23 Ekim 2012 Salı

KORKMAYIN, ŞİMDİ KORKMANIN ZAMANI DEĞİLDİR

KORKMAYIN, ŞİMDİ KORKMANIN ZAMANI DEĞİLDİR





Ayvazın biri birkaç gün önce bazı gazetelerde yayınlanan bir röportajında iç savaşa çağrı yaparak herkese meydan okuyor. 'Korkun' diyor. Yani 'biz geliyoruz, çok kan akıtatacağız, yeneceğiz' diyor. Belli ki, çok sinirli, kahyalıktan men edilişini, daha doğrusu aldığı yenilgiyi hiç hazmedememiş. Öylesine sinirli ki, destek aldığı bazı ev hizmetçilerini bile azarlıyor. Cehepe'yle kurulan cepheyi bozuyor. Peki, siperde ittifakı bozup, vuruşma meydanından arkasına bakmadan kaçanların tarihin her döneminde korkak olarak nitelendirildiğini bilmiyor mu? Elbette biliyor. İşine son verilmiş, bir kuytuda malum geleceğini bekleyen bu ayvazı korkutan ne oldu? Bu zatın avurnalar gibi sesler çıkarmasına neden olan çok ciddi gelişmeler olmuş ki, hörgüçlerini paralarcasına toprağa sürtmekte.

Bu bay, profesörlük, hayran olduğu dille hitap edersek, professeur ünvanına güvenerek Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinden örnekler vererek, birlikte hareket ettiği cephenin darma dağın olduğunu bile bile zafer elde edeceğini iddia ediyor. Yenilginin verdiği kızgınlığı saklamaya çalışarak, zaman zaman da rüzgara karşı durmaya çalışan Gelincik edasıyla masumiyet taslıyor. Ama hangi kılıfa bürünürse bürünsün, kaybetmiş taraf olduğu bir gerçektir.

Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde ortaya çıkmış bazı olayları aferist bir tutumla değerlendirmeye çalışmakta. kendini ve kendisi gibi düşünenleri, olmaması gereken bir zemin üzerinde değerlendirmeye tabii tutmakta. Daha doğrusu, tarihi gelişmeleri tersyüz etmekte. Çünkü özentili biri; öğretmenine yaraşır bir öğrenci olma çabasından ziyade, öğretmenini aşma özentisi içinde kıvranan biri. Attığı çiziklere bakılırsa, ömrü kendini bu yönde ispat çabasıyla geçmiş. Öğretmeni tarih üzerine beş cilt mi yazmış, o da illa beş cilt yazacak; sırf 'ben de beş cilt yazdım' diyebilmek için. Varsayımlar üzerine yazmış olması hiç önemli değil. Onun için önemli olan, Don Kişot olarak adlandırılması. Don Kişotluğu onum olarak görür her zaman.

Bilinen bu özelliklerine karşın, tarihi değerlendiriken yaptığı en önemli hata, kendini ve ekibini olmaması, daha doğrusu yer almadığı ve hiç bir zamanda alamayacağı tarafa koyarak değerlendirmeye tabii tutmasıdır. Oysa Eşkinci değil, Yeniçeri'dir. Yani esnaflaşmış, giderek çeteleşmiş, halktan haraç toplayan, toplumsal gelişmenin önüne 'zor'u direten Yeniçeridir. Baldırının yanmasına o kadar alışmış olacak ki, pantolon içinde hiç rahat etmemekte; eski günlerine dönüp 'baldırı yanık' olarak dolaşmak istemekte, istemekteler. Beyhude çaba; gelinen aşamada 'to be or not to be' Onun için bir anlam taşımamaktadır artık. Birlikte hareket ettiği taraf, varlığını tartışacak, tartıştıracak noktada olmanın çok gerisinde. Mecrasında ilerleyen sosyal gelişmelerin önüne çekilmeye çalışılan 'zor', çoktan suların dibinde paslanmaya yüztutmuş. Bu paslanma, 'çalışma ilkelerini doğa ve toplumdan' türetemeyen aklı temsil eder.

Bu noktada aydını, aydın olmanın özelliklerini tartışmak gerekir ama yeri değil. Şu kadarını söyliyeyim ki, paşalara dayanarak, paşaların gölgesine sığınarak aydın olunmaz. Paşalara sığınma, özellikle de Cumhuriyet döneminde, azalacağı yere giderek artan bir olgudur maalesef. İçerde iç savaş ilanı yapan bayımız misali bizde, aydınların çoğu 'kurtuluş' için 'Hareket Ordusu' beklentisi içinde olmuştur.

Aydın geçinen Ergenekoncuların 'Hareket Ordusu', Beytüşşebab-Şırnak hattının Kazan Deresi'inde boğuldu. Açık söylüyorum, hezimetle sonuçlanan beklentilerin hayalini bile bir daha kuramayacaklar. Silivri'den başlayıp İmralı'dan geçen ve Kandil'de son bulan cephe yıkıldı; bir daha asla! Ve unutmak zorundalar. Paşalara dayanan kadro hareketinin sonu. Yine açık açık söylemek zorundayım; Bu yenilgi, silahın zoru ile olmamıştır; Hakkari, Şırnak, Beytüşşebab halkının, Kürt halkının dik duruşu sayesinde olmuştur. Her kadro hareketinde olduğu gibi Erkenekoncu kadro hareketinin 'yığın' olarak gördüğü halk, en büyük şamarı vurdu. Üstelik ilk şamarı vuran da Kürt halkı oldu. Yani 'gericiliği geriletmek için yığın kullanılır' tezi hapı yuttu.

Demek istediğim şu ki, Gladyo'nun beklentisine yanıt verecek ordu çıkmaz, ya da Ordu, beklentileri karşılayacak 'Ordu' olmaz. Ordu er, ya da geç 'iç düşmanlar' yaratanlara ilham kaynağı olmaktan çıkmak zorundadır. İçinde bulunduğumuz süreçte böylesi bir değişim başlamış durumda. İç düşmanlar yaratma hantalların, tembellerin işidir. Cehepe'ye gelince; cehepe artık Chp'lilerin olmaz, ama bir süre daha iki arada bir derede kalmaya devam eder; bu ikircimliliğin iç savaş çığırtkanlarına bir yardımı olmaz. Sonuç olarak, ne Halâskâr Zapitân'a ne de Hareket Ordusu'na yer yoktur. Anadolu'da 31 mart vakası yaşanıyor diyenler, kendi kendini aldatıyor.

Son söz; korkunuzdan 'bir daha asla' diyerek yola koyuluşunuz, Kürt halkına karşı 1988'de yaşanan Enfal'i yaşatmak içindi ama olmadı. Ne Kürdün, ne Türkün, ne de Çerkezin korkusu var; iç savaşa davetiye çıkaranların yüzüne tükürülmüştür. Şimdi korkma zamanı değil, çünkü 'yığın' yok, daha fazla demokrasi ve özgürlük için kavga veren yurttaş var.



BAKİ KARER

23.10.2012





6 Ekim 2012 Cumartesi

SURİYE'YE KARŞI MİSİLLEME

SURİYE'YE KARŞI MİSİLLEME







Bugün Suriye'den ateşlendiği iddia edilen top mermileri Akçakale ilçesinin merkezine düştü. Son geçilen haberlere bakılırsa 5 ölü ve 15 yaralının olduğu söylenilmekte. Akçakale'ye birkaç yüz metre ötede sürdürülen çatışmaların bu ilçede hayatı yaşanmaz hale getirdiği biliniyordu. Sadece Akçakale değil, tüm sınır boyunun güvenli olmadığı ortadaydı. Bu nedenle Türkiye ile Suriye arasında her an bir çatışmanın çıkabileceği kaygısı taşınıyordu. Nihayet bu kaygı bugün için çok sınırlı da olsa karşılıklı sınır çatışmasına dönüşmüş durumda. Bunun uzun süreli olacağına ihtimal vermiyorum. Türkiye'nin bir düzüne top atışı ile karşılık vermesiyle sınırlı kalacaktır.

Şu anda Türkiye'nin topyekün bir savaş başlatacağını sanmıyorum. Hükümet hem iç kamuoyu nezdinde zor durumda kalmamak, hem de Suriye yöntimine gözdağı vermek için misilleme yapmayı bir zorunluluk olarak görmüş durumda. Ayrıca uluslararası alana da mesajını vermiş oldu.

Suriye üzerinden yeni bir Ortadoğu haritası şekillendirilmek isteniyor. Ama bunun pek öyle kolay olamayacağını tahmin etmek zor değil. Mezhep ayrımı üzerinden şekillendirilmeye çalışılan yeni haritanın çok kanlı olacağını tahmin etmek güç değil. Ortadoğu'da mezhep farklılıklarına dayalı çatışmaların ve savaşların bir kaç onyıla yayılma ihtimali de vardır.

Türkiye'nin Ortadoğu'da diktatörlüklerin yıkılması sürecinde özgürlük isteyen halkların yanında tavır alması doğru bir politikaydı. Ama giderek bu sürecin mezhep kavgasına dönüşme tehlikesi karşısında daha gerçekçi bir tutum takınabilirdi. Bu anlamda Bölge'nin güçler dengesini daha bir gözden geçirmesi gerekiyordu. Yaptığı en önemli hata, Suudi Arabistan ve Katar ittifakını temel almasıydı. Bu ülke iktidarlarının da birer diktatör olduğunu gözardı etmeyecekti. Böylesi bir ittifak, Türkiyenin özgürlükler karşısındaki tutumunu sorgulamayı da beraberinde getirdi. Oysa bölgede oluşan siyasal ortam daha bağımsız hareket etmeye elverişliydi. Ayrıca hükümet Suriye'de çok aceleci davranmakla kalmadı, Rusya'ya rağmen sonuç alacak biçimde hareket etti. Avrupa'nın kayıtsız kalacağı, ABD'nin çok fazla başını ağrıtmayacak bir taktik izleyeceği daha başından belliydi. Rusya'nın daha başından itibaren alternatif bir güç olduğunun hesaplanması gerekirdi.

Ortadoğu'da etkin olma mücadelesinde geri plana düşen Iran'ın takındığı ve gelecekte takınacağı tutum da dikkate alınmak zorunda. İran dış destekten tümden yoksun kalsa da, kullanabileceği argumanlara sahiptir; bunlardan biri de, mezhepler arası çatışmadır. Nitekim şimdiden Körfez ülkelerinden başlayıp Irak'ı da kapsayacak biçimde Lübnan'na kadar uzanan bir bölgede mezhep ayrımına dayalı bir hat oluşturmuş durumdadır. Türkiye, oluşturulan bu fay hatlarında birini seçmeden hareket etme olanağına sahiptir. Fay hatları üzerinde durarak politika belirleme, gelecekte ateş içine düşmeyi getirebilir. Yani mezhep ayrılığı üzerinden hareket ederek kazanılacak bir şey yoktur. Bu noktadan hareketle, Ortadoğu'da ortak hareket edilecek temel ittifakcı güçlerin yeniden belirlenmesine ihtiyaç vardır. Suriye'de Esad iktidarı er veya geç yıkılmaya mahkumdur. Önemli olan, Esad sonrası oluşacak iktidarın mezhepsel ayrımı tümüyle dıştalamasıdır. Türkiye böyle bir iktidarın biçimlenmesinde belirleyici rol oynayabilir.

Suriye'deki iktidar kavgası Türkiye içinde de safların belirlenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. CHP ve irili ufaklı müttefikleri; BDP gibi suni oluşumlar statükonun, yani diktatörlüklerin yanında tavır almıştır. Bu kesimin bir süre önce Hatay'da düzenlediği protesto, Almanya dazlaklarının göçmenlere karşı düzenledikleri protestoları anımsatmaktan uzak değildi. Aradaki fark, bu protestoların 'sol' ve 'sosyal demokrasi' adına yapılmış olmasıdır. Protestoyu düzenliyenlerin savaş karşıtlığı ile diktatörlük karşıtlığını birbirine karıştırdıklarına inanmıyorum. Tüm bu çırpınışlar, CHP ve müttefiklerinin çıkışsızlığının ifadesidir. CHP ittifakının bir ayağı da Suriye'de PYD (Demokratik Birlik Partisi)dir. PYD güçleri Kürt halkına karşı kullanılan Şebiha güçleridir. Esad sonrasında Süriye'de Kürt halkının PYD'yi muhatap alacağını sanmıyorum. Esad tarafından ellerine verilmiş silahlarla halkı susuturmaya çalışsalarda uzun vadede başarılı olacaklarına ihtimal vermiyorum. Kürt halkı giden Esad'ın yerini bir başka Esad'ın almasını kabullenmeyecektir.

Sonuç olarak, Türkiye'nin tek başına Suriye'ye karşı savaşa gireceğini düşünmüyorum. 2013'ün Nisan ve Mayıs ayları, Esad iktidarının devam edip etmeyeceğini belirleyecek aylar olacaktır.

Baki Karer

03.10.2012