10 Ocak 2021 Pazar

 

Küresel Döneme Özgü İttifaklar Politikası Ve PKK’nin G.Kürdistan’da Oynadığı Rol.

-1-

    Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’ye karşı senato ve temsilciler meclisi kararıyla ambargo uygulamaya başladı. Amerika’nın hasımlarına karşı uyguladığı CAATSA diye adlandırılan yasanın 231’inci maddesi çerçevesinde Türkiye’ye yönelik bazı kısıtlamalar getirilmekte. Konulan ambargonun içeriği; kapsadığı teknolojik ve mali alanlar hiç önemli değil. Önemli olan, Türkiye’nin düşman olarak kabul edilmesidir; İran, K. Kore ve Venezuela ile aynı zeminde, aynı kampta görülmesidir. Bu, Türkiye’nin her an müdahale edilecek ülkeler kategorisine dahil edilmesini getirecek kadar ciddi bir durumdur. ABD başkanı Donald Trump, Temsilciler Meclisi’nin ve Senato’nun çoğunlukla aldığı karar karşısında bir şey yapamamıştır.

    Her iki meclisin ve özelikle Pentagon’un Türkiye’ye karşı tavizkârsız tutumu yeni değildir. Amerika’da bu kurumlar, Türkiye’ye karşı daha sert yaptırımların uygulanmasından yanadırlar. Bu durum, ABD politikasında ve savunma anlayışında iki kutuplu dünya koşullarında yürütülen politikaların çoktan terk edildiği anlamına gelmektedir. Küreselleşme koşullarında ağırlıklı olarak salt ülke çıkarlarını ön planda tutan bir politika ve savunma anlayışı uygulamaya koyulmuştur.

İki Kutuplu Dünya Dönemine Özgü İttifaklar Politikası Yok Artık

    İki kutuplu dünya koşullarında birbirleriyle kıyasıya mücadele içinde olan Varşova Paktı ve Nato vardı. İki pakt arasında kıyasıya yürütülen yarışı SSCB, yani Varşova Paktı kaybetti. ABD ve Nato kazanan taraf oldu.  İki kutuplu dünyanın geçici de olsa sona ermesiyle Türkiye, hemen her alanda bocalamaya girdi. Özellikle dış politikada nasıl bir yol izleyeceği konusunda çok ciddi yalpalamalar geçirdi. Bu durum, siyasetten ekonomiye kadar birçok alanda kendini gösterdi. Özellikle 1990’dan 1997’ye kadarki dönem, adeta Takrir-i Sükûn yıllarını aratacak düzeydeydi. O yıllara dönüp baktığımızda Türkiye’nin en karanlık dönemlerinden biri olduğunu çok rahat görürüz.

    Türkiye, 1990’dan 2016’ya kadar bazen Avrupa Birliği’ne bazen Amerika Birleşik Devletleri’ne yaklaştı, bazen de her ikisiyle aynı anda ilişkileri sürdürmeye çalıştı. Bu dönemde Rusya Federasyonu ile ilişkileri daha çok kıyıdan köşeden yoklamalar biçimindeydi. Zaman zaman da ABD ve B. Avrupa için geçiş köprüsü rolü oynamaya çalıştı. Ama oynamak istediği bu rolün önünde en büyük engel, Azerbaycan-Ermenistan çekişmesiydi. Bu nedenle, ABD ve B. Avrupa’ya yardımcı olma bir tarafa, kendini bile Kafkasya’ya taşıyamadı. Üstüne üstlük ‘müttefiklerinden’ olumlu yaklaşımlar beklerken, çok ciddi bir darbe girişimiyle de karşı karşıya kaldı. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin altında yatan esas nedenlerden biri, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni ciddi engellerle karşılaşmaksızın uygulama ve İran’ı Bölgede etkisiz kılma çabalarıdır. Darbe başarılı olmayınca Türkiye, doğal olarak hem ABD, hem de Avrupa Birliği ile bir çok alanda çatışma içine girdi. Belli başlı çatışma alanları; Suriye, Irak, Libya, Doğu Akdeniz, Kızıl Deniz ve Azerbaycan üzerinden Kafkasya.

    Türkiye özellikle 2016’dan itibaren ABD ve B. Avrupa’nın çıkarlarıyla ters düşen politikalarını hem genişletti, hem de derinleştirdi. Devlet çıkarlarını ön planda tutan hareket tarzı izlemeye başladı. Buna bir anlamda tehlikeyi ‘sınırların dışında karşılama’ da diyebiliriz. Aslında bu davranış biçimi veya politika tarzı sadece Türkiye’ye özgü değildir. Artık ne Almanya’nın, ne de İtalya ve Fransa’nın ittifak uğruna veya birbirlerini korumak için savaşa girip girmeyecekleri her zamankinden daha fazla tartışılır hale gelmiştir. ‘Batı ittifakı’ kavramı içinde yer alan ülkelerin hemen hepsi, Rusya ve Çin’le ilişkilerde, ulusal çıkarlarına göre hareket etmekte. İster uzun vadeli, ister kısa vadeli olsun ortaya çıkan gelişmelerde elde edilecek çıkarlar, ittifaklar politikasında belirleyici hale gelmiştir. Amerika Birleşik Devletleri bunu bildiği için, Nato içinde ve dışında yeni partnerler edinmeye başlamıştır. Laçkalaşmış Nato için artık kimse gözyaşı dökmüyor.

    Ayrıca ABD, bölgesel düzeyde etkin konumda olan Türkiye, İran, Brezilya, Şili, Arjantin, G. Afrika, Hindistan, Pakistan ve benzeri ülkelerin güçlerini sınırlamakta zorlanıyor. Bu nedenle bölgeler düzeyinde yeni ittifaklar içine giren ABD, Nato’ya pek ihtiyacı kalmadığını göstermekten sakınmıyor. Son dönemlerde Fransa hizaya çekilmek isteniyor, Almanya’dan askerler çekiliyor ve kıyı ülkelere taşınıyor. Öbür yandan Türkiye’ye karşı ciddi ambargolar uygulanmaya başlanıyor.  Tüm bunlar ‘müttefiklik ve ‘ittifak’ ilişkilerini hiçe sayan ABD tarafından yapılıyor.  Nedeni gayet açık; küresel döneme özgü yeni bir ittifaklar veya pakt paradikması geliştiriyor. Bu stratejisinde başarılı olup olmayacağını zaman gösterecek. Ama bölgesel güçleri ve birçok sanayileşmiş ülkeleri hiçe sayarak tam egemenlik peşinde koşmanın pek sağlıklı sonuçlar doğurmayacağını tahmin etme zor değil. Ambargo, tehdit, genelde zor kullanmaya dayalı hareket tarzı, sonuçta ABD’nin manevra alanını kısıtlama riskini de taşıyor.

    Öte taraftan Nato içinde soğuk savaş dönemine özgü güven duygusunun olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu nedenledir ki ABD, Nato içinde Yunanistan, Litvanya, Letonya, Norveç vb. savunmada oldukça yetersiz ülkeleri tercih etmekte. Diğer bölgelerde de aynı taktiği izlemekte; Ortadoğu’da Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuveyt, İsrail adeta ABD’nin ortakları konumuna yükseltilmiştir. Çin Denizi’nde, Çin ve Rusya Federasyonu ile sürekli sorunlar yaşayan Japonya ve Taiwan ABD’nin ayakları konumundadır. Aslında ABD’nin küresel döneme özgü geliştirmek istediği yeni paradigmayı bu ittifaklarda görebiliriz.

    ABD’yi böylesi bir ittifaklar politikası izlemeye zorlayan nedenler sadece enerji kaynaklarını denetiminde tutma isteği değildir. Aslında İzlenen stratejinin esas hedefi, önümüzdeki on yıllık süre içinde Çin’in sanayide, ekonomide ve askeri vb. alanlarda ulaşacağı seviyeye yöneliktir. Olaya hangi açıdan bakılırsa bakılsın, Çin’in süper güç olarak yükselmesi artık durdurulamaz. Bugün Ortadoğu’da var olan çatışmaların boyutu ve karmaşıklığı bizleri yanılgıya götürmemelidir. Küreselleşme sürecinde dünya genelindeki tayin edici hesaplaşmada Kafkaslar’ın ve Ortadoğu’nun bir nevi ‘cephe gerisi’nden öte bir rol oynama olanağı tartışılır.  Her ne kadar bugün bölüşümün ana üssü Ortadoğu gözüküyorsa da, dünya genelindeki bölüşümde belirleyici hesaplaşmanın Kuzey Atlantik ve Pasifik’te olacağını söyleyebiliriz.

06.01. 2021

Baki Karer

Devam edecek

Hiç yorum yok: