06-02-2008
TÜRBAN SORUNU
Başbakan Tayip Erdoğan’ın İspanya gezisi sırasında türban üzerine verdiği bir demeçle Türkiye’de gündem hiç beklenmedik bir biçimde değişiverdi. Son günlerde artık türbanla yatıp kalmaya başladık. Tüm sorunlar unutuldu. Türban, çözüm bekleyen tek sorunumuz haline geldi.
Elbette türban, kara çarşaf ve benzeri sorunları önemsemiyor değilim. Türbanın kara çarşaftan ya da çadırdan hiç bir farkı yoktur. Türbanı İslamla bütünleştirenler tüm toplumu sapıklıklarına alet etmek istiyenlerdir. Ama sorunu uzun vadeli, köktenci çözümlere kavşuturacak tedbirler almaya yönelmeyi yadsıyıp, bir avuç elitin çıkarları doğrultusunda çarpıtmasına karşıyım.
Türkiye’de tüm ekonomik ve siyasal gelişmeler bir anda türbana takılıp kaldı. Erkek egemen toplum özelikllerimizi tüm çirkinliğiyle bir kez daha dünyaya gösterme fırsatı bulduk. Kadınlar adına erkeklerin ne kadar karar verici bir ülke ve toplum olduğumuzu göğsümüzü kabarta kabarta göstermiş olduk.
AKP ve aynı güzergȃhta seyredenlerin türbana takılıp kalmasını anlıyoruz, ama sosyaldemokrat, laik geçinen bir takım çevrelerin de bu noktaya takılmasını anlamak mümkün değil. Kendini laikliği ve Cumhuriyeti savunma memuru olarak gören bazı sosyal demokrat ya da Kemalist geçinen çevreler dürüst davranıyorlar mı? Ben bunların dürüst olduklarını, gerçekten laikliği ve Cumhuriyeti düşündüklerine inanmıyorum. İnanmıyorum çünkü eylem ve davranış biçimleriyle yitirmek üzere oldukları elit olma avantajlarını yeniden elde etme çabası içinde olduklarını artık saklayamaz hale gelmişlerdir. Bunlar, aristokrat döneme özgü dar havuzun, genişliyen kapitalist pazar ilişkileri döneminde de muhafaza edilmesinden yana çaba göstermektedirler. Genişleyen havuzdan her an dıştalannacakları korkusunu yaşamaktalar. Burjuvalaşmayı içinde bulundukları elit kesimle sınırlı tutulması yönünde kavga yürütmekteler. Bence, asıl sorun, bu noktada yatmaktadır.Türban ya da mahalle baskısından falan korktukları yok aslında. Bu nedenle de sorunun özüyle ilgilenme yerine ne yapıp yapıp sarsılan çıkarlarını korumanın peşindeler.
Bilindiği üzere türban tartışmalarının tam ortasında, Davutpaşa’da hiç bir sosyal güvencesi olmadan askeri ücretin de altında bir ücretle çalışan, evine akşam olduğunda bir ekmek götürmenin kavgasını veren 22 insan, 22 Anadolu insanı yangında yok oldu gitti. Yaşanan olay çok korkunçtu. Hükümet doğası gereği olayın üstüne perde çekilmesinden yanaydı. Peki, bahsettiğim sosyal demokratlara ne oluyordu da olayın üstünün kapanmasından yana tavır takındı. Neden hükümetle ittifak içinde hareket etti?
İşte bu, laikliğin, Cumhuriyetin varlığını ve devamını düşünce ve ideolojiden yoksun bırakarak büste indirgeyen anlayışın ta kendisi. Düşüncenin ne kadarını ne zaman ve hatta hangi mekanda verileceğine karar verme yetkisini kendinde görenlerin klasik davranışlarıdır. İnsana, halka odaklı olmadıklarını bir kez daha göstermiş oldular. Bu hareket biçimleriyle, çağdaş olma adına çağdışılığı sergilemeden başka bir şey değildir.
Eğer gerçekten içinde bulunduğumuz çağda laiklik ve Cumhuriyet ayakta tutulmak isteniyorsa, türban ya da karaçarşafa bürünmüş çağdışı toplumsal yaşantı kabul edilmek istenmiyorsa, insan yaşantısına odaklanmaktan başka çıkış yolu yoktur. İnsan yaşantısına odaklanma demokrasiye odaklanmadır. Ama sözüm ona protestocular ya da 222’likler insana üstten bakan, daha doğrusu halkı ‘aşağı tabaka’ olarak görme ilkelliğinden bir türlü kurtulamıyorlar. Korkuyu ve şiddeti egemen hale getirerek, Anadolu halkını yönlendirmeye devam edeceklerni sanıyorlar.
Oysa Türkiye koşullarında türbana, kara çarşafa bürünmenin önüne geçecek en tutarlı davranış, Davutpaşa ve benzeri olayların bir daha olmaması için alınacak önlemlerden geçer.Yani sorunun temeli, sosyal devlet olgusunun kağıt üzerinde değil pratik yaşamda hayata geçirme kavgasındadır.
Türkiye’de sendikalaşma hakkı halen kısıtlıyken; çoğu işyerlerinde sendikalı olma suç sayılırken, genel grev hakkı yokken, sosyal demokratların suskun kalmasının, bu hakları elde etmek için aktif kavga yürütmemesinin anlaşılır hiç bir yanı yoktur.
Yine, bugünkü protestoları düzenliyenler, YÖK’ün devamından yana tavır takınacaklarına, bu anti demokratik kurumun kaldırılmasından ve üniversitelerin özerkleştirilmesinden yana tavır koymalılar. Gerçek öğretim, düşünce ve bilim ancak özerk üniversitelerde olur.
Eğer geleceğe emin adımlarla ilerlemek isteniyorsa, başta gelen sorunlarımızdan biri de, anayasa sorunudur. Oluşturulacak demokratik bir anayasa çağdışı karanlığa yönelmenin önünün alınmasında en temel rolü oynayacaktır. Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen Türkiye, cuntanın yaptığı anayasa ile yönetilmektedir. Bugünkü iktidarın niteliği bahana edilerek sivil bir anayasa yapmanın karşısında yer alma, sosyal demokrat anlayışla bağdaşmaz. Eğer milyonların gücü bu yönde seferber edilirse, demokratik bir anayasa yapma bu iktidar döneminde de olanaklıdır. Ama görüyoruz ki, laiklik ve cumhuriyet denildi mi mangalda kül bırakmayanlar, demokratik anayasa yapmanın sözünü bile etmemektedir. Çünkü çıkarlarıyla çelişmektedir; tüm kurum ve kuruluşlarıyla hukukun egemen olduğu demokratik bir devletin işlerlik kazanması koşullarında, bugünkü yapılanmalarıyla varlık sürdüremeyeceklerini bilmektedirler. Ama kanun devleti işlerine gelmekte; o zaman istedikleri koşullarda, istedikleri kanunları istediklerine, istedikleri biçimde uygularlar ve böylece de hükümranlıklarından bir şey kaybetmiş olmazlar. Laiklik elden gidiyor diye çığırtkanlık yapma yerine, toplumun hemen tüm kesimlerini ilgilendiren temel sorunlarda çözümü dayatmak gerekir.
Banka sermayesinin yüzde ellisinden fazlası yabancıların eline geçmiş olması, GAP’ın ve turistik alanların yabancılar tarafından tarafından talan edilmesi, protestocuların her nedense hiç ilgi alanına girmiyor. Yine bir dönem gıda alanında kendi kendine yeterli on ülke arasında sayılan Türkiye, bugün gıda ve tahıl üretiminde dışa bağımlı hale gelmiştir. AB’nin çıkarları doğrultusunda alınan kararlarla adeta gıda ve tahıl üretimi yasaklanmıştır. Kırsal kesimde giderek kaybolan küçük üretiçiliğin yerini büyük, modern çifliklerin aldığını kimse iddia edemez. İşlenebilecek çoğu tarım arazilerinin boş yatırıldığı bilinmekte. Hem tarımda makinalaşmanın hem de tarım ürünlerini işlemeye yönelik sanayileşmenin önü tıkanmaktadır.
Evet, nereden bakarsak bakalım, Türkiye’nin aydınlığa kavuşmasının önünde daha bir çok temel engeller vardır. Bu engellere karşı aktif mücadele yürütülmediği, yani halkın sorunlarına uzun vadeli kalıcı çözümler bulmanın gayreti içinde olunmadığı sürece, çağdışı uygulamalarla her zaman karşı karşıya kalınacaktır. Önemli olan bu sorunların üstüne cesaretle gidebilmedir. Geçiçi, günlük, üstelik başkalarının dayattığı sorunların peşinde sürüklenerek, Cumhuriyet ve laiklik korunamaz. İşte bu anlamda, elli yıl öncesine göndermeler yapılarak, aba altından sopa göstermeyle bir yerlere varılamaz. Bir avuç tuzu kuru azınlığın, gerçekten aydınlık Türkiye yaratma gayreti içinde olan halkın gücünü lümpence farklı amaçlara yönelendirmesine ve enerjisinin boş yere harcanmasına karşı durmalıyız.
TÜRBAN SORUNU
Başbakan Tayip Erdoğan’ın İspanya gezisi sırasında türban üzerine verdiği bir demeçle Türkiye’de gündem hiç beklenmedik bir biçimde değişiverdi. Son günlerde artık türbanla yatıp kalmaya başladık. Tüm sorunlar unutuldu. Türban, çözüm bekleyen tek sorunumuz haline geldi.
Elbette türban, kara çarşaf ve benzeri sorunları önemsemiyor değilim. Türbanın kara çarşaftan ya da çadırdan hiç bir farkı yoktur. Türbanı İslamla bütünleştirenler tüm toplumu sapıklıklarına alet etmek istiyenlerdir. Ama sorunu uzun vadeli, köktenci çözümlere kavşuturacak tedbirler almaya yönelmeyi yadsıyıp, bir avuç elitin çıkarları doğrultusunda çarpıtmasına karşıyım.
Türkiye’de tüm ekonomik ve siyasal gelişmeler bir anda türbana takılıp kaldı. Erkek egemen toplum özelikllerimizi tüm çirkinliğiyle bir kez daha dünyaya gösterme fırsatı bulduk. Kadınlar adına erkeklerin ne kadar karar verici bir ülke ve toplum olduğumuzu göğsümüzü kabarta kabarta göstermiş olduk.
AKP ve aynı güzergȃhta seyredenlerin türbana takılıp kalmasını anlıyoruz, ama sosyaldemokrat, laik geçinen bir takım çevrelerin de bu noktaya takılmasını anlamak mümkün değil. Kendini laikliği ve Cumhuriyeti savunma memuru olarak gören bazı sosyal demokrat ya da Kemalist geçinen çevreler dürüst davranıyorlar mı? Ben bunların dürüst olduklarını, gerçekten laikliği ve Cumhuriyeti düşündüklerine inanmıyorum. İnanmıyorum çünkü eylem ve davranış biçimleriyle yitirmek üzere oldukları elit olma avantajlarını yeniden elde etme çabası içinde olduklarını artık saklayamaz hale gelmişlerdir. Bunlar, aristokrat döneme özgü dar havuzun, genişliyen kapitalist pazar ilişkileri döneminde de muhafaza edilmesinden yana çaba göstermektedirler. Genişleyen havuzdan her an dıştalannacakları korkusunu yaşamaktalar. Burjuvalaşmayı içinde bulundukları elit kesimle sınırlı tutulması yönünde kavga yürütmekteler. Bence, asıl sorun, bu noktada yatmaktadır.Türban ya da mahalle baskısından falan korktukları yok aslında. Bu nedenle de sorunun özüyle ilgilenme yerine ne yapıp yapıp sarsılan çıkarlarını korumanın peşindeler.
Bilindiği üzere türban tartışmalarının tam ortasında, Davutpaşa’da hiç bir sosyal güvencesi olmadan askeri ücretin de altında bir ücretle çalışan, evine akşam olduğunda bir ekmek götürmenin kavgasını veren 22 insan, 22 Anadolu insanı yangında yok oldu gitti. Yaşanan olay çok korkunçtu. Hükümet doğası gereği olayın üstüne perde çekilmesinden yanaydı. Peki, bahsettiğim sosyal demokratlara ne oluyordu da olayın üstünün kapanmasından yana tavır takındı. Neden hükümetle ittifak içinde hareket etti?
İşte bu, laikliğin, Cumhuriyetin varlığını ve devamını düşünce ve ideolojiden yoksun bırakarak büste indirgeyen anlayışın ta kendisi. Düşüncenin ne kadarını ne zaman ve hatta hangi mekanda verileceğine karar verme yetkisini kendinde görenlerin klasik davranışlarıdır. İnsana, halka odaklı olmadıklarını bir kez daha göstermiş oldular. Bu hareket biçimleriyle, çağdaş olma adına çağdışılığı sergilemeden başka bir şey değildir.
Eğer gerçekten içinde bulunduğumuz çağda laiklik ve Cumhuriyet ayakta tutulmak isteniyorsa, türban ya da karaçarşafa bürünmüş çağdışı toplumsal yaşantı kabul edilmek istenmiyorsa, insan yaşantısına odaklanmaktan başka çıkış yolu yoktur. İnsan yaşantısına odaklanma demokrasiye odaklanmadır. Ama sözüm ona protestocular ya da 222’likler insana üstten bakan, daha doğrusu halkı ‘aşağı tabaka’ olarak görme ilkelliğinden bir türlü kurtulamıyorlar. Korkuyu ve şiddeti egemen hale getirerek, Anadolu halkını yönlendirmeye devam edeceklerni sanıyorlar.
Oysa Türkiye koşullarında türbana, kara çarşafa bürünmenin önüne geçecek en tutarlı davranış, Davutpaşa ve benzeri olayların bir daha olmaması için alınacak önlemlerden geçer.Yani sorunun temeli, sosyal devlet olgusunun kağıt üzerinde değil pratik yaşamda hayata geçirme kavgasındadır.
Türkiye’de sendikalaşma hakkı halen kısıtlıyken; çoğu işyerlerinde sendikalı olma suç sayılırken, genel grev hakkı yokken, sosyal demokratların suskun kalmasının, bu hakları elde etmek için aktif kavga yürütmemesinin anlaşılır hiç bir yanı yoktur.
Yine, bugünkü protestoları düzenliyenler, YÖK’ün devamından yana tavır takınacaklarına, bu anti demokratik kurumun kaldırılmasından ve üniversitelerin özerkleştirilmesinden yana tavır koymalılar. Gerçek öğretim, düşünce ve bilim ancak özerk üniversitelerde olur.
Eğer geleceğe emin adımlarla ilerlemek isteniyorsa, başta gelen sorunlarımızdan biri de, anayasa sorunudur. Oluşturulacak demokratik bir anayasa çağdışı karanlığa yönelmenin önünün alınmasında en temel rolü oynayacaktır. Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen Türkiye, cuntanın yaptığı anayasa ile yönetilmektedir. Bugünkü iktidarın niteliği bahana edilerek sivil bir anayasa yapmanın karşısında yer alma, sosyal demokrat anlayışla bağdaşmaz. Eğer milyonların gücü bu yönde seferber edilirse, demokratik bir anayasa yapma bu iktidar döneminde de olanaklıdır. Ama görüyoruz ki, laiklik ve cumhuriyet denildi mi mangalda kül bırakmayanlar, demokratik anayasa yapmanın sözünü bile etmemektedir. Çünkü çıkarlarıyla çelişmektedir; tüm kurum ve kuruluşlarıyla hukukun egemen olduğu demokratik bir devletin işlerlik kazanması koşullarında, bugünkü yapılanmalarıyla varlık sürdüremeyeceklerini bilmektedirler. Ama kanun devleti işlerine gelmekte; o zaman istedikleri koşullarda, istedikleri kanunları istediklerine, istedikleri biçimde uygularlar ve böylece de hükümranlıklarından bir şey kaybetmiş olmazlar. Laiklik elden gidiyor diye çığırtkanlık yapma yerine, toplumun hemen tüm kesimlerini ilgilendiren temel sorunlarda çözümü dayatmak gerekir.
Banka sermayesinin yüzde ellisinden fazlası yabancıların eline geçmiş olması, GAP’ın ve turistik alanların yabancılar tarafından tarafından talan edilmesi, protestocuların her nedense hiç ilgi alanına girmiyor. Yine bir dönem gıda alanında kendi kendine yeterli on ülke arasında sayılan Türkiye, bugün gıda ve tahıl üretiminde dışa bağımlı hale gelmiştir. AB’nin çıkarları doğrultusunda alınan kararlarla adeta gıda ve tahıl üretimi yasaklanmıştır. Kırsal kesimde giderek kaybolan küçük üretiçiliğin yerini büyük, modern çifliklerin aldığını kimse iddia edemez. İşlenebilecek çoğu tarım arazilerinin boş yatırıldığı bilinmekte. Hem tarımda makinalaşmanın hem de tarım ürünlerini işlemeye yönelik sanayileşmenin önü tıkanmaktadır.
Evet, nereden bakarsak bakalım, Türkiye’nin aydınlığa kavuşmasının önünde daha bir çok temel engeller vardır. Bu engellere karşı aktif mücadele yürütülmediği, yani halkın sorunlarına uzun vadeli kalıcı çözümler bulmanın gayreti içinde olunmadığı sürece, çağdışı uygulamalarla her zaman karşı karşıya kalınacaktır. Önemli olan bu sorunların üstüne cesaretle gidebilmedir. Geçiçi, günlük, üstelik başkalarının dayattığı sorunların peşinde sürüklenerek, Cumhuriyet ve laiklik korunamaz. İşte bu anlamda, elli yıl öncesine göndermeler yapılarak, aba altından sopa göstermeyle bir yerlere varılamaz. Bir avuç tuzu kuru azınlığın, gerçekten aydınlık Türkiye yaratma gayreti içinde olan halkın gücünü lümpence farklı amaçlara yönelendirmesine ve enerjisinin boş yere harcanmasına karşı durmalıyız.
Baki Karer