BAKI KARER
SIFIR NOKTA
MUHABİR GÜNLÜĞÜNDEN
Kameramanı, iletişimi sağlıyacak teknisyen arkadaşımı yanıma alarak bir otomobile atladım ve soluğu Habur kapısının önünde aldım. Zaman giderek daralıyordu. Haberi zamanında yetiştiremezsem başıma gelecekleri biliyorum: En ufak bir aksilik, diğer haber kanalları karşısında zor durumda kalmamızı sağlıyacak. Yüksek seyirci sayısına ulaşmamız engellenmiş olacak. Üstelik, enkırmenimizin ekrandan silinip gitmesini düşünmek bile istemiyorum. Daha da önemlisi, işimden olacağım. Her zaman ki telaşımı ve sabırsızlığımı saklayamıyordum.
Olası aksiliklerle beynimi sürekli meşgul ettim. Kendi kendime doping yapacak çareler düşündüm. Hiç ara vermeksizin hayal gücümü zorladım; örneğin stadyumda binlerce seyircinin önünde antreman yapan bir sporcuyu düşünmeye başladım. Bazen yüz metre yarışlarına başlamak üzere olan bir atletin pozisyon alışını gözlerimin önüne getiriyordum; verilecek bir işaratle her an ileriye atlıcak bir konumda kalmayı giderek yetersiz gören, elleriyle bacaklarına, kafasına vuran ve yanaklarına olanca gücüyle şamarlar atan bir atletin hırsını vaya gerginliğini kılcal damarlarıma kadar yaymaya çalıştım. Böylece gün boyunca uyanık ve dinç kalmanın uğraşını verdim.
Kullanacağım kelimelerin, özellikle de saatler süren uğraşlarlarla ezberlediğim dağların ve bazı yerleşim birimlerinin isimlerini unutmamaya, hafızama iyice yerleştirmeye gayret ettim. Saatler ilerledikçe bunları da yeterli görmüyordum. Araştırmacı gazeteci olarak haber vermenin ne demek olduğunu çok iyi bildiğim için sorumluluklarımı daha da arttırdım; yaptığım tüm güdülemeleri yeterli görmediğimden hepsini bir anda sildim, fırlatıp attım beynimden.
Bazı köylerin ve dağların isimleri kürtçe olduğu için telefuzda zorluk çekiyordum; Begova, Betufa, Şaladize, Çemço, Harkuk... Kafamda dayanılmaz bir ağrı başlamıştı; sanki çekiçle içten bir yerlere vuruyorlardı. Sürekli yanımda eksik etmediğim sert, sert olduğu kadar da bayatsımış kahveyle birlikte üç asprin daha almam fayda etmedi. Bir türlü içim rahat değildi.
Hemen yanı başımızdan vızır vızır taşıtlar geçiyordu. Zongluyan kafamda bir anda tarif edemeyeceğim bir ışık belirmişti; ‘buldum’ dedim.Yoldan geçen bir kamyonun önüne attım kendimi ve eyledim. Kameraman yanıma yaklaşarak, ‘bak, on metre ötede kahvehane var, oraya gidelim, hem çay içelim, hem de öğrenmek istediklerini oradakilere sor, daha rahat olur’ dedi ama, ‘kaybedecek zamanım yok’ diyerek tersledim. Şöforun yere inmesinin zaman alacağını düşünerek oturduğu yerden haritada işaretlediğim köy ve dağ isimlerinin telaffuzunu bir de ondan öğrenmeye çalıştım. Hele öbür yakadaki mekȃn isimleri daha da zor. Ama ne olursa olsun, bu günü de ele güne rezil olmadan, kapı dışarı edilmeden geçiştirmek zorundaydım.
Ana haber bülteni saati yaklaştıkça kan adeta beynime fışkırıyordu. Ayaklarımı sürekli hareket ettiriyordum, sabit bir noktada durmamaya özen gösterdim. Sağa-sola, ileri-geri, kısa fakat sert adımlamalar yapıyordum. Arada bir de her seferinde daha yukarılara yükselecek biçimde zıplıyordum. NASA’da uzaya gönderilen roketlerin fırlatılış anlarını gözlerimin önüne getiriyordum. Kendimi bazen roketin tam kalkış anında arkada bıraktığı ateş yığını, bazen de hızla ilerleyen roketin yerine koyuyordum. Böylece, gümrük kapısının önüne gelmeden önce otelde hazırladığım haber metnini sürekli hafızamda taze tutmaya çalışıyordum. Araştırmacı gazteciliğin sorumluluğundan bir an uzaklaşmanın nasıl sonuçlara yol açaçağını beynime iyice kazımam gerektini biliyordum.
Haber zamanı yaklaştıkça, Şırnak’tan çıkışta nöbet değişiminden kamyonla dönen askerlerin ve yine garnizon etrafında bulunan nöbet kulubelerinin görüntülerini haberin kaçıncı dakikasında vereceğimi, sıfır noktada taaruz eden askeri birlikler olarak nasıl yansıtacağımı, filim şeridi gibi gözlerimin önünden geçirmeyi hiç ihmal etmedim.
Her ne kadar rahat olamadıysam, aşırı heyecanımı bir türlü yenemediysem de haber geçmeye hazır olduğuma inanmak zorundaydım. Haber geçmek için son dakika hazırlıklarını yaparken, enkırmenim yine telefon etti; ‘nasılsın, haber vermeye hazırmısın, yayında herhangi bir aksilik istemiyorum’ dedi ve kapattı. Ben de, ‘rahat ol, bir aksilik olmayacak’ diyerek kaygılarını silmeye çalıştım.
Ama son dakikada kafam yine karıncalaşmaya başlamıştı; ya yeterince seri olamazsam ya seste veya görüntüde bir sorun yaşarsam....Tam bunları düşünürken sevgilimden telefon geldi; ‘sevgilim nasılsın, işler nasıl gidiyor? Reuters Kandil’in sarıldığına dair haberler veriyor.’ ‘Ne, nasıl olur, biz duymadık’ dedim. Artık yapabileceğim hiçbir şeyin kalmadığının farkındaydım.
Gücüm kalmamıştı, haberi geçene kadar ayakta kalma mucizeydi benim için. Son kez aspirin kutusuna sarıldım iki tane daha aldım ve kameranın karşısına geçtim. Çalıştığımız koşulların zorluklarını yansıtma anlamında kendimi biraz da üşüyormuş gibi göstermeye ama aşırıya vardırmamaya kendimi odakladım. Enkırmenimden ‘başla, heberini geç’ komutuyla, haberimi okumaya başladım:
“Sayın.....Burada harekȃt son hızıyla devam ediyor. Ben şu anda tam sıfır noktadan, Habur Gümrük Kapısı’ndan bildiriyorum. Arkam Zaho, sağ tarafım hemen Cudi ve bilindiği gibi biraz daha ötesinde Kandil, sol tarafım Suriye. Yan tarafta görülen dağın hemen arkası Matina dağı ve onun arkasında terörist kapları bulunduğu biliniyor. Ekranda da göründüğü gibi askeri birliklerimiz Kuzey Irak içlerine doğru hızla ilerliyor. Dağların tepelerine yerleştirilmiş gözetleme kulelerinden termal kameralı askerlerimiz sızmaları anında tesbit etmektedir. Birliklerimiz şu anda hem içerde, hem dışarda operasyonlarına hızla devam etmektedir. Şu anda askeri birliklerimiz Bimaarni, Hakuak, Şalaidiz ve Avomorni kamplarına doğru hızla ilerliyor.
Sayın....Son aldığım bir haberi de iletmek istiyorum; birliklerimizin bir terörist grupla sıcak çatışma içine girdiği bildirilmekte, sonuçlar henüz elimize ulaşmış değil. Söz sizde efendim”
Tam ‘nihayet bitti’ diyerek arabama doğru ilerlerken, kameramanım, ‘abi, haber geçerken Cudi, Kandil dediğin yerler buraya belki ikiyüz kilometre uzaklıkta, sen hemen sağ tarfımda dedin, sonra telefuz, haber... Kaynak...’ Artık hiçbir şey işitmek istemiyordum, ‘kes seni’ diyerek kameramanı susturdum.
Kaldığım otele geldim, güzel bir duş aldım ve uyumak üzere yatağıma uzandım.
28/02/2008
SIFIR NOKTA
MUHABİR GÜNLÜĞÜNDEN
Kameramanı, iletişimi sağlıyacak teknisyen arkadaşımı yanıma alarak bir otomobile atladım ve soluğu Habur kapısının önünde aldım. Zaman giderek daralıyordu. Haberi zamanında yetiştiremezsem başıma gelecekleri biliyorum: En ufak bir aksilik, diğer haber kanalları karşısında zor durumda kalmamızı sağlıyacak. Yüksek seyirci sayısına ulaşmamız engellenmiş olacak. Üstelik, enkırmenimizin ekrandan silinip gitmesini düşünmek bile istemiyorum. Daha da önemlisi, işimden olacağım. Her zaman ki telaşımı ve sabırsızlığımı saklayamıyordum.
Olası aksiliklerle beynimi sürekli meşgul ettim. Kendi kendime doping yapacak çareler düşündüm. Hiç ara vermeksizin hayal gücümü zorladım; örneğin stadyumda binlerce seyircinin önünde antreman yapan bir sporcuyu düşünmeye başladım. Bazen yüz metre yarışlarına başlamak üzere olan bir atletin pozisyon alışını gözlerimin önüne getiriyordum; verilecek bir işaratle her an ileriye atlıcak bir konumda kalmayı giderek yetersiz gören, elleriyle bacaklarına, kafasına vuran ve yanaklarına olanca gücüyle şamarlar atan bir atletin hırsını vaya gerginliğini kılcal damarlarıma kadar yaymaya çalıştım. Böylece gün boyunca uyanık ve dinç kalmanın uğraşını verdim.
Kullanacağım kelimelerin, özellikle de saatler süren uğraşlarlarla ezberlediğim dağların ve bazı yerleşim birimlerinin isimlerini unutmamaya, hafızama iyice yerleştirmeye gayret ettim. Saatler ilerledikçe bunları da yeterli görmüyordum. Araştırmacı gazeteci olarak haber vermenin ne demek olduğunu çok iyi bildiğim için sorumluluklarımı daha da arttırdım; yaptığım tüm güdülemeleri yeterli görmediğimden hepsini bir anda sildim, fırlatıp attım beynimden.
Bazı köylerin ve dağların isimleri kürtçe olduğu için telefuzda zorluk çekiyordum; Begova, Betufa, Şaladize, Çemço, Harkuk... Kafamda dayanılmaz bir ağrı başlamıştı; sanki çekiçle içten bir yerlere vuruyorlardı. Sürekli yanımda eksik etmediğim sert, sert olduğu kadar da bayatsımış kahveyle birlikte üç asprin daha almam fayda etmedi. Bir türlü içim rahat değildi.
Hemen yanı başımızdan vızır vızır taşıtlar geçiyordu. Zongluyan kafamda bir anda tarif edemeyeceğim bir ışık belirmişti; ‘buldum’ dedim.Yoldan geçen bir kamyonun önüne attım kendimi ve eyledim. Kameraman yanıma yaklaşarak, ‘bak, on metre ötede kahvehane var, oraya gidelim, hem çay içelim, hem de öğrenmek istediklerini oradakilere sor, daha rahat olur’ dedi ama, ‘kaybedecek zamanım yok’ diyerek tersledim. Şöforun yere inmesinin zaman alacağını düşünerek oturduğu yerden haritada işaretlediğim köy ve dağ isimlerinin telaffuzunu bir de ondan öğrenmeye çalıştım. Hele öbür yakadaki mekȃn isimleri daha da zor. Ama ne olursa olsun, bu günü de ele güne rezil olmadan, kapı dışarı edilmeden geçiştirmek zorundaydım.
Ana haber bülteni saati yaklaştıkça kan adeta beynime fışkırıyordu. Ayaklarımı sürekli hareket ettiriyordum, sabit bir noktada durmamaya özen gösterdim. Sağa-sola, ileri-geri, kısa fakat sert adımlamalar yapıyordum. Arada bir de her seferinde daha yukarılara yükselecek biçimde zıplıyordum. NASA’da uzaya gönderilen roketlerin fırlatılış anlarını gözlerimin önüne getiriyordum. Kendimi bazen roketin tam kalkış anında arkada bıraktığı ateş yığını, bazen de hızla ilerleyen roketin yerine koyuyordum. Böylece, gümrük kapısının önüne gelmeden önce otelde hazırladığım haber metnini sürekli hafızamda taze tutmaya çalışıyordum. Araştırmacı gazteciliğin sorumluluğundan bir an uzaklaşmanın nasıl sonuçlara yol açaçağını beynime iyice kazımam gerektini biliyordum.
Haber zamanı yaklaştıkça, Şırnak’tan çıkışta nöbet değişiminden kamyonla dönen askerlerin ve yine garnizon etrafında bulunan nöbet kulubelerinin görüntülerini haberin kaçıncı dakikasında vereceğimi, sıfır noktada taaruz eden askeri birlikler olarak nasıl yansıtacağımı, filim şeridi gibi gözlerimin önünden geçirmeyi hiç ihmal etmedim.
Her ne kadar rahat olamadıysam, aşırı heyecanımı bir türlü yenemediysem de haber geçmeye hazır olduğuma inanmak zorundaydım. Haber geçmek için son dakika hazırlıklarını yaparken, enkırmenim yine telefon etti; ‘nasılsın, haber vermeye hazırmısın, yayında herhangi bir aksilik istemiyorum’ dedi ve kapattı. Ben de, ‘rahat ol, bir aksilik olmayacak’ diyerek kaygılarını silmeye çalıştım.
Ama son dakikada kafam yine karıncalaşmaya başlamıştı; ya yeterince seri olamazsam ya seste veya görüntüde bir sorun yaşarsam....Tam bunları düşünürken sevgilimden telefon geldi; ‘sevgilim nasılsın, işler nasıl gidiyor? Reuters Kandil’in sarıldığına dair haberler veriyor.’ ‘Ne, nasıl olur, biz duymadık’ dedim. Artık yapabileceğim hiçbir şeyin kalmadığının farkındaydım.
Gücüm kalmamıştı, haberi geçene kadar ayakta kalma mucizeydi benim için. Son kez aspirin kutusuna sarıldım iki tane daha aldım ve kameranın karşısına geçtim. Çalıştığımız koşulların zorluklarını yansıtma anlamında kendimi biraz da üşüyormuş gibi göstermeye ama aşırıya vardırmamaya kendimi odakladım. Enkırmenimden ‘başla, heberini geç’ komutuyla, haberimi okumaya başladım:
“Sayın.....Burada harekȃt son hızıyla devam ediyor. Ben şu anda tam sıfır noktadan, Habur Gümrük Kapısı’ndan bildiriyorum. Arkam Zaho, sağ tarafım hemen Cudi ve bilindiği gibi biraz daha ötesinde Kandil, sol tarafım Suriye. Yan tarafta görülen dağın hemen arkası Matina dağı ve onun arkasında terörist kapları bulunduğu biliniyor. Ekranda da göründüğü gibi askeri birliklerimiz Kuzey Irak içlerine doğru hızla ilerliyor. Dağların tepelerine yerleştirilmiş gözetleme kulelerinden termal kameralı askerlerimiz sızmaları anında tesbit etmektedir. Birliklerimiz şu anda hem içerde, hem dışarda operasyonlarına hızla devam etmektedir. Şu anda askeri birliklerimiz Bimaarni, Hakuak, Şalaidiz ve Avomorni kamplarına doğru hızla ilerliyor.
Sayın....Son aldığım bir haberi de iletmek istiyorum; birliklerimizin bir terörist grupla sıcak çatışma içine girdiği bildirilmekte, sonuçlar henüz elimize ulaşmış değil. Söz sizde efendim”
Tam ‘nihayet bitti’ diyerek arabama doğru ilerlerken, kameramanım, ‘abi, haber geçerken Cudi, Kandil dediğin yerler buraya belki ikiyüz kilometre uzaklıkta, sen hemen sağ tarfımda dedin, sonra telefuz, haber... Kaynak...’ Artık hiçbir şey işitmek istemiyordum, ‘kes seni’ diyerek kameramanı susturdum.
Kaldığım otele geldim, güzel bir duş aldım ve uyumak üzere yatağıma uzandım.
28/02/2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder