğim. Çok ciddi paranoid symtomlar görüyor; ‘Baki’den, Naki’den bahsedip duruyor.Benden uyarması, en yakınlarına bile her an çok ciddi zararlar verebilir, yazdığım birinci bölümden sonra yaptığının benzeri!...

Baki Karer

07.03.2009

Devam decek

SEÇİM VE DEMOKRASİ

SEÇİM VE DEMOKRASİ

29 Mart 2009 yapılacak yerel seçime az bir zaman kaldı. Ama aslında seçim propagandası yasal süreçten aylarca önce başladı. Başından itibaren çekişme daha çok AKP ve CHP arasında geçmekte. MHP sürece damgasını vuracak pek fazla bir girişim içinde olmayı başaramadı. MHP ne kadar çaba gösterse de geçmişinden dolayı çok fazla bir seçmen tabanına ulaşması zaten pek olanaklı değil. Neredeyse sabitleşmiş yüzde skiz ile on barajı arasında dönüp dolaşmakta. Etnik milliyetçi çizgisinde ısrarlı davrandığı sürece, bu düzeyde kalmaya mahkumdur. İstanbul, Ankara, İzmir ve benzeri metropol kentlerde daha çok CHP ve AKP arasında kıyasıya bir rekabetin yaşanıyor. Ama ne olursa olsun bu kentlerde de sonuç aşağı yukarı belli olmuş durumda; İzmir hariç diğer metropollerde yine de AKP ezici bir sonuç alacaktır. Bu gidişle İzmir’in de ne kadar dayanacağı pek belli değil. AKP’nin, daha doğrusu Recep Tayyip Erdoğan’ın tepkisel çıkışları sonucu İzmir bir süre daha CHP’nin yanında saf tutacağa benzemekte. Bu yarışta Diğer partilerin DSP, ANAP ve DYP’nin neredeyse adı bile geçmemekte. Aday gösterdikleri kişilerin özelliklerinden dolayı belki bir kaç beldede belediye başkanlıkları alabilirler. Bunlar da mevcut tablonun değişmesinde pek bir oynamaz. DTP ise hiçte döneme uygun olmayan örgütlenme politik tavırlarıyla orta yerde can çekişip durmakta. Saldırganlığı ve tehditkâr tavırlarıyla bir süre daha durumunu karuyacağa benzemekte, daha doğrusu rejimin çıkarları gereği DTP biraz daha görmemezlikten gelinecek. Hakkında açılan kapatma davasının bir türlü sonuçlanmamasının altında yatan bir neden de budur. Feodalitenin son çırpınışlarını,en önemlisi de toplumda bölünmüşlüğü temsil ettiği için, kendiliğinden yokoluş sürecine bırakılmış durumda. MHP ve DYP karışımı bir politakının loca türünden bir örgütlenmesi olarak DTP, içinde bulunduğumuz konjöktürde boyunduruk altında biraz daha koşulacak. Zaten bu konuda gönüllü olmadığını söyliyemez.Bir yanı köylülüğe, feodaliteye, bir yanı da azınlık milliyetçiliğe dayanmakta. Kaldı ki, Doğu ve G.Doğu’nun ekonomik ve sosyal yapısı irdelendiğinde egemen güçlerin böylesi bir oluşumu amaçları doğrultusunda kullanmamaları mümkün değil. Demokrasinin tüm kurum kuruluşlarıyla işlerlik kazandığı koşullarda zaten böylesi bir örgütlenmenin bir gün bile ayakta kalması düşünülemez. Bu oluşum ve öncekiler biraz daha gerilere gidilerek irdelenirse, görülecektir ki, globalist politikaların ve sermayenin belirli noktalara yoğunlaşmaktan çıktığı döneme tekabul etmesi tesadüflerle açıklanamaz. Küreselleşmenin tipik iki önemli özelliğini vurgulamakta yarar var; ‘sivil toplum örgütlenmesi’ ve diğeri de gezginci sermaye. Elbette her sivil toplum örgütlenmesi sonuçta bir toplumsal ilişkidir. Yani toplumsal ilişki yumağı içinde çıkarları ortak olan çevrelerin bir arada kümelenmesidir. Son 20 yıldan bu yana önplana çıkartılan ”sivil toplum örgütlenmesi” ile küresel sermayenin akışı ve yoğunlaşmasını birbirinden bağımsız olarak ele alma bizi globalist politakalar konusunda yanılgılara götürür. Gezginci sermaye gittiği yerde kalıcı, sürdürülebilir bir ekonomik ve mali yapının oluşmasını engellemek için özellikle doksanlı yılların başından itibaren yerelliği önplana çıkarmaya başladı. Dolayısıyla kültürel, dinsel, mezhepsel ve azınlık çatışmaları yarattı. ‘Yerellik’te ileri sürdüğü bahane de ‘sivil toplum örgütlenmesi’ yutturmacısıydı.‘Sivil toplum örgütlenmesi’ masalını yaygınlaştırırken de ‘demokrasi’ maskesini kullanmaktan çekinmedi. Oysa her yerellik şu veya bu biçimde genelden uzaklaşma demektir. Daha açık bir ifadeyle ulusal çıkarlardan, vatandaşlık bağının getirdiği ortak değerlerden uzaklaşma anlamını taşımaktadır. Ulusal değerlerin karşısına yerel değerlerin, toplumsal sorumlulukların yerine kişisel veya dar loca çıkarlarının alınması,gezginci sermayenin hiç bir zahmete katlanmadan sermayesini her geçen gün büyütmesine neden olmuştur. İşte ‘sivil toplum’, ‘demokrasi’ yutturmacası altında DTP türü örgütlenmelerinin ortaya çıkartılması boşuna değildir. DTP yerelliğinden dolayı genel için üretici, cözümleyici olmaktan uzaktır. Dikkat edilirse hiç bir konuda çözümleyici proje öne sürememekte. Yerelliğinden dolayıdır ki, loca türü örgütlenmede çakılıp kalmıştır. Şiddeti, daha doğrusu toplumda terör estirmeyi temel almasının bir nedenini de burada aramak gerekir. Yani, bir kısım feodellerin locası durumundadır. Bu nedenledir ki, baskıyla ve korku yayarak, eğer adına politika denilirse, politika yapmaktan başka çıkış yolu yoktur. Baskı ve korku yayarak siyaset yapmanın kimler has olduğunu tekrar hatırlatmanın bir anlamı yok. TV ŞEŞ karşısında bile şeş-beş olmalarına bu anlamda şaşmamak gerekir.Burjuvalaşma arzusu taşıyıpda burjuvalaşamayan, gelişen ekonomik sosyal koşullarda yok olmaya mahkum feodalitenin son çırpınışlarını sergileyen DTP, ‘sivil toplum örgütlenmesi’, ya da ‘demokrasi’ maskesini daha fazla kullanamayacaktır. Hele hele genelde Irak ve Kuzey Irak’a yönelik geliştirilen politikalar, her geçen gün alternatifsiz kalmalarını sağlamaktadır. Kast sistemine dayalı örgütlenme modelinin ne kendi içinde ne de dışa karşı demokratik olduğu görülmemiştir. Dolayısıyla DTP’nin demokrasi ve özgürlükler sorunu yoktur. Hızla tasfiye olan yöresel sistemin bir parçası olduğu için, genel sistemin yarattığı nimetlerden biraz daha fazla pay alma kavgasını yürütmektedir. Bu yapı içinde yer alan toprak ağalarının, aşiret reislerinin bir kısmı burjuvalaşamasa da hiç olmazsa bir kaç dublex daire sahibi olarak kalma şansına sahip olacak ve ömürlerini yoksulluk içinde geçirmeyecek. Bu tavrıyla da dönüşümün daha fazla sancısız, çatışmasız olmasında iyi bir kanca rolü oynadığı inkâr edilemez. Bu anlamda içinde bulunduğumuz konjöktürde yapılacak seçimlerin halkın özgür iradesini ne kadar yansıtıp yansıtmayacağı tartışılması gereken önemli konuların başında gelmektedir. DTP G.Doğu ve Doğu’da baskı ve şiddeti önplana çıkartarak halkın özgür iradesine gem vururken, iktidar olmanın tüm avantajlarını kullanan AKP’de manipülasyonlarla özgür iradenin sandıklara yansımasını engellemeye çalışmakta. Bu cenahta da yine ‘sivil tolum’ aldatmacasıyla cemaatlerin önemli roller oynadığını görüyoruz. Kırdan kente göç etmiş kesimlerin daha çokta 90’lı yılların başından itibaren cemaatler içinde kümelendiğini biliyoruz. AKP’nin bu dinsel loca türü örgütlenmeleri, hem sahip olduğu belediye hem de devlet olanaklarını kullanarak hızlandırdığı ve yaygınlaştırdığı bir gerçek.İşte, cemaatler ya da localar aracılığla manipulasyonlar yapılmakta. Kırsal kesimden göç ederek metrepollerin kenarlarını çevrelemiş kesimlerin şehirlerde modern yaşam ve kültürle bütünleşmeleri cemaatler aracılığıyla engellenmekte. Göçmen kitlenin genel yapıyla bütünleşmesi, yani entegresyona uğraması dinci cemaatlerin ve bunlar aracılığıyla iktidar olmayı temel almış partilerin işine hiç gelmemekte. Bunlara potansiyel oy deposu gözüyle bakılmakta. Bu nedeledir ki, AKP uzun yıllar iktidar olmasına karşılık sosyal yardım yasasını çıkarmamakta, merkezi, devlet kontrolünde sosyal yardımdan kaçınmaktadır. Bu tavır, vatandaşlık anlayışı ve kültürünün yerine cemaat anlayışı ve kültürünü egemen kılmadır. Bu nedenledir ki, AKP kapı kapı dolaşıp birkaç kiloluk poşetler halinde gıda, çamaşır makinası,buzdolabı vs. dağıtmakta. Bu, en vahşi bir şiddettir. Bu açıkça seçimleri manüpula etme demektir. Bir somun ekmeğe muhtaç bırakılmış insanlar, ‘yardımlarla’ ‘kul’ haline getirilmekte. Ama vatandaşlık anlayışının egemen olduğu yerde sorgulama, vardır. Yani, bilincin önplana çıkması sözkonusudur. Demokrasi havarisi kesilen AKP, bu yöntemlerle demokrasinin yaygınlaşmasını ve yaşamın her alanında işlerlik kazanmasının önüne geçmekte. Bu tavır eninde sonunda DYP ya da CHP mirasının devralınması anlamına gelmektedir. Sonuç olarak, AKP demokrasiden korkmakta. AKP’nin şiddet anlayışını somutlaştıran bir başka konu da, seçim meydanlarında halka ’Tek vatan, Tek bayrak, Tek millet’sloganı attırmasıdır.  Yaşadımız çağın çok gerisinde ve aynı zamanda diktatörlük çağrışımı yapan bu sloganı kendine çıkış noktası yapan bir partinin demokratikliği, demokrasi anlayışı çok tartışma götürür. Bu, Şırnak’ın her hangi bir köyünde sabahın köründe henüz uyku sersemliğini üzerinden atamamış ve annesinden Türkçe bir kelime bile öğrenmemiş çocukları askeri hazırol duruşuna geçirerek her sabah ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım...’dedirtmeden daha öte bir durumdur. Hani Kürtler ‘kardeşimiz’ di, bu ülkenin ‘asli unsuru’ idi? CHP cenahında değişen bir şey yok. Deniz Baykal kliği 1930’ların rehberlğinde bağdaş kurup oturmaya devam edeceklerini zaten ilan ettiler. Seçkinci romantizmini yaşamaya devam ediyor...‘Dağ başını duman almamış/ güneş ufuktan doğmamış/ tam tekmil yatmaya devam edelim arkadaşlar.’ CHP’nin konumu kısaca budur. Manipülasyonlardanve şiddet anlayışından kutulduğumuz oranda daha gelişkin bir demokrasiye kavuşacağımız kesindir. 

15/03/2009
 Baki Karer 
 

16 Eylül 2008 Salı

Demokrası Sorunu

TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ SORUNU


Türkiye, neredeyse yüzelli yılı aşkın bir süredir demokrasi ve Avrupalılaşma mücadelesi vermekte. Gelinen bugünkü noktadan geriye bakıldığında, fazla bir aşamanın katedilmediği görülecektir. Devlet, yasalarıyla, hukuk sistemiyle parlemento ve diğer kurum ve kuruluşlarıyla, genel olarak örgütlenme biçimiyle, İttihat Terakki döneminden çok fazla ileri bir adım atamamıştır. İttihat Terakki anlayışından ve geleneğinden sıyrılmış siyasal bir yapılanma içine girilememiştir. Elit bir kesimin ihtiyaçlarına cevap veren, halktan korkan, halka dayalı örgütlü bir yapı geliştirmekten çekinen, iktidara gelmekle gelmemek arasında bocalayan ülkemizin burjuva partileri, ister sağda yer alsın, ister solda yer alsın, İttihat Terakki geleneğinden kopmuş değillerdir. Bu noktada Cumhuriyetin genç oluşu bahane edilemez. Varlık nedenini halka dayandırmayan, halka rağmen siyaset yapmayı temel alan siyasal partilerin, sağlıklı bir örgütsel yapıya kavuşamama gibi nedenler öne sürme hakları yoktur. Türkiye’de devlet erkini elinde bulunduranlar, halkın ihtiyaçlarına uygun politika şekillendirmeyi temel almamış, daha çok dış güçlerin çıkarlarına göre veya onlardan gelen baskılarla politika belirlemişlerdir. Nasıl İstanbul, İzmir ve Akara burjuvalarının ekonomik ve sosyal yaşam standartlarına cevap veren bir üretim ve ithal politikası ekonomik şekillenmede temel alınmışsa, siyasette de aynı durum geçerlidir diyebiliriz.
Dönemin yönetiminden hoşnutsuz kitleri etrafında örgütleyen İttihat ve Terakki, aslında yönetime gelmeyi istemiyordu. Daha doğrusu yönetmeye cesaret etmiyordu. Bunun bir nedeni, eski yapının çok güçlülüğünün yanısıra, kitleleri etrafında örgütlerken verdiği vaadleri yerine getirmekte samimi olmamasıdır. Eskiye karşı olması aslında sınırlıdır. Yönetimi devirme amacı taşımıyor, yönetimle anlaşarak, birlik içinde bir takım refomlarla iyileşmeler sağlamadan yanaydı. Bu tavırlarıyla kitlelerin yönetime karşı tepkisini firenleyen bir güç olmuştur. İttihatcıların tüm çabası, bürokraside biraz daha etkili olmadır. İkinci meşrutiyet ilan edildiğinde iktidar olma olanakları varken, bunu kabul etmemeleri esas olarak onları öne süren kitle gücünden korkmalarıdır. 1908’de ikinci meşrutiyetin ilanıyla birlikte valiliklerin basılmasına kadar giden küçük boyutlu köylü ayaklanmaları dahi onları olabildiğince korkutmaya yetmiştir. Ürkek ve korkaklıklarını zaman zaman o kadar gizleyemez hale geldiler ki, patişahın önceleri kısıtlanmış yetkilerini tekrar geri vermeye kadar gidebildiler. Kitlelerin sesi, radikal bir muhalefet gücü olma iddiasıyla ortaya çıkan İttihatcılar, hilafetin ve saltanatın kurtuluşu için ne tür serüvenlere atıldığı bilinmekte. Engels’in deyimiyle, “eskinin içinden çıkmış” bir güçten farklı bir tavır göstermesi beklenilemezdi.
Burjuva hareketinin ilk temsilcisi olarak İttihat ve Terakki hareketinin ortaya çıkış koşulları, içe ve dışa yönelik politikası incelendiğinde, bazı kesimlerce öne sürüldüğü gibi, pek öyle yenilikci ve ilerlemeyi temsil etmedikleri görülecektir. İttihatçılar, İmparatorluk içinde henüz gelişmekte olan burjuvazinin temsilcileri olarak mevcut yönetimi yıkmak için ortaya çıkmadıkları bir gerçektir. Anadolu’da köylü ayaklanmalarının yaygınlaştığı, özellikle Balkanlar’da İmparatorluğun toprak kaybına uğradığı vb.elverişli koşullarda ortaya çıkmış olmalarına karşın, kendilerinden beklenen radikalliği gösteremediler. Yönetimle işbirliği içinde, daha doğrusu feodal bürokrasiyle ittifak içinde İmparatorluğu yeniden toparlamayı, azınlık milliyetlerin ayaklanmalarını ve çıkış koşullarında destek aldıkları köylü hareketlerini şiddetle bastırmayı temel aldılar. İmparatorluğun emperyalist güçler tarafından haraca bağlanmış olmasına karşın, emperyalizme karşı bir tavır geliştirme yerine, efendiler içinde efendi seçme durumları vardır. Yani feodalizmle savaşım içinde şekillenmeyen, saltanat ve emperyalizmle işbirliği içinde şekillenen bir bujuvazinin temsilcileridirler. Sonuçta feodal devleti kurtarıp içinde palazlanmayı temel alan bir burjuva hareketidir. Devrimci değil, eskiyle uzlaşmacı ve işbirlikçidir.
Türkiye’de burjuvazinin gelişim sürecini ve dönemlere göre uygulamalarını ele alırken, Ulusal Kutuluş Mücadelesi dönemi en önemli dönüm noktasını oluşturur. Burada daha çok 1940-1960’lar arasına değinmekte yarar var.
Burjuvazisinin 1940-1960’lar arası uygulamaları hiçte İttihatçı dönemden farklı değildir. Kendine güvensizliğin, korkaklığın, büyük güçlere yarenliğin hiç sakınılmadan sergilendiği yıllardır. İkinci emperyalist paylaşım savaşının ilk yıllarında hangi tarafın ağır basacağı belli olmadığından, ilk anda güçlü olandan, yani Almanya’dan yana sinsi bir eğilim vardır. Ülke içine yönelik politikada bu tavır daha belirgindir. Burjuvazinin bazı kanatlarında faşist ideolojiye içten içe bir sempatinin beslenmesi sözkonusudur. 1945’e gelindiğinde her ne hikmetse Türkçülüğün bir kez daha hatırlanmaya başlaması hiçte ilginç değildir. Devam eden savaş bahanesiyle halk yığınları üzerinde acımasız sömürü ve baskı hat safhaya vardırılmıştı. Bilim, sanat, genel olarak aydınlar üzerinde baskılar çok acımasız sürekli kılındı. En fazla köylüden bahsedildiği ama en fazla da köylünün ve işçi sınıfının baskı altına alındığı, buna karşın, feodallerin korunduğu, açgözlü burjuvazinin en çok talan yaptığı bir dönemden sonra, düzende birtakım sorunların ortaya çıkacağı biliniyordu. Bu nedenle ne pahasına olursa olsun düzenin devamı düşünülerek sözümona “demokrasiye geçiş”adı altında Demokrat Parti’nin kurulmasına şiddetle tavır alınmadı. Geçmişte Terakki Perver örneğini dikkate alan Demokrat Parti, başlarda düzenle çelişki içinde olmamaya dikkat etti. Aslında iktidar, yani CHP, Demokrat Parti muhalefetinin yeni koşullarda bir boşluk doldurduğunu kabul etmekteydi. Böylece çok partili sisteme yumuşak bir geçiş sağlandı. Aynı zamanda kitlelerin yönetime karşı tepkisi de düzen sınırları içinde tutulmuş oldu. Çok partili döneme geçişte iç sorunlar kadar uluslararsı gelişmeler de etkili oldu.
İkinci paylaşım savaşına girilmemiş olunması elbette olumdur. Bunda eleştirilecek hiçbir yan yoktur. Ama savaştan sonrada kendine olmadık korkular yaratarak, yarattığı korkuların akışına kapılması ise korkunçtur. SSCB’nin savaştan güçlü çıkmasından korkulacak bir yan yoktu. Aslında ‘komünizm yayılmacılığı’ bahana edilerek yeni dünya düzeninde emperyalizme yaranma manevraları yapılmıştır. Esas korkulan ABD ve İngiltere olmasına karşın, bilinçli olarak SSCB gösterilmiştir. SSCB, emperyalist güçlere yaranmanın bir taktik gereği bahane edilmiş, Türkiye’yi her an işgal edecek bir güç olarak hedef alınmıştır. İngiltere ve ABD’nin savaş sonrasında Ortadoğu’ da bir düzenlemeye gitmelerinden korkulmaktadır. Bu nedenle İngiliz ve Fransız sömürgecilerine karşı gelişen ayaklanmalara, bağımsızlık mücadelelerine destek vermeye yanaşmamıştır. Savaş sonrasında birden ABD’ci, NATO’cu kesilmenin bir nedeni de, duyulan bu korkudandır.
Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi, ‘demokrasinin yerleşmesi’ olarak görülmekte. Bu bir yutturmacadan ibaret. Cumhuriyetin, laikliğin din ve devlet ilişkilerinin birbirinden ayrılması mantığına indirgenmesi ne ise, Demokrat Partinin kurulmasıyla ve iktidar olmasıyla “demokrasi sağlandı” mantığı da aynıdır. Demokrat Parti’nin gelmesiyle aşarın kaldırılması ve jandarma dipciğinin hafifletilmesi vb. uygulamar elbette ileriye yönelik adımlardı. Ama 1950’lerde ‘demokrasiye geçildi’ iddiası oldukça abartılıdır. Ama abartılı olmayan bir şey var ki, o da, savaş sonrası dünya koşullarında, Demokrat Parti iktidarıyla,Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sistem içinde yerinin sağlama alınmasıdır.
1960’lara gelindiğinde, 27 Mayıs darbesiyle yeni bir dönem açılmıştır. 60’lı yılların geçmiş yıllardan, veya dönemlerden farklı bir özelliği, köylü toplum olma özelliklerinin önemli ölçüde aşınmaya başlamasıdır. İşçi sınıfı Ulusal Kurtuluş döneminde ve sonrasını izleyen otuzlu ve kırklı yıllarda da vardı. Ama varolma başlıbaşına bir yeterliliği taşımıyor. Bu dönem, özellikle işçi sınıfının uzun yılların baskı ve uyuşukluğunu üzerinden attığı yıllardır.
Aynı durum aydınlar için de geçerlidir. Piyano çalıp Fransızca konuşmayı ve daha çok bir hobi olarak tuale çizik atmayı aydın olmanın bir ölçütü olarak görüp herkese üstten bakan, bir yandan da “devrimci” olduğunu iddia eden veya bu tiplerle bir anlamda paralellik taşıyan; İstanbul sokaklarında Anadolu köylüsü hasreti çeken, ‘köylüleşme’yi bir marifet kabul eden aydın tiplerinin aşıldığı bir dönemdir. Aslında 1930’lu ve 1940’lı yıllarda, sosyalist ideoloji, Türkiye’de elit bir kesimle sınırlı kalmıştır. Bu yıllarada sosyalizm, metrepol kentlerinin kahve köşelerinde fısıldı biçiminde tartışılan bir ideoloji idi. Artık 1960’lardan itibaren halka inen, halkla bütünleşen, halkı için önsıralarda kavga veren aydın vardır.
Ama köylülük için aynı şeyleri söyliyemeyiz. Kırsal alan önemli ölçüde uyuşukluğunu sürdürmüştür. Birtakım kıpırdanmalarda bulunmuştur, ama bunlar yeterli düzeyde olmamıştır. Birkaç bölgede yapılan toprak işgallerini çok fazla abartmaya gerek yoktur. Bunları genelde köylülüğün isyanları olarak değerlendirme gerçekci bir tutum olmaz. Fakat yüzyıllarca uyutulduğu mistizmden kurtulmanın çabası görülmüştür. Yine de 60’lı yıllar, düzene karşı mümkün olan en geniş katılımlı, örgütlü direnişin geliştiği yıllar diyebiliriz. Bir başkaldırı, aydınlanma hareketi oluşmuştur.
Ve bu dönemde,diğer önemli bir gelişme, burjuvazinin en korkulu rüyası, Doğu ve G.Doğu’nun Ortaçağ uyuşukluğundan sıyrılmaya başlamasıdır. “Dağlık,” “verimsiz” bahanesiyle çağın ekonomik ve sosyal gelişmelerinden uzak tutulmaya çalışılmış Kürt halkı, hiçte küçümsenmiyecek bir uyanışa sahne olmuştur. Egemen güçler bu uyanıştan müthiş korkmuştur. Doğusuyla Batısıyla işçi sınıfının direnişi yeni bir korku yaratmıştır. Bu nedenledir ki MHP, duyulan korkuyu terörle önlemenin bir süpabı olarak öne sürülmüştür. Burjuvazi her zamanki sinsiliğiyle arkada durarak kuklaları aracılığıyla estirdiği terörle işçi sınıfına gözdağı vermeye başlamıştır. Ama bir gerçeği kabul etmek zorunda kalmıştır; hiçbir şey eskisi gibi değil. Artık bu belirlemenin ışığı altında taktiklerini geliştirmeye başlamıştır.
1970’lere gelindiğinde, burjuvazi istediği gibi hareket edemiyordu; işçi sınıfı ve geniş emekçi yınların üzerinde alışık olduğu saltanatı sürdüremiyordu. Burjuvazi, her ne kadar alışık olduğu biçimiyle “kökü dışarda” teranaleriyle kitleleri uyutmaya kalkışmışsa da, bu sefer, gerçekte kökü içte olan ciddi bir engelle karşıkarşıya kalmıştı. Bu nedenle 12 Mart hareketi, ‘dışarıdan’ esen rüzgarlara karşı durmak için değil, içten esen rüzgara karşı durmak için yapıldı. Ama aynı zamanda kendi içindeki dalgalanmaya da bir son vermek istiyordu.
12 Mart engeli, emekçi kitlelerin kabaran, her geçen gün yükselen mücadelesinin önüne geçemedi. 70’li yıllar burjuvaziye karşı mücadelenin en geniş yüzeye yayıldığı yıllar oldu. Tüm böylesi olumlu gelişmelere rağmen, solda çok ciddi olumsuzluklar da vardı: 70’in sol hareketi, ağırlıklı olarak geçmişe bir tepki biçiminde doğdu. 60’lı yılların olumlu mirası, deney ve tecrübeleri üzerinde daha emin adımlarla hareket etmesi gerekirken, kendini adeta bir “red cephesi” biçiminde ortaya koydu. Yani, egemen güçlere karşı durmayla, sol içindeki olumsuzlukları eleştirme birbirine karıştırıldı. Nitekim 70’li dönemin karakteristik bir özelliği de buydu. Özellikle çok soyut slogancılık önplana çıkartılarak, geçmişin mirası olduğu gibi red edildi. Bu arada halk adına yola çıktığını iddia eden ‘sol’ görünümlü terörist grupların işçi sınıfı mücadelesine ağır darbeler vurmaları ve egemen güçlere çok büyük hizmette bulunmaları dönemin bir başka sorunuydu.
Sinik, yaratıcılıktan uzak, boşlukların, ara dönemlerin doğurduğu ve palazlandırdığı burjuvazi, çıkışı yine şiddette buldu. “Cumhuriyeti, laikliği koruma” adına 12 Eylül, tüm emekçi yığınların başına bir balyoz gibi indirildi. 80’li yılların ağır baskı koşullarından geçilerek 90’lı yıllara gelindiğinde egemen burjuvazinin aldığı ve uyguladığı tedbirlerin geçersizliği daha net biçimde kendini gösterdi. Baskı ve şiddet politikası “parlementer rejim” görüntüsünde sürdürüldü.
Cunta koşullarında “demokrasi ve özgürlük” diye bağırıp çığıranlar, örtülenmiş baskı ve şiddet politikasını yönetimleri altında sürdürme fırsatı bulduklarında patlayıncaya kadar yemede yarışmaya başladılar. 1993’e gelindiğinde, üstelik ‘sosyal-demokrat’ partinin de iktidara ortak olduğu dönemde, 12 Eylül cuntasının uygulamaları adeta ‘sivil’ iktidarlarca yürütülür hale gelmişti; yürekli aydınların kurşuna dizilmeleri, sayısız “faili meçhul” cinayatler daha bir boyut kazandı. “Sosyal demokratım” diye bağıranlar, çalışanların sendikalaşma, toplu sözleşme vb. haklarını işitmek bile istemiyorlardı. Cuntanın getirdiği Anayasa ve yasaları olduğu gibi korumaya özen gösterdiler. Cumhuriyet Halk Partisi, Demokratik Sol Parti, Doğru Yol, Ana Vatan ve Refah Partisi bu konularda aralarında adeta bir konsessus oluşturdular. Korkaklıklarını ve acizliklerini gizleyemez oldular.Tüm sorunların‘çözümünde’ya da ertelenmesinde kullanılacak sihirli değnek, daha bir açıktan kullanılmaya başlandı; ‘dağda terörist var!’ Öylesine bir atmosfer yaratılmıştı ki, kimse, ‘dağdaki teröristin kumandası kimde’ diye soramıyordu, sormaya cesaret edenler de susturuluyordu.
Bujuvazi, sağı ve sosyal-demokratıyla özellikle 90’lı yıllarda ayyuka çıkardığı “vatan elden gidiyor” teranesine sarılarak güçlenmeyi yeğledi. Bu teraneyle hem kendi içindeki çelişkileri küllendirmeye çalıştı ve hem de emekçi yığınlar üzerinde sömürüsünü gizlemeye çalıştı. 90’lı yılların başından bugüne kadarki geçen dönemi, Cumhuriyet tarihi boyunca burjuvazinin en fazla sahte kahramanlık peşinde koştuğu bir dönem olarak kabul edilmelidir. Küreselleşmenin en fazla hız kazandığı bir dönemde, burjuvazinin kendini sahte zaferlerle güçlendirmeye yönelmesi, Osmanlı’nın halkta aydınlanmanın önüne geçmek için, matbanın kurulmasına karşı çıkma ilkelliğiyle eşdeğerlidir. Dünyanın küçüldüğü, dünya halkları arasında kültür alış verişinin zirveye ulaştığı, yine bilim ve teknolojide harikalar yaratıldığı bir dönemde, egemen güçlerimizin kulaklarımızı sağır edercesine kahramalık marşlarıyla kitlelerde milliyetçi duyguları körüklemesi, birkaç yıl sonra adım atacağımız 21’ci yüzyıl gerçeğine ters düşmesinin açık örneğidir. Çağı yakalama çabası olmayan veya çağı yakalamada geç kalmış bu bujuvazi, yeni bir yüzyılın eşiğine gelmenin verdiği kuşku ve korkuyu en açık biçimiyle bu yıllarda yaşamıştır. Ama bir taraftan da ayıbının bilincinde oluşunun tereddütlerini taşımaktadır. Bir yandan olabildiğince Türk milliyetçiliği körüklenirken, bir yandan da Avrupa topluluğunun üyesi olmak için çırpınma, ikircimli davranışın tipik bir örneğidir. Adeta yabancı güçlerce işgale uğramış bir ülke edasıyla milliyetçiliğin geliştirilmesi, uygarlık adına bir realitenin inkârı ve modern çağımızda işlenen büyük bir ayıptır. Bu aybı sorgulayan düncelerin önüne şiddetle set çekme ise bir suçtur. İşte işlenen bu aybı örtülemek için düşünme halen suç sayılmakta, tutuklamalar ve takipler günlük yaşamın bir parçası haline getirilmekte. En acı yan ise; burjuvazinin “vatan savunması”nı kendi eliyle yarattığı bir terör gücüne karşı yapmasıdır. Düşünmenin en ağır suç sayılmaya devam edilmesinin bir nedeni de budur. Ülkemizde her zaman olduğu gibi, bugün de sorgulanmaktan korkan bir burjuvazi vardır. Burjuvazi, yığınların bu gerçeği görmesinden korkmaktadır.
Bugün Türkiye’nin geleceğini karartacak en büyük tehlike, estirilen Türk milliyetçiliğidir. Devlet yetkililerinin alışık olduğumuz demeçleri bir yana, burjuva basınının neredeyse her satır başı ve televizyonların haber, yorum ve daha birçok proğramları Ermeni ve Rum’a küfürle başlamakta, Kürt kafasının ezilmesinin vurgulanmasıyla son bulmakta. Eğer vatan bölücülüğü yapılıyorsa,bunu yapan Türk milliyetçiliğidir. “Vatan bütünlüğü” adına toplumda kin ve nefret geliştirilmektedir. İlginç olan bir yan da, ulus olduğunu ve ulusal bir devlet kurduğunu iddia edenlerin böylesine azgın bir milliyetçilik geliştirmeye yönelmesidir. Oysa milliyetçilik ulus öncesi bir akımdır ve o dönemde siyasi ve sosyal yapının ileriye doğru gelişmesinde ilerici rol oynadığı da bir gerçektir. Artık ulus aşamasında bu anlayış marjinal bir eğilim halinde varlğını sürdürür. Bir yanda “çağdaş, demokratik Cumhuriyet” olduğunu iddia edeceksin, bir yandan da milliyetçilik uğruna yapmadığını bırakmayacaksın…Bu korkunç ikiyüzlülüğe her gün şahit oluyoruz.
Ama bu yönlü politikalarla daha uzun süre devam edilemeyeceği ortadadır. Gelinen nokta bir tıkanmayı ifade etmektedir. Uluslararası alanda olduğu kadar ülke içi ekonomik ve siyasal gelişmeler yeni bir döneme geçişi zorunlu kılmaktadır. Birçok alanda bunun işaretleri şimdiden görülmeye başlanmıştır. Ağır aksak olsa da süreci normalleştirmeye yönelik bazı adımların atıldığını görüyoruz. Demokratikleşme yönünde atılacak adımlarda ne oranda ileriye gidileceğini tahmin etme zor olsa da, susuturmayla, tutuklamalarla ve milliyetçi nutuklarla daha fazla yol alınamayacağı fark edilmiştir. Elbette bunda etkili olan bir neden de Anadolu burjuvazisinin yavaş yavaş yükselme trendine girmiş olmasıdır. Artık İstanbul burjuvazisini temsil eden TÜSIAD’ın kendini eskiden olduğu gibi rahat hissetmemesi biraz da bu nedenledir. İstanbul burjuvazisinin artık daha fazla sivilleşmeden, yani demokratikleşmeden yana kayış göstermesini Anadolu’dan kaynaklanacak muhtemel engeli aşma ile bağlantılı olduğunu iddia edebiliriz.
Türkiye’de burjuvazinin demokratik açılımlardan yana olmasının bir nedeni de, 80’li ve 90’lı yıllarda baskı ve şiddet politikasıyla elde ettiği sermaye gücünün artık devleti yönetecek ve yönlendirecek düzeyde bulunduğu düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Kalıplaşmış taktiklere “Büyük Türkiye” rolü oynama olanağı yoktur. Burjuvazi bu düzeye gelmenin ne pahasına gerçekleştiğinin bilincindedirler. Bu koşulları daha uzun sürdüremenin kendileri açısından tehlikeli sonuçlara yolaçacağını bilmekteler. Açların sokağa döküleceği korkusunun yaşanmadığını söyliyemeyiz. Açıkcası, ‘donsuzlar’ın her an sokağa çıkacağından çekinilmektedir.
Artık Türkiye’de egemen güçler, gerek emekçi yığınların tepkilerini dikkate almak ve gerekse kendi iç çelişkilerine günümüz dünya koşullarına uygun çözümler bulmak zorundalar. Günümüz koşullarında kitlelerin demokratik, ekonomik ve sosyal istemlerini şiddet politikasıyla bastırma olanaklı değildir. SSCB’nin varlığı döneminde sosyalist sistem bahane edilerek, başta ABD olmak üzere, emperyalist güçler, çıkarlarının tehlikeye düştüğü ülkelerde faşist askeri darbeler düzenliyor ve bunların yaşatılması için de her türlü desteği sunuyorlardı. İkinci paylaşım savaşından sonra, sosyalist sisteme karşı emperyalist-kapitalist sistemin güçlü görünmesi adına, Avrupa’nın göbeğinde İspanya ve Portekiz faşist diktatörlükleri kırk yıl boyunca ayakta kalabilmişti. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde faşist diktatörlükler inşa edilmiş ve yıllarca yaşatılmıştır. Ülkemizde de her on yılda bir askeri diktatörlükler gelenek haline dönüştürülmek üzereydi. Üstelik tüm bunlar “demokrasiyi”, ”hür dünyayı koruma” adına yapılmıştı. Ama günümüzde emperyalist sistemin elinde artık bu gerekçeler kalmamıştır. Elbette bunlar ABD ve Batı Avrupa güçlerinin dünya pazarlarını bölüşümü kavgasından geri durdukları anlamına gelmemektedir. Bugün bölüşüm çok farklı bir biçimde ve daha vahşi yöntemlerle yapılmaktadır. Körfez bölgesinde, Yogoslavya’da ve Kafkaslar’da yaşananlar, Emperyalist güçler arasında pazar bölüşümünün doğurduğu sonuçlardır.
Açıkcası, Türkiye’de burjuvazi darbelerle, darbe tehditleriyle yol alınamayacağının farkına varmıştır. Dünya çapında ekonomik koşulların bilincindeler ve sermaye gücünün aldığı yeni biçimi görmekteler. Sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte ABD ve sanayileşmiş diğer ülkeler için muazzam aç bir pazar oluşmuş durumdadır. Bugün sermayenin daha bir globelleşmesi sözkonusudur. Sanayi ve finans tekelleri hiçbir sınır tanımaksızın yeni aç olan pazarları yutmak için birbirleriyle kıyasıya rekabet etmektedirler. Sermayelerini daha fazla sermaye katmak için ülkelere istedikleri ekonomik düzenlemeleri dayatmaktadırlar. Kredi olanaklarıyla geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelere yön verebilmekteler. Globelleşen sermaye az da olsa bölüşmeden yana değildir. Uluslararası finans ve ticari kartellerin yaptıkları ticaretin dünya ekonomik hacminin üstünde olması ne kadar acımasız olduklarının bir göstergesidir. 90’lı yılların başından bu yana sermaye açısından yaşanılanları, bir anlamda kapitalizmin kendini besleme, geliştirme kaynaklarının arttığı biçiminde de değerlendirebiliriz. SSCB’nin yıkılışıyla birlikte açılan yeni pazar olnakları kapitalizme muazzam güç katmıştır. Sahnede tek başlarına kalmanın verdiği cesaret ve güven vardır. Oyunlar tek taraflı oynandığından, istedikleri düzenlemeleri yapmayanları bir anda iflasa sürüklemede tereddüt etmemektedirler.
Türkiye’ye bügüne kadar şamar atılmaması bizleri hiçte şaşırtmamalı. Balkanlar’da ve Kafkaslar’da köşe taşlarını yerine oturtma süreci yaşanmaktadır. Hatta Irak’ın konumundan ve Filistin sorununun henüz tam anlamıyla çözüme ulaşmamış olmasından dolayı aynı süreç Ortadoğu için de geçerlidir. Yani bu bölgelerde SSCB’nin yıkılmasından bu yana bir geçiş süreci yaşanmaktadır. Türkiye, bu geçiş sürecinde yapılacak düzenlemelerde aynı zamanda bir denge rolü oynamaktadır. İflasdan kurtulmasında oynadığı bu ‘denge’ rolünün önemli payı vardır. Oynadığı role karşı Türkiye’ye verilen destek veya hediye, ‘iflas ettirilmemedir.’ Piyasada dönen kara paradan alınan güç ve ticaretin neredeyse yarıya yakın bir kısmının Avrupa ülkeleriyle yapılması ve yüksek faiz politikası daha çok tali planda yer alan nedenlerdir. Yoksa dev sanayi ve finans kuruluşlarının ABD ve Avrupa ülkelerinin iç pazarlarında bile ne kadar acımasız davrandığı bilinmekte. Daha 90’lı yıllara kadar özellikle Batı Avrupa ülkelerinde çalışanların ekonomik ve sosyal yaşam standartları yükselirken, bügün aynı durum geçerli değildir. İşsizlik Avrupa’nın en büyük sorunu haline gelmiştir. Avrupa’da geçmişte işverenlerle çalışanlar arasında bir konsensusdan bahsediliyordu, fakat bügün bu, işverenler tarafından tek taraflı bozulmuş durumdadır. Daha üstün teknikle, daha dar yatırım ama daha çok kâr t emel alınmış durumdadır. Bu yönlü uygulamara baktığımızda Türkiye’ye verilen zaman, kara kaşa kara göze verilmiş değildir.
Sermaya transferinin akıl almaz boyutlara ulaştı günümüzde, sermaye gittiği her yerde siyasal istikrar istemektedir. Her yönüyle en kısa zamanda, en kısa yoldan rahat bir ortamda yüksek kâr peşinde koşmakta. Türkiye’de sermaye çevreleri, düyanın değişen bu koşullarını dikkate almak zorundadır.
Artık Türk burjuvazisi de ulaştığı bugünkü seviyede ekonomik ve sosyal alanlarda restorasyon dönemine girilmesinden bir sakınca duymamakta. Son yirmi yıllık acımasız sömürüsüyle önemli oranda sermaye birikimi sağladığından, toplumda açılan yaraların bir nebzecik sarılmasından, dolayısıyla istikrardan yana tavır almaktadır. Türk burjuvazisi de artık ülke dışına taşmaya başlamış, Balkanlar’da ve Kafkaslar’da şimdiden önemli sayılabilecek yatırımlara yönelmiştir. Hatta Kafkasya ve Avrasya’da Türk devletlerine küçümsenmiyecek sermaye ihraçlarına başlamışlardır. Devletin yeniden yapılanmasından serbest pazar kurallarının sonuna kadar uygulanmasından yana tavır almakta. Kendi içindeki rekabeti de serbest pazar kurallarına göre yürütmekten yanadır. Sanayici bujuvazi özellikle bunu dayatmaktadır.
Bunlar ve benzeri nedenlerden dolayı Türkiye’de darbe yapılmasına ihtimal verilemez. Darbe, Türkiye’nin yeni dönemde oynadığı ‘geçiş köprüsü’ rolüne, yani uluslararası dengelere ters düşer. Muhtemel bir darbe hareketi “ön karakolluk” göreviyle “geçiş köprüsü” görevinin birbirine karıştırılması olur ki, bu da, egemen güçler açısından felaket demektir. Direkt bir müdahale yerine, 90’lı yılların başından buyana süregeldiği gibi, Milli Güvenlik Kurulu kararlarıyla veya Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının zaman zaman çeşitli biçimlerde müdahaleleriyle devlet yönetimi götürülmeye çalışılacaktır. Resteraston dönemi daha çok bu biçimde aşılmaya çalışılacaktır.
Bu koşullarda sol muhalefete önemli görevler düşmektedir. Sol muhalefet, ekonomik, sosyal, kültürel, demokrasi ve insan hakları vb. alanlarda çok iyi hazırlanmış proğramla en geniş katılımlı örgütlü bir kitle hareketi yaratmayı temel alırsa, olumlu sonuçlar elde edebilir. Kitlelere ulaşmada işlenen klasikleşmiş hatalar bir tarafa bırkılıp, esas güç Anadolu’dan alınmalı. Geçmişte birkaç metrepolde örgütlenen aydın ve sınırlı kitleyle hareket edilerek Türkiye genelinde söz sahibi olunmaya kalkışıldı. Sınırlı bu kitle de daha çok öğrenci-gençlikten oluşuyordu. Esas ulaşılması gereken Anadolu halkı neredeyse unutulmuştu. Özellikle bu dönemde, her farklı düşüncenin kendine bir bakkal misali ayrı bir oluşumu tercih etmesi sekterliktir. Bu nedenle, çıta, farklı eğilimleri kendi içinde eritecek kadar yüksek tutulursa, tam anlamıyla bir kitle hareketi geliştirmenin olanakları çok fazladır. Proğram, slogancılığa pirim vermeden işçi sınıfının, köylülüğün, orta snınıfların, giderek çoğalan işsizler ordusunu, ezilen sömürülen, çağın gereklerine uygun yaşam sürdürmenin dışına atılmış herkesi temel almalı. Proğram, emekçi yığınların günlük çıkarlarını, orta ve uzun vadeli çıkarlarını dile getirecek bir anlayışla ele alınıp uygulanırsa, demokratikleşmede ciddi mesafeler alınacağı kesindir. Halkın sistemle yaşadığı en basit çelişkiler, bujuva partilerin birbirlerine karşı koz olarak kullanımına bırakıldığı müddetçe sonuca gidilemez. Kitleler, bu partilerin hiçbir şey veremeyeceğini bile bile kötülerin içinden iyisini seçme gibi bir tercihle karşı karşıya bırakılmamalıdır.
İşsizlik, sanayi, kalkınmada öncelikli bölgeler, sanayi yatırımlarında öncelikler, enerji, tarım vb.daha bir çok konular da projelere dayalı somut politikalar oluşturarak kitlelere gidildiğinde sonuçlar alınabilinecektir. Elbette akşamdan sabaha büyük başarılar alınamayacağı bilinen bir gerçektir. Emekçi yığınların çıkarlarını koruma ve çözümlemek için bugünden çaba gösterme önemli bir halkayı oluşturmaktadır. Hatta tek başına hükümet etme, veya uygulanabilinir bir proğram üzerinde anlaşılacak güçlerle koalisyonlar oluşturarak hükümet etme olasılıkları dıştalanamaz. ‘Sermayenin partileri’ deyip koalisyonları ret etme, yönetme gerçeğinden kaçma ve yığınları tümüyle sermaye partilerinin yönetimine terketmedir.
Ayrıca, sol hareket, kendini küreselleşen dünya koşullarının dışında göremez.Artık içinde bulunduğumuz koşullarda sanayiden tarıma, hatta elsanatlarına kadar bütün alanlarda ülkelerin birbirleriyle ilişkisi görmemezlikten gelinemez. Ekonomik ve sanayi alanlarında başlıbaşına bağımsız gelişmeden bahsetme oldukça zordur. Devlet yatırımlarında ve devlete ait stratejik olmayan sanayi ve ticari kuruluşlarının tümünü elde tutmada ısrarlı davranmak 30’lu, 40’lı yıllarla önümüzdeki ikibinli yılların farklı gerçekliklerini kavramamadır. Hatta istihdama yönelik yabancı sermaye yatırımlarının önü açılmalıdır. Ama bu demek değildir ki, öz sermaye olanakları sonuna kadar zorlanmayacak, olanaklar ölçüsünde kendi kaynaklarımıza dayanma temel alınmayacak. Yine belli bir proğram çerçevesinde öncelikli sanayi alanlarından başlanarak ağır sanayi temel alınmalı. Serbet pazar politikası bügün ülkemizde uygulandığı biçimiyle başı bozukluk, isteyenin istediğini yapma serbestisine sahip olma değildir. Korumacılığı tümüyle sona erdiren, dampingciliğe kapıların sonuna kadar açılması da değildir. Ama bu politika köşe dönücülere fırsat tanımaya, devlet bütçesini talan etmeye, özelleştirme adına devlet bankalarının ve ticari kuruluşlarının yağmalanmasına, yüksek enflasyon ve faiz uygulamalarıyla bir avuç azınlığın milyarlarına milyarlar katmaya dönüştürülmüştür. Böylece yatırımların azalmasına, ekonominin daralmasına, kalkınma hızının düşmesine, işsizliğin artmasına gelir dağılımında korkunç uçurumların doğmasına ve sonuç olarak nüfusun neredeyse yarısına yakın bir bölümünün açlık sınırına getirilmesine neden olunmuştur. Üstelik bu uygulamalar hem sağ ve hem de sosyal demokrat olduğunu iddia eden partilerin ittifakıyla yapılmıştır. Bu tür ittifaklar sol güçlerin önünü açmada oldukça yardımcı olmuştur. Tüm bu uygulamalar karşısına alternatif bir proğramla çıkılması elbette kitlelerin ufkunu açacaktır. Oluşturulacak proğramda sekterizme kaçmadan globelleşen dünya koşullarına uygun kontrollü adımlar atılmasından geri kalınmamalıdır. Bunlardan biri de, burjuva partilerinin olumsuzluklarına rağmen zorunlu kabul edilen sahalarda özelleştirmenin önünde engel olunmamalı. Türkiyenin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal koşullara, uluslararası sermaye ve pazar ilişkilerine bakıldığında bunun gerekliliği kendiliğinden ortaya çıkar. Hangi iktidar biçimi gelirse gelsin, bu alanda planlı ciddi, sonuç alıcı adımlar atılmadığı müddetce, ekonomik alanda başarı sağlama olanağı yoktur. Koşullar gözönünde bulundurulmadan her alanda devletci politikada ısrarlı davranma uluslararsı ve ülke gerçekliğini görmemezlikten gelmedir. Bu noktada önemli olan, özelleştirmenin yapılış biçimi ve elde edilecek gelirlerin hangi temel alanlara aktarılacağıdır.
Sol güçlerin üzerinde dikkatle durması gereken bir diğer noktada, Avrupa Birliği ile olan ilişkilerdir. Ülke içinde devam eden ağır baskı koşullarından dolayı, bazı sol kesimler, baskılardan kurtulmak için Avrupa’yı özgürlüğe açılan bir pencere görme alışkanlığı edinmiştir. Bu anlayışın yanlışlığı pratikte görülmüştür. Avrupa hemen her koşulda çıkarlarına göre hareket ettiği bir gerçektir. Bu anlamda içinde bulunduğumuz koşullarda halkın gücüne güvenme, her zamankinden daha fazla temel alınmalıdır. Avrupa’nın demokratikleşme adına dayattığı, ülkemizin daha geniş çaplı yağmalanmasıdır. Bunları dile getirirken, Türkiye’nin dış ticaretinin yarıya yakın bir bölümünün Avrupa ülkeleriyle yapıldığı gerçeği elbette bir tarafa bırakılamaz. Avrupa’ya birçok alanda bağlılıktan bir anda kurtulmanın pek kolay olmadığı da bir olgudur. Yılların sanayi, mali ve ekonomik bağımlılığı bir kılıç darbesiyle kesilip atılamayacağı ortadadır. Ama günümüz koşullarında Türkiye’nin ekonomik kapasitesi dikkate alındığında, birçok alternatifi bir arada kullanma olanağına sahip olunduğu yadsınamaz. Balkanlar’dan Ortadoğu’dan Çin’e kadar çok büyük bir alanda, Türkiye’nin önü açılmıştır. Avrupalı’ların istediği tarzda ilişkilerin sürdürülmesiyle, ülkemizde istediğimiz anlamda bir kalkınmayı, modernleşmeyi sağlıyamayız. Bu konuda bugüne kadar yapılan propaganda ve ajitasyonlarla kitlelerin ufku oldukça daraltılmıştır. Kitlelere kalkınmanın, modernleşmenin tek garantisi, Avrupa ile ilişkiler gösterilmiştir.
Yine, islamcı gelişmenin önünün tıkanması, laikliğin korunmasında Avrupa merkez olarak gösterilmiştir. Oysa bunlar, işbirlikçi sermaye güçlerinin yutturmacasından başka bir şey olmadığı açıktır. Daha çok metrepol kentlerde küçümsenmiyecek boyutta geniş bir kitle buna inandırılmıştır. Bugün laikliğin ve demokrasinin garantisi gösterilen Avrupa ve Amerika, sözkonusu Türkiye olunca, islamcı akımların gelişmesi için elinden geleni arkasına koymamaktadır. 12 Eylül cuntasıyla birlikte uygulamaya konulan ‘yeşil hat’ stratajisinin günümüz koşullarına uygun değişik versiyonları hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. İslamcı örgütlenmelerin Avrupa Birliği ve ABD dostu politika yürütmeleri boşuna değildir. Unutmamak gerekir ki, ülkemizde laik Cumhuriyet rejimine karşı islamcı akımların ciddi ve örgütlü tehdit edici güç haline gelmeye başladığı ilk dönem, ABD destekli Demokrat Parti iktidarı dönemidir. Bu nedenle başta ABD ve Avrupa’nın ülkemize karşı ikiyüzlü tutumu hiçbir zaman gözardı edilemez. Günümüz koşullarında ülkemizin önünü tıkamanın, çağın gelişmesinin gerisinde bıraktırmanın ve böylece her koşulda kendilerine bağımlı kılmanın bir aracı olarak islamcı güçler desteklenmektedir. Bunun için de sol güçler ülkemizde demokrasinin ve insan haklarının gelişimini halkımızın örgütlü gücünde bulmak zorundadır.Birtakım alanlarda yapılacak özelleştirmelerle ABD ve Avrupa Birliğine yönelik uygulanması gereken politikalar arasında çelişki görenler olabilir. Ama içinde bulunduğumuz dünya ve ülke gerçekleri dikkate alındığında, izlenmesi gereken bu politikanın, hiç de çelişmediği görülecektir.
Türkiye’de irticağın, her türlü çağdışılığın gelişmesini engelleme, yoksulluğun ve açlığın ortadan kaldırılması, kitlelerin aydınlanması, insan hak ve özgürlüklerin hayata geçirilmesiyle sağlanır. Çağdışı gericiliği yoketmenin, kendi ayakları üzerinde duran bir Türkiye yaratmanın başka olanağı yoktur. Sorunları baskı yoluyla gizleyerek, gericiliği besleyen kaynağı görmemezlikten gelerek, geçiçi çözümler üreterek istenilen noktaya gelinemeyeceğini kimse inkȃr edemez.

Bakı karer

Ocak 1999
Not: Bu yazının devamı kaybedildi.

    PKK TERÖRÜNÜN GELDİĞİ NOKTA     Epeyce bir süreden bu yana Pkk/Dem’de neler oluyor diye tartışmalar yürütülüyor. Tartışmalarda, son...