10 Haziran 2008 Salı

MUHABİR GÜNLÜĞÜNDEN

BAKI KARER


SIFIR NOKTA

MUHABİR GÜNLÜĞÜNDEN


Kameramanı, iletişimi sağlıyacak teknisyen arkadaşımı yanıma alarak bir otomobile atladım ve soluğu Habur kapısının önünde aldım. Zaman giderek daralıyordu. Haberi zamanında yetiştiremezsem başıma gelecekleri biliyorum: En ufak bir aksilik, diğer haber kanalları karşısında zor durumda kalmamızı sağlıyacak. Yüksek seyirci sayısına ulaşmamız engellenmiş olacak. Üstelik, enkırmenimizin ekrandan silinip gitmesini düşünmek bile istemiyorum. Daha da önemlisi, işimden olacağım. Her zaman ki telaşımı ve sabırsızlığımı saklayamıyordum.
Olası aksiliklerle beynimi sürekli meşgul ettim. Kendi kendime doping yapacak çareler düşündüm. Hiç ara vermeksizin hayal gücümü zorladım; örneğin stadyumda binlerce seyircinin önünde antreman yapan bir sporcuyu düşünmeye başladım. Bazen yüz metre yarışlarına başlamak üzere olan bir atletin pozisyon alışını gözlerimin önüne getiriyordum; verilecek bir işaratle her an ileriye atlıcak bir konumda kalmayı giderek yetersiz gören, elleriyle bacaklarına, kafasına vuran ve yanaklarına olanca gücüyle şamarlar atan bir atletin hırsını vaya gerginliğini kılcal damarlarıma kadar yaymaya çalıştım. Böylece gün boyunca uyanık ve dinç kalmanın uğraşını verdim.
Kullanacağım kelimelerin, özellikle de saatler süren uğraşlarlarla ezberlediğim dağların ve bazı yerleşim birimlerinin isimlerini unutmamaya, hafızama iyice yerleştirmeye gayret ettim. Saatler ilerledikçe bunları da yeterli görmüyordum. Araştırmacı gazeteci olarak haber vermenin ne demek olduğunu çok iyi bildiğim için sorumluluklarımı daha da arttırdım; yaptığım tüm güdülemeleri yeterli görmediğimden hepsini bir anda sildim, fırlatıp attım beynimden.
Bazı köylerin ve dağların isimleri kürtçe olduğu için telefuzda zorluk çekiyordum; Begova, Betufa, Şaladize, Çemço, Harkuk... Kafamda dayanılmaz bir ağrı başlamıştı; sanki çekiçle içten bir yerlere vuruyorlardı. Sürekli yanımda eksik etmediğim sert, sert olduğu kadar da bayatsımış kahveyle birlikte üç asprin daha almam fayda etmedi. Bir türlü içim rahat değildi.
Hemen yanı başımızdan vızır vızır taşıtlar geçiyordu. Zongluyan kafamda bir anda tarif edemeyeceğim bir ışık belirmişti; ‘buldum’ dedim.Yoldan geçen bir kamyonun önüne attım kendimi ve eyledim. Kameraman yanıma yaklaşarak, ‘bak, on metre ötede kahvehane var, oraya gidelim, hem çay içelim, hem de öğrenmek istediklerini oradakilere sor, daha rahat olur’ dedi ama, ‘kaybedecek zamanım yok’ diyerek tersledim. Şöforun yere inmesinin zaman alacağını düşünerek oturduğu yerden haritada işaretlediğim köy ve dağ isimlerinin telaffuzunu bir de ondan öğrenmeye çalıştım. Hele öbür yakadaki mekȃn isimleri daha da zor. Ama ne olursa olsun, bu günü de ele güne rezil olmadan, kapı dışarı edilmeden geçiştirmek zorundaydım.
Ana haber bülteni saati yaklaştıkça kan adeta beynime fışkırıyordu. Ayaklarımı sürekli hareket ettiriyordum, sabit bir noktada durmamaya özen gösterdim. Sağa-sola, ileri-geri, kısa fakat sert adımlamalar yapıyordum. Arada bir de her seferinde daha yukarılara yükselecek biçimde zıplıyordum. NASA’da uzaya gönderilen roketlerin fırlatılış anlarını gözlerimin önüne getiriyordum. Kendimi bazen roketin tam kalkış anında arkada bıraktığı ateş yığını, bazen de hızla ilerleyen roketin yerine koyuyordum. Böylece, gümrük kapısının önüne gelmeden önce otelde hazırladığım haber metnini sürekli hafızamda taze tutmaya çalışıyordum. Araştırmacı gazteciliğin sorumluluğundan bir an uzaklaşmanın nasıl sonuçlara yol açaçağını beynime iyice kazımam gerektini biliyordum.
Haber zamanı yaklaştıkça, Şırnak’tan çıkışta nöbet değişiminden kamyonla dönen askerlerin ve yine garnizon etrafında bulunan nöbet kulubelerinin görüntülerini haberin kaçıncı dakikasında vereceğimi, sıfır noktada taaruz eden askeri birlikler olarak nasıl yansıtacağımı, filim şeridi gibi gözlerimin önünden geçirmeyi hiç ihmal etmedim.
Her ne kadar rahat olamadıysam, aşırı heyecanımı bir türlü yenemediysem de haber geçmeye hazır olduğuma inanmak zorundaydım. Haber geçmek için son dakika hazırlıklarını yaparken, enkırmenim yine telefon etti; ‘nasılsın, haber vermeye hazırmısın, yayında herhangi bir aksilik istemiyorum’ dedi ve kapattı. Ben de, ‘rahat ol, bir aksilik olmayacak’ diyerek kaygılarını silmeye çalıştım.
Ama son dakikada kafam yine karıncalaşmaya başlamıştı; ya yeterince seri olamazsam ya seste veya görüntüde bir sorun yaşarsam....Tam bunları düşünürken sevgilimden telefon geldi; ‘sevgilim nasılsın, işler nasıl gidiyor? Reuters Kandil’in sarıldığına dair haberler veriyor.’ ‘Ne, nasıl olur, biz duymadık’ dedim. Artık yapabileceğim hiçbir şeyin kalmadığının farkındaydım.
Gücüm kalmamıştı, haberi geçene kadar ayakta kalma mucizeydi benim için. Son kez aspirin kutusuna sarıldım iki tane daha aldım ve kameranın karşısına geçtim. Çalıştığımız koşulların zorluklarını yansıtma anlamında kendimi biraz da üşüyormuş gibi göstermeye ama aşırıya vardırmamaya kendimi odakladım. Enkırmenimden ‘başla, heberini geç’ komutuyla, haberimi okumaya başladım:
“Sayın.....Burada harekȃt son hızıyla devam ediyor. Ben şu anda tam sıfır noktadan, Habur Gümrük Kapısı’ndan bildiriyorum. Arkam Zaho, sağ tarafım hemen Cudi ve bilindiği gibi biraz daha ötesinde Kandil, sol tarafım Suriye. Yan tarafta görülen dağın hemen arkası Matina dağı ve onun arkasında terörist kapları bulunduğu biliniyor. Ekranda da göründüğü gibi askeri birliklerimiz Kuzey Irak içlerine doğru hızla ilerliyor. Dağların tepelerine yerleştirilmiş gözetleme kulelerinden termal kameralı askerlerimiz sızmaları anında tesbit etmektedir. Birliklerimiz şu anda hem içerde, hem dışarda operasyonlarına hızla devam etmektedir. Şu anda askeri birliklerimiz Bimaarni, Hakuak, Şalaidiz ve Avomorni kamplarına doğru hızla ilerliyor.
Sayın....Son aldığım bir haberi de iletmek istiyorum; birliklerimizin bir terörist grupla sıcak çatışma içine girdiği bildirilmekte, sonuçlar henüz elimize ulaşmış değil. Söz sizde efendim”
Tam ‘nihayet bitti’ diyerek arabama doğru ilerlerken, kameramanım, ‘abi, haber geçerken Cudi, Kandil dediğin yerler buraya belki ikiyüz kilometre uzaklıkta, sen hemen sağ tarfımda dedin, sonra telefuz, haber... Kaynak...’ Artık hiçbir şey işitmek istemiyordum, ‘kes seni’ diyerek kameramanı susturdum.
Kaldığım otele geldim, güzel bir duş aldım ve uyumak üzere yatağıma uzandım.

28/02/2008


21 MART


21 MART


21 Mart Cuma günü sabaha karşı saat 04,5 sularında Cumhuriyet Gazetesi baş yazarı ve imtiyaz sahibi İlhan Selçuk polis tarafından tutuklandı. Tutuklama emri veren savcının ve tutuklayan polislerin neden özellikle 21 Mart gününü seçtikleri henüz bilinmiyor. Özellikle bu günü seçmekle, bir mesaj mı vermek istediler diye ister istemez insan düşünüyor.
Türkiye adım adım şidetli bir çatışma ortamına itikleniyor. Yaratılan bu çatışma ortamı, 70’li yıllarda binlerce insanın hayatına malolan çatışma ortamından çok daha tehlikeli boyutlarda olduğunu söyliyebiliriz. Çatışan tarafların özelliklerine ve güçlerine bakıldığında, bu daha iyi anlaşılır. Her iki taraf kılıçları kınından çıkardı. Taraflardan birinin zafer elde etmeden önce, çekilen kılıçların tekrar kınına girmesi mümkün gözükmüyor.
Toplumda panik ve korku egemen. İnsanlar sabah kalktığında ne ile karşılaşacağını bilmemekte. Adeta 12 Eylül’ün atmosferi egemen kılınmaya çalışılmakta. ‘İslamcılar’, ‘laikçiler’, ‘Amerikancılar’, ‘Avrupacılar’ ya da ‘İkinci Cumhuriyetciler’ ve daha akla gelmedik tanımlamalarla Türkiye toplumu bölünmeye çalışılmakta. Hele bazılarının o kadar gözü kararmış ki, iç savaş tamtamlığı yapmakta. Tamtamlıkta başı çekenler de ‘Kargadan başka kuş tanımam’ misali ağızlarını köpürterek ve şiş göbeklerini masalara yayarak Avrupa Birliği’nin borazanlığını yapanlardır. Yaşanılan karmaşık ortamı fırsat bilerek, yeni bir Serv dayatmanın uğraşı içindeler.
İç savaş kışkırtıcıları tokmaklarını davullarına vuradursun, çatışan tarflardan hangisinin kaybadeceği aşağı yukarı şimdiden belli; AK partiye karşı kapatma davasını açarak beklenmedik ilk adımı atan taraf kazanacak. Ama şimdilik kazanacağını tahmin ettiğimiz tarafın, Türkiye’nin geleceğini daha aydınlık yapıp yapmayacağı bir soru işareti olarak karşımızda duruyor.
Türkiye’de sınıf savaşımı yine çıkmaz bir noktaya dayanmış durumda. Çünkü geçmişte olduğu gibi bu gün de saflar belirgin durumda değil. Birçok kesim ait olduğu yerde, yani çıkarlarını temsil eden tarafta ya da zeminde hareket etmemekte. Safların karmaşıklığı ister istemez doğru ve kalıcı sonuçların alınmasını engellemekte.
İçinde bulunduğumuz çatışma ortamının taraflarını biraz açmakta yarar var: Taraflardan biri olan AKP, ne pahasına olursa olsun, her türlü yöntemi ve aracı kullanarak islamcı despot bir rejimi egemen kılmaya çalışmakta. Aklınca, ‘Kanlı mı, kansız mı olacak?’ belirsizlik evresini atlattığını, ulaştığı örgütlü gücün bir dikta rejiimini kurmaya yeterli olduğunu iddia etmeye başladı. İktidarlarının ikinci döneminde seçim sandıklarından aldıkları %46,7 gibi yüksek desteği, islamcı geçinen bir avuç elitin hizmetine sunarak hedeflerine ulaşabileceklerini sanmaktadırlar. Aslında esas yanılgıları da bu noktadan kaynaklanmakta. Anadolu halkının tarihsel gerçeğini ve günümüzün sosyal, siyasal koşullarını yeterince değirlendirme yetisinden ne kadar uzak olduklarını göstermiş oldular.
AKP beş yılı aşkın bir süredir uyguladığı ekonomi politikasıyla toplumun direnç noktalarını yeterince tahrip ettiğini, devletin çeşitli kurum ve kuruluşlarında çekirdek örgütlenmesini inşa etmede küçümsenmiyecek başarılar sağladığını, karşısında duran siyasal akımların da yeterince marjinelleştiklerini düşünerek, ortamın atağa geçmeye uygun olduğuna inanmış olacak ki, özellikle seçimlerden sonra, adeta meydan okumaya başladı. Artık salt kadrolaşmayla yetinmeyerek devletin tüm kurumlarını ele geçirmeye kalkıştı. Güçler ayrılığını hiçe saydı.
Daha da öte giderek, şeriatçı hukuku egemen kılma uğraşlarını çağrıştıran demeçler vermeye başladı; ‘Maktul yakınları’nı yargı yerine geçirecek İran usulü ‘çözümlemeler’ sunmaya cesaret edebildi Açıkçası, şeriat istemlerini saklamaya ihtiyaç duymadı. Hıristiyan hukuku eşittir ‘cadı’ kovalama ya da ateşe atma ise, şeriat hukuku denilen şey de, eşittir el, ayak ve kelle uçurmadır.
İlk iktidar dönemlerinde az da olsa buluşulan ortak noktaları tümüyle çöpe attı. ‘Ben varım’, ‘devlet benim’ demeye başladı. Bir de, bunlara, ‘derin devlet’ denilen Ergenekon çete örgütlenmesine yönelik operasyonları ‘ötekiler’ olarak nitelendirdikleri kesimler üzerinde Demoklesin kılıcı gibi kullanmayı eklemesi, diktatörlük heveslerinin açığa vurulmasından başka bir şey değildi.
Bu arzularına en belirgin ve son kanıt, savcı Zekeriya Öz’ün İlhan Selçuk için hazırladığı iddianamede yönelttiği ‘suç’ şöyle formüle ediliyor: ‘Örgüte üye olmaksızın örgütün amaçlarını bilerek örgüt adına vazife yüklenmek.’ İnsanın tüyleri ürperiyor!.. Bu iddianame bile, islamcı faşizmin ayak seslerini hissettirmeye fazlasıyla yetiyor.
Bu arada, MHP’nin konuşlanışını islamcı cepheye eklendirmek gerekiyor. Çünkü şu anda durduğu zemin, Cumhuriyetin temel değerlerine ve laikliğe ters düşen, saltanat özlemcilerine hizmet eden bir zemindir. İslamcılıkla laik Cumhuriyet arasında sıkışıp kalmış durumda. Etnik milliyetçilikte ısrar edişi, net tavır almasını engellediği gibi, daha çok islamcı akımlara ve ‘İkinci Cumhuriyetçi’ denilen işbirlikçi takıma hizmet eder konumdadır.
Gelelim çatışmayı yürüten diğer tarafa: Çatışmanın diğer kanadında olduğu gibi bu tarfın da homojen olduğu söylenemez. ‘Laik’ ve ‘cumhuriyetçi’ olduklarını söyliyen ‘Kuvayı Milliyeciler’, ‘Atatürkçülük’ adına faaliyet yürüten derneklerden CHP ve DSP’ye kadar uzanan bir yelpaze, çatışmanın bir tarafını teşkil etmekte.
Elbette ‘laik’ ve ‘cumhuriyetçi’ geçinen militaristlerle, daha doğrusu darbecilerle gerçekten laik ve demokratik Cumhuriyet için mücadele yürütenleri aynı kefeye koymamak gerekir.
Herkesin üzerinde kendini ‘efendi’ gören militarist, darbeci kesimi ayrı tutmak gerekir. Bunlar, Anadolu halkını küçümseyen, halkı duvarda arada bir hatırlama babından asılı durması gereken tablo gibi gören, gecekonduya burun büken, işçiyi hizaya getirilecek acemi bir tabur olarak nitelendiren asalaklardır.
İşbirlikçilik ve Amerikancılık bunların ruhlarına işlemiştir. Türkiye’de islamcı akımlar ne kadar Amerikancı ise, laik ve cumhuriyetçi geçinen bu militarist kesim de, o kadar Amerikancıdır. 12 Mart, 12 Eylül, bunları tanımlayan aynalardır. Kemalizmi tarihsel gerçeğinden kopartan, soyutlaştıran, putlaştıran, korkulması gereken bir öcü gibi sunan yine bunladır. Daha açık biçimiyle tanımlarsak, Kemalizmi militaristleştiren, darbelerle eş anlamlı hale getirmenin uğraşını verenlerdir. Tüm kurum ve kuruluşlarıyla işleyen laik, demokrasiyle bütünleşmiş Cumhuriyet, bu çevreleri dışlayacağını artık bilmeyen yok. Bu nedenle, şeriat heveslilerinin karşısına Anadolu halkının desteğini alarak en aktif biçimiyle dikilmesi gerekenler, meydanı bunlara bırakmamalıdır. Türkiye, işbirlikçi islamcılardan ve ‘laik’ olduğunu iddia eden darbecilerden kurtulduğu noktada, gerçekten laik, demokratik bir Cumhuriyet olacaktır.

BAKI KARER

23/03/2008

AVRUPA BİRLİĞİ ÇIKAR YOL DEĞİLDİR

ARUPA BİRLİĞİ ÜYELİĞİ ÇIKAR YOL DEĞİLDİR 

 Türkiye Avrupa Birliği’ne aday ülke konumuna gelmekle tarihinin en büyük hatasını yapmıştır. Elbette her türlü fırsatı elinden kaçırmış olduğu söylenemez. Ama içine girdiği yanlıştan da en kısa zamanda çıkmalıdır. Daha fazla gecikmenin, zaman kaybına sebeb olmanın bir nedeni yoktur. AB üyeliğinin NATO üyeliğine bezemediğini kavramanın artık zamanıdır. Yani AB üyeliği son darbeyi indirme hareketidir. Ayakları üzerinde duran bir Türkiye kabul edilmeyecektir. SSCB’nin yıkılmasından sonra Avrupa Birliği’nin içinde yer alınarak ekonomik ve siyasal çıkarlar kesinlikle korunamaz. Doksanların başından itibaren değişen siyasal haritaya bakarak kendine yön vermek zorundadır. Kafkaslar’da, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da ortaya çıkan yeni siyasal yapılanmalar ne yapılması gerektiğini göstermeye yetmektedir. Türkiye’nin AB içinde yer almamasını gerektiren birçok neden vardır. Bunların en başında geleni ise AB’nin artık emperyalist bir güç olarak kendini ortaya koymuş olmasıdır. Ekonomisiyle, askeri alanda aldığı son kararlarla, sanayisi ve mali gücüyle ABD emperyalizmine rakip emperyalist bir güç olarak hareket etmesidir. Artık Avrupa Birliği ülkelerinde geçmişin refah devlet anlayışı kaybolmuş durumda. Demokrasi maskesi altında katı bir bürokratik diktatörlüğe doğru yol almaktadır. Yoksul ve kalkınmakta olan ülke pazarlarının bölüşümü ve bu pazarlardan elde edilen kârların artması oranında Avrupa emekçi yığınları üzerinde daha katı bir bürokratik diktatörlük kurmakta. Sömürdüğü pazarlardaki halk yığınlarına karşı daha acımasız davranmaktadır. Artık dış pazarlardan elde ettiği kârı kendi halkıyla bölüşmeyen tekelleşme vardır. Uluslararsı tekellerin milyarlarca dolar kâr etmesine karşın, bugün Avrupa Birliği’nde yüzde onlara varan işsizlik oranı vardır ve bu büyük bir sorun haline gelmiştir. Yeni bir dizi Ruandalar Avrupa Birliği topluluğu için yaşam kaynağı oluşturmaktadır. Filistin halkının katledilmesi, Afrika ve Asyada iç çatışmaları körükleme, Türkiye gibi ülkelerde milliyet ve mezhepsel düşmanlıklar yaratarak kanlı çatışmalar çıkarma uğraşı içinde olması, artık Avrupa Birliği’nin keyif aldığı ve mutluluğuna mutluluk katan ‘sıradan’ olaylardır. İngiltere, Fransa, Almanya emperyalist güçleri, Avrupa’nın diğer küçük ülkelerini de yanlarına alarak daha güçlenmiş bir biçimde geçmiş politikalarını küreselleşme koşullarına uyarlayarak devam etmekteler. Burada küçük ülkelere verilen sadece sus payıdır. Küçük ülkelerin emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda nasıl kullanıldığına en açık örnek Yunanistan, Belçika ve İsveç’tir. Örneğin İsveç Başbakanı Göran Person bir demecinde, “Küçük bir ülkeyi (Yunanistan’ı kastederek) büyük bir ülkeye (Türkiye) karşı koruduk” diyebilmiştir. Türkiye ve Yunanistan arasında sorunların çok farklı bir zeminde olduğu ve bunların kışkırtıcılarının da kimler olduğu bilinmektedir. Halklararsı böylesi açıktan düşmanlığı körükleyen demeç verme bir cesaret işi değil, olsa olsa kabuk değiştiren küçük bir yavrunun ayazda kalmamak için büyüğüne yaranma feryadıdır. Person Fransa’nın Ruanda halkını birbiriyle çatıştırıp katlederken neredeydi? Ruanda halkını büyük, üstelik emperyalist bir ülkeye karşı korumanın çabasını niçin göstermedi acaba. Örnekler daha çoğaltılabilinir. Yani büyüklerin damgasını vurduğu AB artık emperyalist bir güçtür. Küreselleşme koşullarında dünya pazarlarının yeniden bölüşümünde iddialı bir güçtür. Avrupa Birliğinin emperyalist bir birlik olduğunu gösteren diğer bir olgu da Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği adı altında kurulmaya çalışılan küçük ‘NATO’dur. ABD’ye karşı dünya üzerinde pazar çıkarlarını koruyabilmek için askeri güce ihtiyaç duyulmaktadır. NATO bir ABD şemsiyesidir. SSCB’nin varlığı döneminde Avrupa, tek başına hareket etme olanağına ve cesaretine sahip değildi, bu nedenle ABD’ye bir anlamda boyun eğmek zorundaydı. Ama şimdi çıkar alanlarını kendisi korumak istemektedir. Özellikle Faransa ve İngiltere’nin Kafkaslar’da, Ortadoğu’da ve Afrika’da çıkarlarını koruyabilmeleri ancak böylesi bir askeri oluşumda görülmektedir. Almanya’nın çıkarları daha çokyönlüdür. Avrupa Birliği artık Kafkaslar’a, Kuzey Afrika’ya ve Kıbrıs’ı üst olarak kullanıp Ortadoğu’ya bizzat askeri gücünü yerleştirmek istemektedir. Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs ve Ege sorunlarına çözüm bulunamayışının altında bir de bu neden yatmaktadır. Fransa Avrupa Birliği’ni kullanarak Kıbrıs’a inmeye çalışmakta, Lübnan, Suriye ve Irak’ı daha yakından kontrol etmek istemektedir. Türkiye’nin ABD ile stratajik işbirliğini bir de bu nedenle kabul etmemektedir. Türkiye‘nin bugünkü konumuyla AB ve AGSK üye olması, bu kuruluşlar içinde dolaylı da olsa aynı zamanda ABD’nin sözsahibi olması demektir. İngiltere’nin gücü Türkiye’nin güçüyle birleştiği noktada Fransa’nın ve Almanya’nın AB içinde ve dışında çıkarlarının önemli oranda sarsılması tehlikesi vardır. Hatta Almanya’nın Türkiye ile olan geleneksel ilişkileri dikkate alındığında uzun vadede sarsılan çıkarlarını bir ölçüde telafi etme şansına sahiptir ama, Fransa’nın hiçbir şansı yoktur. Fransa’nın özellikle son dönemlerde Türkiye’ye karşı sert tavırlar içinde bulunmasının altında yatan bu tür uzun vadeli hesaplardır, yani pazarların paylaşım kavgasıdır. AB’nin diğer küçük ülkelerine düşen görev sadece yandan zorunlu takviyedir. İşte bu ve benzeri nedenler dikkate alınarak, her türlü manevra gücünden yoksun bırakılmış bir Türkiye AB’ye alınmak istenmekte. Bugün Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yönelik politikası tamemen emperyalist bir politikadır. Türkiyeyi aslında almak istiyorlar ama tek bir şartla, o da; her alanda kendi kendine yeterli olmaktan çıkarılmış ve tamamen teslim olmuş bir ülke konumuna indirgenmesi kaydıyla. Bunun için Türkiye’de şiddetli bir iç çatışmanın ve onbinlerin iç savaş yöntemiyle yokedilmesini dahi göze almaktadırlar. Eğer bunu başaramazlarsa en azından İran’la kısa süreli de olsa bir savaşa girmesini sağlamaya çalışmaktadırlar. Özellikle Almanya ve Fransa bu yönlü çabalarını giderek arttırmaktadırlar. Avrupa Birliği içinde islamcı terör gruplarını kimler tarfından örgütlendirildiği ve finanse edildiği artık bir sır değildir. Avrupa Birliği’nin Türkiye’de iç savaş kışkırtıcılığına oynadığının en önemli bir kanıtıda azınlıklar sorununa yaklaşım tarzıdır. Bir yandan ulus-devletten yana olduklarını söylerlerken bir yandan da Türkiye’ye karşı ulus-devlet politikasına aykırı girişimlerde bulunmaktalar. Sözkonusu Türkiye olduğunda, demokratik devlet kavramına bile karşı durmaktalar. Avrupa Birliği sırf Türkiyeyi dikkate alan yeni azınlıklar kavramı geliştirmeye çalışmaktadır. Oysa kendi içine geldiğinde hertürlü inkârcılığı yapabilmektedir. Örneğin Fransa’da Bask bölgesi ve halkı yok sayılmakta. Otonomi, ayrılma veya İspanya Bask bölgesiyle birleşmek isteyip istemedikleri sorulmamakta. Korsika sorununun üzeri tümüyle küllendirilmekte. Hatta yıllardan buyana Fransaya yerleşmiş Afrikalıların asimile çabalarına destek verilmekte. Yine İsveç’te Laponya sorunu unutturulmak istenmektedir. Bu her iki ülkede bulunan bu halkların ilk okulldan başlayıp üniversitelere kadar kendi dili ve kültürüyle eğitim hakları yoktur. Kendilerine özgü bağımsız yayın hakları tanınmamaktadır. Örnekler daha da çoğaltılabilinir. Ama başka ülkelere geldiğinde Avrupa Birliği avazı çıktığı kadar bağırabilmekte. Bu demokrasi adına korkunç bir ikiyüzlülüktür. Türkiye’de Kürtlerin ve diğer halkların bir azınlık olarak kabul edilmesi yönde çağrılar yaparak aslında dine dayalı devlet örgütlenmesi dönemine özgü çözümlere gidilmesini istemektedirler. Türkiye’ye geldi mi bunun ismi “demokrasi normları” olmakta. Demokrasi normları değil, emperyalist çıkar normlarıdır bunlar. Kürtlerin azınlık olarak kabul edilmesini önerme din ve teba ilişkisine dayalı feodal bir çözüm istemektir. Türkiye’de yürütülen mücadele demokratik, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, yani demokratik, laik bir Cumhuriyet devlet yapılanmasını sağlamaya yöneliktir. Tam demokratik bir ülke yaratmanın çabası verilmektedir. Türkiye’de kimse din-teba ilşikisine dayalı bir çözüm istemiyor. Kürtler için azınlık statüsünün belirlenmesi demek, vatandaşlık bağlarından çıkarılması ve Ortaçağın karanlığına terkedilmeleri demektir. Bu Kürt halkına yapılacak en büyük düşmanlıktır ve bu düşmanlığı da yapan her zamanki gibi emperyalist güçlerdir. Emperyalist güçlerin bu oynuna da köle ruhlu, kapıkulluğuna alışmış bazı Kürt unsurlar da yatmakta. Azınlık kavramıyla bırakın ulus-devletin çelişmesini günümüzün demokratik devlet kavramıyla çelişmektedir. Avrupa Birliği’nin ‘azınlık’ hakları gibi ne idüğü belirsiz dayatmarının arkasında yatan amaçları artık tartışmaya yer bırakmayacak kadar açıktır. Ortaya çıkacak bölgesel anlaşmazlıklarda savaşcı güç olarak öne sürülmeye hazır ve nazır tutulan bitirilmiş bir Türkiye istenmektedir. Aslında Avrupa Birliği sahte bir güçtür. Tüm uğraşılara karşın bu birlik içinde yer alan emperyalist güçler arasında kıyasıya bir savaşım vardır. Bir de bu nedenle bu birliğin geleceği yoktur. Almanya Doğu Avrupa ülkelerini ekonomik ve siyasal denetim altına almaya çalışmakta ve büyük oranda da bunu başarma durumundadır. Bu konuda birlik içinde diğer ülkelerle birlikte harket etme yerine daha çok Rusya fedarasyonu ile işbirliğini tercih etmektedir. Almanya’nın bu tutumu Farnsa ve İngiltere’yi oldukça rahatsız etmekte. Yeniden eski Prusya’nın korkusunu veya 1935-1945’lerin geri gelebileceği kuşkusunu yaşamaktadırlar. Zaten birlik içinde ekonomik ve mali alandaki etkinliği yeterince rahatsızlık yaratmaktadır. Birleşmiş bir Almanya, Fransa ve İngiltere tarfından her zaman hazmedelemiyen bir olgudur. Gerek ABD ve grekse Rusya Fedarasyonu tarfından bu durum çok iyi bilinmekte ve sürekli olarak AB’nin zayıflatılması yönünde kullanılmaktadır. Yani birleşik bir Almanya AB’nin aynı zamanda zayıf noktasıdır. Bu genelde Avrupa Birliği’ni başlı başına zayıf kılan bir etmendir. Zaten Fransa’nın karşı kampanyalara ve tepkilere aldırış etmeden biran evvel nükleer silaha sahip olması esas bu nedenden kaynaklanmıştır. Gelecekte muhtemel büyük Almanya tehditine karşı bugünden alınmış bir tedbirdir. Çıkarların bu kadar farklı cephelerde seyrettiği koşullarda birleşik bir Avrupa devleti hayaldir. Özellikle Alman tehlikesine karşı Fransa ve İngiltere Asya, Afrika ve Ortadoğu’da şimdiden tuttukları köşebaşlarını güvenceye bağlamanın uğraşları içindedirler. Fransa, AGSK içinde her fırsatta nükleer güçe sahip olduğunu dayatmalarıyla hatırlatmaktadır. Doğu Avrupa ve Balkanlar’ın önemli bir kesimini Almanya’ya kaptırdıklarından, diğer bölgelerdeki konumlarını güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Yine de Almanya’yı Afrika’dan, Ortadoğu’dan, Kafkaslar’dan ve Orta Asya’dan tümüyle uzak tutma olanaklı değildir. Tüm çabalara karşın bunun hayal olduğunu şimdiden söylemek mümkündür. Bugün rekabetin en fazla yoğunlaştığı alan Kafkaslar ve Orta Asyadır. İşte bu noktada Türkiye üzerinde ABD başta olmak üzere İngiltere, Fransa ve Almanya’nın çıkarları epeyce farklılaşmakta. Herbirisi Türkiye’yi daha fazla kendi yanına almaya çalışmaktalar. Son dönemde Türkiye’nin yoğun çatışma alanı içine çekilmesinin bir nedeni de budur. Emperyalist güçler kendi ekonomik ve siyasal çıkarları doğrultusunda belirledikleri bölgelerde Türkiye’yi sıçrama tahtası yapmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin Avrupa Birliği içinde yer almamasını gerektiren bir neden de, artık Avrupa Birliği’nin iki kutuplu dünya koşullarına özgü ekonomik, mali ve sosyal uygulamaları terk etmiş olmasıdır. Geçmişte içine aldığı ülkeleri kalkındırıyor, halkın sosyal yaşamının yükselmesine katkıda bulunuyor ve bu ülkelerde demokratik kurum ve kuruluşlara gerçekten bir işlerlik kazadırıyordu. Ama artık bu işlevini bugün yitirmiş durumdadır. İçine alacağı ülkelere ne ekonomik, ne de demokrasi alanında vereceği birşey kalmamıştır. Birlik içinde yer alan ülkelerde sosyal adaletsizlik hergeçen gün artmakta. Toplumda sınıflar arası refah düzeyi dengesizliği önü alınamaz bir biçimde derinleşmekte. Bugün yoksul, günün sosyal yaşam standartlarının altında yaşamaya zorlanmış ciddi bir kesim yaygınlaşmış durumdadır. İşsizlik en büyük sorunlardan biridir. Artık iktidarların başarılılık düzeyi işsizliği aşağı çekmeleriyle orantılı hale gelmiştir. İşsizlik sigoratasıyla yaşamak zorunda bırakılanlar da yoksullar kategorisi içinde yer almaktadır. Geçici çözüm olarak öne sürülen okula gönderme ve prosent üzerinden çalışma olnakları tanıma, insanların yaşam düzeylerinde daha iyiye yönelik bir değişiklik yapmaya yetmemektedir. Halk yığınlarında geleceğe güven duyulmamakta. İşi olanlarda ise, ne zaman kapı dışarı edilecekleri pisikolojisi egemendir. Tekeller milyarlarca dolar kâr etmelerine karşın, birçok alanda işletmelerini, fabrikalarını kapatmakta, az masrafla daha kolay para kazanılan alanlara yönelmekteler. Globelleşen ekonomide borsalar, bir avuç elit için en kârlı yatırım alanları haline gelmiştir. Tekellerin birçoğu yatırımlarını üçüncü dünya ülkelerine kaydırarak ucuz emekle korkunç kârlar elde etmekteler. Artık dünya ölçeğini kendine sömürü alanı haline getirmiş finans ve sanayi tekelleri sözkonusudur. Sonuçta, küreselleşme, zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul hale getirdiği de bir doğrudur. Ama eskiden az da olsa zenginliğin paylaşımdan söz edilebiliniyordu, bugün bu paylaşım görülmemektedir. Bu nedenle emekçi yığınların mücadelesi de küreselleşmektedir. Sanayi toplumuna geçiş nasıl kendi zıttını doğurmuşsa, küreselleşme de kendi zıttını doğurmuştur. Sanayileşmiş ülkelerin zirve toplantılarına karşı düzenlenen, yani küreselleşmeye, halkı yoksulaştıran yeni ekonomik yapılanmaya karşı protestolar, hiç şüpheye yer yok ki, gün geçtikçe daha da boyutlanacaktır. Yani Globelleşme zıttını yaratmıştır. Artık önünü boş hissetmemekte.Her seferinde milyonlarca dolar harcayarak toplantılar yaparak, olayı salt ’güvenlik’ sorunu olarak değerlendirmeye uzun süre devam edemezler. İşte bu tür sorunlarla boğuşmak zorunda kalan Avrupa Birliği’nin, yeni üyelere vereceği birşey yoktur. Bu nedenle de Türkiye’nin, tarım ve sanayi alanındaki olanaklarını kullanarak, giderek daha da geliştirerek kalkınmasını rahatça sürdürme olanağı vardır. Bunun için gerek iç, gerek dış alanda imkan ve fırsatlar doksanlı yıllardan öncesine göre daha fazlalaşmıştır. Türkiye, Avrupa Birliği, Rusya Federasyonu, ABD geometrik alanında kendinden çıkacak biçimde doğrular çizmeyi başarırsa güçlü bir ülke konumuna gelme şansına sahip olabilir. Yoksa AB içinde ne pahasına olursa olsun yer almaya çalışırsa bugünkü gücünden de geriye gitmekten kendini kurtaramaz. AB büyük bir hapishanedir. Gelecekte bu özelliğini daha da önplana çıkartacaktır. Oysa Türkiye, jeopolitik konumu gereği, kendini Ortadoğu’dan, Kafkaslar’dan, Orta Asya’dan, K. Afrika’dan ve Balkanlar’dan kendini istese de soyutlama imkanına sahip değildir. Bu gerçeğin görülmesi gerekir. Böylesi bir çoğrafyada yer almanın avantajları getirdiği olumsuzluklardan çok üstündür. Ama “her tarafımız düşmanlarla dolu” hastalıklı bakış açısıyla hareket edilirse elbette bu avantajlar kullanılamaz. Avrupa Birliği’ni meydana getiren güçlerin herbirinin farklı kültürlere saygı ifadesi sadece bir aldatmacadan ibarettir.İçlerindeki farklılıklara bile tehammülleri yoktur. Aralarında Güneyli, Kuzeyli, D.Arupalı, İskandinavyalı vb. bölgesel çelişkileri giderememekteler. Karalarında dinsel ve mezhepsel ayrılıklar sıkça rol oynamakta. Yani bölgesel ve dinsel kutuplaşmaların olmadığını kimse iddia edemez. Bunlar ve benzeri daha birçok çelişkiler bile birleşik devlet çatısı altında hareket etmelerinin hayal olduğunu göstermektedir. Bu derece belirsiz, muğlak, bugünü ve geleceği sağlıklı olmayan Avrupa Birliği’ne katılmak için, Türkiye’nin çaba yürütmesi kabul edilir bir şey değildir. Daha birçok neden gösterilebilinir. Soruna nereden bakacak olursak olalım Türkiyenin çıkarı, ne Avrupa Birliğine girmede, ne de ABD ile stratejik işbirliğindedir. 

 BAKİ KARER
 Mart 2000

MANZARA-İ UMUMİYE





MANZARA-İ UMUMİYE


21-29 Şubat tarihleri arsında Kuzey Irak’a yapılan askeri operasyonundan sonra muhalefet partileri, özellikle CHP ve MHP’den sert eleştiriler geldi. Harekȃta karşı yöneltilen eleştirileri özetleyecek olursak; ABD’nin Türkiye’ye karşı bir oyun oynadığı, hükümetin operasyon boyunca beceriksiz olduğu, yani diplomaside başarısız kaldığı ve sonuç olarak, askeri operasyonun başarıyla sonuçlanmadığı yönündeydi.
İlk bakışta, eleştilerine haklılık kazandırılacak nedenler de yok değildi. ABD savunma bakanı operasyonun altıncı gününde Ankaraya geldi ve harekȃt en kısa zamanda sonuçladırılmalı diye bir kaç kez demeç verdi. Bu görüşünü, Ankara’da yetkililerle paylaştığını çekinmeden basın mensuplarının karşısında dile getirdi. Hemen arkasından Bush devreye girerek operasyonlara son verilmesi gerektiğini söyledi. Ama gerek savunma bakanı gerekse de Bush herhangi bir tarih belirtmediler. Hatta Bush’un demeci savunma bakanının demecine nazaran daha yumuşaktı. Adeta işinizi gördükten sonra kalıcı olmayın demek istiyordu.
Amerikalı yetkililerin demeçlerinin havada uçuştuğu bu kısa süre içinde, Ankara’da ne Başbakan’dan ne de Genel Kurmay Başkanı’ndan askeri birliklerin geri çekileceğine dair en ufak bir işaret gelmedi. Aksine verdikleri demeçlerle, bir süre daha orada kalınacağı izlemini uyandırdılar. Fakat 29 Şubat saat 16’dan itibaren Kuzey Irak’a yönelik operasyonun bittiğini ve askeri birliklerin geri çekildiğini Genelkurmay Başkanı Büyükanıt bizzat açıkladı. İşte, ne olduysa bundan sonra oldu. CHP ve MHP, hükümeti ve Genelkurmayı hedef alan zehir zembelek açıklamalarda bulundular. CHP, tarihinde, belki de ilk defa, Ordu ile karşı karşıya gelmiş oldu. Ama sonuç, hiçte beklenilen türden olmadı; hükümetlerin alışık olduğu muhtırayı bu sefer muhalefet aldı. Hem de çok ağır biçimiyle; hainlikle suçlandılar. Muhalefet, özellikle CHP açısından bakıldığında hoş bir ‘manzara-i umumiye’ ortaya çıkmamıştı. Atatürk’ün kurduğu parti ‘hain’ olarak nitelendirilmişti.
CHP, yazılı ve sözlü demeçleri arasına sıkıştırdığı şifrelerin kendisini vuracağını tahmin etmemişti. Daha doğrusu, şifreleri tersinden okumaya alışık değildi. Daha anlaşılır biçimiyle ifade edersek, ‘Nişantaşı’na bomba düşmüştü. Aslında, saray erkanı elit kesimin politik manevralarının hemen her alanda iflası, net bir biçimde dile getirilmiş oldu
Takıntılarından bir türlü kurtulamayan CHP, ağır bir darbe aldı. Şapkasını önüne eğerek düşünmek zorunda artık. Yeni süreçte ‘Kasımpaşa’ya yenik düştüğünü kabullenerek köklü değişimleri içerecek plan ve proğramlar yapmak zorunda. Halkın günlük ve uzun vadeli ekonomik ve sosyal yaşamını etkilemeyen kolaycı çözüm önerilerini bir tarafa bırakarak, yönünü Anadolu’ya çevirmelidir. ‘Nişantaşı’na sıkışıp kalmış CHP, ‘bölücü’ bir CHP’dir. ‘Manzara-i umumiye’yi kuklaların ceset sayısıyla değerlendirme alışkanlığından vazgeçmek zorundadır. Kaldı ki, CHP, ABD denetimli terör yuvasının bugünlere gelişinden sorumlu olmadığını iddia edemez.
CHP’nin sınır ötesi harekȃtın hangi iç koşullarda ve uluslararası ilişkiler çerçevesinde düzenlendiğini bilmemesi olanaklı değil. Esasında teröristlerin konuşlandığı alanlara ve teröristlere karşı askeri bir harekȃtın düzenlenmesi için uluslararası bazı odakların desteğine başvurma gerekmiyor. Ama uluslararası güçlerin desteğinde Kuzey Irak’a girmenin Irak ve Ortadoğu geneli açısından çok farklı bir anlam taşıdığı bilinmektedir. Sorun sadece birkaç kuklanın yokedilip edilmeme sorunu değildir. Sorun, yeniden dizayn edilen uluslararası dengenin içinde yer alıp almama sorunudur. Ortadoğu’da varlığını ispatlamış, yani bu bölgenin köşe taşlarından biri haline gelmiş Türkiye, Kafkaslarda ve Balkanlarda da söz sahibi haline gelmiş olacaktır. Böylece, ABD ve AB, önlerinde hiçbir engel görmeden hareket etme serbestisine kavuşma imkȃnı bulamayacak.
Ayrıca, sekiz günlük son sınır ötesi müdahale, sadece Türkiye’nin uluslararası dengelerde yerini belirlemeye hizmet etmediği de bilinmekte. İç politik hesaplaşmada da rol oynadığını kimse inkȃr edemez. Mağara pintilerinin Zap ve çevresinde yoğunlaşmaya başlaması, daha doğrusu buradaki gurubun Ergenekon denilen çetenin emrine verilmiş olduğunu sağır sultanlar bile biliyordu. Kandilli koalisyonun bir tarafı, 2007’nin Eylül-Ekim aylarında Ergenekon çeteleriyle vardığı mutabakat çerçevesinde, Doğu’da ve Batı’da kitlesel katliamlar biçiminde gerçekleştirilecek eylemlerle ülke genelinde tam anlamıyla panik havası yaratma planları vardı. Diyarbakır’da çocukları katleden bombalama eylemi bu planın sadece başlangıcıydı. Aynı zamanda bu kısa süreli askeri harekȃtla, Ergenekon olarak tanımlanan çetenin Kandilli ittifakı önemli ölçüde dağıtıldı. Böylece ABD’nin rezerv olarak tuttuğu önemli bir alternatif etkisiz hale getirilmiş olundu. Bunun böyle olduğunu CHP’nin bilmemesi biraz düşündürücüdür. Bu nedenle, kimseye ‘manzara-i umumiye’yi hatırlatmaya hakkı yok.
CHP eğer sosyal demokrat olduğunu iddia ediyorsa, ‘manzara-i umumiye’yi slogancılık düzeyinde dile getirmeden vazgeçip, ekonomik ve sosyal temellerde de hatırlatmalıdır. Halkın ekonomik ve sosyal sorunlarına temelli çözümler getirecek uğraşlar vermeye çalışmalıdır.
Son yapılan araştırmaya göre 15-29 yaş arası 5,5 milyon genç kız evde oturmaktadır. Bunların hiç bir uğraşı yoktur. Sadece geçen yıl kadın istihdamının 257 bin düştüğü açığa çıkmıştır. Yine, 2003’ten bu yana 52 binden fazla kadın işsiz kalarak evde oturmaya zorlanmıştır.
Sadece bu tablonun bile ülkemizi uluslararsı alanda ne durumlara düşürdüğünü tahmin etme hiçte güç değil. Cinsiyete dayalı gelişmişlik sıralamasında 136 ülke arasında 71’ci sırada yer aldığımızdan, yine cinsiyet uçurumu endeksinde 115 ülke arasında 105’inci gibi utanılası bir sırada bulunduğumuzdan CHP’nin haberi olması gerekir.
Kötüye gidiş manzarası sadece bunlarla sınırlı değil; 2007’de çalışma çağındaki 49 milyon 511 bin kişiden 20 milyon 867 bin kişi çalışabilmekte. Oysa bu rakam, 2006’da 21 milyon 235 bin kişiydi. Yani bir yıllık süre içinde 368 bin kişi işini kaybetmiş durumda. Bir de bunlara bu bir yıllık süre içinde çalışma çağına gelmiş olanlar eklenirse korkunç bir rakam ortaya çıkar.
Yine, tarım alanında giderek içler acısı bir tablo hakim olmakta. 2006’da tarım ürünleri ithalatı 3,7 milyar doları bulmuş, 2007’de ise tarımsal hammaddeleri dış ticaretinde 3 milyarı aşan açık verilmiştir. Yani nereden bakılırsa bakılsın, Türkiye artık tarımsal hammaddelerde bile kendi kendine yeterli ülke olmaktan çoktan çıkmıştır. Dış ticarette 67 milyarı bulan ve her geçen gün büyüyen açık, 30-35 milyar cıvarındaki cari açığın getirdiği yükler ekonomiyi daha da kırılgan hale getirmiştir. 100 milyarı aşkın sıcak paranın yarattığı tehlike ise başlıbaşına bir sorundur. Türkiye varolan malvarlığını satmakla ve yabancılara vergisiz yüksek faiz ödemekle uzun süre gidemez.
Çarpıcı bir noktaya daha değinmeden geçemeyeceğim: Bugün hızlı nakit akışının yoğun olduğu alanlara yabancılar hakim olmuş durumdadır. Parakende sektörünün %65’i, sigortacılığın %80’i, bankacılığın %42,7’i ve akaryakıt sektörünün %57’i yabancıların elinde. Yani nereden bakarsak bakalım, ülkemiz tam anlamıyla yabancıların yağması altında. Başlıbaşına bu rakamlar bile Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik durumu çok rahatça ortaya koymakta. Gümrük Birliği ve AB üyeliği teranesiyle ülkemiz AB’nin eyaleti haline getirilmeye çalışılmaktadır.
Ekonomik ve sosyal yaşam alanındaki geri kalmışlığımızı sergileyecek rakamları daha da sürdürebiliriz. Önemli olan bunlar ve benzeri alanlardaki ‘manzara-i umumiye’yi CHP nasıl görüyor? Bu ve benzeri olumsuz taploların olumlu hale gelmesi için ortaya somut, uygulanabilir ve sürdürülebilir hangi çözüm önerileri vardır? Ama gördüğümüz kadarıyla hiç bir çabası yoktur. Soyut kavramlar ve sloganlarla gününü gün etmekte, içinde yaşadığımız çağın koşullarında bile toplum mühendisliğini elden bırakmamaktadır.
CHP halen yaşadığı sırça köşkden buyruklarla halkı yönlendireceğine inanmakta. Sırça köşklerden soyut sloganlarla halka Cumhuriyeti ‘koruma ve kollama’ mitingleri düzenletenlerin, bu tabloya karşı en ufak tepkilerini görmedik. Bu ekonomik ve sosyal uygulamalara karşı en ufak tepki duymamalarının nedeni gayet açık; bu yağmadan en fazla onlar nemalanmaktır da ondan. Taşaronluk bu kesimlerin eskiden beri mesleğidir.
Tüm bu olumsuz tablolara rağmen Anadolu büyük bir değişim içindedir. Günümüz koşullarında ‘manzara-i umumiye’ye bir de bu açıdan bakılmalı. CHP İstanbul’da Nişantaşı-Teşvikiye, Ankara’da Çankaya ve İzmir’de Konak’la kendini sınırlamaktan vazgeçmeli. Bu anlamda ‘bölücü’ olan CHP’dir. Bu nedenle de Genelkurmay Başkanlığı’nın tanımlamasına itiraz etmeye hakkı yoktur.

08/03/2008
BAKI KARER










26 Şubat 2008 Salı

TÜRBAN SORUNU

06-02-2008

TÜRBAN SORUNU


Başbakan Tayip Erdoğan’ın İspanya gezisi sırasında türban üzerine verdiği bir demeçle Türkiye’de gündem hiç beklenmedik bir biçimde değişiverdi. Son günlerde artık türbanla yatıp kalmaya başladık. Tüm sorunlar unutuldu. Türban, çözüm bekleyen tek sorunumuz haline geldi.
Elbette türban, kara çarşaf ve benzeri sorunları önemsemiyor değilim. Türbanın kara çarşaftan ya da çadırdan hiç bir farkı yoktur. Türbanı İslamla bütünleştirenler tüm toplumu sapıklıklarına alet etmek istiyenlerdir. Ama sorunu uzun vadeli, köktenci çözümlere kavşuturacak tedbirler almaya yönelmeyi yadsıyıp, bir avuç elitin çıkarları doğrultusunda çarpıtmasına karşıyım.
Türkiye’de tüm ekonomik ve siyasal gelişmeler bir anda türbana takılıp kaldı. Erkek egemen toplum özelikllerimizi tüm çirkinliğiyle bir kez daha dünyaya gösterme fırsatı bulduk. Kadınlar adına erkeklerin ne kadar karar verici bir ülke ve toplum olduğumuzu göğsümüzü kabarta kabarta göstermiş olduk.
AKP ve aynı güzergȃhta seyredenlerin türbana takılıp kalmasını anlıyoruz, ama sosyaldemokrat, laik geçinen bir takım çevrelerin de bu noktaya takılmasını anlamak mümkün değil. Kendini laikliği ve Cumhuriyeti savunma memuru olarak gören bazı sosyal demokrat ya da Kemalist geçinen çevreler dürüst davranıyorlar mı? Ben bunların dürüst olduklarını, gerçekten laikliği ve Cumhuriyeti düşündüklerine inanmıyorum. İnanmıyorum çünkü eylem ve davranış biçimleriyle yitirmek üzere oldukları elit olma avantajlarını yeniden elde etme çabası içinde olduklarını artık saklayamaz hale gelmişlerdir. Bunlar, aristokrat döneme özgü dar havuzun, genişliyen kapitalist pazar ilişkileri döneminde de muhafaza edilmesinden yana çaba göstermektedirler. Genişleyen havuzdan her an dıştalannacakları korkusunu yaşamaktalar. Burjuvalaşmayı içinde bulundukları elit kesimle sınırlı tutulması yönünde kavga yürütmekteler. Bence, asıl sorun, bu noktada yatmaktadır.Türban ya da mahalle baskısından falan korktukları yok aslında. Bu nedenle de sorunun özüyle ilgilenme yerine ne yapıp yapıp sarsılan çıkarlarını korumanın peşindeler.
Bilindiği üzere türban tartışmalarının tam ortasında, Davutpaşa’da hiç bir sosyal güvencesi olmadan askeri ücretin de altında bir ücretle çalışan, evine akşam olduğunda bir ekmek götürmenin kavgasını veren 22 insan, 22 Anadolu insanı yangında yok oldu gitti. Yaşanan olay çok korkunçtu. Hükümet doğası gereği olayın üstüne perde çekilmesinden yanaydı. Peki, bahsettiğim sosyal demokratlara ne oluyordu da olayın üstünün kapanmasından yana tavır takındı. Neden hükümetle ittifak içinde hareket etti?
İşte bu, laikliğin, Cumhuriyetin varlığını ve devamını düşünce ve ideolojiden yoksun bırakarak büste indirgeyen anlayışın ta kendisi. Düşüncenin ne kadarını ne zaman ve hatta hangi mekanda verileceğine karar verme yetkisini kendinde görenlerin klasik davranışlarıdır. İnsana, halka odaklı olmadıklarını bir kez daha göstermiş oldular. Bu hareket biçimleriyle, çağdaş olma adına çağdışılığı sergilemeden başka bir şey değildir.
Eğer gerçekten içinde bulunduğumuz çağda laiklik ve Cumhuriyet ayakta tutulmak isteniyorsa, türban ya da karaçarşafa bürünmüş çağdışı toplumsal yaşantı kabul edilmek istenmiyorsa, insan yaşantısına odaklanmaktan başka çıkış yolu yoktur. İnsan yaşantısına odaklanma demokrasiye odaklanmadır. Ama sözüm ona protestocular ya da 222’likler insana üstten bakan, daha doğrusu halkı ‘aşağı tabaka’ olarak görme ilkelliğinden bir türlü kurtulamıyorlar. Korkuyu ve şiddeti egemen hale getirerek, Anadolu halkını yönlendirmeye devam edeceklerni sanıyorlar.
Oysa Türkiye koşullarında türbana, kara çarşafa bürünmenin önüne geçecek en tutarlı davranış, Davutpaşa ve benzeri olayların bir daha olmaması için alınacak önlemlerden geçer.Yani sorunun temeli, sosyal devlet olgusunun kağıt üzerinde değil pratik yaşamda hayata geçirme kavgasındadır.
Türkiye’de sendikalaşma hakkı halen kısıtlıyken; çoğu işyerlerinde sendikalı olma suç sayılırken, genel grev hakkı yokken, sosyal demokratların suskun kalmasının, bu hakları elde etmek için aktif kavga yürütmemesinin anlaşılır hiç bir yanı yoktur.
Yine, bugünkü protestoları düzenliyenler, YÖK’ün devamından yana tavır takınacaklarına, bu anti demokratik kurumun kaldırılmasından ve üniversitelerin özerkleştirilmesinden yana tavır koymalılar. Gerçek öğretim, düşünce ve bilim ancak özerk üniversitelerde olur.
Eğer geleceğe emin adımlarla ilerlemek isteniyorsa, başta gelen sorunlarımızdan biri de, anayasa sorunudur. Oluşturulacak demokratik bir anayasa çağdışı karanlığa yönelmenin önünün alınmasında en temel rolü oynayacaktır. Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen Türkiye, cuntanın yaptığı anayasa ile yönetilmektedir. Bugünkü iktidarın niteliği bahana edilerek sivil bir anayasa yapmanın karşısında yer alma, sosyal demokrat anlayışla bağdaşmaz. Eğer milyonların gücü bu yönde seferber edilirse, demokratik bir anayasa yapma bu iktidar döneminde de olanaklıdır. Ama görüyoruz ki, laiklik ve cumhuriyet denildi mi mangalda kül bırakmayanlar, demokratik anayasa yapmanın sözünü bile etmemektedir. Çünkü çıkarlarıyla çelişmektedir; tüm kurum ve kuruluşlarıyla hukukun egemen olduğu demokratik bir devletin işlerlik kazanması koşullarında, bugünkü yapılanmalarıyla varlık sürdüremeyeceklerini bilmektedirler. Ama kanun devleti işlerine gelmekte; o zaman istedikleri koşullarda, istedikleri kanunları istediklerine, istedikleri biçimde uygularlar ve böylece de hükümranlıklarından bir şey kaybetmiş olmazlar. Laiklik elden gidiyor diye çığırtkanlık yapma yerine, toplumun hemen tüm kesimlerini ilgilendiren temel sorunlarda çözümü dayatmak gerekir.
Banka sermayesinin yüzde ellisinden fazlası yabancıların eline geçmiş olması, GAP’ın ve turistik alanların yabancılar tarafından tarafından talan edilmesi, protestocuların her nedense hiç ilgi alanına girmiyor. Yine bir dönem gıda alanında kendi kendine yeterli on ülke arasında sayılan Türkiye, bugün gıda ve tahıl üretiminde dışa bağımlı hale gelmiştir. AB’nin çıkarları doğrultusunda alınan kararlarla adeta gıda ve tahıl üretimi yasaklanmıştır. Kırsal kesimde giderek kaybolan küçük üretiçiliğin yerini büyük, modern çifliklerin aldığını kimse iddia edemez. İşlenebilecek çoğu tarım arazilerinin boş yatırıldığı bilinmekte. Hem tarımda makinalaşmanın hem de tarım ürünlerini işlemeye yönelik sanayileşmenin önü tıkanmaktadır.
Evet, nereden bakarsak bakalım, Türkiye’nin aydınlığa kavuşmasının önünde daha bir çok temel engeller vardır. Bu engellere karşı aktif mücadele yürütülmediği, yani halkın sorunlarına uzun vadeli kalıcı çözümler bulmanın gayreti içinde olunmadığı sürece, çağdışı uygulamalarla her zaman karşı karşıya kalınacaktır. Önemli olan bu sorunların üstüne cesaretle gidebilmedir. Geçiçi, günlük, üstelik başkalarının dayattığı sorunların peşinde sürüklenerek, Cumhuriyet ve laiklik korunamaz. İşte bu anlamda, elli yıl öncesine göndermeler yapılarak, aba altından sopa göstermeyle bir yerlere varılamaz. Bir avuç tuzu kuru azınlığın, gerçekten aydınlık Türkiye yaratma gayreti içinde olan halkın gücünü lümpence farklı amaçlara yönelendirmesine ve enerjisinin boş yere harcanmasına karşı durmalıyız.

Baki Karer

8 Şubat 2008 Cuma

BAKI KARER/Tutuklamalar Üzerine

BAKI KARER 

 HADEP VE TUTUKLAMALAR ÜZERİNE 

 Son dönemde Avrupa Birliği üyesi ve üyesi olmayan ülkelerin dışişleri bakanları Türkiye’yi arka arkaya ziyaret etmeye başladı. İsveç, Lüksemburk, İsviçre dışişleri bakanları ülkemize geldiklerinde ilk iş olarak insan haklarıyla ilgili dernek yöneticilerini ziyaret ettiler. Bu arada HADEP’li yöneticilerle ve belediye başkanlarıyla da görüştüler. Bunlardan Diyarbakır Belediye Başkanı en dikkat çekici isimler arsındaydı. Gelen bakanlardan kimi HADEP yönticilerine ve bahsettiğim belediye başkanına kebab ısmarladılar. Bu bakanların ziyareti dışarıdan bakıldığında gayet olağan gibi görünüyordu. Anlı-şanlı oldukları için, bu ziyaretlerin arka planını değerlendirme çoğu insanımızın aklından bile geçmiyordu. Ama açık söylemek gerekiyorsa, kuşkuyla karşılayanlar da çoktu. Temkinli olmayı elden bırakmamıştı. Çünkü geleneklerimizin, göreneklerimizin çok farklı olduğu biliniyordu. Avrupa’nın bırakın karşılıksız bir tabak kabab yedirmesini, çöpe atılacak bir elmayı bile yedirmediği bilinmekteydi. Sonuçta olanlar oldu; Diyarbakır, Siirt, Bingöl belediye başkanları tutuklandı ve görevden elçektirildi. Ağrı belediye başkanının da görevine son verildi. GAP bölgesine yatırım dahil, enerji ve haberleşme ihalelerinin peşinde koşanların belediye başkanlarının tutuklanmalarıyla ilgilenecek zamanları yoktu. Elbette onları ilgilendiren bir gelişme değildi. Onlar için önemli olan, pastadan aldıkları pay ve halklarının refahı, yaşam düzeyinin korunmasıdır. İnsan hakları demokrasi sorunları onlar için pastaya ulaşmanın sadece bir aracıdır. Batı Avrupa için bu her zaman böyle olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Dünya çıkar dengeleri üzerine kuruludur. Bunun böyle olduğunu bir türlü anlamak istemeyen, işbirlikçi karakterinden dolayı HADEP ve yöneticileridir. MUHALEFET GELENEĞİ Demokrasi ve özgürlükler için çaba sarfedenler, her şeyden önce, hareket ettiği zemini öğrenmek zorundadır. Gerçekçekten hareket edilen zeminin ve çıkar üzerine sağlanmış dengelerin bilincinde midir? Bence buradan başlamakta yarar var. Demokrasinin gelişmediği, daha doğrusu demokrasi kültürünün bulunmadığı koşullarda muhalefet etme hiçte kolay değildir. Hele Türkiye’de sol adına muhalefet geliştirme bir kat daha zordur. Bırakalım sol’u, bizde burjuva partileri, muhalefet etmeyi, iktidarın her yaptığına ayrım gözetmeksizin karşı çıkmayla özdeş anlamaktadır. Karşı çıkışı yaparken, niçin karşı çıktığına izah getirme zahmetine dahi katlanmaz. Karşı çıkışın getireci siyasi ve sosyal sonuçları, bunların topluma olumlu veya olumsuz yansımalarını düşünmeyi aklının ucundan bile geçirmez. Ne pahasına olursa olsun, karşı çıkış, muhalelefetin tek ilkesi olarak görülür. Muhalefet etmede böylesi bir zemin temel alındığı için kaba, ilkel davranışlar sergilenir. İktidar her zaman halk düşmanıdır, muhalafet de halkın dostudur! Temsil ettiği kesimin çıkarlarını dile getirmenin politik inceliklerinden, manevra gücünden yoksunluğun tüm biçimleri ortaya koyulur. Hemen her koşulda hem halk adına hareket ettiklerini iddia ederler hem de halkın gücünden korktuklarını saklayamazlar. Aslında halkın gücünden ve değişimden korkan bir muhalefet geleneği vardır. Aynı kör süreç muhalefetin iktidara, iktidarın da muhalefete taşındığıında stekrarlanır gider. Bu senaryo, ülkemizde 76 yıldır, cumhuriyet, vatanseverlik vb. çok keskin sloganlarla süslenerek oynana gelmiştir. Hemen her dönemde demokrattan, demokrasi yanlılarından geçilmemiştir ama bir türlü çağın demokratik normlarına ulaşamadığımz da ortadadır. Burjuva partilerinin ister iktidar olanı, ister muhalefet olanı cumhuriyet der cumhuriyet işitir. Bu kelimenin arkasına sığınmanın en kolay ve ucuz olduğu bir ülke varsa, o da Türkiyedir. Oysa cumhuriyet hiçte o kadar ahım şahım dillendirilecek bir şey değildir. Oysa İran, Irak, Suriye, Mısır vb.ülkeler de birer cumhuriyettir. Rejimi monarşi olupta Türkiye’den çok daha demokratik olan ülkelerin olduğunu biliyoruz. Hollanda’yı, Danimarka’yı, İsveç’i hiç kimse demokratik ülke olmadıkları için suçlayamaz? Demek ki, bir rejimin karekterini belirleyen o rejimin demokratik olup olmamasıdır. Evet, Türkiye’de bir Cumhuriyet rejimi var ama, bu istenilen düzeyde demokratikleşememiş bir rejimdir. Demokratik hukuk kurallarının işlemediği bir rejimdir. Güçler ayrılığına adeta meydan okunmaktadır. Bugün beş kişilik liderler grubu yasama görevi yapmaktadır. Seçimler ve parlemento halkın iradesini değil, bu beş kişinin iradesini temsil etmektedir. Demokrasi ve hukuk kuralları savunuculuğu adına ortaya çıkıpta, hukuk ve adaleti ayaklar altına alan kurumlarla doludur ülkemiz. Kurum olarak Anayasa Mahkemesi de bu tutuma gösterilecek örneklerden bir tanesidir. İlericiliği, demokratlığı çağdaşlığı hiç kimseye bırakmazlar!... Cuntalar karşısında elpence divan duranların başında gelir. Rejimin hukuk kurumu olduklarını iddia ederler ama öbür yandan da ulema toplumu, cemaat toplumu oluşturmak isteyenler karşısında suspus kalmada da pek becerikli olduklarını çok iyi ispatlamışlardır. Ülkemizde egemen güçlerin ve bunların temsilcilerinin cumhuriyet kalkanını sürekli siper edinmeleri pek boşuna olmadığı bilinmekte. Demokrasiyle bütünleşmemiş bir cumhuriyet bayraktarlığı yapma kadar kolay bir şey yoktur. Böylesi koşullarda, böylesi anlayışla iktidar partisi olma da, muhalefet olma da kolaydır. Özellikle burjuva partilerinin 12 Mart ve 12 Eylül’de görüldüğü gibi birilerinin çıkıp “hişt” dediği anda birden bire ortadan silinmelerinin bir sırrı da işte burada yatmaktadır. Kendi içinde demokratik olmayan, halka dayanmayan bir kurumun demokrasi için kavga verdiği görülmemiştir. Ama demokrasiyle uzaktan yakından ilişkisi bulunmayanların demokrasi havarisi kesildiği bir ülkeye örnek verilecek olunursa, o da yine Türkiye’dir. HADEP bu taplonun neresinde hangi rengi temsil etmekte? Hareket tarzına baktığımızda bir yerlere tutunma gayreti içinde olduğunu görüyoruz. Fazilet Partisi’nden daha şaşkın bir halde. Avrupa’ya mı, yoksa ABD’ye mi tutunma gayreti içinde? Bu iki güç arasında sallanıp durmakta. Adeta bir mandacı arama peşinde. Ama görüldüğü kadarıyla Avrupa ile hareket etme, onların desteğiyle varlığını südürmeye çalıştığı da bir gerçek. Bugün için en azında böyle. Eğer ileride büyük patron yeşil ışık yakarsa rotayı her an değiştirebilir. Böylesi politika yürütenlerin geçmişte SHP’in yokedilmesi için çaba yürüttüklerini, böylece ABD’nin ve içte tekelci bujuvazinin ekmeğine epeyce yağ sürdüklerini ve bu tutumlarıyla da övündüklerini biliyoruz. ABD ve Avrupa’nın bir dediğini iki yapmayan bir anlayışın içte sol’a, sosyal-demokrasiye karşı böylesi bir tavır içinde olması elbette yadırganacak bir durum değildir. HADEP böylesi bir anlayışın temsilcisi olarak yoluna devam etmede ısrarlı olduğunu hemen her eylemiyle göstermektedir. Ayrıca, HADEP bir milliyet esasına göre mi, yoksa Türkiye genelinde örgütlenmeyi hedeflemiş bir parti midir? Eğer bölge temelinde örgütlenmiş bir parti ise, İzmir’de, Anlalya’da, İstanbul’da şubeler açması ve örgütsel faaliyetler içinde bulunmasının anlamı nedir? Batı’da Kürtlere yönelik örgütsel faaliyette bulunmanın milliyetçilikten de öte bir amaç için hareket edildiğini kabul etmek zorundadır. Yok milliyet esasına, bölge esasına göre örgütlenmiş milliyetçi bir parti olduğunu söylüyorsa, buna uygun proğramı nedir? Kaldı ki, milliyetçi bir örgütlenmenin Türkiye gerçekliğiyle bağdaşır hiç bir yanı yoktur. Her iki alternatif kabul edilmiyorsa, İbrahim Tatlıses’in ulusal yayın yapan tv ekranlarından özgürce “Ben Kürdüm” diyerek Kürtçe türküler söylemesini ve hem de popolaritesini sürdürmesi, aynı zamanda ticaretine devam etmesini sağlamak için kavga verdiklerini söyliyebilmeliler. Eğer hedef bu ise, o zaman bugünkü iç ve dış ilişki bağlarını, hareket biçimlerini terk etmek zorundadırlar. Terörle, ABD ve Avrupa ülkeleriyle işbirliği içinde varılmak istenen bu hedeflere ulaşılması olanaklı değildir. Nereden bakılırsa bakılsın, HADEP en temel konularda bile kendini çözümlemiş bir güç değildir. Günlük hareket ve anlayışlarla hareket edilmekte. Direksiyonsuz bir otomobilde yol alınmaya çalışılmakta. Açık ki, ülke koşullarında nerede duracağını bilmeyen, yerini belirlememiş ama halkın sorunlarını çözümleyecek ‘güç’ olduğunu söyliyen bir ucubeyle karşıkarşıyayız. İstihdam, işsizlik, tarım, sağlık, sanayi, kültür vb. alanlarda somut projeler geliştirmekten uzak bir anlayış nasıl olur da halk adına hareket ettiğini söyleyebilir. Yönetime geldikleri belediyelerin, akla gelebilecek her konuda yeni yapılanmalara ihtiyacı vaken, Avrupa’yı suyolu yapmanın savunulacak hiçbir yanı yoktur. Bu anlamda HADEP’in, bugüne kadar ANAP, DYP, FP ve benzeri partilerden farklı bir tutum sergilememiştir. Yani bilinen burjuva partilerinden edinilen gelenekle devam edilmektedir. Dillerine dolandırdıkları ve her yerde “barış”la ne kastedildiği de belli değil. Savaş yok ki, barış olsun. Kullanılan barış sözcüğü insana Anadolu’da sıkça anlatılan Kadı hikayesini çağrışım yapmaktadır. Evet, muhalefet yapmak zordur, halkın sorunlarına çözüm getirecek güç haline gelmek zor olanı başarmaktan geçer. Halkı duvarda asılı resim gören bürokrat anlayışla hareket etme alışkanlığı bırakılmadığı sürece, içinde bulunduğumuz koşullarda muhalefet etme bir yana, örgütsel varlığın dahi korunamayacağı bilinmelidir. DEĞER YARATMAYAN BASKICI OLUR Avrupada, düşünce üretimi ve sanayileşme dev adımlarla ilerlerken, Osmanlı yönetiminde elit bir kesim, ‘Devleti yaratan benim, ben karar veririm”de diretmeyi sürdürüyordu. Bu nedenle de işine geleni aldı, işine gelmeyeni “Kutsal değildir” diyerek engelledi. Saraylarda lüks yaşam sürdürmeyi, eğlelenceyi zenginliğin ölçütü olarak gördü.Bir pazar etrafında toplumun birliğini sağlamaya yönelik yaratıcı çalışmalar yerine, sürekli dini önplanda çıkararak birlik sağlanmaya gidildi. Bu tarz harket ediş, hayali birlikler yaratmadan öte bir şey değildi. Nitekim sonuçta da dağılmak zorunda kaldı. Üretenler, değer yaratanlar, yaratılan refahı halkıyla bölüşenler kazandı, hurefelerle egemen olmaya çalışanlar kaybetti. Ülkemizde çağdaşlaşma, daha düne kadar takım elbise giyme, mini etekle dolaşma, tanınmış marka otomobille seyehat etmeyle özdeş sayılırdı. Burjuvalaşmada bu kıstaslar aranırdı. Devlete en yakın olanlar, köşe dönmede becerikli olanlar başarılı bujuvalar olarak görülürdü. Bu anlayış her ne kadar tümüyle kalkmamışsa da, aşılmak için önemli çabaların verildiğini söylemek mümkündür. Bugünkü çözümsüzlüklerin kaynağını bu anlamda devletin örgütlenme geleneğinde ve burjuvazinin gelişme biçiminde aramak gerekir. Bizde her şey, çağdaşlaşma bile, kutsal, dokunulmaz, bir avuç elit kesimin insiyatifinde görüldü. Halka neyin, ne zaman, ne kadar verileceğini hep bu elit kesim karar verdi. “Her şey benimdir” veya ‘Her şey benim eserimdir” anlayışında olanlar, gelişme adına zor ve baskı gücünü kullnarak, değişimi halktan soyutladılar. Osmanlının ‘kutsallık’ anlayışı aşılamadı. Cumhuriyet, Atatürk ve daha birçok şey kutsal sayıldı. Kutsallık bu sefer bir başka açıdan, yani çağdaşlık adına günlük yaşamanın bir parçası haline getirildi. Aslında yapılmak istenen düşüncelerin açılıp, serpilmesini engellemekti. Düşüncelerin özgürce dile getirilemediği ortamda, sanayi alanında da aşama sağlanaması beklenemezdi. Teknolijideki ilerlemenin takip edilmesi için düşünce üretiminin olması gerekir. Düşünce üretiminin yasaklanması teknoloji üretiminin de yasaklanması demektir. Yaratıcı, yenilikci bir toplum haline gelinmemesinin bir nedeni, hatta esas nedeni budur. Araştırma, inceleme, bilimsel değerler yaratma yasaklanmıştır. Düzeni demir yumrukla kontrol edenlerin izin verdiği oranda düşünme ve bir de üstüne üstlük yaratıcı olma beklenmezdi. Daha baştan itibaren kapitalist kalkınma modelini seçilmiş olunmasına rağmen, düşünce ve daha birçok alanda özgürlüklerin önüne geçildiği için kapitalist kalkınmanın özüne de ters düşülmüş olundu. Eğer benzetmede bir hata olmazsa, kapitalizm Avrupadan bize gelirken, ‘sınırlardan içeriye’ adeta ilahlaşarak girdi. Türkiye de kapitalizm kutsallaştırıldı. Buna kim karşı çıkmışsa kâfir ilan edildi. Çünkü ‘Hamiline’ havale edebilmeleri için bu gerekliydi. Başka türlü bir anda köşe dönmeciler yaratılamazdı. Bu nedenle de kapitalizm bizim egemen güçlerin elinde bir ucubeye dönüştürüldü. Sabırsızdılar; sermaye edinilecek, teknikerler yetiştirilecek, fabrikalar kurulacak, üretim yapılacak, ürürünler pazara sürülecek ve satışlardan kâr yapılacak... Bu uzun işleme gerek kalmadan devletin baskı gücü kullanılarak, yine devletin sırtından burjuvalaşma daha kolay ve kestirme yoldu. Bu yolu seçtiler ve bir anda da neredeyse hiç bir ülkede görülmeyen bir hızla ‘büyüdüler.’ 80’lerin ortalarında itibaren yerden ot biter misali holdingler türedi. Bugün aile, tarikat holdingleri gılle gitmekte. Bunlara piçleşmiş kapitalizmin holdingleri de denilebilinir. Bugün kendine sanayici diyen birçok holdingin devlete verdiği borç parayla büyümesi hiçte şaşırtıcı değildir. Bir dönem genel ev patroniçelerinin, hısızların vergi rekortmeni seçilmesinin sırrını bahsedilen kutsallaştırmada aramak gerekir. Elbette böylesi koşullarda nüfun yüzde kırkını aşan bir kesim yoksulluk içinde yüzecektir. İstihdam ve işsizlik sorunları dizboyu olacaktır. Böylesine çarpık ayaklar üzerine kurulu düzende sosyal sorunların üzerine gitmede, sözümona çözümlemede şiddetin kutsanır hale getilmesine şaşmamak gerekir. Ülkemizde basit bir kriminal olaya da, sosyal bir soruna da güvenlik konsepti açısından bakılması bu nedenledir. Özgür düşünmenin, okumanın ve yazmanın önüne yine bu mantıkla geçilmek istenmektedir. Kitap, gazete okumanın çok düşük olduğu bir ülkede en fazla baskıya uğrayanların düşünce üreticilerinin olmasının çarpıklığı da buradan gelmekte. Çükü düşünme engellendiği oranda insan faktörünün önü alınmakta. İnsan faktörü geri plana itildiği oranda da demokratik gelişmenin önü alınmakta, böylece halkın sorgulama gücü engellenmiş olunmaktadır. Tüm bunlar ister istemez çatışmayı, çözümsüzlüğü sürekli kılmaktadır. Sonuçta çağın gelişmesinin gerisinde kalınmaktadır. Yaratamayan, özgürce düşünemeyen toplumunun çağı takip etmesi düşünülemez. Nitekim bu durumda olduğumuz için İMF başkente postunu serip Türkiye’yi yönetmekte, Clinton TBMM giderek iç ve dış politikada izlenmesi gereken politika konusunda “yönetenlere” bir güzel ders vermekte. ABD’nin büyük elçisi bırakın uzun vadeli, günlük politikaya yön vermeye çalışmaktadır. Bunlar Türkiye’nin bilinen utanç taplosudur. KORKULAR YARATMA POLİTİKASI Kalkınmada, modernleşmede anlayış bu olunca, içte ve dışta bolca düşmanlar yaratmaya gidildi. Uluslaşmasını yeterince sağlayamamış, kalkınmasında hamleler yapamamış toplumlara özgü ne kadar çirkeflikler varsa hemen hepsi de sergilendi. Çok gerilere gitmeye gerek yok. 24 Ocak kararları, kurulacak yeni toplum düzeni düşünülmeden eski toplum düzenine çomak sokmadır. Hem varolan ekonomik, sosyal yapıyı dönüşüme uğratmak isteyeceksin ama hem de ortaya çıkacak yeni ekonomik ve sosyal yapının getireceği sorunların çözümü üzerinde düşünmeyeceksin. Bu lumpen anlayışıdır. 24 Ocak kararlarının zorla hayata geçirilmesinden yükümlü 12 Eylül Cuntası ve Özal iktidarı buna tipik örneklerdir. Hısızlığın, soygunculuğun ve bunlara karşı duranlara baskı ve şiddetin kutsallaştırılması en fazla bu dönemde kendini gösterdi. Ekonomik ve sosyal altüst oluşların getireceği sorunlar çağdaş bir yaklaşımla çözümleme yöntemi yerine entikacılık temel alındı. Bunun bir ürünü olarak da Türk-İslam sentezi denilen ne idüğü belli olmayan teoriler ortaya atıldı. Cumhuriyeti koruma adına siyasetle İslam bilinçlice birbirine karıştırıldı. Metropollere göç sorunu böylece halledilmeye çalışıldı. Bir yandan laiklik kimseye bırakılmadı diğer yandan da laiklik İslamla bütünleştirilmeye çalışıldı. Cuma namazlarına gidenler, Kurandan ayetlerle demeçlerini süsleme becerisini gösterenler en fazla laik kesilenler oldu. Eski düzeni bozulan ama yerine yeni bir düzenin kurulamadığı koşullarda kırsal kesime boyun eğdiriş, Türk-İslam tezinin bizzat devlet eliyle yaygınlaştırılmasıyla sağlandı. Çağın zaten gerisinde yaşam sürdüren köylülük, Anadolu’nun geleneksel esnaf kesimleri, tarikatların eline teslim edildi. Tepeden inmeci serbest pazar uygulamarının toplumda yaygın altüst oluşlara sebeb olacağı, tahmin edilmeyecek bir gelişme değildi. Altüst oluşları göğüsleyecek ne sermaya birikimi, ne de mevcut sanayileşmenin gücü vardı. Bu durumu fırsat bilen tarikatlar, Refah Partisinin de desteğini alarak ortaya çıkan boşluğu değerlendirdi. Bu politika devletin işine geldi ve geçici de olsa sisteme nefes aldırıcı bir taktik olarak bakıldı. Refah Partisi’nin birden bire birinci parti durumuna gelmesi bu anlamda hiçte tesadüfi bir durum değildir. Daha sonraları DEP aracılığyla SHP’nin de götürülmesi hem yeni holdingleşmeye başlayan islamcı güçlerin, hem de İstanbul sanayi tekellerinin işine yaradı. Zaten geri, eğitimsiz, örgütsüz köylülükle birlikte büyük kentler etrafında kümelenmiş göç, böylece uzun bir süre kontrol altında tutulmuş oldu. Metropollere göç etmiş kitle tipik uluslaşmasını tamamlamamış bir toplumun aynasıydı. Büyük şehirlerin kenar mahallelerine serpilmiş göçmen kitle, adeta ayazda hissediyordu kendini. Şaşkınlıklarını kısa zamanda gidermeleri beklenemezdi. Kırdan kente göç eden kitle, göç ettikleri yerlerde gettolar oluşturmuşlardı. Malatyalılar, Trabzonlular, Kayserililer vs. mahalleleri oluşmaya başlamıştı. Sadece bölgeler temelinde bir gettolaşma kendini göstermemiş, aynı zamanda Kürtlerin, Gürcülerin, kafkaslıların, Arnavutların vs. milliyetler esasına dayalı gettolaşma da ortaya çıkmıştır. Gelişen serbest pazar ilişkileri mozaiğin açığa çıkmasını sağlamıştır. Gettolaşma, göç kitlesini daha da kendi içine kapanmayı getirdi. Bu tür bir gettolaşma uluslaşmasını tamamlamış topluma özgü bir durumdur. Göç kitlesi, göç ettikleri şehrin yerleşik nüfusunun üstünde olmasına karşın en ufak etkileri yoktu, olması da mümkün değildi. Bu tür özelliklere sahip kitleye bir de Türk-İslam sentezi şırınga edildi. Böylece, her açıdan itaat aden kitle konumundan çıkarılmamış oldular. Sadık, şükürcü köylü kültürü, büyük kentlerin etrafında gettolarda da korunmuş oldu. Gettolarda giderek askeri kıta disiplini egemen kılındı. Çünkü, günlük yaşamın ihtiyaçları bile Allaha havale edilmişti. Bu kesimler içinde harç görevi ütlenen İslam ideolijisine rolü yeterince oynatıldı. Bu disipline gelemeyenler ve İslam ideolojisinin katı kurallarına yan çizenlerin, bir süreliğine çeteçilik yapmaları görmezden gelindi. Ortaya atılan Türk-İslam sentezi o kadar başarılı oldu ki, sol kesilen birtakım çevreleri bile etkisi altına aldı. İnsan hakları ve demokrasi mücadelesi bahanesiyle bazı çevreler Refah Partisiyle ve tarikatlarla ittifak içine bile girdiler, ortak pretostolar geliştirmeye başladılar. Öylesine ucube bir demokrasi havarisi kesildiler ki, tarikatlara örgütlenme özgürlüğü istediler. Yakalandıkları oltadan artık kendilerini kurtaramadılar. Süreç içinde bahsettiğim solun bir kesimi pek kopmak da istemiyordu. İslamcı kesimlerler birlikte hareket ediş, süreç içinde bıyıklarının kaytanlanmasını ve dudaklarının yağlanmasını getirmişti. Sol adına hareket eden bazı çevrelerin varlığı bugün böylesi bir ‘dayanışmaya’ bağlı hale gelmiştir. Hatta islamcı çevrelerle birlikte sol adına yeni oluşumlar geçer akçe haline getirildi. Oysa, islamcı güçlerle ittifak halinde özgürlükler değil, Ortaçağ karanlığına geri dönüş sağlanır. İran ve Afganistan bunun açık örnekleridir. Böyle bir hareket zemini seçenlerin ülkemizde insan hakları ve özgürlüklerin egemen hale getirilmesi için yürütülen çabalarla bir ilgileri olacağını sanmıyorum. Bunlar, orta sınıf içinde yükselme becerisi gösteremeyen cambazlardır. Oysa Türkiye’de siyasallaşan İslam, değişime uğramamış küylülüğün temsilcisidir. Daha geniş anlamıyla, geleneksel yapının temsilcileridir. Bu anlamda, bu güçlerle ittifak peşinde koşan sol veya demokrat geçinenler hareket tarzlarıyla değişimin karşısında yer aldıklarını kabul etmek zorundadırlar. Bunları söylerken, Türkiye toplumsal gerçeğini inkâr ediyor değilim. Modernleşmeye gidilirken, demokratik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi sağlanırken, ezici çoğunluğun müslüman olması elbette dikate alınmalıdır. Değişimin bir anda olmayacağı açıktır. DEĞİŞİM KENDİNİ DAYATMAKTA Bizde değişim, yani modernleşme her dönemde devlet eliyle yaratılmıştır. Alttan gelen bir zorlamayla yenilikler yaratan bir toplum değiliz. Tanzimattan bu yana Avrupalılaşma çabaları yürütüle gelinmiştir, ama bir türlü de Avrupalı olmamışızdır. Avrupa toplumları üretim temelinde değişimi sağlarken, biz modernleşmeye höykünmüşüzdür. Yani Avrupa çağdaş değerler toplumu olurken biz, hurefeleşmiş dinsel kaidelerle yoğrulan bir toplum haline geldik. Üretimime dayalı değişimi temel alan bir yol izlenmemiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan buyana bir avuç bürokrasi eliyle, dolayısıyla devlet eliyle değişim yaratılmaya çalışılmıştır. İster istemez bu, sınıflar arası uçurumu derinleştirmiş, zaman zaman da şidettli çatışmayı getirmiştir. Çatışmayı önlemenin tek yolu da baskıda görülmüştür. Toplumsal muhalefet baskıyla engellenmek istenmiştir. Bir adım yürüyenin, iki laf edenin kafasına vurulmuştur. Doğal olarak böylesi koşullarda baskıya lumpen bir milliyetçilik karıştırılmaktan da geri durulmamıştır. Ne zaman islamcılığın, ne zaman lumpen milliyetçiliğin yaygınlaştırılmasına da ‘üstteki akıllılar’ karar vermiştir. Ekonomik uygulamalar bile milliyetçilikle izah edilmeye çalışılmıştır. Üstten aşağı empoze edilen ekonomik kararları başka türlü hayata geçirme mümkün değildi. Bu uluslaşma düzeyimizin de bir göstergesidir. Türk uluslaşması 90’lı yılların ortalarından sonra yeni bir evreye girmeye başlamıştır. Çünkü “herşeyi ben yarattım” diyen, ulusu ve uluslaşmayı temsil ettiğini iddia eden bürokrasinin etkisi önemli oranda kırılmıştır. Orta sınıflar yaygınlaşmaya başlamıştır, ve toplumda eğitim düzeyi her geçen gün yükselme trendine girmiştir. Köylülükte artık küçük toprak mülkiyeti önemini yitirmekte, yerini yavaş ta olsa işletmeciliğe bırakmaktadır. Günümüzde feodalitenin yok olması geşmişte olduğu gibi feodalleri zenginleştiren toprak reformunda değil, işletmeciliğin yaygınlaşmasından geçmektedir. Köylülüğün daraldığı, orta sınıfların geliştiği, işçi sınıfının örgütlülüğü arttığı oranda ekonomik ve siyasal talepler de artacaktır. Demokratik ve özgürlükçü ortamın egemen olması kaçınılmazdır. Gidiş bu yöndedir. Burjuvazinin sermaye gücü artmış; ister kendi olanaklarıyla, ister dış ortaklıklarla olsun uluslararası planda yatırımlar yapacak düzeydedir. Bu aşamadan itibaren ciddi bir değişim kendini dayatmış durumdadır. Burjuvazi de açılan derin uçurumların belirli ölçülerde giderilmesinden yana tavır takınmaktadır. Çatışma değil, azda olsa dengelerin korunduğu bir ortamda çıkar görmektedir. Bujuva partileri belli bir sınıf yapısına oturmak zorundadır. Aynı sınıf tabanında aile partileri olmaktan çıkmak zorundalar. Sosyal gelişme bu ayrışımı zaten kendiliğinden yapmaya başlamıştır. Birkaç partinin zaten dar olan aynı sosyal tabanı bölüşmesi gibi bir kavga sona ermeye başlamıştır. Zaten burjuva partilerinde yaşanan tıkanıklıkların bir nedeni de bu idi. Son seçimlerde DYP ve ANAP’ın daralmalarının bir nedeni de, her ikisinin dar bir kapıdan aynı anda içeri girmeye çalışmalarıdır. Hatta CHP’nin de parlemento dışı kalmasında önemli oranda bu rol oynadı. Dünyanın ve Türkiyenin değişen koşullarını değerlendirip devletin koruyucu kollarının altında siyaset geliştirme alışkanlığından geri durmamanın cezasını ödediler. Artık geniş kitleleri duyarsız kılan politikalardan uzaklaşıp, temsil ettikleri kesimin örgütlü siyasal hareketleri olmak ve bugüne kadar oluşturamadıkları uzun vadeli ulusal politikaları geliştirmek zorundadırlar. Çağla tanışmamış köylülükten oy avcılığı yapma alışkanlığıyla bir yerlere gidilemeyeceği görülmektedir. Bu aşamadan sonra, bugün de varolan ve önümüzdeki süreçte kendini daha çok dayatacak olan birey sorunudur, bireye inme sorunudur. Serbest pazar ilişkileri ülkemizde artık en ücra köşelere kadar girmiştir ama gerekli bilgi ve kültürü yaygınlaştıramamıştır. İstihdamı sürekli kılma, yani iş olanakları sağlama, eğitim seferberliği vb. daha birçok alanda hızlı, ciddi, planlı çalışmalarla insanların çağla tanışması sağlanır. Tüm bu yönlü gelişmeler özgürlükleri, demokrasinin genişletilmesini dayatmaktadır. Demokrasinin çağın ölçülerine uygun bir biçimde geliştirilmesi ve kararnameler devletinden çıkıp hukuk kurallarının egemen olduğu bir devlet yapısına geçilmesi yönünde yürütülen çabaların önü artık alınamaz bir noktaya gelmiştir. Bir çok sorunu yok saymakla, inkârcılıkla yol alınamayacağı açıktır. Önümüzdeki süreçte sorunları halletmek için içte ve dışta bolca düşmanlar yaratarak gidilemeyeceği ortadadır. Halkıyla barışık olmayan devlet olmaktan çıkmak zorunluluktur. Eğer ayak diretmeye devam edilirse, giderek gelişen, zenginleşen bir ülke konumundan ziyade fakirleşen ve çağın tümüyle dışında kalmaya mahkum olmuş bir ülke konumuna gelinmiş olunacaktır. Serbest rekâbetin hüküm sürdüğü koşullarda azınlıklar ve milliyetler sorununa şiddetle çözüm bulunmaya kalkışılması geçersiz bir yöntemdir. Kapitalist ilişkiler geliştikçe farklı dil ve kültürler de bir o kadar açılıp serpilecektir. Asimilasyon uygulamalarıyla sonuca ulaşılmasının zamanı çoktan geçmiştir. İç pazarın uluslararsı tekellere sınırsız açılımı için çaba gösterilirken, farklı dilleri ve kültürleri inkâr etmede direnme olanaklı değildir. Osmanlı’yı yükselten, büyük yapan özellikler bir kez daha gözden geçirilmeli. Henüz aşılamamış lumpen milliyetçilikle gelişmelerin önüne geçilemeyeceği bilinmelidir. Kaldı ki, milliyetçi olduklarını iddia edenler de uluslararası sermayeye çoktan teslim olmuşlardır. Bunu artık saklamalarına gerek yoktur. Ayrıca insan hakları ve düşünce özgülüğünün sağlandığı koşullarda herkesin farklılıklarını ortaya sergilemesi o kadar korkulacak bir şey değildir. Tam tersi, farklılıkların kendini sergileme olanağı bulamadığı koşullar tehlikelidir. Eğer bir halk karşılaştığı baskı ve şiddet sonucu kimlik krizi içine girerse bu çok daha tehlikelidir. Sıkışmış gaz misali bir noktada patlama gereği görür. 15 yıldır PKK maşası kullanılarak estirilen terör sonucu Kürt halkı büyük bir kriz içine sürüklenmiştir. Serbest pazar ilişkilerinin yaygınlaşmasıyla ortaya çıkacak değişimlerin alacağı biçimlerden korkulduğu için PKK terörü kullanılmıştır. Bir yandan da uyanmak üzere olan Kürt milliyetşiliğinin islamla birleşmesini engellemek için İslamcı terör haraketi geliştirilmiştir. İlk başlarda bunun alt yapısı Refah Partisiyla hazırlanmış Hizbullhla son darbe indirilmiştir. Batı’da İslam tesettüre takılırken, Doğu ve Güney Doğu’da sonuçta Hizbullah terörüyle birleştirildi. Her iki biçimle de halk uysallaştırılmıştır. Bir dönem Türk-İslam tezi geliştirilirken bu tür incelikler de gözardı edilmemiştir. Demokratik değişimler ve kültürel açılımlar da PKK eliyle bastırılmıştır. Doğu ve Güney Doğu uzun yıllar çok yönlü bir kuşatma içinde tutulmuştur. Böylece Sorun halledilmeye çalışılmıştır. Böylece demokratik hak ve özgürlüklerin gelişiminin önüne geçilmiş, kitleler iliklerine kadar sömürülmüş ve tekelci sermayeye daha bir güç kazandırılmış olundu. Ama artık bir yol ayrımına gelinmiştir. Böylesi becerileri sergileyen kompartıman görevlileri artık yerlerini terk etmek zorundadırlar. AVRUPA BİLİĞİNİN KEBABI YENMEZ Yeni yol ayrımında Kürt aydınlarına büyük görevler düşmektedir. Bugüne kadar bu konuda birçok hatalar yapılmıştır. Terörden medet umma, teröre dayanarak bir takım haklar elde etmeye çalışma gibi yanlışlıklara düşülmüştür. Terörle demokratik hak ve özgürlükler arsında kesin bir çizgi vardır. Araya çizgi çekilmedikçe demokratik hak ve özgürlükler için kavga verilemez. Kaldı ki, hiç kimse elinde tuttuğu maşayı bir başkasına kullandırmaz. Nitekim kullandırılmamıştır da. Tüm bu gerçekler ortada dururken HADEP’in demokratik hak ve özgürlükler adına PKK külfetinden kurtulmak istememesi ilginçtir. Bu ilginçliğin nedenleri çok yönlü irdelenebilir. Bunca tarihi tecrübeden sonra, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin Kürt kartını hangi biçimlerde kullandığını HADEP’in bilmememsi düşünülemez. Bu güçler, Türkiye’ye çıkarlarına uygun politikalarını uygulatmak için Doğu ve Güney Doğu’nun içinde bulunduğu koşulları bahane etmektedirler. Çıkarlarını elde ettikleri gün de Kürdü unutmaktalar. Globelleşen düya koşullarında Türkiye’nin jeo-politik konumu dikkate alınırsa ne ABD’nin ne de Batı Avrupa’nın Kürt sorununu geçmişte olduğu gibi ciddi biçimde dürtükleyeceklerini sanmıyorum. Bakü-Ceyhan boru hattı bu politikanın pratikta pekiştirilmesinin sadece bir örneğidir. Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğuda bu güçlerin çıkarlarına uygun köşe direklerinin yerinde tutulması Türkiyenin güçlülüğünden geçtiği bilinmektedir. Bugün Avrupa Birliği’nden gelen devlet görevlilerinin Doğu ve Güney Doğu bölgelerine kısa süreli turistik geziler düzenlemelerinin altında yatan esas neden, pastada payı büyütme çabasından ibarettir. Türkiye pazarları üzerinde ABD ve B.Avrupa, özellikle de Almanya büyük bir çekişme içersindedir. Bu çekişmeyi şimdilik, bölgede köşebaşlarını tutma anlamında ABD kazanmış görünmektedir. İveç’in, Lüksemburg’un, Kanada’nın Diyarbakır belediye başkanını ve HADEP yöneticilerini ziyareti pastanın bölüşüm çabalarının bir ürünüdür. Herkes GAP, enerji, telekominikasyon yatırımlarından ve askeri araç-gereç alımlarından payını istemektedir. Nitekim payını alan köşesine çekilip oturmakta demokrasi insan hakları vb. sorunları unutmakta. Bu ülkelerin sahtekârlıkları, ikiyüzlü davranışları yıllardan buyana sürüp gitmektedir. Emperyalist güçlerin amaçları bilindiği halde, yakasına ‘Kürt aydını’ yaftası yapıştırmış bazı çevrelerin gönüllü işbirlikçiliğe soyunması hiçte anlaşılır bir şey değil. Aslında Avrupa Birliğinin diğer ülkelerini Türkiye’ye karşı böylesi bir yönelim içine zorlayan da daha çok Almaya’dır. PKK’nin yıllardan buyana esrar-eroion, Doğu ülkelerinde beyazkadın ve Ortadoğu- Avrupa arasında insan kaçakçılığını yaptığını bilmekte. Bu tür faaliyetlerin PKK aracılığyla Kürtler arasında yaygınlık kazanmasını da teşvik etmekte. Bu yolla hem kaçakçılık yollarını denetimi altında bulundurmakta, gelirler elde etmekte hem de kürt kitlesini bataklığın içine sürüklemektedir. Öbür yandan da ‘sorun’ çözümü teranasiyle boy göstermekte. PKK içinde merkezden alt birimlere kadar kendisine bağlı ekibi yıllardan buyana yaratmıştır. Hatta PKK içinde çoğu birimlerin kurulmasında Almanya istihbaratının onayı alınmaktadır. Bu ekibin kimlerden oluştuğu herkesce bilinmekte. Almanya’nın ve daha birkaç Avrupa Birliği ülkelerinin ayarlı desteği olmaksızın PKK Avrupa’da bir gün bile ayakta kalamaz. Bu destekte Almanya’nın rolü belirleyicidir. Diğer ülkeler daha çok Almanya’yı izlemektedirler, bir anlamda da izlemek zorundadırlar. Almanya bir dönem daha PKK kozunu kullanma taraftarıdır. Son dönemlerde PKK’ye yönelik hazırlıkları bu yöndedir. Fanatik islamcı akımlarla olan ilişkileri başlıbaşına irdelenmesi gereken bir sorundur. Bu tür ilişkiler üzerine söylenecek daha çoktur. Farklı dilleri ve kültürleri kabul etmeyen Almanya gibi bir ülkeden medet umma tam bir safdilliktir. Bu tablo karşısında HADEP’in takındığı tavır, PKK ve Avrupa ülkeleriyle olan ilişkileri pek dikkat çekicidir. HADEP, PKK ile olan ilişkilerini inkâr edemez, çünkü Abdullah Öcalan’da bu ilişkileri açıklamıştır. Eğer kabul etmiyorlarsa, önce Öcalan’ı yalanlamaları gerekir. Bugün bir takım çevreler, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday üye olarak kabul edilmesini olduğundan çok fazla abartılmakta. Kabul etmek gerekir ki, Türkiyenin AB’ye ihtiyaci kadar AB’nin de Türkiye’ye ihtiyacı vardır. Hiç kimse bu pazarı kaybetme riskini göze alamaz. Ayrıca SSCB’nin yıkılmasından sonra Türkiye’nin de olanakları olabildiğince artmıştır. Bugün AB ile yapılan ticaret hacmi, Rusya ile yapılan ticaret hacmiyle neredeyse eşit durumdadır. Ayrıca Kafkas ve Orta Asya pazarları da Türkiye açısından büyük olanaklar getirmektedir. Bu olanaklardan da akılllıca yararlanmaya başlandığı söylenebilir. Yine yeni de olsa Çine açılma çabaları da vardır. Sermaye ve sanayi girdilerinde dışa bağımlılık gibi konular veya sorunlar bahane edilerek, gelişmelerin yönü görmemezlikten gelinemez. Salt bir noktayı önplana çıkartarak polika geliştirilmez. Bugün Türkiye’de yeni bir süreç yaşanmakta ve bu süreçte uluslararası pazarlarda rekabet etmek isteyen bir burjuvazi vardır. Açıkcası çıkarların karşılıklı olduğu unutulmamalıdır. Ülkemizde demokrasi sorununa bir de bu açıdan bakılmalıdır. Türkiye AB üyeliğine olmazsa olmaz kuşuluyla bakmamaktadır, bakmamalıdır da. Şıkıştırıldığı noktada çok rahat bu üyeliği tepebilir. Çünkü gerektiğinde kullanabileği alternatifler çoktur. AB, Türkiye’nin üyeliği sorununa aynı zamanda güvenlik açısından da bakmaktadır. Bu aynı zamanda onların zayıf noktasını oluşturmakta. Er veya geç Rusya sorunlarına çözüm getirecektir ve yeniden ayakları üzerinde duracaktır. Gelişmeler de bu yöndedir. Ayakları üzerine duran bir Rusya’nın, Çevre ülkeleriyle geliştereceği ittifaklarla, Avrupa ve ABD’ye karşı süper güç rolünü tekrar oynama konumuna gelme ihtimali yüksektir. AB bugün politikasını geliştirirken, bu yönlü gelişmeleri dikkate almaktadır. Burada AB için güvenlik sorunu ciddi biçimde gündemleşmektedir. Uzun vadeli güvenlik sorunu da Türkiye alternatifini ister istemez önplana çıkarmaktadır. Bu noktada Türkiye ye ihtiyaçları vardır ve olacaktır da. Türkiye bugün Balkan, Kafkas ve Ortadoğu’da bir istikrar unsurudur. Bu istikrar unsuru ayakta kaldığı müddetce Avrupa istikrarını sürdürebilir. Avrupa’nın zaman zaman Türkiye’yi orasından burasında inciklemesi binciklemesi aşk oynundan öte birşey değildir. Türkiye bugün Avrupa, ABD ve Rusya arasında bir denge kurma çalışması içindedir ve bu dengeyi büyük oranda başardığını söyleyebiliriz. Mavi Akım projesi bu çabanın bir ürünüdür. Son dönemlerde içte girişilen temizlik faaliyetlerini böylesi bir dengenin ürünü olarak da değerlendirmek gerekir. Avrupa’nın dayatmalarında nasıl bir sahtekâr olduğunu göstermek için bir başka olguya daha değinmekte yarar var. Avrupa Birliği, SSCB’nin dağılmasından sonra, ABD’nin etki alanında çıkma eğilimine girmiştir. Ama bunda pek başarılı olmadığı da ortadadır. Balkanlar’da ortaya çıkan gelişmeler acizliklerinin göstergesidir. Ayrıca Küreselleşen dünya koşullarında ABD, Avrupanın pazar olanaklarını daraltmada başarılı olmuştur. ABD’nin Meksika ve Kanadayla yaptığı ticaret işbirliği ve bu işbirliğinin diğer Latin Amerika ülkelerini de kapsayacak biçimde geliştirmesi Avrupanın pazar olanaklarını giderek kısıtlamakta. Avrupa, Türkiye’ye karşı yaklaşımlarında, ABD karşısında rekabet gücünü dikkate alarak hareket etmektedir. Arka arkaya Ankara ziyeretleri boşuna değildir. İnsan hakları ve demorasiden dem vurmaları da mandolinde si sesi çıkarma misalidir. Dikkat edilirse malum ziyaretçiler, sendikalaşma, toplu sözleşme, genel grev, üniversite özerkliği vb. konuları telefuz bile etmemekteler. Bu da onların ne kadar sahtekâr olduklarını gösteren bir başka ölçüdür. Sorunu bir başka açıdan da irdeleme gerekir: HADEP kitleler nezdinde gerçekten inandırıcı olmakta mıdır? Her şeyden önce bir belediye başkanın onlarca kez Avrupa başkentlerinde ne işi vardır? “Bu gerekliydi” deniyorsa, yapılan ziyaretler sonucunda yatırımlara yönelik ne tür yardımlar almıştır, hangi projeleri başlatmıştır? Yardım ve projeler hangi alanlara yöneliktir? Tüm bunların kamuoyu nezdinde hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde açıklığa kavuşturulmalıdır. Ayrıca kopartılan bu kadar fırtınadan sonra belediyelerinde tüm gelir ve giderlerini halk nezdinde açıklığa kavuşturmalılar. Böylece holdingci basın ve yayınların iddiaları çürütülür ve en önemlisi de halka güven verilmiş olunur. Yoksa töhmet altında kalmaya devam ederler ve güven verici olmaktan uzak olurlar. Ama bana kalırsa bu kadar bol seyahatle zaman geçireceklerine ve belediyelerin mali olanaklarını boşuna harcayacaklarına, bu paralarla halka hizmet götürülmesi daha yararlı olur. Gerçekten demokrasi için yola çıktıklarını iddia edenler, demokrat olduklarını göstermeliler. Kaldı ki HADEP yasal bir partidir. O zaman proğram ve yasal kurallar çerçevesinde hareket etmeyi kabul etmiş demektir. Çağdaş bulmadığı yasaların değiştirilmesi için mücadele etme bambaşka bir sorundur. Yasalar çerçevesinde faaliyet yürütme demokratik olmayan yasaların kaldırılması mücadelesini yadsımaz. Bunun yol ve yöntemleri vardır. Demokrat olmanın, demokrasi ve özgürlükler için mücadele vermenin bir ölçütü de, terörizme karşı aktif tavır almaktır. HADEP, PKK provakasyonuna, hatta bu çete ekibiyle ilişki içinde giderek korucuların örgütlenmesi haline gelmek istemiyorsa, cesaretini toplayıp kendine yeni baştan çeki düzen vermelidir. Emperyalist güçlerin temsilcileriyle kebab yeme yerine, kebabı halkla birlikte yeme daha tutarlı bir yoldur. 

ŞUBAT 2000 
BAKİKARER

SAHA TEMİZLİĞİ

BAKI KARER
SAHA TEMİZLİĞİ


Ülkemizde yaşayan halkın yüzde doksandokuza varan bir kesiminin müslüman olduğu bilinmekte. Hiç kimse yaşanan sorunları, İslam dininde aranmalı mı veya aranmamamlı mı gibi bir ikilemin arasına sıkıştırma yanlışlığına düşemez. Dinin toplumsal yapıda oynadığı rol bilinmekte. Ama din konusu hassastır diye, dine dayandırılarak geliştirilen provakasyonları tartışmamazlık yapamayız. Felsefe geleneğinin bulunmadığı toplumumuzda, bir çok konunun “hassastır” diye geşiştirilmesine veya yüceltilerek dokunulmaz bir varlık gibi sunulmasına karşı suskun kalınamaz. Son günlerde olup bitenler, İslam adına yola çıkartılmış gruplar aracılığıyla Doğu ve Güney Doğu’da yaşayan halkımızı her cepheden terörizmle özdeştirme çabalarından başka bir şey değildir. PKK paravanasıyla soldan tamamlanan süreç, şimdi islamcı gruplarla sağdan tamamlanmaktadır.
Son dönemlerde Hizbullah gurubunun sergilediği vahşetlerin toplum nezdinde açığa çıkarılması, hiç tartışmasız olumlu bir gelişmedir. Yalnız, ülkemizde çıkan sorunları bu kadar yalın değerlendirme olanağına, daha doğrusu lüksüne sahip değiliz. Özlemini çektiğimiz demokrasi için onlarca yıldır mücadele verilmekte. Düşünmenin, yazmanın yasak olduğu koşullar henüz tam anlamıyla aşılmış değildir. Entrikacılıkta hep Bizans önsaflarda tutula gelinmiştir, ama egemen güçlerimizin entrikacılığı gerçekten Bizansa taş çıkartacak güçtedir. Ne olursa olsun, bilerek veya bilmeyerek yanlışlıklar yapılmışsa, demokratik olmanın bir ölçütü de yapılmış olan hataların kabul edilmesidir. Eğer bir ülkede yönetim geçmiş hatalarını kabul etmiyor, geçmişe eleştirel bir yaklaşım getirmiyorsa,o ülkede demokrasi geleneğinin yerleştiğini söyleyemeyiz. Malesef, bizde, yönetimde bulunanlar, hata yapmayan bir Tanrı gibi kendilerini lanse etmektedirler. Tüm olumsuzluklardan, yanlışlıklardan uzak, iyiliklerin ve güzelliklerin tümünü yönetime ait gösterme vazgeçilmez bir alışkanlık halini almıştır. Oysa bu mantık, bu davranış biçimi ayıbı olanlara aittir. Ayıbı olmayanlar açık olmadan, eleştiriden, gerçeklerin tüm çıplaklığıyla açığa çıkmasından kaçınmazlar. Çünkü hesabını veremeyeceği birtakım ilişkiler içine girmemiştir. Ama bizde işler böyle yürümemekte. En ufak araştırmaya ve soruşturmaya bile sabır gösterilmez. Gerçeklerin açığa çıkması için çaba gösterenler daha başından susuturulmaya çalışılır. Tepeden tırnağa tertemiz olunduğu iddia edilir. Devlet yönetiminde bulunanlar bu kadar sütten çıkmış kaşık ise, bu kadar cinayet niçin ve nasıl işlenmiştir? Ülkelerin iç sorunlarının aynı zamanda uluslararası sorun olduğu günümüz koşullarında “Devletin hiç bir kusuru yoktur” demekle sorunların üstesinden gelinemeyeceği açıktır. Bugünkü dünya koşullarında demokratik ülke olmanın önkoşulu, geçmişin özgürce sorgulanmasını ve gerçeklerin tüm çıplaklığıyla kamuoyuna sergilenmesinden geçer. Bu anlayış, cumhuriyeti cumhuriyet yapan, cumhuriyeti demokrasiyle kaynaştıran en önemli bir halkadır. Bilindiği gibi, iç sorunun aynı zamanda uluslararası bir sorun olduğunu her zamanki acurluğuyla Türkiye de kabul etmiştir. Ama artık imza atıp sonra da atılan imzayı unutma dönemi çoktan bitmiştir. Bir de bu noktadan hareket edildiğinde, ülkemiz yurttaşlarının can güvenliğini sağlamamanın ceremesini ödemek zorunda olanlar açığa çıkarılmalıdır. Ama görüyoruz ki, sorumlu tutulması gereken kişiler ve kurumlar demokratik hukuk normlarından kaçmanın çabası içindeler. Büyük ihtimalle de hesap vermeyecekler. İnsanın bunca olup bitenler karşısında gerçeği görmek için çok fazla uğraş vermesine gerek yoktur.
Özellikle son yirmi yıldır ülkemizde bir melodidir çalınıp duruyor. Günün her saatinde bize zorla dinletilen bu melodi yüzünden sağlıklı bir toplum olduğumuzu nasıl iddia edebiliriz? Bu nedenledir ki, yolda yürürken kalabalıkta omuzlarımızın birbirine değmesi bile karşılıklı bıçak çekmenin bir nedeni olabilmekte. Pisikoloji ve ruh sağlığı alanında yaşanılan sorunlar, ülkemizde başlı başına bir sektör olmaya doğru gitmekte. Bunun, sanayileşmede dev adımlarla ilerlediğimizden dolayı olmadığını belirtmeye gerek yok. Devletin ceset aramak için kolları sıvama becerikliliğinden kaynaklanmaktadır. Her yönüyle verilen uğraşlar sonucu toplumumuz ağlayan bir toplum haline getirildi. Cumhuriyet ve demokrasi adına her gün atılan salvaların arkasında siper alınarak bireyleri yurttaş olma kriterlerinden uzaklaştırmanın gayretleri sarfedildi. Oysa ümmet toplumundan çıkıp modern toplum, ulus olmanın en önemli ölçütü bireylerin yurttaş haline gelmesidir. Bir yanda aşiretciliği, bilinçlice ayakta tutmanın gayretleri, dolayisiyla genelde demokratik hak ve özgürlüklerin gelişmesini engellemek için yürütülen çabalar, ülkemizi ümmet toplum düzeyinde tutmanın gayretleri değil de nedir? “Düşük yoğunluklu çatışma”ya rağmen, hangi ülkede burjuvazi giderek güçlenen bir konuma gelmiştir? Ama malesef Türkiye’de bu olmuştur. Kapitalizmin gelişme yasasına Türk katkısı! Yoksa başka türlü enflasyonda, trafik kazalarında ve en önemlisi de faili meçhul cinayetlerde dünya birincisi olamazdık. Bugün dünyanın hiç bir ülkesi, binlerle ifade edilen faili meçhul cinayetlerle anılmamaktadır. İslam adına ortaya çıktıklarını iddia eden Hizbullahcıların ve Apocuların bu tabloya sunduğu hizmetlerin unutulur cinsten olmadığı artık bilinen bir gerçektir.

HİZBULLAH HANGİ KOŞULLARIN ÜRÜNÜ

Hizbullah örgütü durup dururken ortaya çıkmadı.Dolayısıyla bir günde keşfedilen bir örgüt de değildir. Hizbullahın ortaya çıkışını 12 Eylül uygulamalarından Öcalan’ın sunduğu hizmetlere kadar bir yığın etken sağladı. Ama ben, daha çok bu kanlı örgütü ortaya çıkartan koşullara ve ilişki ağlarına değinmeyi uygun buluyorum. 24 Ocak kararlarının yürürlüğe konulduğu dönemde, uygulamadan alınacak sonuçların tahmin edilemeyeceğini kimse söyliyemez. O dönemde sahip olunan toplumsal ilişkiler ve ekonomik yapı gözönünde bulundurulduğunda, tepeden inmeci 24 Ocak kararlarının çok pahallıya mal olacağını görmeme mümkün değildi. Halk, bu anlayışa karşı tepkisini, 12 Eylülden sonra yapılan ilk seçimlerde vermişti. Ne yazık ki, kötüler içinde iyisini seçme zorunda kalmıştı. Sosyal demokrasi dahil sol ve ezilmiş, kitleler tek yönlü seçenekle karşıkarşıya bırakılmıştı. Buna bir de Doğu ve Güney Doğu’nun ağalık, şeyhlik ilişkilerinin yanısıra genelde köylülüğün, küçük üreticiliğin ağır basması ve bu kesimlerin geleneksel düşünce ve davranışları eklenince, tutucu bir seçeneğin ortaya çıkması beklenen bir sonuçtu.
Elbette askeri yönetime karşı her zaman sivil bir seçenek tercih edilir bir durumdur. ANAP iktidarı sivil bir seçenek olarak kabul görmüş olmasına karşın, bugün alınan olumsuz sonuçların baş mimarlarından biridir.Yığınlarda doğan boşluk islamcı düşünce ve örgütlenmelerin geliştirilmesiyle giderilmeye çalışılmıştır. Toplumun hemen hemen her kesiminde islamcı düşüncelerin geliştirilmesi için yoğun bir çaba içine girilmiştir. Cumhuriyeti güçlendirme ve demokrasiyi geliştirme adına ümmet toplumunun özellikleri egemen kılınmaya çalışılmıştır. Bu yönlü girişimler, islamcı sermaye ile güçlendirilerek kalıcı hale getirilmek istenmiştir. Bu gün ülkemizde, islamcı-ümmetci kesim, sahip oldukları örgütlenmeleriyle, mali ve ekonomik olanaklarıyla artık sosyal bir olgu haline gelmiş durumundadır. Toplumda kolay kolay silinmeyecek bir konuma yükselmişlerdir. Bu yükselişte 12 Eylülcü devlet anlayışının desteğini inkâr etme, tüm toplumu kör sayma anlayışında diretmedir. Entrikacı alışkanlıklarından sıyrılmayı hazmetmeyen bir yönetime sahibiz hȃlen. Cumhuriyet ve laiklik adına hiç bir ülkede meshepler arası kavga körüklenmez. Devlet, mezheplere eşit oranda uzak durmak zorundadır. Bizde ise devlet, laiklik adına yıllardır sunniliği ön planda tutmuş ve bu mezhebin çağdışı bir anlayışla örgütlenmesine katkı sağlamıştır. Yine azınlıklar ve farklı dinler hiçe sayılarak okullarda din dersi zorunlu kılınmıştır. Burjuva siyasal partileri iktidara gelebilmek için tarikatlara her türlü olanağı sağlamış, kolay yoldan oy kazanmanın hesaplarını örgütlenmelerinin temel direği haline getirmişlerdir. Örgütlenmelerini Doğu’da feodallere, aşiret ve dini reislere dayandırılırken, Batı’da tarikat şehlerine, köy muhtarlarına ve imamlara dayandırılmıştır. Eğer bugün Fethullahcıların sadece eğitim alanında 300 trilyonu bulan bir yatırımından bahsediliyorsa, bunda devlet desteğinin olmadığı iddia edilemez. Alevi köylerine kadar cami inşa eden ve buralarda Kuran kursu açtıran yine devletti. Bu tür uygulamalara karşı çıkan aydınlar, bilim adamları, sendikacılar vb.çevreler ya tutuklandı, ya da katledildi. Öyle ki, Atatürk’ün laiklik ve cumhuriyet üzerine konuşmaları dahi sakıncalı bulunurak yasaklandı. Kemalist olma bile tehlikeli görüldü.
Serbest pazar uygulamaları adına curcunaya dönüştürülen ekonomik uygulamalar kitlelerde yoksullaşmayı had safhaya vardırdı. Giderek nüfusun çoğunluğu şehirlerde yaşamaya başladı. Ama bu yığılmanın, sanayinin işgücü ihtiyacının çok çok üstünde olduğu biliniyordu. Anadolu’nun kırsal kesiminden göç edenler metrepollerin kenar mahallelerini doldurdu. Bunlar her türlü ekonomik ve sosyal güvenceden yoksun bir yaşam sürdürmek zorunda bırakıldı. Sözüm ona serbest pazar uygulamalarıyla küçük bir azınlık her geçen gün cebini şişirirken, açlıkla savaşan 25-30 milyonluk bir kitle yaratıldı. Anadolu’nun iç bölgelerinden gelenlerin imam-muhtar, Doğu’dan gelenlerin ağa-şeyh ilişkisi dışına çıkmamış olmaları dikkate alınarak “zararsız” bir konumda tutulmalarının çaresi, tarikat ilişkileri içine çekilmelerinde görüldü. Refah Partisi’nin birden bire kitleselleşmesi ve bugün bu partinin devamı olduğu söylenen Fazilet Partisi’nin yüzün üzerinde milletvekiliyle mecliste temsil edilmesi, bu uygulamaların bir sonucudur. Fazilet Partisi’nin tabanı her türlü tarikat ilişkilerinin anasıdır. Bu gün Fazilet Partisi’nin tabanını, Doğudan ve Batıdan kırdan kente göç etmiş kitle ile birlikte Anadolu ticaret burjuvazisi ve esnafının önemli bir kesimi oluşturmaktadır. Bu tabanın içinde sorunlarına radikal tarzda çözüm arayanların önü de Hizbullah ve benzeri örgütlerle alınmaya çalışıldı. Daha önce PKK olayında olduğu gibi, silahlı terörü savunan bu dini grupların örgütlenmelerine de aklıevvel ‘devlet kurtarıcıları’ tarafından destek sağlandı. Demokrasinin gelişmesini her dönemde sakıncalı bulan bir zihniyetten farklı bir tavır geliştirmesi beklenilemezdi. Çünkü demokrasi özgürlüklerin gelişmesi demek; sınıflararası gelir dağılımında keskin uçurumların oluşmasının önüne geçilmesi, sosyal güvencenin sağlanması ve hukuk devleti normlarının egemen hale getirilmesi, en önemlisi de yurttaşlık bilincinin gelişmesi anlamına gelir. Bu da, vahşice geliştirilen serbest pazar ekonomisi içinde, kestirmeden köşeyi dönmek ve sermayesini katlamak isteyenlerin işine gelmiyordu.
Fazilet Partisi ve şeriat yanlısı terör örgütlerinin gelişip güçlenmesinde elbette uluslararası bir takım odakların da payı vardır. Ama bizim için önemli olan bu tür örgütlenmelerin varlığında içsel bir takım güçlerin ve sosyal etkenlerin başından itibaren belirleyici rol oynamasıdır. Eğer bunlar başından beri ‘devlet koruyucuları’nın ürünü olmamış olsaydı, dış güçler de kullanma olanağından yoksun bulunmuş olacaklardı. Bizde “kökü dışarda”oldukça bayatsımış bir deyim haline gelmiştir. Eskiden bu deyim kullanıldığında akan sular dururdu. Şimdilerde durdurmaya yetmemekte, yeterli olmasa da şaibelerin altı didiklenmekte, ortaya çıkarılmaya çalışılmaktadır. Daha doğru bir değişle, ilişkiler sorgulanmaya başlanmıştır. “Kökü dışarda” olanın, durup dururken içte kök salamayacağını bilecek kadar duyarlı bir kamuoyu vardır artık. Bu nedenle Hizbullahın niçin ortaya çıkarıldığı ve neden özellikle Kürtleri temel aldığını çok iyi kavramak zorundayız.
Dikkat edilmesi gereken bir diğer durum da, PKK ile hizbullahcıların hemen her noktada benzerlik taşımalarıdır. Bu benzerliğin bir nedeni, hizbullahın çekirdek halinde PKK’ye devredilip, kucaklarında büyütülmüş olmasıdır. Yani hizbullacıların ilk feyzi PKK’den almış olmaları onların sonraki yapılanmalarına da damgasını vurmuştur. 1990’ların başından itibaren hizbullahdan ve bilinen diğer kanallardan başlangıçta militan, sonrada markası ve numarası silinmiş Kırıkkale silahları gönderilerek Apocuların imdadına yetişildiği bilinmekte. Bu nedenle aralarındaki benzerliğe şaşırmamak gerekir. Her ikisi de aynı fabrikanın ürünüdür. İşkence ve cinayet işlemede Apoculardan öğrenilen yöntemler aynen uygulanmıştır. Dolayısıyla bu her iki örgüt de Kürt halkının varlığına kastetmiştir. Dikkat edilirse, her ikiside Kürt halkı adına hareket ettiklerini iddia etmiş, ama her ikisi de dünyada görülmedik vahşilikle bu halktan insanların yaşamlarına son vermişlerdir. Tüm çabalar, demokratik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesine yönelik ciddi gayretlerin önüne geçme yönünde sarfedilmiştir. Türkiye’de işçi, memur ve köylülerin ekonomik ve demokratik istemlerinin hangi bahanelerle bastırıldığı unutulmamalı. Ortaya çıkan gelişmelerin, öyle söylenildiği gibi kendini bilmez birkaç devlet memurunun işgüzarlığıyla başarılacak işler olmadığını herkes bilir. Olayı bu kadar basite indirgeyenler, Şırnak, Viranşehir, Cizre ve daha birçok yerleşim birimlerinde oynanan provakasyonlara da açıklık getirmek zorundadırlar. Bu bölgelerde bir dönem yaşanılmış olan kargaşalarda PKK-Hizbullah işbirliğini bilmeyen yoktur. Ayrıca JITEM’in ülke çapında içinde bulunduğu faaliyet başlı başına değerlendirilmesi gereken bir konudur. Bunlara açıklık getirildiği oranda PKK ve Hizbullahın gerçek nitelikleri açıklığa kavuşturulur.
Gerçekler acıdır ama doğruyu bulabilmek için de kabul etmek zorundayız. Kendine ‘Kürt aydını’ diyen bazı çevreler halen “lider” peşinde koşuyorsa, bunda iyi niyet olduğuna inanmak safdillik olur. Bir takım islamcı çevrelerin, özellikle de fetullahcıların Hizbullah vahşeti karşısında takındığı suskun tavır hiçte dikkatten kaçmamakyadır. Katil hiç bir zaman ve hiç bir koşulda savunulmaz. Abdullah Öcalan’da Kürt halkının kanını dökmüş biridir ve savunulamaz. Halka karşı en garez küfürleri pevasızca savuranlar ve cinayet işleyenler ne zamandan beri halkın lideri olmuştur? Terörizmle, provakatörlerle halk arasına çizgi çekmede çıkarı olmadığını söyleyenlerle elbette tartışılacak ortak bir nokta yoktur. Önemli olan, uluslararası gerici odaklardan destek alan ve kökü içerde olan bu güçlerin niteliklerini ve işlevlerinin halk tarafından kavranılmış olmasıdır.

HİZBULLAH NEDEN BİTİRİLİYOR

Aslında PKK’nin bitirilişine yol açan gelişmelerle hizbullahın bitirilişine yol açan gelişmeler aynıdır. Bugün içe ve dışa yönelik uygulanan politikaların şekillenmesi daha 1996’da başlamıştır. O dönemde belli bir süreç içinde uygulamaya yönelik alınan kararlar bugün hayata geçirilmektedir. SSCB’nin yıkılmasıyla değişen dengeler ve bu değişen dengelerin getirdiği karmaşık ortamı Türkiye 1996’ya gelindiğinde atlatmıştı. Çoğalan komşularıyla ilişkilerde ve bölgelere yönelik politikasında saptamalarda bulunmuş ve rotasına belirginlik kazandırmıştı. Balkan’da, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da gelecekte stabilizeyi sağlıyacak çözümler önemli oranda belirginlik kazanmıştı. Bunun yanısıra, Türkiye’nin stratejik önemi, başta ABD ve Avrupa tarafından bir takım zikzaklardan sonra da olsa kabul edilmişti. Bahsettiğim bu bölgelerde Türkiyesiz kalıcı bir istikrarı sağlamanın olanaklı olmadığı görülmüştü. Ayrıca mali, sanayi ve ekonomik alanlarda kaydedilen gelişmelerle burjuvazi kendine güven duymaya başlamıştı. Artık devlete yön verme gücünü kendinde gören burjuvazi, istikrarlı bir ortamı dayatır hale gelmişti. Sadece Balkan, Kafkasya ve Ortadoğu ile yetinmeyip, Avrupa’ya da açılmayı istiyordu. Güçlü birlikler, ortaklıklar kurmak, yabancı sermayeyi çekebilmek için hemen her alanda yeni baştan düzenlemeyi dayatmıştı. Ayrıca, yirmi yıldan bu yana halka bindirilen yük artık çekilmez hale gelmişti. Yeni bir açılım içine girilmeksizin ekonomik, mali ve sanayi alanlarında atılımı gerçekleştirme olanaksız hale gelmişti. Varolan kazanımlara kazanımlar ekleme içe ve dışa yönelik refomların, yasaların yapılmasının gerekliliği kavranmıştı. Bilinen klasik oyunlarla globelleşen pazar ilişkilerinde yer bulmanın, yaşamı sürekli kılmanın koşullarının bulunmadığını görmemek için tam anlamıyla kör olunması gerekirdi.
Yine Köpenhag kararlarını imzalamış bir Türkiye’nin pöçüğüne takmış olduğu bir dizi ayıplarla Avrupa Birliği’ne girme şansı yoktu. Yani bu birliğe girmeden önce yıllardır kirletilen sahalarda temizlik hareketi başlatılması şarttı. Elbette zamanlamanın çok iyi ayarlandığını da kabul etmek zorundayız. Aynı kıta parçası üzerinde şekillenmiş kültürel yapıda, yani Hıristiyan Avrupa Birliği’nde çok ciddi sıkıntılar yaşanıyordu. Irkçı, nazist hareketler her geçen gün gelişmeye başlamıştı. Türkiye’nin bu birliğin içine çekilmesi, ırkçı hareketlerin gelişmesine karşı adeta bir panzehir olarak sunulmak istenmiştir. Irkçı gelişmenin önünün İslamla ve Asya kökenli kültürlerle entegresyonda arama düşüncesi ağır basmaya başlamıştı. Diğer bir yönüyle de ABD ile her alanda stratejik işbirliğine yönelmiş bir Türkiye, Avrupa açısından rekabet olanağının kısıtlanması ve Kafkaslara istediği boyutta açılmasını engelleyen önemli bir duvar demekti. Yani, güçlerin karşılıklı çıkarlarının kesişmeye başladığı bir aşamada temizlik hareketine girişildi.
Daha birçok ayrıntılarla derinleştirilecek bu çerçeve gözönüne getirildiğinde, Hizbullah ve PKK gibi provakasyon örgütlenmelerinin hareket alanları daraltılmaya başlandı. Zaten 1996’ya gelindiğinde bu provakasyon örgütlenmelerinin temsil ettiği alanlarda ortaya çıkacak tehlikeler önemli oranda bertaraf edilmişti.
Sonuç olarak istenildiği an, yüzbinlerle ifade edilmeye çalışılan bir güç, birkaç günün içinde etkisiz hale getiriliyormuş! Aynı biçimde onbinlerce gerilla teraneleriyle yıllardır abartılan zat işinin bittiği noktada tıpış tıpış İmralı’da misafir edilebiliniyormuş. Her neyse…Son yirmi yılda yaşananlar daha çok tartışılacaktır.

OCAK 2000
BAKİ KARER